JoomlaLock.com All4Share.net

MUHARREM HÜZÜN DEĞİL UMUT AYIDIR

Muharrem Hüzün Değil Umut Ayıdır - Yakub Haşimi Hocaefendi

Sayı : 118 - Ekim 2017

 

Muharrem Hüzün Değil Umut Ayıdır

 

Allahu Teala mekândan münezzehtir. Dünya ise bir mekândır. Arızanın/sorunun birisi budur ki insan dünyayı kalbine alsa, Cenabı Hak o kalbe tenezzül buyurmaz. O mekâna gelmez, tecelli etmez. Ne zaman ki kalp lâ mekan olur; kalp de mekânsız olur; o zaman açılır ve Cenabı Hak’tan tefeyyüz etmeye başlar, feyizlenir, bereketlenir. Mekânsızlıktan kastımız takıntılarından kurtulması, takıntılarını bırakması... 

İnsanın kalbindeki bu marazların defi ancak edebe riayet, ihlası elde etmek, Allahu Teala’ya muhabbet etmek/sevmekle ve Allahu Teala’nın muhabbet ettiği/sevdiği şeylere muhabbet etmekle mümkün olur. Kalp bunlar ile o takıntılarından kurtulur. 

Ğavs Hazretleri (ksa) buyururlardı ki: “Allah emindir, sırrını eminine verir.” Demek ki emin olunmadan, emniyet içinde olmadan; takva elbisesini, ihlas elbisesini, teslimiyet elbisesini giymek mümkün olmaz. Hadisi şerifte buyrulmuş; bunlar Allahu Teala’nın nurlarından birer nurdur. O kimi, hangi gönlü dilerse o nuru o gönle ilka eder, yerleştirir. “Dilerse”den kasıt demek ki emniyettir. Allah indinde emin olmak, güvenilir olmak… İşte bu da kalbin, Allah’ın tenezzül buyurmayacağı alakalarla kesilmesiyle olur… Bilindiği kadar, ne kadar bilebiliyorsak kalbimizi o nispette Allahu Tealaya bağlamak… Sohbet, rabıta, murakabe, zikir vesair bu tip faaliyetlerin hepsi bunlar için.

Zümer suresinde Cenabı Hak, zikrinden gafil olup da kalbi katılaşanlardan bahsediyor. “… Vay o Allah’ın zikrini terk eden kalpleri katılara!... Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler…” Bunlardan olmamamızı Cenabı Hak emir buyuruyor. 

Bu ayeti kerimeyi sufiye hazeratı iki şekilde anlamışlar: Birincisi, Allah’ın zikrinden gafil oldukları için yani zikretmedikleri için kalpleri katılaşanlar; zikirden nasipsizler… İkincisi; Allah’ı zikrettiği halde zikirle kalpleri katılaşanlar… Birincisi anlaşılıyor değil mi, Allah’ı zikretmemişler, gaflet etmişler, Allah’tan gayrı şeyleri zikretmişler; onları hatırda tutmuşlar, arzulamışlar, istemişler, kalpleri katılaşmış; bunu anlayabiliyoruz. 

İkinci bir şık olarak buyurmuşlar ki Allah’ı zikrettikleri halde zikirden kalpleri katılaşanlar… Niye zikirden kalpleri katılaşmış; Allah’ı zikrederken niye böyle bir duruma düşmüşler? İşte onlar da o zikrin edebine riayet etmedikleri için… Zikri layıkıyla yapmaya gayret etmedikler için… 

Layıkıyla yapmak -ben nefsime söylüyorum- bizim için çok söz konusu değil ama en azından gayret emeliyiz. O gayret değerlendirilebilinir. Demek ki zikri adabına uygun yapmayınca o zikir de kalbi katılaştırabiliyor. Efendimiz’in böyle bir hadisi şerifi var: “Öyle namaz kılanlar var ki huşu, huzur namazın adabı olmadığı için o namaz onların Allah’tan uzaklaşmalarına sebeptir.” Yani o zikirleri o taatleri onları Allah’tan uzaklaştırır. Halbuki niye yapıyordu bunları, Allah’a yaklaşmak için. İşte bunun için kalbin arızalarının giderilmesi, edebe riayet edilmesi, ihlasın tahsili için ciddi gayret gösterilmesi ve muhabbete say etmek; Allah’ı Peygamberi ve onların sevdiklerini sevmek… O zaman gönül inşirah eder, inşaallah zikir de fikir de kolaylaşır; feyiz de, nisbet de, himmet de gelir…

Rabbimizin “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri şerifini sadece bir doğruluk anlamında algılamayalım. Doğru bildiğimiz, doğru olan mutlak doğrularımız, mutlak değerlerimiz… Doğruluktan kasıt bunların tamamıdır. Bütün bu doğruları bütün bu mutlak olan değerleri, ilahi emirleri yasakları emredildiği şekli ile yap, buyrulmaktadır. Namaz kıl ama emredildiği, tarif edildiği şekliyle namazı kıl. Kitabın ve sünnetin sana tarif ettiği şekli ile kıl. Doğru olan budur; “Doğru ol!”dan kasıt budur. Oruç tut. Doğru olan budur, oruç tutmak ama bunu emredildiği şekliyle; orucun içindeki hikmeti kaybetmeksizin, o hikmeti nazara vererek oruç tut. Yoksa bir şeyin özünü kaybedersen onun kabuğu çok fazla bir işe yaramaz. 

Dosdoğru oldan bunu anlıyoruz: bütün emirleri emredildiği, istenildiği, tarif edildiği şekli ile yapmak. Bunun adına istikamet diyoruz. Dolayısıyla böyle olursa insanın her hali müstakim olur. 

“Ben Müslümanım de, sonra dosdoğru ol!” buyuruyor Cenabı Peygamber. Biz bunu şöyle anlıyoruz: Ben Müslümanım, ben inandım diyorsan öyleyse dosdoğru ol. Allah’a inanıyorum diyorsan bu ifadeni her halin istikametiyle ortaya koyabilirsin. İşte o müstakim olmak onu istenildiği şekliyle yapma gayreti içinde olmak... Ne kadar benzetebilirsen, ne kadar yaklaştırabilirsen… 

Sevgi bunu kolaylaştırıyor… Sevgi bu istikametlerdeki külfeti, zorluğu kaldırıyor. Yoksa ihlasa ulaşmak kolay değil. Mesela insan bir cevhere, bir madene ulaşmak için belki yerin yüzlerce metre altına iniyor. 

Kalp yedi tabakadan oluşuyor. Müminin arşı kendi kalbidir. Cenabı Hak semayı tarif ederken: “سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقاً –” semalar yedi tabakadır, buyuruyor. Buna dayanarak sufiler demiştir ki insanın kalbi de yedi tabakadır. Bu yedi tabakanın en nihai noktasında, deruni noktasında ancak insan tecelli-i Zat’a vasıl olabilir, tecelli-i Zat’a ulaşabilir. 

İmanın, ihlasın, teslimiyetin cevheri ancak o noktada bulunabilir. Bunun şartlarına, edebine, usulüne riayet etmezsen mesela bir madende maden kazımının tabaka tabaka inişin usulü, bir planı, projesi vardır. Rastgele yaparsan çökme olur, yıkılır. 

Bu yüzden dualarımızda Cenabı Hak’tan bizi edebe muvaffak kılmasını temenni edelim. Öyle dua edelim; “Ya Rabbi, bizi güzel edepte muvaffak eyle!” Çünkü Efendimiz buyurmuş ya: “Beni Rabbim terbiye etti, O Beni çok güzel terbiye etti, en güzel şekilde Beni terbiye etti.” Cenabı Hak Peygamberimiz’i terbiye buyurmuş, adeta bizim terbiyemizi de O’na vermiş. Kullarını terbiye etsin diye Efendimiz’i bize göndermiş. Allahımız bizim Rabbimiz; Peygamberimiz bizim mürebbimiz… Peygamberimiz Hazreti Sıddık’ı terbiye buyurmuş, o yüzden adeta her şeyiyle O’na benzemiş “İkinin ikincisi” diye methedilmiş. Ben o ayeti şöyle anlıyorum; Peygamberler müstesna beşeriyetin ikincisi… Birincisi Sultanulenbiya (sav) ikincisi Hazreti Sıddıkulazam. Peygamberin terbiyesinden geçmiş. O Selman’ı terbiye etmiş. Silsileye baktığımızda terbiyeyi birbirlerinden öğrendiklerini görüyoruz. Hazreti Selman öyle bir terbiye görmüş ki onun için müjdelenmiş: “Din Süreyya yıldızına çıksa senin neslinden gelecekler onu yeryüzüne indirirler.” Elhamdulillah, bu terbiye devam ediyor. Selman’ın nesli Sadat-ı Hacegan’dır, Sadat-ı Nakşibendiye’dir. Hazreti Selman, Hazreti Kasım’ı terbiye etmiş. Hazreti Kasım baba tarafından Hazreti Ebubekir’in torunudur, Hazreti Ebubekir’in Muhammed isminde bir oğlu vardır, Hazreti Kasım onun oğludur, anne tarafından da Hazreti Ali’nin torunudur. Kasım’ın annesi Ali efendimizin kızlarındandır, Ehlibeyt’ten geliyor. O terbiye iki kanaldan da Hazreti Kasım’a gelmiş. Kasım, Hazreti Caferi Sadık efendimizi terbiye etmiş, Hazreti Bayezid Bestami ile devam etmiş. 

Kendi başlarına adeta bunu başaramamışlar. Bu insanlara baktığımızda bunlar sahabi, bunlar ilmin kutupları, ilmin temel taşları bunlar… Devirlerinin feridi insanlar… Böyleyken bunu kendi başlarına başaramamış; ihlası, o terbiyeyi, o muhabbeti elde etmek için edebe ulaşmak için terbiye görmüşler. 

Belki dünyada yapılabilecek çok kolay işler vardır ama insan başlangıçta onun da acemisidir, o kolay işi de birinden görmese yapamaz. Bakıldığında en kolay gibi görünen iş orakla, tırpanla ot biçme diyelim; ama insan birinden bunları kullanmayı görmezse onu öğrenmezse orakla elini keser, tırpanla ayağını keser kendine zarar verebilir… Basit gibi görünüyor; şöyle sallayacak otları biçeceksin, ama öyle olmuyor. Sallarken onu bir yerine vurabilirsin. Onun da usulü var. Tırpanı taşa vurur; ağzını körleyebilir kırabilirsin, işin yarım kalır. Ot biçmeyi de öğrenmen lazım. Her şeyin edebini öğrenerek ilerleyebiliriz. 

Allah’a vuslat en ince sanat… Yani biz ot biçmeyi bile birinden öğrenmeden yapamazken, Allah’a vuslat etmek gibi en ince bir sanatı kendi başımıza yapmamız mümkün değil. Bunun için büyüklerin muhabbeti, rabıtası, büyüklerle hemhal olmak şart… 

Muharrem ayındayız. Muharrem büyük bir ay, ismi üstünde Muharrem; haram bir ay; yani hürmete layık bir ay, hürmetli bir ay, muhterem bir ay… Büyük bir ay, büyüklerin ayı... Muharrem’i böyle büyük yapan, önemli kılan şey büyüklerin hali… En az on tane Peygamber bu aya damgasını vurmuş. Peygamberlerin yaşadıkları güzel haller, onların Mevla’ya karşı olan edepleri bu aya damgasını vurmuş, bu ay güzel olmuş. 

Evet, bu ayda Kerbela vakası da var ama bu ayın kıymeti, bu ayın hürmeti Kerbela’dan gelmiyor. Müslümanlar bu konuya da ciddi dikkat çekmeliler. Bu ayı hürmetli kılan şey Kerbela hadisesi değildir. Kerbela hadisesi inanan insanları hüzne boğan, derde giriftar eden bir şeydir. Emin olun Kerbela’da yaşanan o hadiseden dolayı ne kadar ağlasak, ne kadar sızlasak azdır. O gözyaşlarımızın hiçbiri bize o Kerbela şehitlerini geri getirmez. Ama sürekli bunu gündemde tutup insanları mahzun etmek, insanları hüzne sevk etmek, insanları ağlatmaya çalışmak bu da Muharrem’in edebinden değil. 

Muharrem bir kurtuluş ayıdır, Muharrem rahmet ayıdır, Hakk’ın tecelli buyurduğu, tenezzül buyurduğu, ikram buyurduğu, ihsan buyurduğu bir aydır. Öyleyse Muharrem umut ayıdır. Muharrem; o Peygamberlerin kurtuluş hallerine, tablolarına bakarak kurtuluşumuz için ümit besleyip göstermemiz gereken gayreti izhar etme ayıdır. Bu Peygamberler nasıl halas oldular, nasıl necat buldular, nasıl onlara bir çıkış yolu ihsan edildi bunları değerlendirme, bunların üstünde derin derin düşünme, tefekkürde bulunma ayıdır. 

Muharrem’i önemli kılan bunlardır aslında. Çünkü Kerbela hadisesi olmadan önce de Muharrem hürmetliydi, mübarek bir aydı. Bu yüzden yani büyüklerin de ayı olduğu için Peygamberlerden başlayıp o büyüklerin hallerini çok konuşmak lazım. Çıkış yolları oralarda gizli. O şifreler büyüklerin ahlakında, amelinde, halinde, istikametinde, buralarda gizli. 

Ben Kerbela hadisesini şuna benzetirim: bu da aslında bize bir yol gösteriyor, sırf hüzün değil mesele… Mesnevi’de bir kıssa nakledilir tüccarın birisinin bülbülü var, çok güzel ötüyor, onu seviyor, öttükçe meşk ediyor onunla, gamını/kederini unutuyor… O bülbülüne iyi bakıyor onu besliyor. 

Bir gün ticaret kastıyla Hindistan’a gitmesi gerekiyor, giderken bülbülüne de soruyor:

- Benden bir şey istiyor musun, bir arzun var mı? Bülbül de diyor ki 

-Gittiğinde eğer orada da bülbülleri, benim gibi kuşları görürsen onlara de ki; benim evimde kafeste sizin bir arkadaşınız var, onun size selamı var. Onlara benim selamımı götür. 

Adam gidiyor, alışverişlerini yapıyor, ormanlık bir yerden geçerken kuşları görüyor. Bülbüller, papağanlar oynaşıyor, ötüşüyor. Daldaki bir kuşa diyor ki benim de evimde bir kuşum var, sizin arkadaşınız; size çok selam söyledi. Adam selamı iletir iletmez kuş birden ölüyor, daldan düşüyor. Adam, Allah Allah kuşa ne oldu, ben bir şey yapmadım ama kuş ölmüş. Subhanallah, demek ki arkadaşının hasretine, onun muhabbetine dayamadı öldü, diyor. 

Dönüyor geliyor evine bu hadiseyi bülbülüne anlatıyor. 

- Kafesteki bülbüle diyor ki Hindistan’da ormanda senin arkadaşlarına selamını söyledim ama ilginç bir şey oldu. Ben selamını söylediğimde daldaki kuş düştü, öldü. Çok taaccüp ettim garibime gitti. Ben bir şey yapmadım, kuş düştü öldü. Demek ki senin hasretine dayanamadı… 

Bunu anlatınca kafesteki kuş da ölüyor. Adam buna daha çok şaşırıyor. Kafesten çıkarıp eline alıyor, bakıyor o da ölmüş. Diyor ki bu nasıl bir sevgi, Hindistan’daki bunun hasretinden öldü, onun haberini buna getirdim bu da üzüntüsünden burada öldü. Camın kenarına getiriyor, artık ölmüş, herhalde atacak. Camı açıyor, tam atmaya teşebbüs ederken kuş kanatlanıp uçuyor, ağacın dalına konuyor. 

Adam buna daha çok şaşırıyor. Diyor ki, 

- Sen beni kandırdın, dostlukta bu var mı? Bülbül diyor ki, 

- Hindistan’daki arkadaşım var ya, o da ölmemişti. 

- Ne biliyorsun, diyor adam. Bülbül diyor ki 

- O bana taktik öğretti; ölü numarası yaparak bana haber gönderdi. Dedi ki sen de ölü numarası yap ki özgürlüğüne kavuşasın, hürriyetini elde edesin. Öl, seni serbest bırakırlar. Bana bu haberi göndermek için ölü numarası yaptı. Sen de bunu geldin bana anlattın, ben de bundan bir ibret aldım, ders aldım. Öldüm, hürriyetime kavuştum… 

Şimdi Hazreti Hüseyin bize adeta bu bülbül kıssasındaki gibi bir ders öğretiyor. Özgür yaşamak istiyorsanız kendi benliğinizden, nefsinizden kurtulun. Biraz önce söylediğimiz gibi dünya bir mekândır, Allah mekândan münezzehtir. Bu mekânlardan kurtulmak, “lâ mekan” olmak istiyorsanız ölmeden ölün, ölmeye hazır olun. Allah için ölebilmenin şuuruna varın ki yaşayabilesiniz. Hazreti Hüseyin şehadetiyle bize bu dersi verdi. 

Muharrem’de olan en son hadise bu, Kerbela vakası. Sondan başa doğru devam ettiğimizde biz Hazreti Hüseyin’in mevzuundaki o dersi, ibreti, hikmeti anlayabilirsek yukarı doğru olan kurtuluşlar, necatlar, halaslar bizi bulacak. Hazreti Âdem’in, Nuh’un, Musa’nın Eyyub’un ve sair selamet buldukları haller bize ulaşacak o zaman. Ama ne zaman bunu anlayabilirsek… 

İşte bunu anlayabilmek için de sürekli büyüklerin hallerini -büyüklerden kastım Peygamberler başta olmak üzere hayatları bize örnek olabilecek insanlar- hayatlarını sürekli gözden geçirmeli, müzakere etmeliyiz. 

Adeta bunun için de Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’de Meryem Suresi’nde Efendimiz’e Peygamberleri anmasını; “…İbrahim’i an… İsmail’i an… İdris’i an…” buyuruyor. Yani onların hayatlarını unutma, onların mesajlarını unutma, hatırla ve hatırlat, bunları zikret… Onların değişik güzel sıfatlarından bahsediyor Cenabı Hak; “O mümindi, o salihti, Allah’ın Nebisi’ydi, o sadıktı…” böyle değişik yönlerini nazara veriyor. 

Biz de bunları anarak, sürekli gündemimizde tutarak onların edeplerine, bizlere öğrettikleri edeplere riayet ederek, onların usulünce kulluk yapmaya gayret gösterirsek dışarıdaki tufan ne olursa olsun o zaman inanıyoruz ki Cenabı Hak bizim hareket gemimizi Cudi Dağı’na oturtur, tufandan bize selamet ihsan eder. Eyyub misali derdimiz, sıkıntımız ne kadar çok olursa olsun Cenabı Hak bize bir ma-i kudret/kudret suyu, bir ab-ı hayat gönderir, bizi şifayab eder. Musa gibi inananlarla birlikte denize yürümeye zorlansak Cenabı Hak bize yol açar. Denizlerden bize yol açar, bizi selamete ulaştırır. 

Sevgi, ihlas, muhabbet vs. bunlar karşılıksız kalmıyor. Sevginin karşılığı yine elhamdulillah sevgi oluyor. Fatıma binti Esed; Ebu Talib’in hanımı, Ali efendimizin annesi, dolayısıyla Efendimiz’in ﷺ  yengesi… Dedesi dünyayı değiştikten sonra Cenabı Peygamber Ebu Talib’in yanına geliyor. Onun çocukları arasında büyüyor. Fatıma annemiz yani yengesi annelik yapıyor Efendimiz’e. Öyle seviyor ki Efendimiz’i evde sofrayı kurduğunda eğer o anda Efendimiz yoksa kendi çocuklarını yedirmiyor. “Muhammed (ﷺ) gelmeden yemeğe el uzatmayacaksınız!” diyor. Efendimiz geliyor, sofraya oturuyor birlikte başlıyorlar. Böyle bir sevgisi var Efendimiz’e. Öz evlatlarından neredeyse daha çok seviyor Efendimiz’i. Ona öyle ihtiram gösteriyor, hürmet ediyor, sevgi, saygı gösteriyor. Efendimiz de onu annesinden ayırt etmiyor. İfadelerinde zaten “İkinci annem.” diye buyuruyor Efendimiz. 

Biliyorsunuz Ebu Talib’in imanı tartışmalı; Ehlisünnet uleması içinde iman etti diyenler de var, fakat etmedi diyenler daha ağırlıkta… İman kendisine nasip olmadı görüşünde olanlar daha fazla ama İslam’a büyük hizmetleri oldu, yardımları oldu, Efendimiz’e küçümsenmeyecek çok ciddi yardımları oldu. Bundan dolayı da Efendimiz’in ona azabının hafifletilmesi için yaptığı dualar var; bu çok farklı bir mevzu ama Hazreti Fatıma iman ediyor hatta hicret ediyor, Cenabı Peygamberle Medine-i Münevvere’ye de geliyor ve Medine-i Münevvere’de dünyasını değişiyor, orada vefat ediyor. Cennetülbaki’ye defnediliyor. 

Dedik ya sevginin karşılığı sevgi oluyor; Fatıma annemiz dünyasını değiştiğinde Efendimiz namazını kılıyor. Kabristana götürüldüğünde mezar eşilmiş, kabir açılmış; Allah’ın Peygamberi buyuruyor ki: “Annemin kabrine önce ben yatayım sonra onu oraya koyalım ki benim yattığım yere Cenabı Hak rahmet inzal edecektir.” Ondan şefkat, sevgi, ilgi görmüş bunu karşılıksız bırakmıyor… 

Kabre yatıyor, kalkıyor annemizi tam kabre koyuyorlar Cenabı Peygamberin o yaptığına yine kendi gönlü razı olmuyor ona ikramını biraz daha arttırmak istiyor, çocukluğunda gördüğü o sevgiye, ilgiye karşılık vermek istiyor… Üstündeki fistanını, gömleğini veya ridasını çıkarıyor ona sarıyor, kefeninin üzerinden annemize giydiriyor: Benim gömleğimle defnedin ki ona bir işaret, bir beşaret olsun adeta Rabbim onu o gömlekten tanısın, melekler onu o gömlekten tanısın ona hürmet etsinler, buyuruyor… Sevgini karşılığı… 

Kapatıyorlar kabri, Cenabı Peygamber bu sefer kabirde dua buyuruyor. Bu hadisi şerif tevessülün de delilidir. Rasulullah buyuruyor ki: “Öldüren ve dirilten, daima diri ve ölümsüz olan Allahım!  Annem Fatıma binti Esed’i bağışla. Gireceği yeri geniş kıl. Peygamberin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için!”

Efendimiz -hem de tevazu gösteriyor- “Eğer benim senin yanında bir hatırım varsa o hatırımın hakkı için ve benden önceki Peygamberlerin hatırlarının hakkı için Ya Rabbi bana annelik yapan bu annemi rahmetinle karşıla… Ben onu sana tevdi ediyorum, sana ısmarlıyorum, sana teslim ediyorum; sen bunu rahmetinle karşıla, ondan merhametini esirgeme Ya Rabbi...” Bu anlamda Cenabı Peygamber (sav) epey bir duada bulunuyor. 

Şimdi insan o annemiz adına meseleyi düşününce oynayası geliyor. Bir çocuğa sevgisine, gösterdiği şefkate böyle büyük bir şefkat, böyle bir ilginin gösterilmesi; Efendimiz’in nübüvvetini kullanarak böyle bir tasarrufta bulunması, geçmiş Peygamberlerden tevessül etmesi… İnsanın oynayası geliyor. 

Şöyle diyorum ben de kendime: Ya Rabbi! Taklit de olsa bizim Habibine bir sevgimiz var. Biz hiç kimsenin, hiçbir şeyin Senin yanında O’nun hatırı kadar hatırı olmadığına iman etmişiz. Diyoruz ki, bu sevgimize karşılık O’nun hatırına, Ondan evvel ki Peygamberlerin hatırına, yanında hatırı olan, ihtirama/hürmete layık olan bütün varlıkların hatırına bize rahmetini, mağfiretini, hidayetini ver Ya Rabbi! 

Bize dinimizi, şeriatımızı, huzurumuzu, birlikteliğimizi, ihlasımızı, kardeşliğimizi iade eyle Ya Rabbi! 

Gaflet edip nelerimizi kaybetmişsek, nelerimiz elimizden gitmişse -bizim belki ihmalimizdendir- onları bize geri iade eyle Ya Rabbi! 

Şu Muharrem hürmetine o Peygamberlere ihsan ettiğin o kurtuluş yollarını; Eyyub’un şifasını, Musa’nın denizden, Nuh’un tufandan halas olmasını, Hazreti İsa’nın çarmıhtan kurtulmasını, semaya uruc etmesini, Âdem’in tevbesinin kabul olunmasını… her ne tür böyle memnuniyet verici güzellikler varsa onlar misali bizi de Sen rahmetinle, katından lütfunla memnun eyle Ya Rabbi! 

Bir buçuk milyar Müslüman kan ağlıyor… İslam’ın arzı Kerbela’ya dönmüş, dünyanın her yeri Müslümanların bulunduğu bölgeler adeta bir Kerbela gibi. Belki binlerce Hüseyin şehid oluyor, binlerce Hasan, Zeynelabidin şehid oluyor. Gerçek hicreti bize lütfeyle Ya Rabbi! 

Bu Muharrem hürmetine içte de dışta da; zahirimizde de batınımızda da bütün alakalardan kesilip Hakk’a, hakikate hicret edebilmeyi, hikmeti anlayıp hikmete hicret edebilmeyi bize lütfeyle Ya Rabbi! 

Bize Medine’de bahşettiğin o medeniyeti yeniden iade eyle. Yaşadığımız sürece bizi, kıyamete kadar neslimizi o medeniyet için de daim kaim eyle Ya Rabbi! 

Buna çok yalvaralım… Bu gecelerde gündüzlerde yalvaralım. Büyüklerden böyle tevessül edelim. Ve sevmeye azmedelim ki sevgimize karşılık olsun. Büyükleri sevelim, o sevgiye Efendimiz’in annem dediği o Fatıma’ya, o annemize gösterdiği gibi Rabbim de bize Efendimiz’in üzerinden, büyüklerimizin üzerinden bir karşılık ikram etsin inşaallah...

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort