JoomlaLock.com All4Share.net

TORTUM’LU MÜDERRİS AHMET EFENDİ* -1-

Kisha’daki Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi’nin saliki olan Vıhik imamı aynı zamanda da birçok hafız da yetiştirmekteydi. Hafızlara bildiği kadar Arapça, tefsir, hadis, belagat ve diğer ilimleri de öğretiyordu. Başarıp icazet almaya hak kazananların bir kısmı tahsil için Erzurum’a giderken bazıları da başka yerlerde vazife alıyordu.  Kendisi gibi onun her öğrencisi de aynı zamanda Feyzullah Efendi Dergâhının birer gönüllü müridiydi. İcazetli talebeler böylece tasavvufta da belli bir seviye kazanmış oluyordu bu ocakta.

İmamın iki küçük hafızı vardı ki Ahmet sekiz Mehmet ise dokuz yaşında hafız olmuştu ve bunları yanından ayırmıyordu hiç. Bu çocuklarla olgun adamla konuşur gibi sohbet ediyor, her dergâha gittiğinde onları da diğerleriyle birlikte götürüyordu. O yaşta öyle iyi hasletler kazanmışlardı ki büyüklerde bile yoktu bu kadar edep ve rikkat. Hafızlık bittikten sonra iki yıl daha ders aldılar. İmamın kapasitesi ile orantılı olarak fıkıh, tefsir, hadis, belagat ve Arapçada da hayli bir mesafe kat etmişlerdi. İyi bir medrese tahsiline sahip olan İmam, bildiği kadar hesap ve hendese dahi öğretmişti bu zeki çocuklara. İmam, talebeleri üzerinde bildiği gibi tasarruf etmekte serbestti ama bu iki yüksek istidatlı hafız için Şeyh Feyzullah Efendi’nin reyine başvurdu. Verilen karara göre Mehmet dergâhta kalacak, Ahmet ise tahsil için Erzurum’daki medreselere gidecekti. Ancak babası Abdullah’ın onu oralara gönderecek parası yoktu. Yine de imam ona “Merak etme bir yol bulunur elbet.” dedi. Sonra ise bir düşüncedir ki almıştı imamı: “Adama ‘Merak etme bir yol bulunur elbet.’ dedim ama nasıl bir yol bulunur ki?” gibi sorular soruyordu ama her hangi bir cevap bulamıyordu bu sorularına. Hissettiği çaresizlik karşısında da ellerini kaldırarak: “Allah’ım, sen bir kapı aç bana!” diye dua ediyordu. Yatsıdan sonrası uykuya çekildi ama bu düşünceler uyutmuyordu ki bir türlü.

Dönüp duruyordu yatağında.  Gece yarısı bir an, bir umut ışığı yanıp sönmeye başlayınca beyninin deriliklerinde: “Olur mu olur.” dedi. Sabah namazını kılıp  hemen yola koyuldu. Nihayet komşu köye ulaşır. O köyde Hacı Ali Ağa’nın kapısını çalar ve Ağa ile görüşmek istediğini söyler.”. Üç beş dakika sonra uzun boylu ve sakalının beyazı siyahından çok bir zat belirdi kapıda. Önce selam verdi bu kapısının önünde ki misafire. O da karşılık verdi.

Hacı Ali Ağa, çevrede çok sevilen bu adama karşı hürmette kusur etmeden: “Sebebi ziyaretiniz efendim?” diye sordu. İmam: “Bilmem ki nasıl söylesem?” diyerek biraz tereddüt etti önce. Sonra da şahadet parmağıyla büyük parmağını çatal ağaç gibi açıp ona göstererek: “Aha böyle iki hazine buldum!” diye söze başladı. “Bu hazinelerin birisine Şeyh Hacı Feyzullah Efendi’yi ortak ettim ve de alıp götürdü.” dedi. İmam sözün burasında afallamış olan Hacı Ali ağaya: “Gel ikincisini taşıyacak kağnıyı da sen ver ortak olalım bu iki cihanda bitmeyecek servete.” ricasında bulundu.  

Hacı Ali, İmamın, dünyalıkla pek ilgisi olmadığını biliyordu. Bu yüzden de onun sözlerinin altında bir kinaye olduğunu kavradı. Ona: “Hocam ne söyleyeceksen açık söyle. Ne istiyorsun benden?” diye sordu. İmam “İki talebem var. On bir ve on iki yaşlarında.” dedi.  Hacı Ali: “Anladım.” der gibi başını sallayarak: “Ben ne yapabilirim ki?” diye sordu. İmam: “Bu yavrularımızın ikisi de çok üstün istidada sahip. Okuduklarını da ağzımdan çıkanı da kapıp alıyorlar hemen. Şu kadar ömür yaşadım, şu kadar talebe okutup icazet verdim ama böylelerini ne gördüm ne de duydum. Dört beş yıldır ki ikisinin de üzerine titrer dururum.” dedi. Biraz durup nefes aldıktan sonra da: “Bütün elimden geleni yaptım ve ikisi de beni çoktan geçti. Bunun için verecek başka bir şeyim yok onlara artık.” sözlerini ekledi.

İşaret parmağını muhatabına karşı tutup: “Birisini Şeyhe teslim ettim. Bir tek görevim kaldı o da diğerini Erzurum’daki büyük medreselerden birisine göndermek. Gel gör ki onu gönderip okutacak kadar bende de babasında da dünyalık yok.” dedi. Sözüne devamla da: “Çocuk gönderilemezse ziyan olacak bu zekâ!” diyerek de hayıflandı. Hacı Ali: “Bütün gayen, senin olmayan bir çocuğun okutulması mı?” diye sordu.   İmam, Ahmet’i gözünün önüne getirerek: “Evet” anlamında kafasını sallayınca, gözyaşları sakalını ıslattı. Bu öyle manalı bir baş sallayıştı ki muhatabını her şeyi anlatmıştı. Ali Ağa: “Bu senin istediğin kağnı, öküzleriyle birlikte kaç kuruş eder?” diye sordu. İmam, ona dönüp: “Yüz elli, iki yüz kuruş arasında olsa yeter.” dedi. Ali Ağa, elini cebine attı.  Ağa: “Talebinizin üst sınırını temin etmek isterdim ama bütün paramın hepsi bu kadarmış.” diyerek yüz yetmiş üç kuruşu saydı. İmam, tarifsiz bir sevinç yaşıyordu. Muhatabına: “Kusur da ne demek? Allah senden razı olsun. Bu bizim ihtiyacımızı görür inşallah.” dedi. Arkasından da vedalaşarak en hızlı adımlarla köyüne doğru yola çıktı.

İmam kendi köyüne gelir gelmez ayağının tozuyla Abdullah’a uğrayarak müjdeyi verdi. Komşular da yolda binmeleri için de iki adet at tahsis etti. Ahmet, çok zayıf bünyeli bir çocuk olduğundan, yol boyunca biraz babasının biraz da hocasının terkisine binecekti. Bu üçlü, sabah erkenden yola çıktı. Erzurum’a varınca da doğruca İmamın bildiği Kurşunlu Medreseye yöneldiler. Giderlerken, dik bir yol çıktı önlerine. Bu yamacın böğründe yer alan minare görününce de İmam işaret ederek: “Aha Kurşunlu!” dedi. Ahmet, hiç görmediği bu kadar büyük kesme taştan yapılmış olan medreseyi de camiyi de hayran hayran seyrediyordu. İmam, karşısına çıkan ilk talebeye: “Fetvacı Hoca Nerede?” diye sordu. Çocuk: “Bir dakika haber vereyim.” deyip gitti. Birkaç dakika sonra gelerek: “Hocam sizi bekliyor efendim.” dedi ve birlikte yürüdüler. Bir hücreye vardılar. Çocuk önce kapıyı vurdu. İçeriden: “Buyurun!” diye bir ses duyunca da açarak kenarı çekildi. Sonra da hürmetle: “Buyurun Efendim” dedi yabancılara. Açılan kapıdan içeri girince de bir takım talebelerin çevrelediği Fetvacı Hoca’yla karşılaştılar. Hoca, görür görmez tanımıştı bu gelen misafiri.

Yerinden doğrularak: “A ah benim çok değerli ve de kıymetli Vıhik’li hocam ve de can kardeşim” diyerek iltifat etti. Sonra da: “Sen hoş geldin, sefalar getirdin!” dedi. Talebeler, hocanın bir göz işaretiyle terk ettiler hücreyi. Üç büyükle bir çocuk kalmışlardı. Ev sahibi: “Oturun lütfen oturun.” dedi. Ahmet, bir adım geride ve dizüstü oturdu. Hocalar uzunca bir zaman kendi aralarında sohbet edip hal, hatır sordular. Arada Abdullah’a de bir şeyler sorup onu da dâhil etmeye çalışıyorlardı sohbete.  Fetvacı Hoca, “Her şey bir yana da sebebi ziyaretiniz nedir efendim?” diye sordu. İmam, arka tarafta diz üstü oturan çocuğu göstererek: “Aha bu yavrumuzdur. Bunu buraya tahsil için getirdik.” dedi. Fetvacı Hoca, çocuğun karşısında onunla ilgili konuşmak istemediğinden: “Mustafa!” diye bağırdı. İçeriye giren talebesine, Ahmet’i göstererek: “Bu kardeşini al, etrafı iyice bir gezdir. Hem de tanış biliş olun isterim.” diye emretti. Talebe baş eğip eliyle de Ahmet’e işaret etti ve birlikte çıktılar.  

Çocuk çıkınca Fetvacı Hoca: “Evet sizi dinliyorum.” dedi. İmam, talebesine güveniyordu. Önce parmağıyla Abdullah’ı işaret ederek: “O çocuk bu kardeşimizin oğlu, benim de talebemdir ve de bir harikadır.” diye başladı söze. Sonra da: “Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi’nin tavsiyeleri üzerine getirdim buraya.” dedi. Arkasından da onun hakkındaki her şeyi en ince teferruatına kadar anlattı. Fetvacı Hoca, misafirini dikkatle dinlerken ondaki güveni hissetmişti. Misafirine: “Müsaadeniz olursa, yavruyu bir yoklayalım.” diyerek izin istedi. İmam: “Tabii efendim.” dedi. Bunun üzerine Ahmet’i tekrardan geri çağırıp karşısına aldı. Hoca ve babasının da olduğu bir ortamda otuz, kırk dakikalık bir yoklama yaptı. Sonra: “Mustafa ve diğerlerinin yanına çıkabilirsin yavrum.” deyince çocuk tekrar çıktı.

Fetvacı Hoca’nın yüzü aydınlanmıştı. Bu mutlu haliyle misafirine: “Biliyor musun benim de böyle istidatlı, ancak bundan birkaç yaş büyük bir yavrum var.” dedi. Bu tabirleri bilen İmam: “Kendi öz oğlun mu?” diye sordu. Hoca, hüzünlü bir çehreyle ona dönerek: “Rahmetli kız kardeşimin oğludur ama hem yetim hem de öksüz olduğundan oğlum gibidir.” dedi. İmam: “Taleben mi?” diye sorunca: “Hayır o burayı tamamladı. Şimdi Pervizoğlu medreselerinde tahsiline devam ediyor” Fetvacı Hoca karşısındaki çocuğu işaretle: “Bunu da oraya götürüp Karslı Hoca’ya teslim edeceğiz. O Büyük Abdul Hamit Hocaya. Çünkü Ahmet’in seviyesi oraya yeterli” dedi. Fetvacı Hoca, takdirle misafirine baktı. Sonra da eliyle etrafı göstererek: “Bak bizler, bu gördüğün büyük medreselerde ve de çok miktardaki hayır sahibinin sağladığı büyük imkânlarla talebe yetiştiriyoruz. Ayrıca bu medreselerin o büyük akarları da cabası. Bizim, bütün bu imkânlarla eriştirebildiğimiz seviyeye sen onu o ücra yerde eriştirmişsin. Hem de daha küçük yaşta.” dedi. Arkasından da: “Allah, senden razı olsun ve senin gibilerin eksikliğini vermesin!” diye dua etti.

İmam, alışılmamış bir şekilde alenen övüldüğü için yüzü kızarmıştı. O: “Benim başarımdan çok, çocuğun istidadında aramak lazım bunu.” gibi bir takım şeyler diyebildi. Fakat yine de talebesi için takdir edilen bir üst medrese den dolayı muhatabına nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Ev sahibi: “Eh hadi gidelim. Abdul Hamit Hoca ancak bu saatlerde müsait olur.” deyince de hep birlikte kalktılar. Fetvacı Hoca Önde misafirleri arkada bir avluya oradan da bir odaya girdiler. Hoca içeride oturan adama hürmetle selam verdi. Sonra da Ahmet’i göstererek: “Tortum’dan gelen bu yavruya Şeyh Feyzullah Efendi Erzurum’da ki medreselerde okuması için tavsiyede bulunmuş. Ben de imtihan ettikten sonra burayı uygun bulup size getirdim.” diyerek anlattı meramını.  

Abdul Hamit Hoca, çocuk daha çok küçük ve çelimsiz olduğu için yine de tereddütlü görünüyordu. Hem de Şeyh Feyzullah’ın tavsiyesine ve Fetvacı Hocanın denediğini bildirmesine rağmen. Muhatabına: “Feyzullah Efendi’nin tavsiyesi, hepimiz için bir emirdir.” dedikten sonra. dudak bükerek de: “Biraz küçük değil mi?” dedi. Sessizlik olunca da: “Biraz küçük ama sen imtihan edip buraya layık gördün ise makbulümdür.” diye onun gönlünü aldı. Arkasından da: “Ömer efendi!” diye bağırdı. İçeri giren adama: “Bu yavruyu baş kalfaya teslim ediniz.” diye emretti.

Aradan üç dört ay gibi kısa sayılacak bir zaman geçmişti. Abdul Hamit Hoca: “Bu çocuğu Şeyh Feyzullah Efendi gönderdiğine göre onda bir şeyler olmalı.” diye düşünüyordu.  Baş müderrisin daha yeni ve çok küçük olan bir talebe ile görüşmesi pek uygun değildi ama merakı onu hiç rahat bırakmıyordu. Sabah geldiğinde ilk iş olarak Baş Kalfayı çağırdı. Sözü Küçük Ahmet’e getirmişti hemen. Sonra da geçerli bir bahane ortaya atarak huzuruna çağırdı. Ahmet içeri girdiğinde baş müderris ona yetişkinlere gösterilen ilgiyi gösterdi. Hoca, önce bir, iki yokladı bu yeni gelenin bilgi ve görgüsünü. Onunla sohbet etmek hoşuna gittiği için de bir saatten fazla sürmüştü bu konuşma ve yoklama. Abdul Hamit Hoca, sonunda susarak başını yere eğmişti. Mülakatın bittiğini anlayan zeki çocuk izin istedi hemen. Abdul Hamit Hoca, dudak büküp baş salladı çıkan yavrunun arkasından. Feyzullah Efendi’yi kastederek de: “Öyle bir zat, boş pilav çanağına lokma sallar mı hiç?” dedi kendi kendine.    

Baş kalfayı çağırıp: “Talebeyi üç kısma ayır ve üçüncü kısımda yer alanlar, yaşları en gücükler olsun.” diye direktif verdi. Baş Kalfa: “Anlaşıldı efendim.” diye cevap verdi. Hoca: “Az evvel buradan çıkanı üçüncü kısma kalfa yaptım.” dedi. Ahmet’i tanıyan baş kalfa: “Uygundur ve de çok münasiptir.” dedi. Çok sürmemiş, birkaç ay sonra talebe okutmakta başarılı olduğu herkes tarafından teyit etmişti. O, Abdul Hamit Hoca’nın da ileri talebelerindendi artık. Her alanda aşkla, şevkle çalışıyor, dersler de hocalar da ona yetmiyordu. Hocası bir ara onu Tabur İmamı Dağıstanlı Mehmet Efendi ile tanıştırdı. Abdul Hamit Hoca, bu tanıştırmada: “Mehmet Hocam, biz bu Kara Mollaya yetişemiyoruz. Artık yaşlandığımız için ne zamanımız, ne de rikkatimiz yetiyor. Buna yükleye bildiğin kadar yükle ve bizi biraz kurtar.” diyerek latifeyle karışık da olsa onun azim ve zekâsını anlatmaya çalıştı.    Dağıstanlı Mehmet Hoca, önce bu latifeye tebessümle karşılık verdi. Sonra da Ahmet’e: “Evladım, eğer hocan izin verirse Farsça öğrenmek ister misin?” diye sordu. Ahmet, sağ elini göğsüne tutup baş eğerek: “Memnuniyetle efendim. Yeter ki hocam müsaade etsin” karşılığını verdi.

Artık Kara Molla diye tesmiye edilen Kalfa Ahmet, Abdul Hamit hocadan aldığı derslerin dışında Dağıstanlı Hoca’dan Farsça dersler alıyor, ayrıca da talebe okutuyordu. Kısa zaman içerisinde Farsça alanında da başarılı olmaya başlamıştı. Farsçasının artık yeterli olduğuna inanan hocası: “Ahmet, seninle Divan-ı Kebiri okumayı düşünüyorum. Bilmem ki ne dersin?” dedi. Divanı kebirin hacmini bilen Ahmet, hocasının büyüklüğünü tasavvur edince alt dudağını ısırarak: “Emriniz olur efendim. Çok memnun olurum.” dedi.  Bunun üzerine hocanın acelesi varmış gibi hemen rafa uzanıp kitabın ilk cildini indirdi. İndirir indirmez de üst kapak açıldı ve hemen de başladılar derse.

İlk olarak da: “Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana söyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensup değilsin. Sen, ötelerden geldin!

Bu yüzden, aklını basına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!

Hiç kimse esinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Mealinde devam eden mısralarla başlangıç yaptılar.

Ahmet, bu dizelerin verdiği aşkla daha ilk günde sarhoş olmuştu. Sırrına ermek için Dağıstanlı Hoca’nın refakatinde daldıkça daldı bu aşkın deryasına. Yaklaşık elli bin beyitlik eseri bitirene kadar ondan ders almaya devam etti. Onlar her bir derste başka âlemlere daldı, daldıkları âlemlerde de halden hale girdiler. Mehmet Hoca da bu Kara Molla karşısında bayağı zorlanmaya başlamıştı ama pes etmemeye kararlıydı. Hoca, aynı zamanda mücadeleci bir ruh yapısına sahip olduğundan böyle zorlu işler de hoşuna gidiyordu zaten. Talebesine bilgi temin etmek ve onun sorularına cevap bulabilmek için gece gündüz demiyor, aşkla şevkle çalışıyordu hep.

Gel gör ki Dağıstanlı Mehmet Hocanın karısı, böyle kesif çalışma karşısında daha bihuzurdu. O halet-i ruhiye ile: “Efendi bunun sebebi nedir, ne oldu da böyle gayrete geldin? Artık herkese bıkkınlık verdin.  Bitir artık bu işi canım!” mealindeki sözlerle de ona itiraz ediyordu. Hoca, her sorgulanma ve itirazda tebessüm ederek çaresizce ellerini açıyordu. Sonra da karısına dönerek: “Sus hanım sus. Başımda bir Kara Molla var ki hem de ne Kara Molla! Eğer bir gün olur da o bu illerden giderse ben de kurtulurum siz de.” Mealinde beylik cevaplar veriyordu ona.

Hocaya, artık o uzun yaz günleri dahi yetmiyor, geceleri de geç saatlere kadar çalışıyordu. Bazı günler yatmadan sabah namazına gittiği de oluyordu. Uykusuzluğa tahammül için hocalarından öğrendiği o bütün azalarını ölü gibi uzatarak kısa zamanda dinlenme ilmini uygulamaya koymuştu. Bir o ki herkesin beceremediği bu sistemi bu hoca çok iyi uyguluyordu. Ancak soğuklar da düşünce bu gece çalışmaları kolay olmuyordu artık. Kurduğu o kısa zamanda dinlenme sistemi de başka sistemler de bu soğuklar karşısında bir işe yaramıyordu. Dağıstanlı ne yaptıysa bir çare bulamadı. Erzurum’da o zaman soba da yoktu yakacak odun, kömür de. Yakıt tasarrufu için ocaklar belli saatlerde yanıyor ve akşam karanlığından biraz sonra söndürülüyordu. Bu durum karşısında üşümemek için evler iyice soğumadan yatıyordu herkes. Yatma zamanı ise bu şartlar muvacehesinde genellikle yatsı vaktinden hemen sonraya tekabül etmekteydi.

Dağıstanlı Mehmet Hoca, bu azimli talebesine istediğini vermekte kararlıydı. Bu yüzden de eldeki bütün imkânları deniyordu. Uykusuzluğun çaresini bulmuştu ama geceleri çalıştığında çok üşüyordu. Hatta vakit gece yarılarını geçtiğinde dayanılmaz oluyordu bu aşırı soğuk. Bildiği birçok şeyi denedi ise de şiddetli soğuktan korunmak mümkün olmadı. Kendi kendine: “Uykusuzluğa bulduğum gibi, bu soğuğa da bir çare bulmalıyım.”  dedi. Sonra da: “Ama nasıl?” diye sordu. Günler boyu bu sorusuna cevap bulmaya yoğunlaştı.  Yine oturmuş bu meyanda düşünürken beyninde bir şimşek çaktı. Bir anda parlayan gözlerini fal taşı gibi açarken elini dizine vurarak: “Çok da basitmiş yahu!” diyerek gülümsedi.  Arkasından da avazı çıktığı kadar: “Hanım!” diye bağırdı. Sofadaki kadın bu çağrı karşısında: “Geldim efendi, geldim!” dedi. Koca tebessüm ederek: “Düğünümüz olduğu zaman senin getirdiğin bir gelinlik yorganın vardı değil mi?” diye sordu. Kadın: “Evet” diye cevap verdi. Kocası: “Onu getir hele.” dedi. Kadın birkaç dakika geçince yorganla birlikte içeri girdi. Onu odanın ortasına atarken: “Aha getirdim.” dedi. Yine merakını yenemiyor: “Ne yapacak acaba?” diye düşünüyordu. Koca, Kadınına dönerek de: “Müsaaden olursa eğer bu yorganın üzerindeki şu tam orta yerden bir adet başım sığacak genişlikte, şuralardan da iki adet kollarım sığacak kadar delik açacağım. Soğuk gecelerde, oturup ders çalışırken üşümemek için bu büyük delikten boynuma geçireceğim. Böylece vücudumun her tarafını saracak. Şu büyük deliğin yanlarında yer alan küçük deliklerden de ellerimi çıkarıp kitabı tutacağım. Ayrıca ellerim yorganı dışardan vücuduma sarıp sarmalamama da yardım edecek. Bu şekilde hem geceler boyu okumaya devam edeceğim, hem de soğuktan korunmuş olacağım.” dedi. Aydınlanmış gözlerle de: “Nasıl fikir, güzel değil mi?” diye sordu karısına.

Kadın, dudak büküp ellerinin içini dışarı doğru çevirerek: “Eh ne yapalım sen bilirsin.” diyebildi sadece. Dağıstanlı Mehmet Hoca o günden sonra soğuğa karşı da çare bulmuştu. Geceleri ev soğuduğunda oturduğu yerde bu yorganı bir kaftan gibi boynundan geçiriyor, Ellerini de o deliklerden çıkarıp güzel bir şekilde sarılıyordu. Sonra da geç saatlere kadar oturduğu yerde okuyor okuyordu.  Ahmet’ten de çok memnundu o. Sohbet ettiği kimselere: “Allah yolumu açmak için lütfedip bu çalışkan genci bana gönderdi.” diyor ve ona birçok öyküler diziyordu.  

Ahmet de Dağıstanlı Mehmet Hoca’nın öğretim metoduna hayran olmuştu. O bu metodu kalfası olduğu talebelere de uygulamak istiyordu. Bu niyetle Karslı Abdul Hamit Hocaya: ”Müsaadeniz olursa, Dağıstanlı Mehmet Hoca Efendi metodunu uygulamak dilerim kalfası olduğum talebelere.” teklifinde bulundu. Arkasından da yine müsaade alarak, ana hatlarıyla da olsa anlattı bu metodu. Hoca ondaki feraseti kavrayınca: “Çok uygundur, nasıl istersen öyle yap.” karşılığını verdi. Kalfa Ahmet şimdi büyük bir hevesle talebelerine o metodu uyguluyor ve bu konuda başarılı olduğuna da görüyordu. Dağıstanlı Hoca ile birlikte gösterdikleri gayret ikisini de belli seviyeye erdirdi. Öyle ki hem dil, hem de tedrisat metodu üzerinde yeni hedeflere ulaştılar. Uyguladıkları sistem medreselere yayılmakla da kalmayarak kısa zaman içerisinde Erzurum sınırlarını aştı.

Ahmet Efendi Hocaları tarafından Konya’ya gönderilmesi kararlaştırılmıştı nihayet. Kısa zamanda birkaç çift çarık ve bir miktar da yiyecek ve giyecekten müteşekkil olan hazırlıklarını tamamladı. Yüz beş kuruş da parası vardı cebinde. Bir de yıllar önce köyündeki imamdan aldığı ilk icazet. Hazırlıkları bitince vedalaşmak üzere tekrardan Abdul Hamit Hoca’ya uğradı. Hoca, yazdığı mektupla birlikte Dağıstanlı Hoca ile hazırladıkları icazetnameyi ona taktim etti. On yedi yaşlarında bir genç olan Ahmet, artık tek başınaydı ve de o zorlu Konya yollarına vurmuştu kendisini.

*Muammer Akpınar “Vadiye Düşen Tohum” adlı yayınlanmamış romanın bir kısmından özetlenmiştir

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu kategoriden diğerleri: HOCA MUSTAFA EFENDİ »

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort