JoomlaLock.com All4Share.net

MÂBED MEDENİYETİ VE AYASOFYA -2 -

II/ Ayasofya
Mezopotamya yamaçlarındaki muhteşem kubbelerin inşasına âit usûlün en parlak örneği, en sâdık temsilcisi ve Suriye ilhâmlarının en can alıcı timsâlı, en kalıcı ma’kesi, Ayasofya, şarkın ilk “metropolitik” kilisesi ve “feth-i mübin” e kadar da Hristiyan dünyâsınca biricik “büyük ma’bed”, büyük fetihle “iki bahr arasında” salîbin savleti kırılınca “Kostantiniyye” İstanbul, “büyük kilise” de Ayasofya Camii olur. Bu kutlu vazife ve mübârek unvan da (1934) “fezâsında ezânın susup” kubbesinde “Mevlâ’nın yâdı silineceği” ve asırlarca milletimizin rûhî hayatıyla iç içe olan ulu mabedin, kolu-kanadı kırılıp bir müze haline getirileceği âna kadar da devam eder.

Ayasofya, ilk basit şekliyle ve sıradan bir mabet hüviyetiyle Konstantin ve oğlunun eseri. Değişik aralıklarla üç müthiş yangın ve eski haline benzetme istikâmetinde sürekli inşâ ve onarımlar, bu tarihî katedralin, bugünkü sisli-dumanlı durumuna denk bir tâlihsizlik... İmparator “Jüstinianus” un emriyle Hazreti Meryem’e armağan edilmek üzere, kâmilen tuğladan yapılması, câmileşen bu büyük kilise uğrunda sergilenmiş en büyük Tarihî gayret misâli... Mimârî güzellik, iç debdebe, dış ihtişam ve Meryem vâlideye ithâf gibi yürekleri hoplatan maddîmânevî bütün güzellik unsurlarını ihtiva eden ulu mabet, görkemine uygun muhteşem bir küşâdla ibâdete açılır. O güne göre herşey o kadar eksiksiz, o kadar parlak, o kadar büyüleyici düşmüştür ki, bir tarafta kendinden geçip nâralar atan halk yığınları, Hazreti Mesih’i hoşnûd ettiklerini sayıklarken, diğer yanda imparator, yapıp ortaya koyduğu bu büyük eserle meşhûr, Hazreti Süleymân’ı kasdederek; “Süleymân seni geçtim!” diye haykırmaktadır. Gariptir; bu şatafatlı açılış üzerinden henüz çeyrek asır geçmemiştir ki, ulu mabet bu defa da şiddetli bir zelzele ile sarsılır... O muhteşem kubbenin bir yanı çöker... Vâiz kürsüsü ve Hristiyanlarca mukaddes ekmek ve şarap dolapları paramparça olur.

Derken mabet yeniden onarıma alınır... İnşâ, tezyin... Çok geçmeden, arkadan Latinlerin Konstantiniyye’yi işgalleri ve yüce mabeti yakıp yıkmaları... İçindeki kıymetli eşyâyı yağmalamaları ulu mabetin bir türlü bitmeyen çileli ve sisli hayatından sadece birkaç satır...

Yapıldığı günden itibâren hiçbir zaman belini doğrultma fırsatını bulamayan Ayasofya, ancak on beşinci asrın son yarısına doğru, gerçek sahiplerinin eline geçince beş asırlık bir gül devri idrâk edebilecektir.

Tam akide boğuşmalarının azgınlaştığı, Bizans’ın temelinden sarsıldığı, Ayasofya’nın da mana ve muhtevâsıyle müntesiblerinin elinde sürüm sürüm hâle geldiği çok buhranlı bir dönemde, bu defa da statiğin vefâsızlığı en ürpertici şekilde kendini hissettirir. Ve âdetâ, Bizans’daki yıkılış çalkantılarına, Ayasofya’nın kubbe ve duvarları da bütünüyle iştirâk ediyormuş gibi, kubbe ve kubbe istinâtları arasında bir iftirâk, bir kaçış baş gösterir.

Konstantiniyye’nin İstanbul olma “sath-ı mâiline” girdiği bu esnada mâil-i inhidâm ulu mabete, hayırlı el-mimar Hayreddin’in dâhiyâne tedbîrleri imdâda koşar... Onu çevresinden payandalar ve mukadder bir çöküşten kurtarır ki, rivâyete nazaran Edirne’de hükümdarın karşısına çıkan koca mimar: “Hünkârım! Ayasofya’nın minârelerinin ayaklarını hazırladım. Artık onu câmi yapmak da size kalıyor.” der, pâdişahın rüyâlarını onunla paylaştığını gösterir.

Böylece Ayasofya son bir kere daha ölüm çukuruna yuvarlanmayı Müslüman Türk’ün kolları arasında atlatır. Ve sağlam bir zemine oturur, ölümsüzlüğe erer. Fâtih ve fetih ordusu ilk cuma namazlarını Ayasofya’da edâ ederler... Daha sonra câmi olma yolunda evolüsyon görüyor gibi minâreleri, sağında - solundaki ilâveleri ve her yeni hükümdârın, devrinin san’at anlayışı içinde ona değişik bir boya çalmasıyle yüce mabet, şekillene şekillene bugünkü halini iktisab eder ve bugünlere gelir ulaşır...

Bağrında edâ edilen ilk cuma namazından itibâren Müslümanların gönlüne giren ve daha sonra günde beş defa onların rûhî hayatıyla bütünleşen Ayasofya, bize o kadar ısınmış bizimle o kadar içli-dışlı olmuştu ki, bir gün İstanbul’u işgal edip, câmileşen bütün kilise ve manastırları eski haline çevirerek, minârelerine çan takmak isteyen “ehl-i salîbe” karşı, en yüksek ve gür sadâ onun kubbesinden taşıp Anadolu’nun dört bir yanında yankılanmıştı. Bu manalı ve görkemli kükreyişle milletimiz istiklâle giden yolları bulmuş ve Ayasofya da kubbesine salîb yerleştirilmeden kurtulmuştu. Kurtulmuştu ama; bugüne kadar hep rûh ve irâde nesilleriyle temsil edilen daha çok da bir “kuvve-i kudsiye”ye musahhar olan ulu mabet, bir zamanlar, bütün bütün maddîleşen bir dünyâdan kaçıp, mananın temsilcisi Muhammedî rûha teslim olduğu gibi, bu defa da beş asır boyunca kendisine sahip çıkanların, materyalist Batı ile zifâf sevdâsına düşmeleri karşısında câmi-kilise arası bir berzâha yuvarlanır ve bir kurtarıcı ruh beklemeye başlar... Ayasofya’yı düştüğü bu son berzâhtan kurtarıp yeni bir dirilişin Arasat’ına ulaştırmak için Hızır çeşmesinden su içmiş Hızır Çelebi’lere, Ulubatlı Hasan’lara, Akşemseddin’lere ve Fâtih’lere ihtiyaç var. Yani, medresenin ilim ruhuna, tekkenin gönül hayatına, kışlanın disiplinine ve bu sacayağını bütünleştirecek bir baş-yüceye ihtiyâç var...

Ayasofya, milletimizin ruhuyla o kadar bütünleşmiş ve onun benliğine o kadar sinmiştir ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen onun hâlâ, o kendine has ışıktan atmosferi sessizliğe boğulmuş nurlu minâreleri ve aydınlık devirlerini tedâi ettiren çevresi, iklîmine uğrayan hemen herkese, kadimden onların dostuymuş gibi bir şeyler mırıldanır, bir şeyler sayıklar ve bir şeyler anlatmaya çalışır... Bizler, her semtine uğrayışımızda onu şanlı geçmişimizden ve muhteşem cedlerimizden bize intikal etmiş bir pırlanta gibi seyrederiz; o da gözlerimizin içine gülerek bizlere bazı imâlarda bulunur ve ruhlarımıza bir kısım gizli duygular fısıldar.

Evet o, bugünkü hüzünlü hâli, yürekler acısı yalnızlığı ve zaman karşısında morlaşan mağlup havasıyla dahi, hep kendinden söz ettirmek, kendini sevdirmek isteyen bir çocuk gibi, ne yapıp yapıp, bir yolunu bulup gözlere, gönüllere girmeye çalışmakta ve geçmişteki rengi, ışığı ve atmosferiyle bir şiir olup ruhlarımıza akmaktadır.

Ayasofya, hafif sisli görünüşü, ince turuncu havası ve şimallî tabiatıyla, Anadolu’dan daha çok, Batı yamaçlarının vahşi gülleri gibi, ilk bakışta duygularımıza biraz sertçe çarpar geçer... Ama, arkadan beş asırlık dostluk ve ünsiyetin bütün ışıkları, bütün renkleri, bütün incelikleri buğu buğu zevk dalgaları halinde dört bir yanımızı sarınca, onu en sıcak duygularla kucaklar ve öz be öz kendi bahçemizin gülleri gibi koklamaya başlarız. Hele, geçmişin hülyâlı mâvilikleri içinde onu, pırıl pırıl tâze tenli gencecik günleriyle tahayyül eder ve gönüllere girdiği mana derinlikleriyle duymaya çalışır. Bu esnada o, kendi mûsikîsini mırıldanmak için bir mızrâp gibi eski hâtıralar üzerine inip-kalkmaya başlar ve bir ses yumağı, ses paketi misilli bağrında sakladığı ak-kara, acı-tatlı, hoşnâhoş bin yedi yüz senelik bütün geçmişini, bütün sergüzeştini haykırmak ister. İster de ağzına bant yapıştırılmış veya fermuar vurulmuş bir insan gibi, yutkunur... Bir şeyler anlatmaya çalışır fakat anlatamaz... Anlatamaz da hicranla iki büklüm olur... Mosmor kesilir ve bir tuğla yığını gibi yerinde kala kalır.

Ayasofya, asırlar ve asırlar boyu bizim dünyâmızla o kadar kaynaşıp bütünleşmiştir ki, ona hâlis bir İstanbul nazarıyle bakabiliriz. Evet, dört bir yanında onu destekleyip ayakta kalmasını sağlayan istinâd duvarları, harîmindeki irili-ufaklı Osmanlı hükümdârlarına âit ilâveleri, cihan devletinin dört asır boyu idâre merkezi sayılan Topkapı Sarayı’nın himâye, vesâye ve komşuluğuna mazhariyeti... Nihâyet, yanı başındaki Sultanahmed Câmii ile bunca zaman içli-dışlı yaşaması, onu bizim dünyâmızın kopmaz bir parçası haline getirmiştir.

Her gün güneş doğarken onun minâreleri arasından dalga dalga ışıklar yayılır; kubbesini yalar geçer ve gider Sultanahmed Câmii’ne ulaşır... Batarken de Sultanahmed Câmii’ni kucaklayan ziyâ hüzmeleri, ikindi sonrasının hüzünlü esintileri ile Ayasofya’yı okşar ve Topkapı Sarayı’nın üstünden boşluğa kayar. Işık, günde iki defa, bu iki ulu mabet arasında gelir-gider... Ve âdetâ Hazreti Mesih’den Hazreti Ahmed’e; Hazreti Ahmed’den Hazreti Mesih’e birer tahiyye akisleri sergiler durur.

Bilhassa hüzne açık sîneler bu iki mabet arasında ve Topkapı Sarayı güzergâhında sürekli doğudan batıya doğru, sisli ve serin bir havanın estiğini duyar, bu esinti ile beraber ruhlarına çarpan çâresizlikle burkulur ve inlerler. Bazen ufukları bütün bütün sis ve duman kesilir. Bazen de hafakan haline gelen ızdırapları, Kudret-i Sonsuz’un inâyetiyle bütünleşir ve birer şehâdet parmağı gibi hep öteleri gösteren minâreler arasında, değişik bir temâşâ zevkine ulaşır ve ye’sini parçalayacak bir büyü bulmuş gibi irâdesine fer gelir... Ve bir adım daha atınca, bizler için her zaman ardına kadar açık bulunan Rahmet-i Sonsuz’un rahmet kapısından içeriye girer... Bütün kalbiyle ona yönelir ve “Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lûtfedip açtığın binlerce kapı gibi, Ayasofya’nın paslı kilitlerinin pasını çöz, kapılarını aç artık ve yıllardan beri secdesizlikten simsiyah kesilmiş zeminini secdeli başlarla nurlandır..!” Hicran dolu niyazlarıyla yakarışa geçerler.

Ayasofya’nın bugünkü durumu, hemen herkese dâhiyâne; fakat ızdırâblı bir şeyler söyletecek mâhiyettedir. Evet onun, yüreklere oturan buruk halini, yüzümüze bakıp bakıp konuşamayan bir insanınkine benzer şekildeki melâlini her müşâhede edişimizde ruhumuzun derinliklerine, iç âlemimize benzeyen emeller ve hülyâlarımıza benzeyen arzular aşılar... Bu esnâda, uykuya yatmış gibi olan bütün duygularımız uyanır, onu bir sabah aydınlığı içinde kucaklar... Çehresindeki geçmişe âit rüyâlarımızı, gelecekle alâkalı hülyâlarımızı bir kere daha temâşâ eder ve o sis-duman içinde kendimizi en tatlı düşlerin akıntısına salıveririz.

Bazen, Sultanahmed minârelerinden yükselip, tâ Topkapı Sarayı’na kadar ulaşan ezan seslerini, Ayasofya’dan kopup gelen çığlıklar halinde dinler; mâzinin tad ve şivesi ile gönüllerimizi bir büyünün sardığını duyar ve âdetâ sihirli kanatlarla geçmişin semâlarında uçuyor gibi oluruz. Bazen ezanla gelen tedâîlerle, ruhlarımıza o kadar derin şeyler siner ki, sanki minarelerden yükselen “emr-i bülend”e fetih ordusu da mehteriyle, gülbanklarıyle refakat ediyormuş gibi ihtişam esintileri duyulur her yanda...

Ayasofya’nın çevresindeki o ihtiyar ağaçlar, ihtiyar duvarlar ve kim bilir hangi hâtıralarla dolup-taşan kubbeler, kubbecikler, zaman zaman ruhlarımızda öyle anlaşılmaz hisler hâsıl ederler ki, onun bugünkü gecesinden kopup gelen bu duygular tıpkı birer matkap gibi sînelerimizi deler ve gönüllerimizde silinmeyecek izler bırakır, geçerler. Ne var ki, bu hâl çok uzun sürmez birdenbire inanç ve ümit ufkumuzda şafaklar tüllenmeye başlar... Ve kışın bahar emâreleri karşısında bozguna uğradığı; gecenin, şafağın pençesinde hırıltıya düştüğü gibi, Ayasofya’yı saran bunca zamanlık kasvetli bulutlar da birer birer dağılır ve yerlerini bize âit o masmâvi günlere bırakırlar.

Evet, hiçbir zaman karanlıklar ebedî olmamıştır ve olamaz! Hiçbir zaman boşluk sonsuza kadar sürüp gidemez! Hiçbir zaman sukût ve sukûtlarla ilânihâye devam edemez..! Onun içindir ki, gönüllerimize göre olmasa bile, gecenin en karanlık demlerinde dahi, bize ümitle göz kırpan ışıklar; ruhlarımızı doldurup içlerimize inşirâh salan ilâhî soluklar ve irâdelerimize fer veren esinti ve kıpırdanışlar hiçbir zaman eksik olmamıştır, olmamaktadır ve olmayacaktır!

Bilhassa, şu anda dünyânın dört bir yanında, birbirinden parlak, birbirinden güzel baharlar tüllenmeye başlamıştır. Her yerde yeşeren bu umûmî bahardan Ayasofya’da mutlaka nasibini alacaktır ve alması da tabiîdir. Bizler, onun bu upuzun hicranlı döneminde bile, bu inancımızı hiçbir zaman kaybetmedik. Kaybetmek şöyle dursun, her gün yeni bir ümitle onun kapılarının aralandığını görüyor gibi olduk, ruhlarımızda şehrâyinler yaşamaya başladık.

Her gün, onun için biraz daha gürleşen soluklar, heyecanla çarpan sîneler, pekişen rûhî râbıtalar, coşan arzular ve sımsıcak dudaklar gibi gönüllerimize konup kalkan vâridâtlar, ilhâmlar... Yıllardan beri yaşanan hafakanlarla yer değiştiren ümitler, aşklar, iştiyaklar, inbisâtlar ise, bu mübârek fecrin aldatmayan emâreleri...

Yıllarca, ışıkların, renklerin ağlayışıyla sararıp solan ve yorgun düşen Ayasofya, yüzümüze hep mecalsiz mecalsiz baktı ve sitemle burkuldu. Yıllarca çevresindeki çiçeklerin ekşi çehrelerinden şadırvanın hüzünlü akışına, güvercinlerinin gamlı gamlı uçuşundan koskoca âbidenin inkırâz rengine bürünmüş olmasına kadar burada her şey bir ölü evi mâtemiyle inledi ve Heraklit bekledi.

Bu kadar çileden sonra biz ve o, gecenin şu sisli ânında “işteddî ezmetü tenfericî!” (2) der gibi, gök kapılarının birdenbire sırlı bir açılışla ardına kadar açılacağını; gözlerimize gönüllerimize öteden ışıklar, ümitler yağacağını; boynunu büküp hüzün murâkabesine dalmış gibi duran selvilerin silkinip neşe ile salınacağını ve Ayasofya’nın semâlarında peşipeşine sökün eden şafaklarla çevresini saran sislerin silinip gideceğini... Hâsılı bir kısım sırlı ışıkların bu karanlık geceyi delip gül devrine giden yollara nurlar salacaklarını bekleyen bir hâlimiz var... Bir Fâtih, bir Ulubatlı Hasan, bir Hızır Çelebi ve bir Akşemseddin bekleyen inançlarımız var, ümitlerimiz var ve düşlerimiz var...

Gözlerim yaşlı, gönlümde hüzünden derya, Aç artık kapılarını bize Ayasofya!

Notlar:
1- S ;Mart 2001 Yıl :23 Sayı :266
2- “Karar kararabildiğin kadar! Karar ki, karanlığın açılması en çok koyulaştığı zaman başlar...” mealinde bir hak dostunun sözü.
3- Y.Ümit Ekim-Kasım-Aralık 1990 Sayı :10 Yıl :3

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort