JoomlaLock.com All4Share.net

MODERNLİĞİN ASMA KATINDA BÜRDESİ DÜŞEN ŞEHİR VE AHİRET ENDİŞELERİ

Dünyevî zenginliğin maksimizasyonu adına, insanın ruh zenginliği, yürek derinliği ve iç dünyasının göz ardı edildiği çağımızda şehirler de sürekli olarak anlamlarını yitiriyorlar. Batının soğukkanlı daha doğrusu soğukkanlılığı bilimle özdeşleştirilmiş düşünürleri bunu yeni tarz bir şehirleşmenin başlangıcı sayabilirler. Ve buna ispat olarak da en büyük şehirleşmenin bu yüzyılda olduğunu gösterebilirler. Malraux, otuz yıl içinde iki kez Kahire’yi ziyaret ettiğini, birincisinde üç yüz bin olan şehir nüfusunun, ikinci gidişinde beş milyona varmış bulunduğunu görmekten şaşkınlık içinde kaldığını yazıyor. Ve binlerce yıl içinde olmayan bir yığışmanın kısa bir zamana sığışı gibi eşsiz ve şaşırtıcı bir olgu karşısında olduğumuza işaret ediyor ve dikkatimizi çekiyor.

Büyükşehir nüfuslarının çığ gibi artışı, gerçekte, klâsik anlamda bir “şehirleşme” midir? Bir başka deyişle; bir şehir, nüfusu barındıran yapıları arttı diye ve arttığı oranda büyümüş mü olur? Nüfusu beş yüz binden beş milyona fırlayan bir şehir, on katı daha şehir, ya da daha büyük şehir olmuş mudur? Bu ve benzeri sorulara olur cevabını vermek, ilk elde mümkün değildir.

Gerçek oluşan şudur ki; eski şehirler, bütün unsurlarının matematik bakımdan, sayı ve hacim olarak büyümelerine rağmen, nitelik yönünden, açık ve seçik bir şekilde anlamlarını yitirmektedirler. Bir yandan, geçmişte kazanmış oldukları anlamları yitirirken, öte yandan yeni bir anlam kazandıkları yolunda bir belirti de yoktur. Hele bu anlam yitirişin, yeni bir anlam kazanmadan ötürü olduğunu söylemeyi haklı çıkaracak      tarihî-sosyolojik tablodan eser gözükmemektedir.

Gerçi, bu hızlı şehir yıkılışı ve çöküşü, daha çok batı dışında görülmektedir. Avrupa şehirleri, büyük bir nüfus akımına uğradığı gibi, tarihî yapıları da tabiî görünümleri aynen korunmaya büyük önem verildiği için, ilk bakışta değişmiyor gibidirler. Bu şehirlerde, dıştan gözlemlenen, oralarda her şeyin durduğu, sabitleştiği biçimdedir. Ama bu görünüş gerçeği yansıtmakta mıdır? Bütün tarihî yapılarını, anıtlarını korusa da Roma, eski  Roma mıdır? Yavaş yavaş yere gömülen ve gömülmesi asla durdurulamayan, sadece buruk gönüllerle acı acı izlenen Venedik, gerçekten, anlam itibariyle ve daha da hızlı olarak toprağa batmakta değil midir? Ve ondaki gibi fizikî belirtiler olmamakla birlikte, fonksiyon ve anlam bakımından, Paris,   Londra, Viyana ve Berlin’de, geri dönülmez, önlenmez ve vazgeçilmez bir “batık şehir” yazgısına sahip değil midir?

İstanbul anlam ve madde olarak en büyük yıkım ve çöküşe uğramış bulunuyor. Ama ilk bakışta öyle gözükmeyen Pekin, daha gelişmiş olan Tokyo da eski Pekin ve Tokyo mudur? Ve Paris eski Paris, Leningrad eski Petersburg mudur?

Bu tespitler, bizi mecburi olarak “şehir” kavramı üzerinde düşünmeğe ve olguya daha içinden bakmaya götürecektir.

Her şehrin bir ruhu vardır. Ve bunu, dış yapılar, sokaklar ve parklardan çok, “insan” oluşturmaktadır. Bugün insanların, insanlığın gerçek, doğru, iyi ve güzel adına ortaya koyduklarından doğan kurumlar, şehrin ruhunu yaşattılar. Papalık, anlamını yitirdiği için, Roma eski Roma değildir. Petersburg deyince akla Tolstoy ve Dostoyevski gelir. Ve şehir, onlardan uzaklaştığı ve koptuğu ölçüde ruhunu yitirir. Ve teknik, Rönesans’ın ilk yola çıkış ideallerini küçümsetecek, unutturacak derecede etkinleştikçe Venedik, Milano ve Roma, gömülmeye doğru gideceklerdir. Dante’yi, Leonardo Da Vinci’yi, Mikel Angelo’yu ve Rafaeli de peşlerinden sürükleyerek. Nasıl ki, bir Atina için bu, çok daha önce gerçekleşti. Ve şimdiki Atina, eski Atina’nın yenisi değildir; iç içe ve yan yana da olsalar, hakikatte, eski Atina, artık ölü bir şehirdir, ancak tarihle  sulanmış ve mumyalanmış olduğu için gözler önündedir. Yeni Atina ise gerçekte yoktur. Ya da en çok eskisinin gece bekçisi olmak gibi bir görevle vardır. Ehramlar bütün görkemleriyle ortada olmalarına rağmen, eski Mısır’da yaşıyor değildir. Adeta, eski Mısır, ehramlarıyla, cenazesi ağırlığı yüzünden bir türlü kaldırılamayan ve onu bir nükleer savaş ortadan kaldırılmazsa kıyamete kadar da kaldırılamayacak olan bir şehir ölüsüdür. Ve bir arkeoloji konusudur ama, bu büyüklük sebebiyle kendine özgü bir arkeoloji konusu. Materyal ve dokümanları, ortaya çıkacakları ile yerin altından çok, yeryüzünden çok, yerin yüksekliğine ait bir arkeoloji. Hatta öyle bir arkeoloji ki, biraz daha ileri gidilerek, onun kazısı, yerin altına doğru değil, gökyüzüne doğru olmaktadır denebilir. Evet, ehramlar çevresinde merkezleşen eski Mısır’ı araştıracak arkeolog, gökyüzünü kazarak, uzayı arayarak ve yırtarak, yeni bulgular yakalamaya çalışacaktır. Ehramları, sadece dev ölçüsünde taş yapıtlar gibi görmek, yanıltır insanı. Onlar firavunların anıt kabirleri olduklarından, firavunlardan ayrılamazlar. Eski Mısır’ın müzeleşmeleridir bir bakıma onlar. Eski Mısır, anlaşılıyor ki, kendini müzeleştirmeyi, sonrakilere bırakmamıştır. En büyük yaşantısında, en parlak hayat anıtlarında ve anlarında ölümlerini de canlandırmışlar ve mumyalaşmışlardır Mısırlılar. Başkalarının kendilerini müzeleştirmelerine izin vermemişler, kendi müzelerini kendileri dikmişler, kim bilir belki de tanrı olarak gördükleri firavunlarına saygı duymayacak ellerin dokunmasını önlemeye çalışmışlardır. Gerçi, bugün Tanrı’ya meydan okuyuş, talih ve tarih ironisi olarak en acı şekilde cezalandırılmıştır: İkinci Ramses’in mumyalanmış cesedi, burnu hızmalı ve kulakları küpeli, siyah ve çıplak bir esir, ya da sirk hayvanı gibi elimizde tutsaktır. Ama itiraf ve kabul etmek gerekir ki, eski Mısır’ın ve yapımları bittiğinde mimarları canlı canlı içlerine gömülen ehramların sırrı, bu   çıplaklığın ve esirliğin ötesinde ve sadece, meydan okuduğu ezelî ve ebedî Allah’ın gayb hazinesinde kilit kalmıştır.

Bir kere daha görüyoruz ki, bütün yolların Roma’ya çıkması gibi, şehrin ya da kentin anlamı, ruhu, kent kavramı, medeniyetle ilişkilidir. Onun hayat ve ölümü, medeniyetin hayatına ve ölçümüne çıkmaktadır. Ve geçirdiği değişim, anlam yitirme, eski medeniyetten gelen gücünü yitirmesindendir. Bu, kişilikli kentlerin zaafı da kuvvetinde gizli. Bir medeniyete tam şartlanmış, onları bir yandan o medeniyetin toplu bir sergisi yaparken o medeniyetin göçüp gitmesiyle öte yandan onların solup gitmesine yol açmaktadır. Baharın gitmesi, mevsimin geçmesiyle solması önlenemeyen bir gül gibi. Adeta, göç günü gelince denkleri toplayan medeniyetlerin peşinden onları en çok yansıtmış kentler de yola çıkmakta acele etmektedirler. Geride yabancı ve garip kalmaktan ürkmektedirler. Her medeniyetin biraz sırrını beraber götürme eğilimi, o eski Mısır’ın mirası eğilim gereği, şehirlerin arkada bir ifşa edici, bir ele verici gibi bırakmama niyet ve arzularına boyun eğer gibidirler. Eski güçleri ölçüsünde yeni değerler ortaya koymadıkları sürece, eski üstünlük ve yüceliği dengeleyecek yeni insan atılımları ve kurumları getirmedikçe, yeni bir medeniyete veya medeniyet atılımına gebe olmadıkça, yeni bir ruh, anlam ve hayat kazanması olmadıkça, bu göçüş kaçınılmazdır. Bunun en çarpıcı örneği, ne yazık ki, İstanbul’un dramıdır. Daha doğrusu İstanbul trajedisi. İstanbul’u İstanbul yapan şey, Hakikat Medeniyeti, Vahiy Medeniyeti’nin en son ve en olgun şekli İslâm Medeniyeti’nin büyük ve adeta eşsiz açılımlarından biri, varyasyonlarından bir tanesi olan, tarihçilerin Fatih Rönesansı diye adlandırdıkları atılımla gerçekleşme yolunu tutmuş Osmanlı Medeniyetiydi ve onun çağımızda çökmeğe başlamasıyla da anlamını yitiren bir şehir durumuna düştü. Onun yıkılışıyla yıkıldı. Ve bu yıkılış Batı’da ve Doğu’da ortak olan ruh plânındaki yıkılıştan ibaret olmayıp Batı şehirlerinin aksine, dış çevrelerin kırılması, maddî yapının da devrilmesi biçiminde dışa vurdu. Ve o eski medeniyet ayarında yeni bir atılım, değerleri ve dehaları yüce bir inşada yerli yerine koyan tarihî-sosyolojik rahmani bir esinti gözükmedikçe de yeni İstanbul olmayacaktır. Nüfusuna her yıl yüz binler katılan bu şehir, bu hali ve özelliğiyle yeni bir şehir olmuş değildir ve ne yazık ki, yeni bir şehir olmayı da içinde yaşayan insanların ruh ve madde tembelliği, aşk ve heyecan yokluğu sebebiyle hak etmiş değildir. Tam tersine, bu taşın çimento halinde toprağa, ahşabın kömür yüzlü birikete dönüşümü, yani öz olarak un ufak olma, dağılma ve boğulma olayıdır. Hatta denebilir ki, terörün başkenti haline gelmesinde de bu gübreleşme ve toz birikintisi olmanın payı büyüktür. Ancak yeni bir hayat tarzının atılım tohumlarını yeşertmeğe başladığı zaman, onun yeniden İstanbul olmaya başladığını söyleyebileceğiz. Evet, kendimizi aldatmayalım. Bâkîleri, Nef’îleri, Şeyh Galibleri, Kasımları, Sinanları, Sedefkâr Mehmet Ağaları, Itrîleri, Sadullah Ağaları, Dede Efendileri, Ebussuud Efendileri, Kâtib Çelebileri, Lamii Çelebileri, Aziz Mahmud Hûdayi Efendileri, Paçavîleri, Naimaları ve daha nice, adeta sayısız üstatlar ve kurumları her alanda yeniden dengeleyecek bir İlâhî çiçeklenişin, yani dirilişin zamanını yakalayan bir yüce mekân onuruna ermedikçe bu şehrin hazanı durmayacak, bahara dönüşmeyecek, hatta giderek karakışına doğru ilerleyecek, erbainlerine gömülecektir. Ve Bursa öyledir, Edirne öyledir, Manisa öyledir, Amasya öyledir, Konya öyle, Diyarbakır, Erzurum ve Sivas öyle. Ve bunların her biri, şimdiden ölü bir Harput olmaya adaydır.

Şehirlere akan kalabalıkları, onların yeni bir anlamı için yeterli delil saymak, sosyologların tarihî yanılgısı olacaktır. Bu değişim, otomatik olarak, yeni bir şehir doğurmaz. Aslında, çağımızda, “kentleşme” denen olay, gerçekte bir şehirleşme değil, tabiatın ölümünden doğan bir illüzyondur. Tabiat, şehirdışı oluyor ve oradan insanlar şehirlere doluşuyorlar. Ancak bu, sağlıklı bir şehirleşme olmadığından giderek şehirlerin de ölümüne sebep oluyor. İnsanlar şehirlere, bir şehirli olmaya gelmiyorlar, tam tersine şehirlere sürülüyorlar. Bir sürgündür onlar şehirde. Giderek, onlardaki bezginlik ve yılgınlık, sürgünlük ruhu, şehirleri de zehirlemekte ve öldürmekte. Şehirlerin ruhu kirlenmekte ve ölmekte. Medeniyetlerin abideleşmiş maksatları olan şehirler, hedefsizliğin yıkıntıları haline gelmektedir. Şehirler şehir olmaktan çıkıyor. Ama gerçekte köyleşmiyor ve kasabalaşmıyor da. Köy ve kasabalarda kendi çevrelerinde sağlıklı birimlerdir. Gerçek olan şudur ki, birimler kaybolmakta, şehir, kasaba, köy birimleri birer birer soysuzlaşmaktadır. Bu, medeniyetlerin yıkılışının tabii sonucu olup bitmektedir. Medeniyetler ölüyor, onların bütünlüğünü sembolize eden şehirler ölüyor. Şehir ruhu öldüğü için, madde olarak yaşama bir anlam ifade etmiyor. Maddesi kalan şehir bir müzeden başka bir şey olmuyor.

Şehirlerin işi, ebedilikle uğraşmaktır ve bu yönden bir metafizik oluşturmaktır. Ya da oluşmuş ve oluşmakta olan ebedilik metafiziğini yansıtmak. Bir ebedi metafiziği türetmek ve insana onu bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmak. Medeniyetin bu açıdan prizması olmak. Dünya ötesine tutulmuş aynası, iç göz merceği, gönül gözbebeği olmak.

Tarihte medeniyetler başkenti olmuş şehirler bunun tanığıdır. Kimi medeniyetler bu dünyada ebediliği gerçekleştirmek istediler. Ve bunun mümkün olmadığını bir türlü anlamak istemezcesine. Kimi medeniyetler de ebediliği asıl yerine oturtarak dünya ötesine dönük yüzlerle gülümsediler. Kimi de karma bir tutum ve davranış ve durum alış içinde oldu. Onun için kimi şehirler, yeryüzünde cennet olmak iddiasında idiler. Kimi şehirlerse cennetin habercisi, gölgesi olmak niyetinde. Kimi hep cenneti arar gibiydi. Kiminin   gözleri gökyüzündeydi hep. Kimi şehirler uçacak gibiydiler. Kimileri taşın, mermerin ve tuğlanın, kimi ahşabın, kimi altın ve gümüşün şehirleri idiler. Şimdi de çeliğin ve çimentonun. Kiminin gözü deniz diplerinde, kiminin yıldızlarda ve saman yolunda. Fakat her halde en kalıcı olanları, metafiziği olanlar, öteye, ebediliğe, ciddi bir tarzda varolmak ve olmamak tarzında sarılanları olmuştur. Ahirete kapı açanları. Her yönünden dünyayı toplayıp insana ve insanı da Allah’a ve eşyayı ahirete yönelteni, her yönünden bunu göstereni.

Ahiret ve şehir. Cennet ve şehir. Cehennem ve şehir. İnsanlığın en kompleks sentezini yansıtan ve sergileyen şehir, ahirete, aşkıyla ve nefretiyle en çok yaklaşabilecek dünya gerçeği olarak, diriliş idealini taşıyanların önünde duruyor.

‘Mânâ Erleri’; alınlarındaki kıyametin ürpertisini ve secdenin iz ve nurunu taşıyan “insanlar” olarak, bu dünyada ahiretin anlam ve amaç plânında gerçekleşimini mesaj ve ödev bilmiş ve dünyanın bu en ağır, fakat en şerefli işini yüklenmiş koşucularıdır onlar. Bir olimpiyat koşucusu gibi onlar. Ahiret meşalesini ve diriliş muştusunu, anlamını yitirerek “batık şehirler” manzarasını almış büyük şehirlerin, eski medeniyetler başkentlerinin en büyük alanlarına dikilecek olan sessiz kahramanlarıdır. Onlar, davalarının meşalesi yanında kendilerini yokmuşcasına bir görünüme bürürler. Onlar için ahiret muştusu ve güzelliğiyle ışıldayan ‘Mânâ Meşale’si vardır ve onun önünde kendileri yoktur. Şehirleri çarpık ironinin lirizminden hakikatin beliğ icazına yükseltirler. Gökleri şehirlere, şehirleri göklere kalbederler. Gökle toprak arasında atılmış köprüleri yeniden kuran mühendislerdir onlar. Hem dağları oyup içinde cennetsi şehirler çıkaran mimarlardır. Ahiret heykeltıraşlarıdır onlar. Ölü muştu damarlarını, içlerinden ahiret kanını geçirerek canlandıranlardır. Onlar, insanını ölümünü kutlayan uygarlık yamyamlığı törenine bu barbar ayine son verecek, insanlığın gerçek bayramını başlatacaklardır.  

Bir tasavvuf büyüğünün dediği gibi: “Bizim duvarlarımızdan yüksek duvarlar haraptır.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort