JoomlaLock.com All4Share.net

MAHŞER BİR KORKU FİLMİ, BİR ENDİŞE YUMAĞI DEĞİL; BİR SEVİNÇ KAYNAĞI OLMALI

Mahşer Bir Korku Filmi, Bir Endişe Yumağı Değil; Bir Sevinç Kaynağı Olmalı - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 108 - Aralık 2016

 

Mahşer Bir Korku Filmi, Bir Endişe Yumağı Değil; Bir Sevinç Kaynağı Olmalı

 

Sual: Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse de hadisi şeriflerde pek çok kez mahşerden bahsediliyor. Malum mahşer; haşr olunan, toplanılan yer anlamında. Kelam ilminde bunun mahiyetinden de biraz bahsediliyor...

Bizler genelde, mahşer için inandık der, geçeriz ama böyle demeyle de mahşer bizi, hayatımızı çok fazla etkilemiyor. Halbuki bizi en fazla etkilemesi gereken noktalardan bir tanesi olmalı mahşer. Çünkü o güne dair bazı ayetler ve hadisler bize oldukça etkileyici bir tablo sunuyor. O günkü dehşetten, korkudan, bekleyişten bahsediliyor. Dünyada da bu duyguların benzerlerini yaşıyoruz pek çok defa. Bunlar da birer nimet olarak algılanabilir. Çünkü bir benzeri dünyada verilmiş ki iyi düşünelim… 

Mesela bir öğrenciyi düşünürsek; sınav başladığı zaman artık ne halde ise odur. Eğer gayri meşru bir yolla yani kopyayla vesaire uğraşmıyorsa; ne biliyorsa o olacak yanında. Ve adeta hocasıyla baş başa kalacak. Mahşerde de böyle bir durumun vuku bulacağı haber verilmiş bize. Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bazı hadislerinde insanların giyinik olmayacağından bahsediyor. Hazreti Aişe validemiz: “Ya Rasulallah, biz de mi öyle olacağız?” diye soruyor. Efendimiz de cevaben buyuruyor ki: “Öyle halde olacağız ki kimse kimseyi görmeyecek.” Yani erkeklik dişilik kimsenin umurunda olmayacak o halin vahametinden. Adeta Allah ile karşı karşıya kalacağız. Bunların dünyadaki yansımaları neler olmalı? Mahşeri burada yaşamazsak oradaki asıl mahşere hazırlıklı gitmiş olmayız herhalde?

Cevap: Önce, Cenabı Hakk’ın mahşerde bütün ehli imana ve içlerinde de bize yardımını dileyerek başlayalım. Çünkü malumunuz Cenabı Peygamber buyurmuşlar ki; kimse yapıp ettiği şeylerle bahsettiğiniz o mahşerdeki imtihanları, o badireleri geçemez. Ancak herkes Allah’ın nusretiyle, Allah’ın rahmetiyle mahşerden selamete çıkabilir, cennete dahil olur. Sahabi “Siz de mi ya Rasulallah?” diye sorduklarında kendisi için de Cenabı Peygamber (aleyhissalatu vesselam): “Biz de!” buyurmuşlar. Yani kendisinin de ancak Allah’ın rahmiyle, keremiyle, fadlıyla o imtihanı verebileceğini ifade buyurmuşlar… 

Bu yüzden mahşerde Cenabı Hakk’ın yardımını ummaktan öte bizde hem ciddi bir gayret hem de samimi bir talep olması lazım. Ama meseleleri sıralamaya koyduğumuzda mahşer en son hadisedir. Sanki son imtihanımız diyelim. Mahşerden önce de bizim dikkat etmemiz gereken hususlar var. 

Biliyorsunuz bütün semavî dinlerin temel meseleleri özetle üç sacayağı şeklinde bize bildirilmiş. Bunun birincisi tevhiddir; Allahu Teala’nın vahdaniyetidir, varlığıdır, Zatı’dır, sıfatlarıdır, fiilleridir; bunlarla alakalı bilmemiz gereken mevzuattır... Dinin temel ayaklarından birisi budur. 

İkinci ayağı risalettir. Bize tevhidi ve mahşeri işleyen bir eğitimcinin, bir muallimin varlığıdır. Çünkü biz inanıyoruz ki tesadüfî bir şey yoktur, her şey tasarrufîdir, tevafukîdir, ilahi muradın bir neticesidir. Bu yüzden inancımızın temel umdelerinden birisi de risalet-nübüvvet-peygamberlik müessesesidir. 

Üçüncü temel esas ahiret yani mahşer ve ötesidir. 

Adeta biz bu üç temel unsurun içeriklerinin, muhtevasının tamamına din diyoruz. Tevhide, risalete ve ahirete ait bütün mevzuatın bileşimine din diyoruz. Tabi ana hatlarıyla yoksa dinin farklı bölümleri de vardır. Tevhidin kendi içinde bilinmesi gereken noktaları vardır. Risaletin ve ahiretin de keza öyledir. Bunlar farklı bablara ayrılabilir…

Şu halde henüz mahşere gelmeden önce bizim diğer dersleri vermemiz lazım, diğer derslerden sınıfı geçmemiz lazım. Bu adeta şuna benziyor: Bir talebenin ders yılı boyunca gördüğü imtihanlar vardır. Ve bir de bunların neticesinde en son sınavı vardır. O sınavı da verirse sınıfını geçmiş olur. Mahşer bir final imtihanı, bütünleme imtihanı, diploma imtihanı. Ama o güne gelmeden önce tevhidden imtihanımız var, risaletten imtihanımız var, ubudiyetten imtihanımız var, insaniyetten imtihanımız var...

Dediniz ya imtihana girdiğimizde ne isek o… İşte mahşere kadar, o bütünlemeye kadar göreceğimiz dersler önemli. Mahşer bu derslerin neticesi. 

Şöyle diyebiliriz; eğer biz bu derslere gereği gibi çalışmamışsak bizim için mahşer diye bir şey yok, öyle bir şeyin bir anlamı yok. Çünkü Cenabı Hak bunu bize bildiriyor; o tip insanlar mahşerde şunu diyecekler;

“يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَاباً - Ne olaydı da toprak olsaydım!” (Nebe 40) Biz mahşeri görmeseydik, biz haşrolmasaydık, biz bugüne gelmeseydik... Bunu diyeceğimizi bize haber veriyor. İşte bu ayet bize diğer dersleri es geçenlerin konumunu bildiriyor. 

Mahşerin örnekleri çok dünyada, sizin de ifade ettiğiniz gibi. Çünkü biz örneği olmayan bir şeyi bilemeyiz. Bu yüzden de Cenabı Hak, Kur’an-ı Kerim’de bize her şeyi örneklendirmiş. Anlayasınız, ibret alasınız, ders çıkarasınız diye Cenabı Hak size böyle meseller/örnekler gösterir, buyuruyor ayeti kerimelerde.

Birçok hakikati Cenabı Hak bizim seviyemize inerek bizim algılayabileceğimiz ifadelerle bize tarif eder. Bizim bildiğimiz, gördüğümüz, anlayabileceğimiz ifadelerle bize tarif eder. Misal cenneti Cenabı Hak bize -la teşbih- bir mesire yeri gibi, yaylalarımız gibi tarif eder. Niye? Biz yaylalarımızı biliriz ve bizim içimizde onlara bir hevesimiz, arzumuz vardır. Bize öyle bir atmosferde cenneti anlatır.

İşte Cenabı Hak salih amelleri ve bu amellerle bütünleşen kamil müminleri bize bir zürranın-ziraatçının ziraatına örnek verir. Göğermiş ekinleri bize misal gösterir. O ekinler nasıl ki emek veren, zahmet çeken çiftçinin göğsünü kabartırsa onu memnun, mutlu ederse; kendisine “اِقْرَأْ كِتَابَكَ - Kitabını oku!” (İsra 14) Hadi bak şimdi yaptıklarını gör, hesabın önüne gelsin dendiğinde, o güzellikleri gördüğünde iyi ürün almış o çiftçi gibi sevineceğini bize örnek verir. Çünkü bunları biz bilebiliyoruz, bunlar yaşadığımız şeyler. Bir müminin de salih amellerini görüp öyle sevineceğini bize örnek verir. 

Mahşerin de burada örnekleri olması lazım ki biz mahşer üstünde de tefekkür edebilelim ve onu anlamaya çalışalım. Uyku dediğimiz hadise, insanların gece yatıp uyuması ve sabahleyin kalkması bir mahşerdir, diriliştir. Adeta ölüm ve ötesini bize anlatır. Uykumuz geldiğinde uyuyoruz, adeta ölüyoruz; sabahleyin uyanıyoruz, kalkıyoruz adeta farklı bir hayat… İş güç bizi bekliyor, bir yerden başlıyoruz. Bu bize mahşeri anlatıyor. 

Yine mevsimlerin değişimi bize mahşeri anlatıyor. Tabiatta yazdan sonra kışın gelmesi; her şey canlı iken, yemyeşilken, cıvıl cıvılken birden kış gelmesiyle o gümrah, yemyeşil ağaçlarımız bir çalı yığınına dönüşmekte, o cıvıl cıvıllık tamamen çekilmekte. Afedersiniz hayvanat kış uykusuna çekilmekte, yuvalarına saklanmakta… Sanki kainat ölüyor. Bakıyorsunuz baharda yeniden müthiş bir canlanma; karların erimesiyle ağaçlar yeşilleniyor, çiçeğe duruyor, meyveye dönüşüyor vesaire… Bu bize mahşeri anlatıyor. Sadece bize mahşeri mi anlatıyor? Hayır, bu bize Cenabı Hakk’ın varlığını da ispat ediyor ve O’nun sonsuz kudretini gösteriyor. Namutenahi ilmini gösteriyor bize Cenabı Hakk’ın. Bu hadiseler bize tevhidi de anlatmış oluyor. İş ki biz bu hadiseler üstünde düşünebilelim. Rabbimiz de zaten bu noktada bizi teşvik buyuruyor. Yazla kışın, gece ile gündüzün yani alemde olan bütün değişikliklerin düşünülmesini emrediyor. Bunlarda Allah’ın ayetleri vardır, buyuruyor. Yani Cenabı Hakk’ın sonsuz kudreti ve hikmeti vardır. Bunları bize birer ayet olarak göstermektedir, kevnî ayetler… 

İşte bu noktadan meseleye bakınca tevhidi anlayabilmek için de yine bir noktadan başlaması lazımdır insanın. Tevhid de öyle hemen kendiliğinden anlaşılabilecek bir ders değil. Biz bunu belki kelime olarak söylerken kendimizi anlamış gibi zannediyoruz ama değil. “La ilahe illallah” diyoruz ama mesele bu kadar basit değil. Biz bu söze tevhid diyoruz. Bu söz bir anahtar, bir rumuz, bir şifre… Bu sözle bizim önümüze bir alem açılıyor.

Yani gece, gündüz bir ayet olabiliyorsa, yaz, kış, bahar bir ayet olabiliyorsa, yağmurun yağışı, bir kelebeğin uçuşu ayet olabiliyorsa kaldı ki bütün bu ayetleri vaaz eden o sonsuz varlığın bilgisi, ona ait meselelerde nasıl olur da öyle hemen basit bir kelime ile meseleyi geçiştirebiliriz. Tevhid bizim varlık sebebimiz… Bizim var oluş sebebimiz tevhidi anlamak, muvahhid olmak, birleyebilmek… İnsan kelime de bulamıyor anlatmaya... Eğer biz tevhid deryasına dalacak olsak bu mevzunun her şıkkı bir ayet… Şair demiş ya: “Ben bu deryaya her dalışta inci mercan isterim.” Tevhidin her mevzuu başlı başına bir ayettir. Bu yüzden insanın bu derse de -anlaşılsın diye ders olarak ifade etmeye çalışıyoruz- bir noktadan başlaması lazım. 

İşte buna başlayacağı nokta kişinin kendisidir. Eğer kendisinden başlamazsa yolu sarpa gider, yokuşa gider. Kendini tanımakla işi anlamaya çalışacak ve kendisinden hareketle Rabbini tanımaya yönelecek. Rabbini tanıyınca, Rabbinin ondan tanımasını, bilmesini istediği şeyleri öğrenip onları tanımaya başlayacak. Mahşeri bilmemizi kim istiyor? Cenabı Hak istiyor. Risalete imanımızı kim istiyor? Cenabı Hak. Bu sefer insan Rasullerle diyaloğunu arttıracak. O irfan mektebine kaydını yaptıracak. Biliyorsunuz kainatta ilk müderris, ilk öğretici Hazreti Cibril’dir. Sonra Hazreti Adem’dir. Ona bir eğitim vermişler, tevhid dersleri vermişler, risalet dersleri vermişler. Ama biz meselenin bize bakan cephesinde Hazreti Cibril’den sonra ilk muallim olarak Sultanulenbiya’yı (aleyhissalatu vesselam) görüyoruz. Ve ilk irfan mektebi olarak biz Mekke-i Mükerreme’de, Darulerkam’ı görüyoruz. Sonra Medine’de, Mescid-i Nebi’yi ve o Mescid-i Nebi üniversitesi içinde çok özel bir fakülte olan Suffa’yı görüyoruz. Bütün hakikatler buradan neşredilmiş.

İnsan bu irfan mektebinde İslam’ı, imanı, ihsanı öğrenmiş, din gününü yani mahşeri öğrenmiş. Öğrenebileceği, ihtiyaç duyabileceği bütün hakikatleri bu mektepte öğrenmiş. Ama bütün bunlarla birlikte değişmeyen bir ders olmuş. Tevhid dersinin yanında, risaletin yanında, ahiretin yanında bütün bu derslerin yanında insan kendisini öğrenmeye de gayret etmiş. Çünkü kendisini bilmedikçe, bu cevherlerin, bu hakikatlerin misallerini göremez. Adeta zübde insandır, vitrin insandır. Kainatı -la teşbih- muazzam bir mağaza, avm şeklinde düşünün. Bunun vitrini insandır. Cenabı Hak bu kainatta ne varsa ondan adeta bir cüz insana ikramda bulunmuş. İşte insan o cüzlerle eserden müessire doğru yol alabilir. Bunun için insanın Hakk’ı tanırken kendisini de tanıması önemlidir. Kendini tanımadıkça bir insan Hakk’ı tanımış sayılmaz. Çünkü Hak ile irtibatını, rabıtasını ancak bu yolla tespit edebilir. Yani beni yoktan var eden bir varlık var, her şeyi var eden bir varlık var ama bu varlığın benimle irtibatı ne? Bunu bulamazsam o varlık hakkında ciddi bir malumata sahip olamam. Dolayısıyla ona ulaşmak, ona kavuşmak için ne bir arzum olur ne bir isteğim olur ne bir gayretim olur.

Ben önce bir okulun öğrencisi olmalıyım ki o derslere çalışabileyim, imtihanlara hazırlanabileyim veya geçme-kalma bunlar beni etkileyebilsin. Böyle bir şey yoksa niye ben etkileneyim ki; okuldakiler sınıf geçiyormuş veya sınıfta kalıyormuş bana ne?! Ben bütün bunlara karşı kendimi tanımayınca kalpsiz, hissiz, duygusuz, akılsız, gözsüz, kulaksız, idraksiz bir varlığa dönüşüyorum. Bunlar Kur’an’ın ifadeleridir. Ben, hem cinslerimi bir tarafa bırakın -afedersiniz- dört ayaklılardan da daha alt bir dereceye düşüyorum. Enam dediğimiz o mahlukat benden daha üstün, benden daha şerefli olabiliyor. Hak yanında benden daha farklı bir değere sahip olabiliyor. İşte tevhidi anlamak için Hakk’ın en büyük ayeti olan kendimi anlamalıyım, işe buradan başlamalıyım. Bu hazırlıklar beni mahşere hazırlayacak.

O zaman bende şöyle bir duygu olacak; her nefes son nefes. Her alıp verdiğim nefes benim için son nefes olabilir. Son nefes niye benim için önemli; kavuşum var, arzularımın menziline ulaşım var, vuslat var. Bu beni heyecanlandırmalı… Ben mahşere bu duygularla hazırlanmalıyım. Hazreti Mevlana misali şeb-i arus olmalı benim için. Mahşer benim için bir korku filmi değil, bir endişe yumağı değil; bir sevinç kaynağı olmalı…

Bir de şu bilinç ve bilgi var ya bende; ben ne yapıp etsem de benim yaptığım şeylerle değil, o arzuladığım varlığın beni arzulaması önemli olan:

“فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ - Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım.” (Bakara 152) Önemli olan O’nun beni davet edişi, O’nun beni bekleyişi, O’nun beni çağrısı… 

Benden O’na ne giderse gitsin, giden bendendir; yani bunun kaynağı benim, dolayısıyla benden giden şey de benim gibidir. Bunu sufiler şöyle ifade eder: “Senden Hakk’a giden şeyler şekavet ender şekavettir / Hak’tan sana gelen şeyler saadet ender saadettir.” Yani benden gidenler benim değerimdir. Hak’tan bana gelenler Hakk’ın değeridir. Bu bilinç bende olduğu için benim mahşere hazırlığım yapıp ettiğim şeylerle değil. Benim mahşere hazırlığım Hakk’ın kendisidir, Hakk’ın sonsuz rahmetidir, O’nun bana yüz gösterişidir, beni davetidir, O’nun beni zikredişidir; benim O’nu zikredişim değil. Ama O’nun beni zikretmesine vesile benim zikredişim olabilir. Ben bunu yapmakla yükümlüyüm, bu ayrı.

İşte bu yüzden mahşer benim endişe yumağım, korku durağım değil; sevinç kaynağımdır, mutluluk merkezimdir, hedefimdir, sılamdır. Sefer der-vatan hususu bunu ifade eder. Ben dünyada yaşadığım bütün zaman dilimlerini bu arzu ile yaşamışım. Vatanı aslime bir gün hicret edeceğim, bu gurbet bitecek diye yaşamışım. Mahşeri böyle arzulamışım. Burada beni tek teselli eden şey; o tevhid dersleridir, Hakk’ın yakınlığıdır. Burada bunlarla teselli bulmuşum. Ve bir de -la teşbih- o sıladan karşılaştığım birisi Rasul (aleyhissalatu vesselam)… Bir hemşeri… Sıladan gelmiş, buram buram sıla kokan biri… Burada O beni teselli etmiş, O’na bel bağlamışım, O’nunla ilgilenmişim, O’nunla bütün vaktimi değerlendirmeye çalışmışım. Terhis olacağım günü veya bu gurbetin biteceği günü beklemişim umutla, sabırla…

Sorunuzda bir hadisi şerifi örnek verdiniz; insanların telaştan dolayı hiçbir şeyden haberleri olmayacak, yanındaki kişinin bayan mı erkek mi, giyinik mi çıplak mı olduğunu dahi fark edemeyecek. Bu iki şeydendir; ya korkunun verdiği bir dehşet ve endişe ya da sevginin getirdiği bir ğaşyoluş… Allah’a kavuşacağım diye sevgiyle o kadar ğaşyolmuş ki başka hiçbir şeye nazar etmiyor.

“مَا زَاغَ الْبَصَرُ- Gözü bile kaymadı.” (Necm 17) diye buyruluyor ya… Hiçbir şeye gözü kaymayacak. Bütün hararetini, bütün hasretini, bütün himmetini O’na tahsis etmiş. Baksa da göremez ki! Giyinik mi, çıplak mı umurunda değil. 

Belki o anda böyle bir duygu içinde olan bir müminin kendi hesabı da umurunda değil. “Ya benim de hesabım var, benim bu hesabım ne olacak!” diye de düşünmez. Ne olur olsun, O var ya… Rabbim… O’nun muhabbeti, O’nun sonsuz rahmeti var ya… Ben bütün bu fedakarlıklara belki O’nu bir lahza görebilmek için katlandım. Dünyada bu kadar çilelere katlandım. Burası da çile olacaksa varsın olsun.

Ama bu yöneliş hali ancak o tevhid dersini mükemmelleştirende oluyor. Risalette fani olanda oluyor. Kim fenafirrasul olmuşsa adeta bu hal onda oluyor. Kim burada fenafillah olmuşsa, Allah’ta fena bulmuşsa bu hal onda oluyor. Yoksa mahşere böyle salt bilgilerle hazırlık zor biraz. Mahşer bir vuslat diyarıysa, bir öz vatansa, bizim için sılaysa işte o zaman anlam ifade ediyor.

Bir insan gurbette gitmiş, misal dört sene üniversite okumuş ve iyi bir derece ile diploma almış. O insanın memleketine, anasına, babasına dönüşünü düşünün. Müthiş bir sevinçle. İçinde bir hizmet aşkı da varsa; memleketime döneyim, memleketimin insanına hizmet edeyim, bu birikimimi onlarla paylaşayım arzusuyla memleketine giden bir insanın halini düşünün… Bir mümin için mahşere gidiş böyle olmalı. 

Yoksa burada oraya ait örnekler çok. Çünkü burada neye baksa her şeyin üstünde Hakk’ın etiketi, Cenabı Hakk’ın tuğrası var. Adeta Cenabı Hak bütün eşya ve hadisenin lisanı haliyle bize haykırıyor ki; bunun patenti bize aittir. İzinsiz hiçbir şekilde iktibas edilemez. Zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz hiçbir eşyaya dokunamazsın. İnsan için bu; inanan için… Yani -afedersiniz- bunu enam sınıfından olana söyleyemeyiz, bu ona ait değil. Ama insanlığının farkında olan birisi o hukuka riayet eder. Bilir ki bu izinsiz dokunulamaz, kaynak gösterilmeden kainatta hiçbir şeyde alıntı yapılamaz. Hepsinin sahibi var; buna zikir gerekir; “Bismillahirrahmanirrahim”. Buna fikir gerekir; tefekkür… Buna şükür gerekir; “Elhamdulillahirabbilalemin”.

Bu mümin için bir terbiye, bir nezaket, bir edep, bir irfandır. Mümin her şeye karşı bu duyguyla yanaşır. İşte öyle de olunca her şey ona mahşeri hatırlatır, Hakk’ı çağrıştırır. Her şeyde adeta o sınavın kokusunu alır. Onun bir izini, bir işaretini, bir beşaretini görür. Hani bir söz vardır ya; dervişin fikri ne ise zikri de odur. Sürekli meşguliyeti bu olduğu için zaten başka bir şey düşünemez. Bunun için Cenabı Hak adeta bize buyuruyor ki; “Her ne cepheye, hangi cihete yüzünü çevirirsen çevir Cenabı Hakk’ın yüzü oradadır.” (Bakara 115). Yani sana orada işaretler vardır, beşaretler vardır. Her şeyde o zaman O’nu görürsün.

İşte o anlayış seni kamçılar. Adeta burada görevlisin diye buradasın. Kendi başına değilsin, sana bir vazife verilmiş. Bu bittiğinde seni çağıracaklar, emre amadesin. Bu yüzden belki yanıyorsun, yakınıyorsun ama O da seni kendi haline koymuyor. İşte sana böyle işaretleriyle beşaretleriyle dokunuyor adeta. Sana senden yakınlığıyla kendini hissettiriyor. Sen şimdi o yakınlığın içinde ğaşyolmuşken başka şeyleri nasıl düşünebilirsin ki? Bana benden yakın olan bir varlık beni böyle istiva etmiş iken, istila etmişken, kuşatmışken başka bir şey düşünmem mümkün olur mu?

Ama yine söylüyorum; ben bunları kendimi tanımaya başladıkça anlamaya başlıyorum. Kendimle uğraşmaya başladıkça, kendimi çözmeye başladıkça bunları çözmeye başlıyorum.

“من عرف نفسه فقد عرف ربه - Kendini bilen Rabbini bilir.” Kendimi bildikçe ben Rabbimi bilmeye başlıyorum. Kendimi bilemiyorsam, kendimi tanıyamıyorsam her şey bana o zaman yabancı… Her şey sanal… İşte o zaman basit bir kelimeden ibaret oluyor; “La ilahe illallah” dedim mi ben meseleyi bitirmiş oluyorum. Allah var, bir, Allah’tan başka bir ilah yok... Ama ben ilahın manasını bilmiyorum. Ben Allah diye kastettiğim varlığın ne olduğunu bilmiyorum. Allah diyorum ama bu örfen bir bilgi. Allah kime deniyor bunu bilmiyorum. Çünkü zaman zaman karıştırabiliyorum, Allah’a ait sıfatları başkalarına da verebiliyorum. 

Bunun için risalet makamından beni uyarmışlar zaten. Allah Rasulü ne buyuruyor: “Ben ümmetimin artık açıktan aya, güneşe, yıldıza putlara tapmasından korkmuyorum. Onların gizli şirkinden korkuyorum.” Bizi gizli şirke itebilecek bu anlamda iki kapı var, tehlikeli olarak önümüzde iki çukur var. Birisi cehalet çukuru; bilgisizlikten dolayı biz şirke düşebiliriz, Allah esirgesin. İkincisi inat, nefs… Küfrün şubelerini akaid eserlerimiz tarif ederken küfrü inadi üstünde dururlar. Küfrün bir çeşidi de küfrü inadidir. Adeta Hak ile inatlaşmak… Bunlar bizi gizli şirke sürükleyebilir. 

İşte biz kendimizi bu anlamda bilemeyince, meseleleri de böyle basit iki-üç tane kelimeye hapsedince; ilah manası nedir, Allah ifadesinin manası, mefhumu nedir bunları bilemeyebilirim bu yüzden Cenabı Hakk’ın sıfatlarını farklı varlıklara düşünebilirim, onlara yükleyebilirim; mahşerimi berbat etmiş olurum, vücudumun belli yerlerine kadar endişeden dolayı tere batmış bir insan olabilirim o zaman. 

Ama öyleleri de anlatılıyor ki mahşerde şeref konuğu olacaklar. Arşurrahman’ın gölgesinde, hiç başka bir gölgenin olmadığı o günde, mahşerde Allah’ın -la teşbih- özel misafirleri olacaklar. Onlara her türlü ikram yapılacak. Elleri, ayakları, yüzleri, elbiseleri, oturdukları kürsüler nur, nur, nurun ala nur… “Peygamberler bile, şehitler bile gıpta edecekler onlara.” buyuruyor Cenabı Peygamber. Böyle bir durum da var. Ama belki yanındaki kendi hanımını dahi fark edemeyecek derecede endişe içinde ve bu endişeden dolayı boğazına kadar tere gömülmüş bir şekilde bekleyecek olan da var. Bu tercih bizim. 

İşte bizler bu tercihin neticesini kendimizi önemseyerek veya önemsemeyerek belirlemiş oluyoruz. Kendimizle işe başladığımızda mahşerde son bulacak bir yola girmiş oluyoruz. Sıratı müstakim dediğimiz, cadde-i kübra olan bir yola giriyoruz.

“فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ- Emrolunduğun üzere dosdoğru ol!” (Hud 112) ve “الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ- Dosdoğru bir yol!” (Fatiha 6) da devam ediyoruz. Ta ki “حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ- Sana ölüm gelinceye kadar!” (Hicr 99) mahşere ulaşıncaya, Hakk’a vasıl oluncaya kadar bu yol, bu yolculuk devam ediyor. Allah bizi bu yolculukta muvaffak kılsın ve bizleri neticeye ulaşanlardan eylesin…

Sual: Önce kendimizden başlamak gerek buyurdunuz. Bizlerse azalarımızla hep dışarıdakilere yönelik yaratılmışız zannediyoruz. Bu anlamda kendimizi tanımaya başlayacağız diye yola koyulsak nereden başlamalıyız? “Kendini tanımak” ne demektir?

Cevap: Benim kendimi tanımam için de bir derse ihtiyacım var. Yani beni bana tanıtacak, bana kendimi gösterecek bir aynaya ihtiyacım var. Onun için bize Kur’an buyurur ki; Sultanulenbiya bir usve-i hasenedir. Risaletin görevi de budur. Yani peygamberlerin görevlerinden birisi de beni bana tanıtmaktır. Ayeti kerimede de Cenabı Hak onları tarif ederken öyle buyuruyor: “Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitab ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 151)

Sizin içinizden yani sizin gibi… Allah’ın seçtiği, sevdiği birileri, Peygamberler size hikmeti öğretecek, hakikatleri öğretecek. Bilmediklerinizi, Allah’ın kitabını size öğretecek; Allah’ın muradını size bildirecek, Allah’ın sizden istediklerini size öğretecek ve size sizi öğretecek, size sizi bildirecek. Ve sizi temizleyecek. Ben bu noktada peygamberlere muhtacım. İşte risalet müessesesinin görevi budur. Onlar bir yandan Allah’ı bildirirken, tevhidi anlatırken bir yandan da bana beni bildiriyorlar, bana beni öğretiyorlar. Ben kendimi tanımaya bu noktadan başlamalıyım. Peygamberlere müracaat etmeliyim. Bunlar temel kavramlar.

“كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا فَاَتْبَعَ سَبَباً” (Kehf 84-85) Belki her temel kavrama ulaşmak için arada farklı sebepler vardır. Tevhid temel kavramdır ama beni bu tevhidle irtibatlandıran sebepler vardır; misal benim namazım vardır, orucum vardır, abdestim vardır. Bunlar maksut değildir, maksuda ulaştırıcı vesilelerdir, bahanelerdir. Yani Cenabı Hakk’ın beni kendisine seçmesi için illa bunlara ihtiyacı yok ama bunları sebep olarak koymuş ve benim bu sebeplere müracaatımı istemiş. Ben bu sebeplere O’nun için müracaat ediyorum, maksuda ulaşmak için; amaca ulaşmak için bu araçları kullanmak zorundayım.

Şimdi günümüzde sanki bu araçları ortadan kaldırmak isteyen bir anlayış oluşturulmaya çalışılıyor. Bir laf cambazlığı var. Sebeplerin bazılarını kendilerince cici gösteriyorlar, bazı sebepleri ortada bırakıyorlar, bazı sebepleri de çirkin gösteriyorlar. Bu yapılan dengeyi bozar. Cenabı Hak asıl maksuda ulaşmak için belli vesileleri emretmiş ve o vesileler o maksuda ulaşmanın vesileleri olduğu için de maksuttan sayılmıştır, dolayısıyla mukaddestir. Yani bir insan namazı inkar etse Allah’ı inkar etmiş gibidir. Misal bir adam Allah’ı inkar etmese, Allah vardır birdir dese ama namaz yoktur dese bu adam mümin olabilir mi? Hayır. Oruç yoktur dese, ben oruca inanmıyorum dese bu adam mümin olabilir mi? Olamaz. Allah’a inanıyor ama oruca inanmıyor. Evet, belki bunlar bizatihi maksut değil ama maksutla birlikte olduğu için bunlar mukaddesatını/değerini maksuttan almışlardır. Ve kıymetlidirler; inkarı küfürdür. Namazın, orucun İslam’ın şartları diye bildiğimiz mevzuatın inkarı küfrü gerektirir.

Şimdi bu zaviyeden meseleye baktığımızda sebepler ne denli müsebbible alakalı ise o denli kıymetlidir. Bu yüzden temel hedefe ulaştıran sebepleri aradan kaldıramayız. Dedik ya, kainattaki en hakiki muallim, eğitici, bize bizi öğretici peygamberdir. Ama ben peygambere yetişmedim, O’nun zamanına yetişmedim; onu görmedim nasıl olacak bu? İşte ben meşru olan değişik vesilelerle peygamberin öğretisine ulaşacağım. 

Adeta beni bu öğretiye ulaştıracak vesilelerden tevatür hadislerin reddini, Ehli sünnet küfür saymıştır. Burada tevatür hadiste hadis kadar onu rivayet edenlerin de önemi var, rivayet edenleri de reddedemiyorum. Çünkü o rivayet ravilerle kaimdir. Ravileri ortadan kaldırdığımda ben ilme ulaşamıyorum, nebevi bir öğretiye, nebevi bir metoda ulaşamıyorum. 

Bu, ilmin bütününe ulaşma noktasında cari olan bir yoldur. Ben kendimi bu yoldan bilmeye başlayacağım. Yani ben eğitime muhtaç olduğumu bileceğim, eğitilmem gerektiğini bileceğim. Cenabı Hak bir kuş aracılığıyla bile insanı eğitmiştir, bunu görüyoruz. Kabil, Habil’i katlettiğinde onu nasıl defnedeceğini bilemediği için Cenabı Hak iki tane kuşu gönderiyor, kuşlar birbirleriyle dövüşüyor, biri birini öldürüyor. Ondan sonra tutuyor mezar eşiyor; onu içine koyuyor, üstünü kapatıyor. Kabil anlıyor ki; benim Habil’e böyle yapmam lazım ve Habil’i gömüyor.

Kuş ile yani bizden daha dûn olan bir varlık ile Cenabı Hak bizi eğitiyor. Kaldı ki eşref olan bir varlıkla beni eğitmesi gayet normal. İşte bu eşref mahlukların başında peygamberler geliyor. Hatta bakıyoruz ki; biz böyle bir peygamberi, Hazreti Musa’yı, peygamberliği ihtilaflı olan bir başka insana eğitim amaçlı gönderiyor. Hazreti Musa, Hoca-i Hızır’dan tevhid eğitimi alıyor, Hakk’ın farklı hikmetlerini, cilvelerini öğreniyor. Ben de kendimi bu anlamda eğitime muhtaç hissetmeliyim ve eğitilebileceğim bir metoda, bir usule, ilme ulaşabileceğim, peygamberlerin mirasına ulaşabileceğim birisine ihtiyaç duymalıyım. Ve buradan başlamalıyım.

“Her sanat ehlinden öğrenilir.” diye buyurmuş Efendimiz (aleyhissalatu vesselam). Başlarken ne dedik, Cebrail de bir öğreticiydi. Allah peygamberleri kendi seçmesine, tayin etmesine rağmen onlara bir öğretici tayin ediyor. 

İşte insanın kendisini bilmesi de ihtiyaçla başlıyor. İhtiyaç hissetmek… İhtiyacım kime; Allah’a. Ama şunu bilmeliyim ki Allah benim bütün ihtiyaçlarımı sebepler dairesinden verecek. O yüzden sebeplere yöneleceğim. İnsanın eğitimi insanla…

Bunun için Cenabı Peygamber Darulerkam’ı kurdu. Bunun için Küba Mescidi yapıldı. Bunun için Küba ile Medine arasında Ranuna’da bir ön eğitim, sahra eğitimi oluşturdu. Buradaki hutbe bir eğitimdir, cuma bir eğitimdir. Tabirimi mazur görün, Cenabı Hak Medine’nin içine varmalarını beklemedi, sabredemedi adeta. Niye; insanların ihtiyacından…

Kendimi tanımak istiyorsam bu ihtiyacı hissetmeliyim ve aynaya bakmalıyım; o ayna Rasul’dür (aleyhissalatu vesselam). O ayna O’nun şahsında o ilmi bana intikal ettiren, o hakikatleri, o hikmetleri bana intikal ettirenler… Ve ben ancak onlar ile buluşarak hakikat ilmini öğrenebilirim. İşe bu noktadan başlayacağım. Her sanatı ehlinden öğrenerek…

“اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ- Allah’a karşı ancak, kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır 28) Ben şunu anlıyorum bu ayetten: Allah’ı en iyi alimler bilir… Kur’an bunu bana bildiriyor. Yani ne demek istiyor Kur’an bana? Allah’ı en iyi alimler biliyorsa ve sen de Allah’ı öğrenmek istiyorsan onlara git. Haşyet istiyorsan, huşu istiyorsan, huzur istiyorsan ulemaya müracaat edeceksin. Allah’ı onlar iyi biliyor. Adres gösteriyor Cenabı Hak, kendi adresini gösteriyor.

“فَسْـَٔلُٓوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ - Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Enbiya 7) buyuruyor. Bilmediklerin için o işin ehline git. Ben hiçbir şey bilmiyorum; işte önce bunu bileceğim, hiçbir şey bilmediğimi… İşte kendimi bilmek için bu noktadan başlayacağım. Buraları es geçersem bir yerlere varamam. Bende kibir oluşur. Küfrü inadi dedik ya, o çukura düşerim; bende kibir oluşur. Rabbim ne buyuruyor kibirli için:

“اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍۚ - Allah kibirlenenleri sevmez.” (Lokman 18) Fahırlananları, kibredenleri, kendisinde bir varlık görenleri biz sevmeyiz buyuruyor. Ben ehli ilme, ehli irfana müracaatla aynaya bakmış olacağım. Kendimi göreceğim, onlardan eksiklerimi görecek, bilmediklerimi öğreneceğim. Böylece kendimi tanımış olacağım. 

Ve onlar, kendileri bilebildikleri kadarını bana aktaracaklar. Yine Rabbim buyuruyor ki: “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf 76) Demek ki ben bir bilenle başlayacağım, o kendindekini bana aktarınca Cenabı Hak beni daha üstününe ulaştıracak. Sufilerin fena mertebeleri aslında budur. Bazıları bunlara “bunlar nedir bir ilim midir, hakikat midir diye” çok kafaya takıyor da, hakikattir tabi… Neticede Hakk’a ulaşıyorum. Ayeti kerimede Cenabı Hak öyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan sakınırsanız, size furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir.” (Enfal 29); “Siz Allah’tan gereği gibi korkarsanız Allah size bilmediklerinizi öğretir.” O’ndan ittika ederseniz, O size öğretecek. Bu eğitim o korkuyu bana öğretecek. Yani Allah’ın huşusu bende oluşunca ben el elden üstündür tezinden devamla fenafillah olacağım, Allah’a ulaşacağım. Ondan sonra benim muallimim Allah olacak.

Arıya vahyeden Allah, örümceğe vahyeden Allah, bir kuşa vahyeden Allah bana da vahyedecek, ilham edecek. Kuvvetli bir rabıta oluşacak Allah ile benim aramda. Şah damarımdan yakın oluşunu öyle hissedeceğim ki artık O’ndan duyacağım her ayeti kerime, her bir hikmet, hakikat beni hareketlendirecek. Sure-i Enfal’de bahsedildiği gibi (Enfal 2) kalbimde bir hareketlilik olacak. Allah’a ait her şey adeta beni kamçılayacak ve bununla imanım ziyadeleşecek. Yani bana farklı alemler açılacak; imanın ziyadeleşmesi bu… Allah’a teslimiyetim arttıkça derecem farklılaşacak, Allah’ı tanıyışım farklılaşacak.

Mecazdan hakikate, taklitten tahkike doğru bir seyir başlayacak ve “كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ- …O her an bir iş üzerindedir.” (Rahman 29) buyrulmuş ayeti kerimede; O’nun her an bir iş üzerinde olmasını ve işlerini göreceğim. O’nun işlerinden müşahede etmeye başlayacağım. Ehli şuhud olacağım; hayretten hayrete, heybetten heybete…

Allah Rasulü buyuruyor (aleyhissalatu vesselam): “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı?” Hayır, diyor sahabe-i kiram... “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.” Bu abdestle, namazla böyle oluyorsa Hakk’ın tecellilerinde hayretten hayrete düşen bir insanda, o manevi heybetle karşılaşan bir insanda, her an Hakk’ın bir iş üzerinde olmasını müşahede edip o işlerin hikmetini anlayan bir insanda gaflet kalır mı? Artık o nehre değil; denize, okyanusa girmiş sayılır. “Hiçbir şey onları Allah’ı anmaktan alıkoymaz.” (Nur 37) buyruluyor ya; işte o hal…

İnsanın kendisini tanımasıyla başlayan yolculuk bakın nereye varıyor? İstese de Allah’ı unutamıyor o zaman… Kendi Allah’ı zikrediyor bunun bilincinde; Allah’ın da kendisini zikrettiğini biliyor, adeta işitiyor. Hakk’ın kendisini zikrettiğini işiten bir insan, istese de artık Allah’ı unutamaz. Ne alışveriş ne evlat ne şu ne bu, hiçbir şey onu Allah’tan alıkoyamaz. O zaman bu hale geliyor.

Buradaki bütün mesele -tabirlerimi mazur görün- Allah’ın bize lütfettiği malzemeleri yerli yerinde kullanabilmek. Hiçbirini basite indirgememek, sebepleri atlamamak. Kendimi tanımaya bu noktadan başlarsam muvaffakiyet olur.

Kimilerine göre bu ilim, kimilerine göre hikmet, kimilerine göre hakikat, kimilerine göre irfandır. Belki hepsi aynı şey gibi gözükebilir ama fakire göre böyle değil. Misal altın diyoruz, bu temel bir ifadedir ama bunun kendi arasında kalite farkı vardır. Yani on iki ayar, sekiz ayar, on dört ayar bir altınla, yirmi iki ayar altın bir değil. Elmasın hepsi elmas ama kendi içinde kıratları var, değerleri bir olmuyor. 

Bu anlamda ilim ile irfan farklı kıratlara, ilimle hikmet farklı kıratlara sahip. Kiminin elinde ilim adına altın suyuna batmış şeyler olabilir, bunlar farklı şeyler. Ama irfan som altındır. Hikmet farklı bir kalitedir; bunları iyi değerlendirmek lazım.

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort