JoomlaLock.com All4Share.net

VAHDETİN ÖNÜNDEKİ ENGEL: TAASSUB

Taassub

Vahdetin Önündeki Engel; Tassub - Abdülkadir Visâli

Sayı : 102 - Haziran 2016

 

Vahdetin Önündeki Engel; Tassub

 

Mezheb hususundaki sıkıntıları, yanlış anlaşılmaları, pratikteki hataları ifade etmeden evvel meselenin esasına dair bir girizgâh yaparak aslını ortaya koymaya azmedelim inşaallah. Böyece mezhebin nedeni, esası ve gerekliliği anlaşılması gerektiği gibi anlaşılırsa zaten problemli noktalar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 

Malumdur ki Kur’an-ı Kerim altı bin altı yüz küsür ayetten müteşekkil bir usaredir. Dolayısıyla içerisindeki hüküm ve hadiseler, kıssalar; kısaca anlatılanlar bir öz mahiyetindedir. Yani sınırlıdır. Sünneti seniyye de böyle. Hadisleri kabul eden ehlisünnet ulemasına göre “Kütüb-i Tis’a” denilen meşhur dokuz hadis kitabında (Buharî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce, Nesâî, Dârimî, Muvatta, Müsned-i Ahmed bin Hanbel) toplam sahih hadis sayısı yaklaşık otuz bin civarındadır. Her ne kadar bu sayı çok fazla gibi görünse de belirli bir hududu bulunduğundan yine de azdır. Yani hadisler ve Kur’an ayetleri sınırlı, hadiseler ve kişiler onlara nisbetle Allah’ın takdir ettiği güne kadar sınırsız olduğuna göre karşılaşılan yeni hadiselere Kur’an’ın ışığı, Hazreti Peygamber’in sünneti seniyyesinin nuru ile çözüm üretmek gerekir hiç şüphesiz.

Üzerinden çokça tartışma çıkarılmak istenen meselelerden birisi de mezheblerin Hazreti Peygamber zamanında olmadığı hususudur. Tabi bu bakış, yani karşılaştığı her şeyi “Bu Hazreti Peygamber zamanında var mıydı, varsa ne âlâ; yoksa bunun İslamî hayatımızda yeri olamaz.” diye serdedilen anlayış gayet hastalıklı bir bakış açısıdır. Bu ifade tıpkı “Kur’an Müslümanlığı” gibi tumturaklı bir ifade olup itirazının dinin esasına itiraz gibi algılanması sağlanmaktadır. Büyüklerimiz bu durumda bulunan insanları kuzu postuna bürünmüş kurt olarak tarif buyurmaktalar. Asıl maksatları tahrip iken tamir davasında görünen din tahripçileridir bunlar. 

Bir defa temel bir prensip olarak şu kesinkes bilinmelidir ki bugün dini anlama ve yaşama hususunda elimizde mücessem bir halde bulunan hakikatlerden birçoğu Efendimiz ve güzide ashabı sırasında bir ruh olarak varlığını sürdürmektedir. Esasında Efendimiz de aralarında bulunduğundan böyle bir ihtiyaç olmamıştır. Çünkü dinin kaynağı zaten hayatlarının içerisinde canlı olarak bulunuyordu. Üstelik böyle canlı bir ilişki mevcut bulunduğundan hükümlerde değişiklik olma, yeni hükümlerin ilavesi, eksiltilmesi (nâsıh-mensuh) ihtimali mevcut; bu elbisenin sürekli değişmesi gibi bir problem ortaya çıkar. Dolayısıyla başta Kur’an-ı Kerim’in bir mushaf olarak tanzim edilmesinden tutun da kelam, hadis, fıkıh, tefsir, tasavvuf vs. İslamî ilimlerin hepsi sonradan tedvin edildi. Sahabe efendilerimiz ve onlardan sonra gelen tabiin ve etbau tabiin dini mübinin bu derleme işinde çok titiz davranarak elhamdülillah, dinimizin bütün kaynaklarının bozulmadan bize aktarılmasına vesile oldular. 

İşte mezheblerin teşekkülünde temel vazifesi gören içtihad meselesi dinin kaynağı olan Efendimiz’in ahireti şereflendirmesi ile zaruretlerden hareketle işletilmeye başlanmıştır. Çünkü Efendimiz hayatta iken kendisine arz edilen bir problemde Efendimiz ya evvelce inmiş bir ayetin hükmünün nasıl uygulanacağını kişiye izah ederek ya da önceden inmemiş bir hüküm yoksa Allahu Teala’nın o mesele ile ilgili yeni bir ayet indirmesini bekleyerek hadiseleri hallediyordu. O’nun (sav) aramızdan ayrılması ile birlikte hemen Hazreti Ebu Bekir döneminde hakkında bir ayet bulunmayan, hadislerde de tesbit edilemeyen hususlarla alakalı bir şeyler söylemek gerektiğinde evvela istişare müessesini çalıştırdılar. Mesela hilafeti döneminde kendisinin evlatlarının mirasında hakkı bulunup bulunmadığını soran bir kadına Hazreti Ebu Bekir; “Meselene Kur’an’da açıkça hüküm veren bir ayet yok, Efendimiz’in zamanında da böyle bir olayla karşılaşmadık. Onun için Hazreti Peygamber’in önde gelen ashabı ile birlikte istişare edip sana cevap vereceğim.” diye mukabelede bulunmuş ve hükmü, onlarla görüştükten daha sonra tebliğ etmiştir. 

Raşid halifeler istişare ile hareket etmeye özen göstermişlerdir. Çünkü onların meclisinde, şûralarında bulunan kimseler sahabenin büyükleri idi. Dolayısıyla hem ayetlerin nüzul sebeplerini, hem de hadislerin irad edildiği durumları yakinen biliyorlardı. Onun için mesele İslami olunca onların söyleyeceklerinin muhakkak önemi büyüktü. Çünkü onlar öyle bir topluluktu ki Allahu Teala, Efendimiz’e hitaben “Onlarla istişare et.” (Âl-i İmran 159) buyuruyor. Yani Cenabı Hak onların fikirlerine güvendiğini/güvenilmesi gerektiğini bildiriyor. Tefsirlere baktığımızda bazı ayetlerin başında “Refakatü’l-Ömeri” kaydının bulunduğunu görüyoruz, adeta bu istişareler neticesinde Cenabı Hak, Hazreti Ömer’in (ra) görüşünü tasdik edercesine bir ayet indirmiştir, mahiyetinde. Allahu Teala onların imanlarını, akıllarını, anlayışlarını öyle kemale getirmiştir ki söylediklerini bu kemal sıfatları çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Bu mevzu ile ilgili Sad b. Muaz’ı da hatırlıyoruz. Beni Kureyza için verdiği hüküm hakkında Efendimiz’in; “Yedi kat göğün üzerinde Allah da aynı hükmü vermişti.” buyurması bir insanın anlayışının nasıl kemale geldiğini göstermesi açısından gayet manidardır. 

İşte bunun gibi sahabe nesli sonrası gelen insanlar da (yani müçtehid imamlarımız) temel olan iki kaynaktan, Kur’an ve sünnetten sonra bir de o mükemmel anlayışa sahip olan ve bilerek hata yapmayacak, bilmeyerek yaptığı hatalarda da asla ısrar etmeyecek sahabi efendilerimize de baktılar. Buna icma dendi. Yani ashabın alim olanları bir meselede ittifak ettiler mi yoksa hangileri hangi görüş etrafında toplanmışlar buna baktılar ve bir meselede onlardan bir nakil varsa susmayı ve onlara tabi olmayı kendilerine şiar edindiler. Hatta bu hususta o derece dikkat ettiler ki titizliklerini ifade sadedinde İmam Ebu Hanife’den nakledilen şu söz onların muazzam tavırlarını bütün sarahatiyle ortaya koymaktadır. Büyük İmam (rh.a); “Kur’an ve sünnette açıkça delil bulamadığımız bir hususta biz ‘Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı ve altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetle müjdelenen.’ sahabilere bakarız. Onlar bir mesele hakkında ittifak edip icma ile hüküm vermişlerse zaten ona ittiba ederiz. Eğer genel bir icma yoksa ve sahabi efendilerimiz -misal- üç ayrı görüş belirtmişlerse nasıl olsa onlar da ittifak edememiş, biz de bir şeyler söyleyelim demekten hayâ ederiz. Muhakkak o görüşlerden birini tercih ederiz.” buyuruyorlar. 

Hazır mesele buraya kadar gelmişken söylemek gerekir ki ictihad kapısının kapandığını iddia edip bugünün meselelerini de geçmiş dönemin hükümleri ile sınırlamak da akla ziyandır. Eğer böyle düşünülecekse Kur’an ve sünnet de yeter, hatta sünnete de gerek yok Kur’an yeter gibi bir anafora düşülür ki bunun tehlikesini geçtiğimiz sayılarda yeterince işledik. Bu kapı, Allah’ın izniyle, kıyamete kadar açık kalacaktır; buyurmuş büyüklerimiz. Bunun aksini iddia etmek insanı taassuba düşürür ki bu Allah’a sığınılacak bir vaziyettir. 

Tabi bir de bu içtihad meselesi yüzünden İslami meseleleri istismar etme gayretinde olanlar var. “Ben de Kur’an’la ve hadislerle amel edebilirim, içtihad edenlerin ağzı gözü dört müydü; Ebu Hanifeler, Şafiiler, Malikiler, Ahmed b. Hanbeller yapmış da bizim tek suçumuz bu zamanda dünyaya gelmek mi?” diyecek olursan deriz ki; “Onların yapmış olduğu içtihadları beğenmeyip itiraz etmek, üstelik farklı olayım, tanınıp bilineyim diye bugüne kadar hiç söylenmemiş, söylenmeye cesaret edilmemiş, zaten seleften nakledile gelen sahih/temiz akideye ters şeyler söyleyerek o güzide insanların verdiği hükümler gibi sen de bir şeyler söylemek istersen dikkat etmelisin. Zira bunun için İmamı Azam gibi müthiş bir zekâyla Kur’an’ı anlaman, İmam Malik gibi ilmi fıkha vakıf olman, İmam Şafii gibi salih bir imana sahip olman ve Ahmed b. Hanbel gibi kâmil bir veli ve bir kutb-i azam olmak gerekir. Buyur yolun açık olsun, eğer böyle bir yiğit isen ellerinden öpülür.” Ama şunu unutmamak lazım ki onların en belirgin vasıfları fikirlerini eleştirebildikleri halde birbirlerinin münkiri olmamaları idi. Bugün bir şeyler söyleme kastı olanlar ise düne katkı olsun onların zaman ve zemin icabı karşılaşmadıkları meselelere onların söylediklerine kıyasen ümmetin meselesi hallolsun diye bir şeyler söyleyelim duygusuyla değil de; “Onlar kim ki bu kadar büyük kabul ediliyor, ben onlardan daha iyiyim hâlbuki.” hasediyle hareket ediyorlar. Dolayısıyla evvelkileri inkar yoluna gidiyor, onların söylediklerini hiçe saymaya çalışıyorlar. 

Mezheblerin gerekliliği ve doğuş serüvenini aktardıktan sonra “Şir’aten ve minhaca... - Bir kanun ve bu kanunun içerisinde de yol tayin ettik...” (Maide 49) ayetinde de işaret edildiği üzere Cenabı Hakk’ın va’z ettiği şeriat ve bu şeriat içerisinde yollar bize lütfetmiştir. O cadde-i kübra olan ve dosdoğru Allah’a vasıl olan şer-i şerifin içerisinde rahat yol almamızı sağlayacak -lâ teşbih- vasıtamızın durumuna göre (içerisinde bulunduğumuz duruma, konuma, zahiri ve batıni şartlara göre) manevi şeritler lütfetmiştir ki işte bu, mezheblere tekabül eder.

Ortada böyle bir gerçeklik var iken şimdi hepsinin böyle Hakk’a doğru gittiğine itikad ettiğimiz hak mezheblerin müntesipleri olarak biz ne hikmetse birbirimizi beğenmeyip küçümsüyoruz. İşte bu; “Zaten mezhebler dinin birliğini bozuyor; Allah bir, Peygamber bir, Kur’an bir, din bir; şu halde ne gerek var farklı mezheblere?” diyen art niyetli kimselerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz. Böylelikle hem kendimizden olmayanları ötekileştirerek İslam ümmetinin içerden parçalanmasına hem de dışarıdan hücum edenlerin kötü emellerine ulaşmasına, bilerek ya da bilmeyerek, hizmet etmiş oluyoruz. Üstelik burada güya cahilliğimizden dolayı yapıp ettiklerimizin bedelini bu dünyada da ahirette de öderiz, zira mesele dine taalluk edince cehalet mazeret olmaz. 

Hâce Hazretleri’nin de buyurduğu gibi “Lafa geldi mi hak mezhebler dört tanedir, diyoruz -aslında dörtten de fazladır fakat bugün için onların tabileri kalmadığı için yuvarlak hesap dört diye söylüyoruz- say denilse evvela kendi mezhebimizi söylüyoruz.” Bir de aramızı açmaya çalışan münafıkların/fesat odaklarının ifadeleri var ki fütursuzca onları söylemekten geri durmuyoruz. Neymiş efendim; “Hanefinin arkasında Şafii namaz kılsa olurmuş da; Hanefi olan birisi Şafiinin arkasına namaza duramazmış.” Subhanallah!.. Ne kötü bir şey şu cahillik. Onun için büyüklerimiz; “Her şey bir şey cehalet hiçbir şey buyurmuşlar.”

Burada esas olan şudur ki mezheb imamlarının ve mezhebe bilinçli bir şekilde tabi olan müslümanların zaten birbiriyle bir problemi yok. İmam Şafii hazretlerini İmam Ebu Hanife’nin kabrinde onun içtihadı ile hareket etmesi, yine Ahmed b. Hanbel ile yakın arkadaşlığı, İmam Malik’in ehli Medine’den olup oradaki her kesim insan tarafından baş tacı edilmesi bilinen gerçeklerdir. 

Üstelik bilinmesi gereken en temel şey mezheblerin aralarındaki ihtilafların asıl olan unsurlara değil füruattan sayılabilecek hadiselere taalluk ettiği de bir gerçekliktir. Dolayısıyla bizim diğer hak mezheblerimizin müntesipleri ile aramızdaki zemin asgari değil azami müştereklerimizin olduğu bir zemindir. Ama müslümanların vahdetinden rahatsız olanlar sanki hiç ortak noktamız yokmuş gibi tarihten bugüne bizi birbirimize kırdırma gayretindeler. Tarihten bugüne ehlisünnet mezheblerinin müntesipleri arasındaki kavgaların temel nedeni budur, diyebiliriz. Yani mutaassıp mezheb müslümanları ve onları tahrik eden gerek din dairesinin içinden gerekse de dışından çeşitli mihraklar bazı kıvılcımları körükleyerek İslam diyarlarını ateşe vermek istemektedirler. 

Bugün mesele daha büyük bir boyut kazanmış, hak mezhebler arasındaki bu taassub daha büyük/kaygan bir zemine çekilerek hakikatte butlan bir yola mensup olan bazı çoğunlukların sanki gerçek bir muhatapmış gibi ehlisünnet müslümanlarının dengi gibi anlaşılmaları sağlanmış. Esasen dini temsilin yetkili tek mercii ehlisünnet mensupları ile özelde Şia genelde de kendilerine Selefi deseler de aslında harici zihniyete sahip olanların sürekli birbirleri ile savaş ortamı oluşturuluyor. Şimdilerde siyasi bir takım meseleler de işe karışınca “Ne sünniyiz ne şiiyiz biz müslümanız!” sloganı ise her ne kadar kulağa hoş gelse de sünniyim demekten vaz geçen insanın Hazreti Paygamber’in sünnetinden ve sahabenin ittifaken bize aktardığı dini mübinden yüz çevirmek demekte olduğunun farkında olması gerekir. Evet, ama o niyetle söylenmiyor, gibi sığ savunmalar söyleyeni de tasdik edeni de huzuru Rabbü’l-İzzet’te mahcup eder inancındayız.

Bunun için meselemizi fert fert iyi öğrenmeli; din nedir, mezheb nedir, meşreb nedir; bunlar dinin neresindedir sorularının cevabını şuurlu bir şekilde vermeliyiz. Aksi takdir de “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır.” buyrularak içerisinde barındırdığı rahmete işaret edilen ve özellikle ameli mezheblerde bulunan ve Kur’an’ın ve sünnetin Arapçanın yapısının da etkisiyle farklı anlaşılmaya müsait halinden hareketle farklı düşüncelere sahip olmanın ümmetin menfaatine olduğu tarihi tecrübe ile sabit görülen bir hakikatten bahsediyoruz. Bunun taassupla ötekileştirmeye ve başkalaştırmaya kapı açmaması gerektiğine de işaret ederek yazımızı noktalamak istiyoruz. 

Cenabı Hak, ufak hesaplarla üç günlük dünya menfaati için ve cehaletin tazyiki ile yapacağımız yanlışlardan, özellikle de din kardeşlerimizi hakir görerek onlarla aramıza mesafe koymaktan bizleri muhafaza buyursun.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort