JoomlaLock.com All4Share.net

ZÜHD, FARZI AYNDIR

“Nefsânî arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân; 3)

Zühdün kelime manası; isteksizlik, rağbetsizlik, aza kanaattır. Terim olarak; dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak manalarına gelir. Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır, şeklinde de tarif edilir.

“Zühd sahibi olanlara zâhid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır.” (Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, 252)

Allah (cc) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi Müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, Müslümanın dikkat etmesi gereken husus; dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman meşru sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.

Zühd üç kısma ayrılır:

a- Haramları terk etmek: Zühdün, bu türünün bütün Müslümanlarda bulunması gerekir. Herkes için farzdır.

b- Helâllerden, gerekli olmayanları terk etmek: Bu kullukta ileri derecelere ulaşanlarda bulunur.

c- Allah’la meşgul olmayı engelleyen her şeyi terk etmek: Bu da, “ârif” denilen, Allah’ı tam bilip ona itaat eden kullara ait olan zühddür. (Süleyman Uludağ, a.g.e., 256)

Yukarıda İmam Kuşeyrî’nin  (ra) risalesinde buyurduğu üzere zühd, Allah için terk etmenin adıdır. Yani bir mü’min Rabbi’nden başka hiçbir şeye rağbet etmemelidir. Kalbini dünya ile alâkalı her şeyden çevirmelidir. Burada şuna dikkat etmemiz gerekir ki bu hâl, mü’minin dünya nimetlerinin tamamını terk etmesi manasında anlaşılmamalıdır. Cenâbı Hakk’ın nazar ettiği mekân kalbimizdir. Orada Kendi razı olduğu şeylerden başkasının sevgisini koymamızdan hoşnut olmaz. Bundan dolayıdır ki, bizi haktan uzaklaştıracak her şeyden yüz çevirmek zühdün kendisidir.  

Bu manada Resûlullah Efendimiz (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm); “Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir musibete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle onun devamına rağbet göstermendir.” buyuruyorlar. [Tirmizi, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100)]

Yani yanlışa düşerim, gönlüme Allah sevgisinden başka şeyler girer düşüncesiyle her türlü dünyalığı terk edip insanlardan dahi uzak yaşamak zühd sayılsa da aslında kolaycılık olarak algılanmalıdır. Çünkü olmayan bir şeyin gönlümüze girme ihtimali zaten yoktur. Fakat Rabbimiz tarafından bize sunulan dünya nimetlerini hem kullanıp hem de gönlümüzde yer etmemesi için gayret etmek ve bunda da azami başarılı olmak yakınlığın artmasına daha fazla vesile olur kanaatindeyiz.  

Büyüklerimizden Ubaydullah Ahrâr (ks) için nakledilen bir menkıbede uzak diyarlardan gelen bir âlim zât hazreti ziyarete gelir. Yanında da çok kıymet verdiği bir kitabı vardır. Hazretle dergahta otururlarken, buyururlar ki “Çıkıp biraz dışarda dolaşalım. Dışarı çıkarken misafir kitabını da yanında götürmeye çalışır. Fakat kitabın burada emniyette olacağını buyurarak odada bıraktırırlar. Yolda giderken misafir zatın aklı sürekli kitabındadır. Arazide gezerken uçsuz bucaksız araziler görürler. Misafir arazilerin kime ait olduğunu sorar. Şeyhe ait olduğunu duyunca içi karışır. “Bir evliyanın bu kadar malı olur mu?” diye içinden sorar. Hazret buyururlar ki;

“Bu kadar arazimiz var fakat bugüne kadar bir zerresi bile gönlümüzde yer bulamadı. Senin bir kitabın odada kaldı. Gönlün hep onunla meşgul oldu.”

İşte Nakşibendi yolunda ve özellikle Hâcegân ekolünde zahidliğin esası budur. Yani hem halkla birlikte yaşayacak, onların irşadıyla meşgul olacak hem de gönlünde kendisini Hak’tan gaflete düşürecek her türlü dünya menfaatinden uzak duracak. Dünya malından elinde az veya çok ne olursa olsun sadece Hak adına alıp vereceği ve kullanacağı için onun takvasına ve zahidliğine halel gelmeyecektir.

Aksini düşünecek olursak; yani dünyadan tamamen el etek çekip, az yiyip, az uyumakla zahidliğin bugün için mü’minlerin ihtiyacına cevap veremeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü bugün gerçekten gönlünde Allah’tan (cc) başka hiç bir şeyin kalmaması için gayret eden bir salik zaten her şeyine dikkat etmek zorundadır. Haramların ve şüphelilerin çok fazla olduğu bir ortamda halkın en orta yerinde bile olsa harama veya mekruhata bulaşırım korkusuyla az yemek ve içmek zorundadır. Hakk’a karşı kulluğunu ifa etmek ve helalinden ailesine bir rızık temin etmek için yapacağı çaba, zaman olarak o kadar çoktur ki; zaten uyumaya fırsat bulamayacaktır. Misal olarak asgari ücret kazanmak için sabahtan akşama kadar çalışıp evine ancak kuru bir ekmek getirebilen bir Hâcegân saliki akşam da Hakk’ın zikredildiği hatme, tevhid ve sohbet halkalarında bulunmak ve gönlünü Hakk’a rabt etmek için didinirken acaba ne zaman uyuyacaktır, sizler takdir ediniz. İşte bu cepheden baktığımızda günümüzün zahidliği İslam’ı hakiki manada yaşamak isteyen mü’minler için artık doğal olmuştur. Buna zengin mü’minleri de örnek verebiliriz. Elinde her türlü imkân varken adeta bir fakir gibi yaşamaya çalışan ve her türlü haram ve şüpheliden kaçınan bir zengin zaten günümüzün zühdünü yaşamış olmuyor mu?

Amr ibni Avf el-Ensârî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav), Ebû Ubeyde İbnü’l-Cerrâh’ı (ra) cizye tahsili için Bahreyn’e gönderdi. Ebû Ubeyde, cizye olarak topladığı mal ile Bahreyn’den geldi. Ensar, Ebû Ubeyde’nin geldiğini duyup, sabah namazını Resûlullah (sav) ile kılmak üzere geldiler. Resûlullah (sav) namazı kılıp gitmeye kalkınca, ensar önüne durdular. Resûlullah (sav) onları bu vaziyette görünce gülümsedi ve,

–Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den malla geldiğini duyduğunuzu zannediyorum, dedi. Ensar,
–Evet, yâ Resûlallah! diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
–Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümid ediniz. Allah’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum, buyurdular. (Buhârî, Rikak 7; Müslim, Zühd 6)

Bu hadisi şerif çerçevesinden baktığımızda Efendimiz’in korkusu, dünya nimetlerinin elde edilmemesi değil, dünyaya meyledip, yaradılış gayesini unutmaktır. Yoksa Efendimiz (sav); “Sakın bu mallara dokunmayın. Bunlardan yararlanmayın.” buyurmuyorlar. “Bunlarla meşgul olup Hak’la irtibatı koparmak, asıl tehlikeli olan budur.” buyuruyorlar.

Başka bir hadisi şerifte Câbir’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) bir gün pazar yerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Resûlullah, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı. Onun kulağından tutarak,

–Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister, buyurdu. Ashâb,
–Daha az para ile de olsa biz almayız, onu ne yapalım ki, dediler. Sonra Resûl-i Ekrem,
–Size bedava verilse ister misiniz, diye sordu. Onlar:
–Allah’a yemin ederiz ki, o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah,
–Allah’a yemin ederim ki, Allah’a göre dünya, önünüzdeki şu ölü oğlaktan daha değersizdir, buyurdu. (Müslim, Zühd;2)

İşte bizlerin de dünyaya bakışı bu cepheden olursa zühde ulaşmamız mümkün olur. Çünkü Mahbûb-i hakiki Cenâbı Hak’tır. Her şeyi O’nun sevgisine muvafık olup olmaması ile karşılaştırmalıyız. Mademki dünya ve dünyaya bulaşmış ne varsa hepsine Rabbimiz (cc) Hazretleri rahmet nazarıyla bakmamışlar. Bizler de elimizde ne varsa -bu zahirde de olabilir, batında da olabilir- ona aynı cepheden bakmalıyız.

İmam Gazali (ks) Hazretleri “İhya-i Ulûmu’d-Din” adlı muhteşem eserinin zühd bahsinde buyuruyorlar ki; zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır:

Birinci alâmet; mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir. “(Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.” (Hadîd/23) Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek. Bu mal/variyet hakkındaki zühdün alâmetidir.

İkinci alâmet; kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Bu ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir.

Üçüncü alâmet; Allah’a olan ünsiyet olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir; ya dünya veya Allah sevgisi... Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim Allah’a ünsiyet vermişse, ancak Allah ile meşgul olur, O’ndan başkasıyla meşgul olmaz.

Yani kısaca salikin insanlarla ilişkisi, mahlûkatla ilişkisi ve Hak ile ilişkisi aidiyetiyle alâkalı olmalıdır. Yani her şeyiyle Hakk’a ait olduğunun ve Hak’la kaim olduğunun bilincinde olarak hareket etmelidir. Şartlar içerisinde zâhidliği en güzel şekilde yaşayabilmek önemlidir. Yani zühde ve takvaya ulaşarak bizi kemâlata ulaştıracak hal ve durum nasıl kazanılacaksa amellerimiz ve bu amellerimizi gerçekleştirdiğimiz ortamlar buna uygun olmalıdır. Yoksa sadece fakir olursan zâhid olursun veya halvette kalırsan takvaya ulaşırsın anlayışı zamanı anlamamak olur ve sadece kendine faydalı bir insan modeli ortaya çıkar. Oysa biz öncelikli olarak kendimizden sorumlu olsak da Rabbimiz’in bizden murad ettiği insanlığın saadeti açısından da sorumluluklarımız vardır.

Burada satırlarımıza nokta koyup, konuyla alakalı Hâce Hazretleri’nin (ksa) yapmış oldukları sohbetinin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyoruz. Buyuruyorlar ki;

“Biz toplumu değil de toplumun mecbur yönlerini, zemmedilmiş yönlerini terkle memuruz. Çünkü toplum Allah’ın mahlûkudur. Dolayısıyla hukuku’l-ibâd, o mahlûkun üzerinde de bizim haklarımız veya onların bizim üstümüzde hakları vardır. Bundan kaçış olmaz. Yani böyle zühdü kolaycılık anlayışına çevirmek zühd değildir. Tıkandığı yerden, işte bir düğüm oldu oradan kesmek olmaz. O düğümü çözeceğiz. Bizim anlayışımızdaki zühd toplum içinde, -celvette, halvet demiş Nakşiler- kalabalığın içinde Allah’tan gafil olmamak. O yüzden bizim yolumuzda belli mistizme dair olan uzletler, riyazatlar, halvetler vs. bunlar yok.”  

Kısa ve öz olarak bizim baştan beri izaha çalıştığımız zahidlik kavramını açıklıyorlar. Evet ehemmiyetli olan şudur ki; gaflet duygusunu içimizden tamamen söküp atabilmek. Maddi veya manevi hangi ortamda olursak olalım, büyüklerimizin diliyle; “El kârda gönül yârda” olmayı düstur edinmemiz gerekir. Gönül sürekli Allah’ın ve sevdiklerinin muhabbetiyle dopdolu olursa her yer ve her an bizi zühde ulaştıracaktır.

Cenâbı hak bizleri bu güzel hallerle müzeyyen eylesin, âmin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu kategoriden diğerleri: TASAVVUFUN TOPLUM HAYATINA ETKİLERİ »

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort