JoomlaLock.com All4Share.net

KURBAN KURBİYYETE VESİLEDİR

Hadisi şerifte; “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin.” buyurmuş Efendimiz (sav): Hastalık gelmeden sıhhatin, yaşlılık gelmeden gençliğin, fakirlik gelmeden zenginliğin, ölüm gelmeden hayatın ve meşguliyyet gelmeden boş zamanın. (Hakim; Müstedrek)

Her şeyin madud olduğu şu dünya hayatı ne kadar da hızlı geçiyor. Üç aylardı, Ramazan’dı, Şevval’di derken bu ayın sonlarına doğru da Rabbimiz’in bizim için seçip beğendiği, cahiliyye bayramlarının yerine ikâme ettiği Kurban Bayramı’nı, Iydü’l-Adhâ’yı idrak edeceğiz inşaallah. Bu bağlamda dergimizin bu ayki dosya konusu olan Kurban’ı, diğer müelliflerimiz gibi biz de bir cihetiyle işlemeye gayret edeceğiz. Cenâbı Hak bu kurbanı cümlemize kurbiyyet vesilesi kılıp bizleri karîb olanlara bağışlasın.

“Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvânız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele.” (el-Hac; 22/37)

Takvâ hep duyageldiğimiz ancak hakikatte ne olduğunu kâmilen idrak edemediğimiz kavramlardan bir tanesi. Kur’ân-ı Kerim’de iki yüz ellinin üzerinde zikredilen, hadisi şeriflerde sıkça bahsedilen, hocaefendilerin yıllarca kürsülerden vaaz ve nasihatlerinde söyledikleri bir kelime. Hâce Hazretleri takvâ, iman, ihsan… gibi mevzuların Kur’ân’da net bir tarifinin yapılmadığını; bizim bunları daha iyi anlayabilmemiz için adeta bu kavramların müşahhas birer kimlikle bize tasvir edildiğini beyan buyurmuşlardır. Cenâbı Hak takvâdan ziyade muttakîyi, imandan ziyade mü’mini, ihsandan ziyade de muhsini bizlere tarif etmiş ve onların vasıflarını bildirmiştir. Böylelikle hem meseleyi daha iyi anlayabilmemiz sağlanmış hem de bu vasıflara sahip kimselerin de bizim gibi birer beşer olmaları hasebiyle bu derecelere ulaştıklarını görmemiz istenmiştir. Böylelikle; “Bu bizim gibilerin işi değil, biz zayıf yaratılmış birer insan olarak bu güzelliklerin gerekliliklerini yerine getiremeyiz…” gibi bahanelerin ardına sığınmamamız açıkça bize bildirilmiştir. İşte bu yüce vasıflı insanların bir kısmı üzerinden biz kurban hadisesini değerlendirmek istiyoruz.

Kurban, Hz. Âdem’den, Efendimiz’e (sav) kadarki bütün şeriatlerde var olmuş, O’nun (sav) şeriatinde de bulunması hasebiyle kıyamete kadar gelecek olan ümmet-i Muhammed’in yerine getirmekle yükümlü olduğu bir ibadet… Hayatımızdaki her şeyde olduğu gibi biz bu ibadeti de en güzel şekilde yerine getirenlere bakarak yapacağız. Çünkü taklid tahkike kapı açar. Uygulamaları değişik olsa da tâ Hz. Âdem’den bugüne kadar gelen bir ibadet olduğu için sahih ve salih bir şekilde kurban ibadeti nasıl yerine getirilir çok örnek gösterilebilir. Fakat biz belki de en çok göz önünde olan örnekten, Hz. İbrahim, Hz. Hâcer ve Hz. İsmail’in –Allah’ın nusreti sayesinde başarıyla verdikleri- imtihan zaviyesinden mevzuu paylaşmaya gayret edeceğiz. Bunun bir sebebi de Kur’ân-ı Kerim’in bize bildirdiği bu kıssadan büyüklerimizin sûfîler, mutasavvıflar için çıkardığı derslerle paralel olarak meseleyi değerlendirmek istememizdir.

Hz. İbrahim… Cenâbı Hakk’ın halîl/dost diye sıfatlandırdığı, Efendimiz’den önceki ümmetler ve onların peygamberleri içinden sadece onu Zâtı’na davet ettiği büyük insan. Hayatı batılla mücadele ve hakikatin ispatı ile geçmiş. Önce puta tapan kavmi, sonra Nemrud’la olan mücadelesini Hakk’a yakınlığı ve samimiyetiyle kazanmış, Allahü Teâlâ’nın kendisine bahşettiği ihlasla mü’minlerin inançlarını daha da perçinlemelerine vesile olmuş. Tevhidin söylenmesine malını, mülkünü, evladü ıyâlini ve hatta kendisini bile kurban edebilecek büyük peygamber.

Hz. Hâcer… Hayatında yaşadığı her şeyin Allah’tan geldiği bilinciyle teslimiyette bir an dahi tereddüt etmemiş ve bu ulvî ahlakı, yaptığı bazı şeylerin ibadet olarak yapılagelmesiyle âdeta Cenâbı hak tarafından daha bu dünyada iken ödüllendirilmiş bir hanım. Kur’ân’ın tarifiyle “er kişi”dir esasında. Efendimiz’in “Sırat köprüsünde en çok ayağı kayacak olanlar taife-i nisadır.” diye bir hadisi şerifleri var. İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri Gülzâr-ı Sâminîsi’nde bu hadisi izah ederlerken buyuruyorlar ki; “Vücut mülkünde ruh erkek, nefis dişidir. Hadisi şerifte kasdedilen nisa cinsiyet olarak dişiler değil, nefsine tabi olan bütün insanlardır.” Bu yönüyle düşünülürse hangimiz Hz. Hâcer’den, Hz. Hatice’ den, Hz. Fatıma’dan daha “er” olabiliriz ki. Bu yüzden hâşâ ki Hâcer kadınlığından dolayı eksik düşünülsün. O nasıl bir kadın ki her yaptığı bize örnek/ibadet olmuş; koşmuş sa’y olmuş, taş atmış hac gibi muazzam bir ibadetin rükünlerinden bir tanesi olmuş.

Ve Hz. İsmail... Efendimiz’in dünyaya gelmesinin biraz daha yaklaştığının habercisi olan büyük dedesi. O’nun da lakabı Zebihullah, Allah’ın kurbanı manasına. Kitabımız’da kurbanla ilgili en ilginç bahis onun hakkında. Salih ve saliha bir anne babadan dünyaya gelmenin ve neslinden Efendimiz’in (sav) gelecek olmasının hususiyyetini haiz bir insana yakışır şekilde en mükemmel imana sahip, teslimiyet timsali bir adanmış…

Bu kadar güzellik, özellik bir araya gelince böyle insanlardan sâdır olan işler de o derece güzel ve kaliteli oluyor demek ki. Hayatlarındaki her şey Allah’ın istediği minval üzere olan bu ailenin ilk imtihanı malum. Tek başına bir kadın ve henüz yaşına bile girmemiş bir çocuğun teslimiyetine “Zemzem gibi mübarek/muazzam bir suyun çıkması ve Beytullah’ın yeniden inşası ve ihyası” gibi bir nimet verilmiş.

Bir insanın vücuda gelmesi için ona zemin olan insanı, anneyi bir düşünelim. O çocuğu anne karnında üç devrede oluşturan Allah, besleyen Allah, geliştiren Allah. Anne sadece zemin ki bu da Allah’ın onu böyle olmaya müsaid yaratması ile mümkün. Çocuk dünyaya geldiğinde Cenâbı Hak o zemine, anneye öyle bir duygu veriyor ki isteseniz o çocuk için canını bile verir. Yemez yedirir, giymez giydirir ve elindeki bütün imkanları o çocuk için sarf eder de gözüne bile görünmez.

Şimdi biraz düşünmek lazım. Sadece zemin olan anne bile böyle şefkatli ise; onun ezelden ebede yolculuğunda her şeyini bilen, her insanla bu manada –tabiri caizse- tek tek ilgilenen ve Âdemoğlun’un hamurunu bizâtihî elleriyle yoğuran Rabbimiz’in bize olan şefkat ve merhameti nasıldır acaba? Ancak cilve-i Rabbânî…

“Rabbim, bana iyilerden (bir evlat) ihsan et! Biz de ona uslu bir oğul müjdeledik. (Oğlu) yanında koşma çağına gelince: ‘Yavrum, ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak ne düşünürsün?’ dedi. (Çocuk da): ‘Babacığım sana ne emrediliyorsa yap! Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın!’ dedi. Ne zaman ki ikisi de bu şekilde (Allah'a) teslim oldular, (İbrahim) onu tuttu şakağına yıktı (şakağı üzerine yatırdı). Ve ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Rüyaya gerçekten sadakat gösterdin, işte Biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz ki bu apaçık ve kesin bir imtihandı.’ dedik. Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.” (Saffât 100-107)

Cenâbı Hakk’ın insanlar için uygun gördüğü imtihanlar, zahir görünüşü itibariyle musibet olan hadiseler, hele ki imtihanın muhatabı bir peygamberse ancak derecesinin daha da yükselmesi içindir.

Eski eserlerden okuduğumuz kadarıyla büyüklerimizin muhiblerinden, bağlılarından istedikleri teslimiyyet; gassalın elindeki meyyit gibi olmalarıdır. Yani ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmak... Bunun doğruluğunu kabul etmekle beraber Hâce Hazretleri’nin bu husustaki görüşü arzettiğimiz klasik tabirin ötesinde. Buyururlar ki; “Gassalın elindeki meyyitin zaten iradesi yok. Suyum sıcak demez, sert davranıyorsun demez. Mürid adı üstünde iradesini teslim eden kimse demektir. Onun için teslimiyyet İbrahim’in elindeki İsmail’in (Aleyhimü’s-Selâtü Ve’s-Selâm) teslimiyeti gibi olmalıdır. Yani iradeye sahipken, belki itiraz dahi edebilecekken, kaçabilecekken; sebat edip Cenâbı Hakk’ın rızasına, likasına erebilmek adına yine O’nun seçtiklerine “ve enîbû ilallâh” fehvasınca tâbi olabilmektir.

Tabi teslimiyyet deyince de doğru şeyleri mi anlıyoruz biraz düşünmek lazım. Din adına teslim olduğumuzu zannettiğimiz fakat sadece kendi menfaatimiz için -velev ki bu uhrevî bile olsa- yaptığımız şeylerin farkında mıyız? Müslümanlar bugün sadece ahirete taaluk eden mevzularlakulluk yapmaya çalıştıklarının farkında mı acaba? Gerçi onu da yapabiliyorsak ne âlâ. Fakat teslim olup selamete ermek için yaptığımız şeylerin hedefi sadece rızâ-i Bârî olmalıdır. Talibin tam bir teslimiyyetle teslim olabilmesi için yapması gerekenler var. Şahı Nakşibend Efendimiz bu düsturu şu veciz ifadelerinde toplamışlar:

Der târîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr-ı terk
Terk-i dünyâ terk-i ukbâ terk-i hest-i terk-i terk

Müslüman/Talip/Hak yolcusu/sûfî Cenâbı Hakk’a vuslat için dünyayı yani dünya sevgisini, muhabbetini gönlünden çıkarmalıdır. Bunu nasıl yapacağını da yine muttakilerden öğrenir. Mesela ashabı kiram efendilerimiz iki lirayı bir ellerinde tutmamışlar. Gözümüze çok gelir de ona güveniveririz diye. Ukbayı da terk etmeli. Yani sadece cennet arzusuyla, cennete girmek için yahut cehennemden, azaptan korktuğu için günahlardan sakınmamalı. Amel ederken bir an bile -lâ teşbih- gözünü hedefinden ayırmamalıdır. Üçüncüsü terk-i hest. Bu da Allah’a tevekkül edip tedbirlere dayanmamadır. Tam bir yönelişle ona yönelip maddi manevi başına gelen her türlü hadisede “Allah’tan geldiğini ve neticede yine O’na (cc) döneceğini” (Bakara 156) unutmamalıdır. Sonuncusu da bu kadar şeyi Allah’ın lütfu ve inâyeti ile terkte muvaffak olduktan sonra “Ben şunları, bunları terk ettim…” gibi duyguları da terk etmelidir kişi.

Biz dilimizle söylemesek de lisân-ı hâlimizle lâik bir din anlayışımız olduğunu hemen her hareketimizde beyan ediyoruz. Dini sadece ukbaya dair bir şey zannetmek hüsrandan başka bir neticeye bizi götürmez. Diyorlar ya: “Dünyada mekân, ahirette iman.” Bu söz külliyen yanlıştır ve bizim lâik din anlayışımızın bir simgesi olarak -bilsin ya da bilmesin- Müslümanların diline pelesenk olmuştur. Hâlbuki Efendimiz (sav); “Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Aliyu’l Kari 199; Aclunî 1/490; Hâkim Müstedrek. IV/312) Yani imanın lazım olduğu, kazanılacağı, elde edileceği bir yerdir burası. Dolayısıyla burası iman yurdu, orası mekân yurdudur. Bu hakikate göre amel edilmesi gerekir. Buradaki iman sermayemize göre mekânın verileceği yer orasıdır.

Asıl kurban edilmesi gereken bu tip anlayışlardır. Bunlar bütün benliğimizi kuşatmışken değil bir, binlerce kurban kesilse baş tarafta verdiğimiz ayette de işaret edildiği üzere et ve kandan öteye gitmeyecek ve Cenâbı Hakk’a layık bir ameliye olmayacaktır. Muttakiler asıl bunları terk ettiği için bu sınıftan olmuşlardır. Kurbiyyeti, ülfeti ve ünsiyyeti böyle elde etmişlerdir.

İnandığımız değerlerin, mükâfatın ya da mücâzâtın sadece ukbaya ait olduğu hesabı ve Cenâbı Hak sanki hiç gadablanmazmış gibi sadece merhametini düşünüp ona göre tavır almak bizi hadisi şerifin ifadesine göre iflasa sürüklemektedir. Ebû Hüreyre’den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab:

-Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem),

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.” buyurdular. (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyamet 2)

Cenâbı Hak her türlü ameli beğenip razı olacağı şekilde yerine getirebilmeyi bizlere nasib etsin. Her amelde rızasını talep eden ve yalnızca Zâtı’na ermek kasdıyla gayret eden zümre-i sâlihîne cümlemizi ilhâk eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort