JoomlaLock.com All4Share.net

MİMARİDE TEVHİD MÜHRÜ

I/ Giriş
Din “Medîne”yi, Medîne “medeniyeti” gerekli kılar.
Din ile aynı kökten türetilen “Medîne”, borçlu ile alacaklı arasındaki anlaşmazlığı adil bir sistemle halleden “Deyyan”a    ( hakim, yönetici ) sahip olan yerleşim birimine verilen isimdi. Peygamber Efendimiz Yesrib’e hicret ettiğinde, burasının adı ‘Medinetu’n-Nebi’ye, kısaca “şehir” anlamına gelen Medine’ye dönüştürülmüştü.

II/ Osmanlı Şehir Mimarisinde Tevhit Mührü
Çok geniş ve de çetin bir coğrafyada, altı asır tevhidin bayraktarlığını yapan, hürmete şâyan atalarımızın ortaya koyduğu şehir mimarisini, efradını cami, ağyarını mani bir şekilde, bir derginin sayfalarına sığdırmanın mümkün olamayacağını okuyucularımız takdir edeceklerdir.
Bu çerçeveden baktığımızda öncelikle Osmanlı medeniyeti, bayrağındaki hilal ve yıldızıyla sembolleşen bir tevhid medeniyetidir. Bu medeniyetin hâmisi olan devlet de toprağına memalik-i İslâm, ordusuna asâkir-i İslâm, âlimine şeyhülislâm adını veren ve sahabe efendilerimizden sonra bu yüce dinin bayraktarlığını en güzel şekilde temsil eden bir İslâm devletidir.

Bir milletin kültürünü, geleneğini, hayat felsefesini anlayabilmek için öncelikle o milletin inşâ ettiği şehirlerine bakmak gerekmektedir. Çünkü bütün medeniyetler şehir ile bağlantılıdır. Bizzat medeniyet kelimesi dahi şehri çağrıştırır; medeniyet, Medine kelimesinden türetilmiştir. Medeniyet mânâsında dilimize yerleşen uygarlık da, şehirli Türkler olan Uygurlardan mülhemdir.

İslâm medeniyetinin kalbi olan Medine’nin fazileti, hiç şüphesiz sakinlerinin fâzıl kimseler oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü faziletli insanlarla herkes kendi ‘Medinetü’l-Fâzıla’sını inşa edebilir. İmanlarını hayatına hâkim kılamamış, ruh estetiği olmayan milletlerin, şekil estetiği de olamaz.    İslâmî değerlerle mücehhez ulvî ruhların ortaya koyduğu şekil de şehir de bu ruhun zarafetine yaraşır güzellikte olur.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ifadesiyle bir ruh medeniyeti, bir iç âlem medeniyeti olan Osmanlı           Devleti’nde, şehrin oluşumundan mekân mimarisine kadar her şeyde tevhidin yansımaları, imanın akisleri  serapa kendini hissettirir. Çünkü inançlarımızın bize sağladığı, doğruluğuna inandığımız bilgiler, yaptıklarımıza/davranışlarımıza aynen yansır. Yaptıklarımız ile inandıklarımız ayrılmaz bir bütünlük teşkil eder. Şehrin inşasındaki mimarî sanat tercihlerimiz, inançlarımızın eserlerimizdeki tezahüründen ibarettir. Daha açık bir ifade ile yaptıklarımız, inandıklarımızın tam bir yansımasıdır.

Osmanlı şehir (Medine)lerinin yapısına baktığımızda, birçoğunda ilk etapta gözümüze şöyle bir manzara çarpar: İmparatorluk coğrafyası alabildiğine geniş, nüfus bu coğrafyaya göre oldukça az olmasına rağmen Osmanlı insanı, mecbur kalmadıkça verimli ovalara şehir kurarak verimli araziyi zâyi etmemiştir. Şehirlerini hep yamaçlara kurmuştur. Bu hem akıllıca hem de çevreye saygılı, kanaat yörüngeli bir imar anlayışının ürünüdür. Böyle bir yapılanma modeliyle, hem manzaradan hem de rüzgârdan istifade edildiği gibi, sel baskınlarından korunmakla birlikte verimli tarım alanları da heba edilmemiş olur. Asırlar öncesinin bu basiretli insanlarının, bugün sadece işin lafını yapan çevrecilerden kat be kat, gerçek anlamda çevreci olduklarını söyleyebiliriz.

İnançlarını inşalarına yansıtan ecdadımızın meydana getirdiği eski Türk şehirlerine baktığımızda şöyle bir temel yapılanma modeli görürüz: Osmanlı, tıpkı suya atılan bir taşın etrafında oluşan daireler gibi ilk önce, merkeze mabedini, yani camiyi inşa eder. Daha sonra da çarşılar, mahalleler genişleyerek bu mabedin etrafında halkalanır. Ve ruh medeniyetinin bu güzel insanları, şehirlerini oluştururken kendilerine has bir mimarî sistem geliştirmişlerdir. Meselâ, “Hiçbir ev servi boyunu geçemez?” diye kaide koyan ecdat, bugün bizim kasvetli beton yığınlarında yaşamamıza mukabil, -eski gravürlerde görüldüğü gibi- yeşillikler içinde fıtrî mekanlar inşa etmişlerdir. Ayrıca edeben, mahalle mescidinden büyük yapmama, kendinden önce inşa edilmiş evin rüzgârını ve manzarasını kesmeme gibi kıdem hakkına riayet ederek şiir gibi yaşanılır mekânlar oluşturmuşlar.

Şark mimarisinin temel özelliklerinden biri de ilk etapta yapının kendisinin ön plana çıkmamasıdır. Selimiye’den Süleymaniye’ye, Mihrimah Sultan’dan Yenicami’ye kadar ecdat, mabedleri bütün muhteşemliklerine rağmen ilk önce insan ruhunu bir dinginlik ve huzur esintisiyle okşayıp sonra kendini inşa eden mimarını nazara verir. Bu, kendini değil, sahibini öne çıkaran Şark’ın varlık tasavvurudur. Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak “Eşyaya mânâ-yı harfî nazarıyla, yani Sâni hesabına bakıştır.” Çağın seküler insanının elinden çıkan ve insana güvensizlik hissi veren gökdelen, apartman vb. gibi çok katlı yapılar ise modern mimarînin kibrini yansıtır. Her bir yapı kibrin bedenleşmesidir ve âdeta ben, ben diye bağırır. Modern mimarînin gökyüzünü delercesine yükselen bu heyula örnekleri, hiçbir zaman bize mimarlarını hatırlatmaz; daha çok o kocaman cüsseleriyle kendilerini öne çıkarırlar. Yine Bediüzzaman Said-i Nursi’nin tabiriyle “mânâ-yı ismi”ne vurgu yaparlar.  Bir tarafta, varlık içindeki konumundan hareketle, insanın acziyet gerçeğini işaretleyen metafizik tasavvur, diğer tarafta Allah’sız bir varlık düşüncesi içinde insanı tanrılaştırma anlayışı kendini gösterir. Doğu ve Batı mimarisindeki bu temel farklılıklarla alâkalı Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'ın şu değerlendirmesi de oldukça düşündürücüdür: “Batı mimarisi       Allah'tan uzaklaşmış, bir ölçüde        Allah'a baş kaldıran bir toplum mimarisidir. Gökdelenler, modern fabrikalar her haliyle bunu haykırıyor. Oysa Doğu bunun tam zıddıdır. Doğu'da özellikle camiler toplumla, tabiatla ve Allah ile tam bir uyum içindedir, bir çatışma içinde değil?”

Gerçekten de söze şiirle, sese besteyle, taşa mimariyle zarafet kazandıran bu insanlar, âdeta ibadet edercesine çok güzel mimarî eserler inşa ediyorlardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Bu tevhid eksenli mimarî anlayışa göre, İstanbul'da Süleymaniye, Üsküdar'da, Mihrimah Sultan ve Edirne'de Selimiye camilerinin etrafında yapılan evlerin pencerelerinin şehrin vasatî pencere ölçeklerinden daha küçük yapıldığına şahit oluyoruz. Sebebi ise çok orijinal ve çok anlamlı; camiyi nazara vermek, onu büyük gösterip yüceltmek. Camilerin etrafında oturan bu güzel insanların, evlerinin ölçülerini bu şekilde küçültmelerinin, sadece bu âbideleri yüceltmeyip aynı zamanda o insanları da yücelttiğinin hakkını vermek gerek. Ayrıntılarda gizlenmiş böylesi ulvî güzellikleri öğrendikçe bu insanların imanlarına, imanlarıyla besleyip yoğurdukları hayat felsefelerine gıpta etmekten kendini alamıyor insan.

Sütun gibi minareleri ve göz alıcı çizgileriyle ruhumuza inşirah veren bu mabetlerin birçoğunda dikkatimizi çeken bir detay da camilerin hazirelerindeki mezarlar... Osmanlı insanının öldükten sonra camilerin haziresine gömülme arzusunun sebebi, müteveffanın her daim gözle görülür bir yerde olup yaşayanların dualarından istifade etme düşüncesiyle birlikte, öldükten sonra her daim ruhuna ezan sesini dinlettirmek istemelerinden dolayıdır.  Böyle bir geleneğin oluşmasının ferde yönelik manevî faydalarıyla birlikte, içtimaî hayata dönük hikmetleri de vardır. Hayalen şöyle o asırlara bir gidin. Yolda yürüyorsunuz, aklınızda birine karşı kötülük yapmak var veya içinizde günaha karşı meyil uyandı. Bir anda karşınıza bir cami çıkıyor ve caminin haziresinde bir mezar taşı ile yüz yüze geliyorsunuz. İster istemez sarsılıyorsunuz, size bir hatırlatma yapıyor o taş. Rabıta-ı mevt ile karşı karşıyasınız. O mezar taşı lisan-ı haliyle: “Ey insan! Sakın ola ki aklından geçeni yapma, yarın sen de benim gibi toprağa girip Allah’a hesap vereceksin.” diye sesleniyor. İşte o insan, gün boyu böyle kim bilir kaç defa hesap gününü hatırlatıcı uhrevî sembollerle karşı karşıya kalıyor.

Yaşadığımız çağdaş medeniyet bize ölümü hatırlatmamak için mezarlıkları şehirlerin dışına atarken kâdim büyüklerimiz, camilerin hazirelerindekilerle birlikte büyük mezarlıkları da şehrin bir mütemmim cüzü olarak içine almıştır. Osmanlı şehir mimarisinin ayrılmaz bir parçası olan bu mezarlıklardaki ağaçlara baktığımızda bir şey dikkatimizi çeker: Servi ağacı. Servi mezarlıklarımızın değişmez ağacıdır. Niçin bir çam ağacı veya akasya ağacı değil de servi? Çünkü servi, elif gibi dümdüz duruşuyla vahdetin sembolüdür, Allah'ın birliğini vurgular. Aynı zamanda servi, rüzgâr ile sallanırken “Hu”, “Allah” sesini çıkarır. (Hatta servilerde yuva yapan kumrular da aynı şekilde seslenirler). Bu hâl onun, Allah'ı zikrettiğine işarettir. İşte Osmanlı, Allah'a giden yolculuğun bu ara durağı olan kabristanlara, şekli ve sesiyle Hay ve Kayyum'u çağrıştıran serviyi özenle serpiştirmiştir. Servi, ölüm ve fâniliğin sembolü olarak da kullanılır. Kendine has bir kokusu olan servi ağacı, ceset çürümesi sırasında oluşan kokuların bastırılmasında kullanılır. Servinin dalları başka cins ağaçlardaki gibi, rüzgârda kolay kolay sallanmaz. Bu hali ile servi, sabrın ve temkinin de sembolüdür. Dik ve doğru duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü simgelerken, şairlere de ilham verir.
Servinin en üst dalının eğri durması Yaratanın karşısında boynu bükük kalmayı, acziyeti ifade eder. Mezar taşlarında görülen boynu bükük servi, yitirilenin ardından boynu bükük kalmayı ve sabretmek gerektiğini de hatırlatır.  

Evet, güzellik ayrıntılarda gizlidir. Osmanlı şehrine biraz daha dikkatli gözle baktığınızda camilerin taştan, evlerin ekserisinin ise ahşaptan yapıldığını görürüz. Niçin? Çünkü mabedler Allah'a yöneldiğimiz kutsî mekânlardır, Allah'ın bekâsını vurgulamak için sanki ilelebet kalabilecek    şekilde taş gibi dayanıklı malzemeden inşa edilmişlerdir. Biz fânîlerin mekânları olan evler ise, insanın ölümlü bir varlık olduğunu hatırlatıp bâki olanın sadece Allah olduğuna işaret etme sadedinde, her an yanıp yıkılıp çürüyecek ahşap gibi dayanıksız malzemeden yapılmışlardır.  Osmanlı ailesinin evlerinin ekserisinin ahşap gibi dayanıksız malzemeden inşa edilmesinin bir diğer hikmeti de, ahşabın insanın mayası olan toprakla iletişimini kesmeyen geçirgen bir malzeme olmasından dolayıdır. Çağımız insanının yaşadığı betonarme yapılar ise bu özelliğe sahip olmadığından dolayı insanın enerji boşalımını sağlayamamakta; stres, depresyon, anksiyete vb. hastalıklara zemin hazırlamaktadır.

Bu ince düşünceli mimarî anlayıştan dolayı bir Osmanlı insanı, ahşap yerine biraz sağlamca kârgir bir ev yaptırdığında “Dünyaya kazık mı çakacaksın.” diye ayıplanırmış. Çünkü bu dünya bizim gerçek vatanımız değildir. Biz cennetin çocuklarıyız. Hancı değil yolcuyuz. Müminin bu dünyadaki hâli, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem): “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, zühd 44) hadis-i şerifi ile şekillenmiştir. Bu düşünceden dolayıdır ki, Osmanlı insanı dünyaya ev sahibi gibi değil bir kiracı gibi yerleşmeyi yeğlemiştir.

Bu kiracılık felsefesinin ürünü olan eski Türk evleri, biraz da Anadolu insanına benzer. Dışından sade, gösterişsiz, kavruk fakat içi apayrı bir dünya, apayrı bir huzur âlemidir. Bu evler, dıştan göze batmayı doğru bulmayan, hasedi üzerine çekmek istemeyen İslâmî bir hassasiyetinin mimariye yansımasıdır. Mahremiyete açılan iç mimari ise usta ellerin süslemeleriyle şekillendirilmiş bir güzellikler kuşağıdır. Tavanlar ve duvarlar, saksıda çiçeği aratmayacak kadar nakış nakış işlenerek renk baharına bürünmüştür. Huzur esintili bu evlerin bütün ayrıntılarında; süslemesinden iç dekorasyonuna, bacaların yerleştirilmesinden yüklüklerin tertiplenmesine kadar her şeyde mimarlığımızın notalarının ahengi bulunur. Osmanlı hayat felsefesinin mekân mimarisine olan bu yansıması yabancıların da dikkatini çekmiştir. Ogıer Ghiselin de Busbecq, hatıralarında bu sivil mimarî mekânlardan şöyle bahseder: “Türklerin binalarda her türlü gösteriş ve konfordan kaçınmaları dikkate değer bir durumdur. Böyle şeylere önem vermek bir gurur ve büyüklük belirtisidir. Oysa bu dünyadaki her şey fânidir, ölümsüz olan şeyleri aramak gerektir. Bir yolcu için han ne ise, ev de Türkler için, yağmurdan, soğuk ve sıcaktan, hırsızdan korunmaya elverişli olduğu nisbette muteberdir. Başka lüks aramazlar.”

Osmanlı insanı inşa ettiği meskenlerdeki bu görkemden, şatafattan mümkün olduğunca kaçınmanın temel felsefesini İlâhî Beyan'daki şu önemli ikazlardan alır: “Siz her yüksek yere bir alâmet bina edip boş şeyle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesi ile mi inşa ediyorsunuz? (Şuara 128-129)” “Görmedin mi,     Rabbin Ad kavmini ne yaptı? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e ne oldu? Ki onun benzeri başka ülkelerde meydana getirilmemiştir. Vadide kayalar yontan Semud kavmine, o kazıklar sahibi Firavun'a neler ettiğimizi görmedin mi? (Fecr 8-10)”  

Gerçekten de Osmanlı insanı, kendisini dünyaya sıkı sıkıya bağlayan böylesi görkemli binaların inşasından Firavun kültürüne yaklaşmış olmamak için hep uzak durmuştur. Bunu, 16. asır Divan şairi Taşlıcalı Yahya'nın şu beytinde de görebiliriz:

“Bâde-nüşân gibi doğru yolumuzdan sapmazız
Avn-i Firavun ile Şeddâdî binâlar yapmazız”
İşte Kur'an'ın bu ilahî beyanları Osmanlı insanının bu konudaki yaklaşımını belirlemiştir. Bundan dolayı, sadece orta hallilerin değil, devletin en yüksek kademelerinde bulunanların köşkleri ve konakları da güç ve zenginlik gösterisinden olabildiğince uzaktır. Batılı kral ve derebeylerin saray ve şatolarıyla karşılaştırılırsa, Osmanlı erkânının saray ve köşklerinin bile ne kadar mütevazı binalar olduğu görülecektir.

Prof. Dr. Mimar Turgut Cansever insanlık tarihinin büyük medeniyetlerini saydıktan sonra, kendine has bir mahfiyet mimarisi ortaya koyan Osmanlı'nın bunlardan ayırt edici özelliğini şöyle vurgular: “Bunların karşısında Osmanlı sanat ve kültür çözümlemesi insanlık tarihinin en müstesna çözümlemelerinden bir tanesi olarak duruyor. Bu kültür diğer medeniyetlerde bulunan ama Firavun'da zirveleşen, insanın; hükmedici iradenin, ebediyen kalıcı olmak gibi temel yanılgısını kesin olarak yaşamayan bir kültürdür.”

Alman Sosyolog Dr. Hermann Starck'in İstanbul Günlüğü adlı             eserinde: “İstanbul'un sadece Eyüp semtinde bir çıkmaz sokağı ve Eyüp Sultan Camii'ni gezdim. Ne yazık ki bütün seyahatimi yarım saate sığdırmak mecburiyetindeydim. Ama Osmanlı'nın o çıkmaz sokağından belki binlerce âleme çıkan kapılar gördüm. Şu anda muhayyilem allak bullak. Keşke İstanbul'un tamamını gezebilsem.” şeklinde ifade ettiği gibi, bakmakla görmek arasındaki farkın şuuruna varabilirsek, eli öpülesi cedlerimizin gergef gergef işleyerek inşa ettiği tevhid mühürlerinde binlerce âleme açılan kapıları görebileceğiz. (İlkadım Mart 2007 İbrahim Refik)

Netice olarak diyebiliriz ki, bir ülkeyi fethetmek -kısmen- kolaydır; zor olan yürekleri fethederek kalıcı olabilmektir. Gerçekten de bu aziz devlet, gökkuşağının bütün renklerinden oluşan yetmiş iki milleti, muhabbet suyu ile dolu ebru teknesinin içine atıp birbiriyle kaynaşmış, harikulâde armonik bir ebru tablosu ortaya koymasını bilmiştir. Yani onların rikkat-i insaniye dedikleri, en büyük ve evrensel birlik olan insan olma birliğini gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Bu birlikteliği zaman içinde olgunlaştıra olgunlaştıra ruh ve şekil estetiğine de yansıtan bahar yürekli bu zarif insanlar, kendi zarafetine yaraşır güzellikte şekiller ve şehirler inşâ etmişlerdir. Yani inşâ ettikleri zarif Medineler, aynı zariflikteki medeniyeti, medenî ve zarif toplumu doğurmuştur.

III/ Sonuç
İslam şehri her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevki ile vardır, her adımda önümüze çıkar. Kâh bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir. Peyami Safa’nın bir sözü var, hatıladıkça içimde acı bir poyraz eser, Erzurum akşamlarında esen yel gibi. “İnsan yaşadığı toprağa ayaklarından değil yüreğinden bağlıdır.” der, büyük romancı. “O bağ koparsa mutsuzluk kader olur.” Ne yaman mânâ ummanları dalgalanır bu cümlelerde.    

Sözü edilen toprak insanın dünyaya adım attığı, alfabeyi öğrendiği, mevsimleri, soğuğu, ayazı, karı, yağmuru bellediği; aşkı, sevdayı hecelediği şehirse, bu bağlılığın ne demek olduğunu anlamış oluruz. Bütün çaba bu bağı koparmamaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort