JoomlaLock.com All4Share.net

ŞÜKREDEN BİR KUL OLMAYAYIM MI?

“Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na sizin takvanız erecektir…” (el-Hac:22/37 )

Cenâbı Hak Azze ve Celle kurban ibadetinin anlamını, mealini zikrettiğimiz ayeti kerime ile kullarına bildiriyor. Her ne kadar ayet hususi bir ibadet için inzal buyrulmuş olsa da bu durum hükmünün umumi olmasına mânia teşkil etmez. Kulları tarafından ifâ edilen ibadetlerin hiçbirisi Allah’a ulaşmaz, Allah’a sadece onların takvaları ulaşır.

Bu ayeti kerimede işaret buyrulan mânânın tasavvuf ıstılahındaki karşılığı “huzur”dur. Huzur kulun yapıp ettikleriyle Allah’a ulaşamayacağını idrak etmesidir. Misal olarak ayeti kerimede Allahu Teâlâ “Veyl, namaz kılanlara olsun!” (el-Maun: 4/107) buyurur. Eğer tek başına fiil yeterli olsa idi Cenâbı Hak böyle buyurmazdı.

Fakat dikkatinizi bir başka noktaya çekmek istiyorum. Bu ayeti kerimenin hükmü namazlarında yanlışlık, usulsüzlük yaparak huşûsuz namaz kılanlar içindir. Bizim “Kul yapıp ettikleriyle Hakk’a ulaşamaz.” derken kastettiğimiz mânâ ibadetlerini, sehv ile yapanlar için değil aksine zâhir ve bâtın ölçüler açısından kusursuz yerine getiren Müslümanlar içindir. Kul kendi kazanımları ile Hakk’a vasıl olabileceğini zannederse kendini kandırmış olur. Cenâbı Hak yapılan en küçük bir ameli bile zayi etmeyeceğini Kur’ânu’l-Hakîm’de haber vermiştir. Bu insan da yaptığının karşılığını “cennet” olarak veyahut “cennette bazı makamlara” erişmek kaydıyla alabilir, hâşâ Allah kimseye zulmetmez ve vaadine hulfetmez. Fakat bu fiiller onu Hakk’ın rızasına, likasına, muradına ulaştıramaz. Bütün bu ikramata ulaşmak ancak ve ancak yapılan ibadete, hizmete, kulluğa rağmen “Ben Sana hakkıyla ibadet edemedim!” duruşuyla mümkündür. İşte bu “huzur halidir” ve Hakk’ın kulunda görmek istediği tavırdır…

“Her kim başlangıçta gönlünü huzurullah ile iştigale alıştırır ve bu huzuru temkin ve tahkike ulaştırmaya ihtimam ederse o kimse Hakk’ı tez bulur.” buyuruyor İmam Efendi Hazretleri (ks). Hâcegân yolunda salike anlamadan, ne yaptığını bilmeden sürekli aynı filleri tekrar etmesi tavsiye edilmez. Bir Ramazan itikâfına girerken Hâce Hazretleri (ksa) bizlere günde üç günlük kaza namazı kılmamızı tavsiye buyurmuşlardı. Fakat bizler amel-i salih yapacağız diye amele salih olduğumuzun farkına varmadan günde sair ibadetlerin yanında kaza namazlarını kılmayı dokuz güne kadar çıkardık. Bu durumu fark eden üstadımız bizlere şöyle buyurdular: “İbadetlerinizi sayarak, hesabını tutarak, sevap-günah tüccarlığı mantığıyla yapmayın. Kendinizce bütün kaza namazlarınızı hesaplayıp kıldığınızı düşünelim. Ya Cenâbı Hak size derse ki bunları zamanında kılsaydın. Ben bunların hiçbirini kabul etmiyorum, sizin verebileceğiniz bir cevap var mı? Cenâbı Hakk’a yapıp ettiklerinizle değil, hiçliğinizle, tevazuunuzla gidin. Eğer bu hâl üzere olursanız belki kıldığınız iki rekât namaz Allah’ın hoşuna gidecek ve sizin kılamadığınız bütün namazlardan vazgeçecek.” buyurarak itikâfın insanın Hak ile huzurunun temkin ve tahkike ulaşması için güzel bir vesile olduğunu, yerinde sohbet, muhabbet, marifet ile, yerinde ibadet ve taat ile ancak zikre, fikre ve huzura ulaşabileceğimizi ifade etmişlerdi.

Günümüz şartları ile bundan yüz sene öncesinin şartları birbirinden çok farklı olup insanoğluna yirmi dört saat az gelmekte ve sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Dolayısıyla geçmiş zamanlarda tavsiye edilen ibadet ve taat hayatının tatbiki günümüzde mümkün değildir. Bunun için kulun gönlünde Hak ile kurduğu rabıtanın inkıtaa uğramamasına azami ehemmiyet göstermesi gerekir. Kişi bu huzur-u dâime önem vermediği ve fiili/bedeni ibadete yoğunlaştığı takdirde kendisini Hakk’a yakın hissedecek, bu amelleri yapamadığı zaman sürekli yakınarak “Şu ibadetim kaldı”, “Bugün şu tesbihimi yapamadım” diyecek. Sonuçta kendi yapıp ettikleriyle Hakk’a yol bulmaya çalışacak. Fakat burada dikkat etmemiz gereken husus şu ki, bu hâl üzere iken özne yine “Ben” oluyorum. “Ben” yaparsam iyiyim, “ben” yapmazsam kötüyüm, huzursuzum. Hâlbuki kendi yapıp ettiklerim değil, “Benim Allah’ım var ve O bana kâfidir.” anlayışı beni kuşatmalı ve mutlu, huzurlu etmeli.

Şeyh Ebul Abbas el-Mürsi Hazretleri (ksa): “Sana taâtin lezzet ve halâvet kapısı açıldığı zaman sen o taâti halâvetinin arzusuyla yerine getirirsin. Böylelikle taâti yerine getirirken ihlâsı kaçırırsın. Sen böylece vefa duygusuyla değil, o taâtte bulduğun tad ve hazdan dolayı ona devam edersin. Böylece zahirde   Allah’a ibadet eden bir kul iken batında nefsinin hazzı için hareket eden bir insan olursun. Bundan dolayı senin hakkında taâtin lezzetinin dünyada sana peşinen verilmiş olmasından ve kıyamet gününde de amellerinin karşılıksız bırakılmasından korkulur.” buyurmuşlardır. İbadetlerimizde ihlâsa ermek ve vefa duygusuyla taat etmek istiyorsak Hâce Hazretleri’nin (ksa) yolumuzun esası olarak buyurduğu “Tuzsuz taş yalama”ya talip olmalıyız.

Kul sadece Allahu Teâlâ’nın varlığı ile mutmain olmalı, huzura ermelidir. Efendimiz Sevr Mağarası’nda iken her hangi bir ibadet yapmıyordu, Hz. Ebû Bekir efendimizin dizine yatmış uyuyordu, fakat Allah ile beraberdi ve bu beraberlik O’nu mesrur kılıyordu. Huzur gönlümüzden maddi ve manevi masivayı kaldırmak değildir sadece. Huzur Hak ile tek u tenha olmak, baş başa kalmak da değildir. Huzur sadece ve sadece Allah’ın gönlümüzde temekkün etmesi, O’ndan gayri hiçbir şeyin, kendimizin bile arada olmamasıdır. İşte bu hal Efendimiz’e (asv) “Muhammed kim?” sorusunu sordurtan haldir. İsmail Ata Hazretleri birisi kendisine intisab ettikten sonra buyururlarmış ki: “Biz şimdi seninle kardeş olduk. Bari sana bir kardeş nasihati vereyim de unutma, hatırında iyi tut. Farzet ki bu gök kubbenin altında hiçbir şey yok, yalnız seninle Allah vardır. Şimdi sen de zikir ve fikirle varlığını O’nun varlığında mahvüifnâ et, yalnız O kalsın.” Bu hal Hakk’ın muradıdır. Hadisi kudsi’de: “Ya Davud! Herkes matlub ve mahbubunu arar ve ister, onunla halvette bulunmayı arzu eder ve sever. Ben de mü’min kulumun kalbinde halveti arzu eder ve severim.” buyurur.

Bir hususun yanlış anlaşılmaması gerekir: Huzur boş boş oturmak değildir. Zaten mevzuumuz gayrimeşru durumlar değildir. Tasavvuf müessesesi zahirini şer-i şerifin emirleriyle bezemiş, mânâya ulaşmaya çalışan insanların sulûk ettiği bir yoldur. Hâce Hazretleri (ksa): “Tasavvuf insanı şeriat durağından alır, ötelerin ötesine ulaştırır.” buyururlar. Bu konunun muhatabı zahirini evamir-i ilahi ile mamur etmiş insanlardır. Ehl-i huzur da zahiri/şer-i ibadet ve taâtlerine devam ederler. Fakat bunları Hakk’a satmak yerine O’na hediye etme niyetiyle yaparlar. Onlar yakınlaşma amacıyla değil, nefislerini meşgul etme adına ibadet ederler. Çünkü onlar da masum değillerdir ve kendileri, nefislerini meşgul etmezlerse nefislerinin kendilerini meşgul edeceğini bilirler. Onlar ibadetlerini cansız beden, ceset gibi görürler. Bu bedene ruhunu Cenâbı Hakk’ın vereceğini bilir ve mahviyetle bunu talep ederler. Yaptıklarını beğenmez, onları Hakk’a layık görmezler. Bu mânâda taâtlerini güzel bulmayı öldürücü bir zehir olarak kabul ederler…

Ulemadan bazıları sûfilerin riyazatları sünnet değildir diye itiraz eder. Hakikatte de Efendimiz’in adet ve meşrebleri de mutedildir. Bu itidal/istikamet mü’minin kerâmeti olarak tarif buyrulmuştur. Bu hâli bulmak ve devam ettirmek çok emek ve gayretle mümkündür. Hâcegân yolunda da büyüklerimiz halvete çok sıcak bakmamış, halvette şöhret, şöhret de ise afet vardır, buyurmuşlardır. Fakat günümüz tasavvuf anlayışında insanlar sürekli ibadete, sürekli zikre, sürekli fiili amellere yönlendiriliyor. Bu anlayış bir kişinin şahsi takva anlayışı olabilir. Lakin bu hâl yapılması, takip edilmesi gereken düstur olarak gösterilemez… Bu düşünce huzur-u dâimiye ulaşamayan insanların hâlidir.

Aynı davranış tarzını ashabı kiramın hayatında da hatta Efendimiz’le olan münasebetlerinde de görebiliyoruz. Sahabi efendilerimizden bazıları Efendimiz’in evde yaptıkları ibadetleri öğrenmek üzere Âişe annemizin yanına giderler. Fahr-i Âlem Efendimiz’in ibadetlerini öğrendiklerinde “Allah Resûlü’nün olmuş olacak bütün günahları affedilmiştir. Biz Allah’ın Resûlü gibi miyiz?” diyerek Efendimiz’in ibadetini az bulurlar. İçlerinden birisi ben geceleri uyumayacağım hep namaz kılacağım, der. Diğeri ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım; sonuncusu ise ben de kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğim, der. Bu sözlere muttali olan Efendimiz “Bakınız içinizde Allah’tan en çok korkan ve en çok takvalı olanınız benim. Fakat Ben bazı günler oruç tutar bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim Benim sünnetimden yüz çevirirse o Ben’den değildir.” buyururlar.

Yine bir başka hadisede Selman-ı Farisi ile Ebû Derdâ arasında geçmiştir. Hz. Selman Ebu’d-Derda’yı bir gün ziyaret eder fakat onu evde bulamaz. Zevcesi Ümmü Derda’yı ise eski bir elbise içinde perişan bir halde görür. Ümmü Derda’ya “Bu ne hâldir?” diye sorduğunda “Kardeşin Ebu’d-Derda’nın dünyada bir işi ve ilişiği yok ki. Gündüz oruç tutar, gece namaz kılar.” cevabını alır. Bu sırada Ebu’d-Derda da gelir. Selman-ı Farisi’yi selamlar ve onun için yemek yaptırarak önüne getirir. Hz. Selman, Ebu’d-Derda’ya “Haydi sen de ye!” der. Ebu’d-Derda’nın “Ben oruçluyum.” demesi üzerine Hz. Selman “Vallahi bu orucu bozacaksın ve sen yiyene kadar ben de yemeyeceğim” der. Bunun üzerine Ebu’d-Derda (ra) orucunu bozup misafiri ile yemeği yer. Gece olunca Ebu’d-Derda gecenin evvelinde namaza kalkmak ister. Selman (ra) “Uyu!” diye onu men eder. Ebu’d-Derda da uyur, sonra tekrar kalkmak ister. Hz. Selman yine “Uyu!” diye engeller ve gecenin üçüncü bölümünde “Artık şimdi kalk.” der. Birlikte kalkar, abdest alır, namaz kılarlar. Namazdan sonra Selman efendimiz Ebu’d-Derya’ya (ra) “Kardeşim üzerinde muhakkak ki Rabbin’in hakkı vardır, kendinin de hakkı vardır, ailenin hatta misafirinin bile hakkı vardır. Bundan dolayı her hak sahibinin hakkını vermelisin.” buyurur. Daha sonra Ebu’d-Derda, Efendimiz’in (sav) huzuruna gelip bu olayı anlatınca Efendimiz “Selman doğru söylemiştir.” buyurur…

Efendimiz’in ibadet anlayışı da bu minval üzere idi. Ebud-Derda’nın anlayışı bizde de o kadar yaygın ki Efendimiz’in faziletlerini, takvasını anlatırken hemen O’nun sabahlara dek, ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını anlatırız. Âmenna, bu hâl hiç şüphesiz doğrudur. Fakat Efendimiz bu ibadetleri “Şükreden bir kul olmak için” yapıyorlardı. Cennet, makam, yakınlık vs. gibi bir karşılık beklentisi ile değil. Hem Efendimiz’in takvası sadece ibadet hayatı ile mi ilgilidir? Efendimizin hayatını sırf zahiri ibadet ve amellerle doldurursak vefatları anında sayıları yaklaşık 200.000’e ulaşan sahabi cemaatini, yıldızlar topluluğunu, hidayet imamlarını nasıl yetiştirdiğini açıklayabilir miyiz? Efendimiz ibadet kastıyla ashabını yetiştirmiştir. Huzurun kaynağı kendileri olduğu için ümmetinin de ehemmiyet vermeleri gerektiği hususun zahir evamire ittiba ile birlikte kalb huzuru, gönlün sürekli Hak ile beraber olma şuuru içinde olmasını gerektiğini buyurmuşlardı. Çünkü ibadetlerimiz için de huzur çok önemlidir. Efendimiz “Huzursuz namaz, namaz değildir.” buyurmuşlardır. Huzur kalp amelidir. Bu kalp ameli için yine Efendimiz: “Amal-i kalbiyyenin zerre kadarı âmâl-i zahirenin dağlar kadarından büyüktür.” Ve “Hafaza meleklerinin işitmeyecekleri bir amel işittikleri, haberdar oldukları bir amelden yetmiş kat efdaldir. Bu amel ise amel-i kalbîdir.” buyurmuşlardır.

Mahmud Samini Hazretleri (ks): “Bir müridim bana dese ki; ‘Bana yüz türlü keşf ü keramet zahir oldu.’ ve bu söyledikleri de doğru olsa, o müridin benim yanımda çok itibarı yoktur. Diğer bir mürid de gelip bana dese ki, ‘Benim gönlüm Hak’tan gafil olmadı.’ İşte bu mürid benim gözümün nuru ve başımın tacıdır.” Aynı mânâya işareten Molla Ali Arıncî Hazretleri (ks): “Dışarıda türlü türlü yanlışlar yapıp sonra gelip benim karşımda el bağlayıp boyun bükmenizin hiçbir kıymeti yoktur. Günlük yaşantınızda Hakk’ın emirlerine itaat edin, kimseye haksızlık yapmayın, bir Müslümanın olması gerektiği gibi olun, gelin benim yanımda başınız dik durun. Bu hâli daha çok arzularım, hoşuma gider.” buyururlar. İşte bu hâl üzere yaşamaya gayret etmek ehl-i huzurun hâlidir, vasfıdır.

Büyüklerimiz huzurun iki türlü olduğunu buyurmuşlardır. Bunlardan birincisi fikrî anlamda huzur ehli olmaktır. Bu hâl iptidada geçerlidir. Seyrinin başında olan salik kendi gayretiyle, düşüncesini bu alana yoğunlaştırarak huzurun kalbinde temekkün etmesine gayret eder. Kâh bu hâl üzere devam eder, kâh gaflete düşer. Ama bu halin kâlbinde yerleşmesi için istikrarlı ve sabırlı bir şekilde sebat eder.

Huzurun ikinci nevi ise zevken ve şevken Cenâbı Hakk’ı unutmamaktır. Bu çeşit huzur abd-i mahz olmuş erlerin hâlidir. Hâce Hazretleri (ksa): “Âlim Hakk’ı bilen, ârif ise Hakk’ı bilmekle birlikte kendini de Hakk’a bildirendir.” buyurmuşlardır. Hakk’a kendisini tanıtmış, “Ya ibâdî!” hitabının mazharı olmuş bu kişilerde huzur hâli süreklidir. Onlar zahiren sair insanlar gibi yerler, içerler, yatarlar, uyurlar, dünyalık işlerinin temini için çalışırlar. Fakat gönülleri asla Cenâbı Hak’tan ayrılmaz. Efendimiz (sav) bir gün hane-i saadetlerinde iken tabiri caizse, şekerleme yaparlar. Hatta kendilerinden horlamaya benzer bir ses bile işitilir. Kısa bir zaman sonra Efendimiz kalkarlar ve namaz kılmaya hazırlanırlar. Efendimiz’in uyuduklarını zanneden Hz. Aişe annemiz “Ya Resûlallah namaz mı kılacaksınız?” diye sorar. Efendimiz “Evet” cevabı verince Aişe annemiz: “Ya Resûlallah uyudunuz, hatta horladınız.” derler. Bunun üzerine Efendimiz (sav): “Ya Âişe, gözüm uyur ama kalbim uyanıktır.” buyururlar.

Huzur hâli adeta nefes alıp vermek gibi fıtrî bir davranışa dönüşen arifler de bu misalde olduğu gibi kalpleri sürekli uyanık ve Rableriyle birliktedirler. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu üzere elleri kârda gönülleri yardadır. Bu hâlin sürekliliği için Efendimiz Cenâbı Hakk’a “Allahım! Sen’den kerim olan cemâlinin nazarının ebedi, daimi, sermedi olmasını istiyoruz.” diye dua buyurmuşlardır.

Peki, bu huzur hâlini nasıl elde edebiliriz? İmam Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi’nde “Bizi sırat-ı müstakime hidayet et!” ayetini tefsir ederken: “Bu ayetten şunu anlıyoruz: Hakk’a ulaşmak isteyen bir mü’min, hidayet ve manevi keşif makamlarına ancak kendisini doğru yola iletecek, kendisini hata ve sapıklıklara düşmekten kurtaracak bir mürşide intisap etmesiyle ulaşabilir. Bunun sebebi şudur; halkın pek çoğu akıl ve hâl olarak noksandır. Akılları Hakk’ı tam olarak idrak edemez, doğruyu yanlıştan ayıramaz. Bu durumda noksan olan kimsenin, kâmil bir insana uyması gerekir. Böyle yaparsa onun noksan olan aklı, kâmil olanın aklının nuruyla aydınlanır, güçlenir. Sonuçta ebedi saadete götüren manevi derecelere ve keramet basamaklarına ulaşır.” buyururlar.

Aynı mânâda İmam Efendi Hazretleri (ks): “Bir kişinin dünyalık bir işi olsa o işin görülmesi için yerine göre bir gayrimüslime veya ondan da aşağı olan bir herife çok kere yalvarır ve yaltaklanır. Mesela mülki amir olan valiye bir işi yaptırabilmek veya kendisini bir memuriyete tayin ettirebilmek için bazıları valinin yakını bulunan bir dinsiz herife pek çok temellük (yaltaklanma) ve niyazda bulunurlar. Acaba Cenâbı Hak o validen ve bir insanı kâmil de o dinsiz heriften daha mı aşağıdırlar? Hâşâ ve kella, elbette değillerdir. Öyleyse Müslümanların Cenâbı Hak ve O’nun velileri karşısında bu hâlleri nedir? Anlaşılıyor ki Müslümanların ekserisi, yemin ediyorum,  Allah’ı istemiyorlar. Çünkü istemek yalnız Ya Rabbi ben senin cemalini göreyim, demek değildir. İstemek hakiki talibler gibi Allah’ın yolunda bulunmakla doğru ve sahih olur.” buyururlar.

Sonuç olarak, samimi Müslümanlar kendilerini Hakk’a ulaştıracak vesileler arıyorlar. Kimileri bunun ilimle, kimileri sosyal yardımlaşmayla, kimileri eğitimle… olacağına inanıyor. Bu görüşler el-hak doğrudur. Fakat eksiktir. Eksikliği de başlangıç noktalarıdır. Bir yarışmacı müsabakaya başlarken bir kural hatası yapsa birinci olarak bitirse bile kazanan olamaz. Hizmetin başlangıcı ferdin/kendimizin kurtuluşu, ıslahı olmalıdır. Bireyden başlamayan ıslah hareketi şüphesiz akamete uğrayacaktır. Hâce Hazretleri (ksa): “İslam tavandan gelmez, tabandan gelir.” buyururlar. Hak ile sürekli huzur, yakin, kesbeden, sırr-ı maiyete erişen insanların oluşturduğu bir cemaat ancak bu dünyaya Hakk’ın nizamının hâkim olmasında rol oynayabilir. Bakın özellikle “rol oynayabilir” diyoruz. Çünkü bu şeriat, bu din, bu devlet Hakk’ındır. Ancak O isterse bizlere yeniden ikram eder. Bizler sadece hüsn-ü halimizle Hakk’ı teşvik edebiliriz, bu hakikatin tecellisinde zemin olabiliriz.

Cenâbı Hak bizleri ehl-i huzurun sohbetinden ayırmasın. Âmin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort