JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 11 Temmuz 2012 03:24

LEYLA HANIM

Leyla Hanım, 19.yy'da Osmanlı Devleti'nde yetişen en büyük hanım şairlerdendir. Osmanlı’da bayan şairlerin kaynaklardaki varlığını ilk olarak 15.yy’da, Fatih zamanında görebiliyoruz. Fatih Sultan Mehmed Han zamanındaki refah ve bolluğun hemen her alanda kendini gösterdiği hepimizin malumudur. Bu terakki ve gelişme edebiyat sahasında da yaşanmış ve bayan şairler de yavaş yavaş şuara tezkirelerinde yer almaya başlamışlardır. Divan Edebiyatı’na şöyle bir göz atıldığında erkek şairlerin sayılarının bayan şairlere oranla her dönemde bir hayli fazla olduğu açıkça görülür. Gerçi bu durum sadece Divan Edebiyatı’nda değil, hem edebiya-tımızın diğer alanlarında hem de dünya edebiyatında böyledir.

Erkek şairlerin hakim olduğu, geleneğe ve klişeleşmiş ölçülere sıkı sıkıya bağlı kalınan divan edebiyatımızda, kalem oynatmanın zorluğunu yenebilmiş ve kendilerini bulundukları zamanlarda kanıtlamış,  sonraki kuşaklara da örnek olabilmiş bayan şairlerden öne çıkanlar arasında Leyla Hanım’la birlikte Mihrî Hatun, Zeyneb Hatun, Fıtnat Hanım, Şeref Hanım ve Âdile Sultan’ı da anmak mümkündür.

Divan Edebiyatımız incelendiğinde şairlerin hemen hepsinin çok iyi bir eğitim aldığı, önemli devlet görevleri yaptığı, hasılı yüksek zümreye mensup olduğu görülmektedir. Bu durum bayan şairler için de ayniyle böyledir. Onlar da önemli bir devlet adamının kızı yahut hanımıdır. Yani zamanın elit tabakasına mensup, kendisini geliştirebilme, yetiştirebilme imkanına sahip münevver kimselerdendir. Arapça ve Farsça'yı gayet iyi bilen, hususi hocalardan belagat, fesahat dersleri alan, hat ve tezhip gibi sanatlarda kendilerini yetiştirebilme olanağı bulabilen şahsiyetlerdir.

Leyla Hanım’ın diğerlerinden farklı sayılabileceği bir yönü daha vardır. Kendisi gibi tezkirelerde yer alabilecek derecede iyi bir şair olan ve Gülşen-i Aşk, Mihnet-Keşân, Dîvân, Lâyihalar, Devhatü’l-Mehamid fî Tercimeti’l-Vâlid, Şerh-i Elgâz-ı Râgıb Paşa gibi önemli eserler kaleme Keçecizade İzzet Molla’nın yeğeni olmasıdır. Bu durum kendisini yetiştirmesinde ona yardımcı olmuş, dayısının şiirlerine tazmin ve tahmis yazmış, aynı zamanda hocası olan bu zat tarafından şiirlerindeki eksiklikler kendisine bildirilmiş ve düzeltmeye sevk edilmiştir. Hatta bazı şiirlerinde dayısından “üstad” diye bahsederek onun hayatında ne denli bir yere sahip olduğunu adeta okuyucuları ile paylaşmak istemiştir.

Kaynaklar onun Mevlevi olduğunu bildirmektedir. Şiirlerinde de bu tesir açıkça görülmektedir. Mevlevilerin en büyük şairlerinden bir tanesi ve bir mevlevi meşayıhı olan Şeyh Galib'den etkilendiğini de söylemek mümkündür. Divan sahibi olan hemen her şairin işlediği en belirgin temalardan birisi olan “aşk”, onun şiirlerinde de kendisine geniş bir yer bulmuştur. Bazı gazellerinin sonunda Mevlana’yı anmış olsa da daha çok beşeri aşkı terennüm etmiştir. Hatta gazel ve şarkılarında sıklıkla dile getirdiği sevgi, içki, eğlence meclisleri bir kadın olarak onun yanlış anlaşılmasına ve tenkit edilmesine yol açmıştır.

Vasat bir şair olan Leyla Hanım’ın tezkirelere girmesinin en büyük nedeni hem bir bayan olması hem de divan sahibi olmasıdır. Gayet zeki, nüktedan, hoşsohbet, kültürlü bir bayandır. Devrinde oluşturulan edebi ve sosyal çevrelerden uzak kalmamış bu ortamlarda kendisini kanıtlamayı bilmiştir. Şiirlerini topladığı divanında o zamanki divan geleneklerine uyarak gazeller bölümünde her bir harfle kafiyeli en az bir gazel yazmış böylelikle şiirdeki maharetini kanıtlamıştır. Kendisi hakkında “edibe, zarife, hazırcevap, anında şiir söyleyebilen, çabuk anlayan, pek zeki, şiirinin güzelliği yüzünün güzelliğinden üstün...” gibi tabirler kulanılmıştır.

Aileden gelme bir temayülle Mevleviliği benimseyen Leyla Hanım, Hz. Mevlana hakkında birçok methiye kaleme almıştır. Hz. Pir’e olan muhabbetini ve bağlılığını her fırsatta dile getirmeye çalışmıştır. Yazmış olduğu şu dörtlük bu rabıtanın en güzel göstergelerinden bir tanesidir:

Hazret-i Pîr etmedi Leylâ’yı da mahrûm-ı feyz
Tab’ımı mir’ât edip eş’âr kendin gösterir
Bende-i Molla-yı Celâlü’d-dîn-i Rûmî’yim bugün
Münkirânın attığı ahcar bâr olmaz bana

(Hz. Mevlana, Leyla’yı da feyzinden mahrum etmedi. Özümü kendisine ayna edip, bu aynada şiirlerle kendisini gösterir. Ben bugün Mevlana Celaleddin Rumi’nin kölesiyim. İnkar edenlerin attığı taşlar bana eziyet vermez.)

Baş tarafta yer verdiğimiz gazelden de anlaşıldığı üzere Efendimiz’e olan muhabbeti ve hasreti de pek ziyadedir. Bu hasreti mısralara döktüğü naatları, hem kendi zamanında hem de daha sonraları büyük bir iştiyakla okunmuş ve örnek alınmıştır. Bunun yanında Efendimiz'in âl ve ashabını, Hz. Hüseyin ve Kerbela faciasını da anlatan şiirler kaleme almıştır:

Ey gözüm durma hemân ağla Muharrem geldi
Hâb-ı gafletten uyan ağla Muharrem geldi

(Ey gözüm! Hz. Hüseyin ve ailesinin şehid edildiği Muharrem ayı geldi, artık gaflet uykusundan uyan ve durma, hemen ağla.)

Şair bir bayan olarak müminlerin en büyük hanımlarından bir tanesi olan Fatıma validemizi de unutmamıştır. Onun adına birçok şiirde yer vermesinin yanında gazel tarzında müstakil bir şiir de yazmıştır. Bu beyiti de bu sevginin bir nişanesi olarak burada sizlerle paylaşmayı uygun görüyoruz:

Ey mâder-i şâh-ı şühedâ Hazret-i Zehrâ
Mahşerde mu’în-i fukârâ Hazret-i Zehrâ

(Ey şehitler sultanının annesi Hz. Fatıma-i Zehra! Sen mahşerde de fakirlerin, yardıma muhtaçların elinden bir anne şefkati ile tutacak olansın.)

Divan şiirinin son demleri sayılan bir zamanda eser vermiş olan Leyla Hanım’ın mısralarında da 19.yy Divan Edebiyatı'nın genelinde görülen “mahallileşme” akımının etkisi gayet açık bir şekilde hissedilir. Şiirlerini son derece sade ve akıcı bir dille kaleme alan şair, sanat geyesi gütmeden ama ölçüleri de göz ardı etmeyerek gayet samimi bir şekilde duygularını dile getirmiştir.

Devrinin kültür ve sanat çevresinden, hususen de yazmaktan hiç uzaklaşmayan Leyla Hanım, 1847 yılında hayata veda etmiş ve Galata Mevlevihanesi Kabristanı'na defnedilmiştir. Cenabı Hak, kendilerini, Efendimiz'e (sav) yazmış olduğu naatlar, ehli beyte ve evliyaullah hazeratına adadığı şiirler hürmetine afv ve mağfiret eylesin. Şefaat-i Mustafa'ya eriştirsin inşaallah...

Bu ayki yazımızı yazarken antoloji.com, siirceler.com, turkcebilgi.net adreslerindeki konumuzla ilgili kısımlardan ve özellikle de Nurgül Özcan Hanımefendi'nin Yağmur Dergisi'nide yayımlanan “Leylâ Hanım ve Na’tı Üzerine” makalesine ulaştığımız dusuncekahvesi.net adreslerinden çok istifade etmiş bulunuyoruz. Kendilerine teşekkürü borç biliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Bilinmeli ki, sırf akıl, kalp ve ruhla hakikatleri anlamak ve tehlikeli şeylerden sakınmak, cisimlerin gözle görülmesi gibidir. Fakat hakikatlere, deliller vasıtasıyla ulaşmaya gelince bu elindeki değneğiyle yoldaki tehlikelerden korunmak isteyen bir âmânın durumu gibidir. Bu ikisi arasındaki farkın büyüklüğü de ortadadır.” (Şeyh Muhammed Nurullah el-Cezerî)

“Genç yaşta insanlığa yararlı neler yapılabilir, mahlûkata nasıl faideli olunabilir?” Sorusuna belki her birimizin vereceği bir cevabı vardır. Hatta bu cevabımızı, vereceğimiz birçok örnekle de daha ispatlanabilir hale getirmek mümkündür. Ashabı kiramdan hatta daha gerilere gidersek kâinatın yaratılışından günümüze kadar getirilebilecek bir örnekler silsilesiyle karşılaşmak işten bile değil.

Sadece insan psikolojisi ile mi ilgilidir bilemiyorum fakat bu tip mümtaz şahsiyetlerin zamanımızda yaşıyor yahut bize yakın bir vakitte yaşamış olması bizleri daha derinden etkiliyor galiba… Üstelik yakın zamanda yaşamış ya da hâlihazırda hayatta bulunan bir insanı kamil, insanların çeşitli tembelliklerini ve gafilliklerini ört bas etmek için öne sürdükleri kimi iddiaların ne kadar asılsız olduklarını göstermesi açısından da mükemmel bir örnek. Çünkü insanların birçoğunda, bu çağda bizlere örnek gösterilen hayatı yaşamanın mümkün olamayacağı(!) görüşü hâkimdir.

İşte bu ve buna benzer birçok tezin çürütülmesine biiznillah muvaffak olan erlerden bir tanesi de Şeyh Muhammed Nurullah Efendi’dir. Şeyh Nurullah Efendi Şırnak’ın Cizre ilçesinde dünyaya gelmiştir. Babaları büyük âlim ve veli Seyyid Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî, anneleri ise Şeyh Celaleddin Basretî Efendi'nin kerimeleri Tayyibe hatundur.

Çok küçük yaşlardan itibaren muhterem pederleri ve yine babasının yetiştirip izin verdiği hocalardan ders görmeye başlayan Muhammed Nurullah Efendi’nin aklı, bilgisi, irfanı ve ahlakı ile kısa zamanda arkadaşları arasından fark edilmeye başlandı. İlme olan kabiliyeti herkesi şaşırtıyordu. Aslında bu hal onlarda irsi idi sanki. Çünkü babaları da henüz yedi yaşında iken başlamış olduğu medreseye yirmi üç yaşında iken müderris olmuştu. Elbette insanlardaki kabiliyetlerin açığa çıkarılması için titiz bir işlemle adeta nakış nakış işlenmesi gerekir. Onun için Seyda Cezerî Hazretleri başta olmak üzere bütün hocaları adeta kendilerinin üstüne titriyorlardı. Neredeyse bütün zamanını babasının yanında bu mümkün olamıyorsa onun denetiminde geçiriyordu Nurullah Efendi ve bu teveccühü karşılıksız bırakmayarak gün be gün terakki ediyor, ilim ve irfan basamaklarını bir bir geride bırakıyordu.  

Giriş kısmında da bahsetmeye çalıştığımız gibi büyükler gençlerin üzerinde hususiyetle durmuş. Ğavs Hazretleri çocuklar için bile; “Onların yaşları küçük fakat ruhları çok büyüktür.” buyurmuşlar. Hâce Hazretleri’nin etrafındaki çocuklara, gençlere ve gönlü genç olanlara muamelesini ise anlatmak bu kısacık yazıda mümkün değil. İşte Şeyh Nurullah Efendi de henüz yirmi yaşına gelmeden babasının yetiştirmiş olduğu büyük âlim Batmanlı Şeyh Fahreddin Efendi’den ilim icazetini, mübarek pederlerinden de tasavvuf hilafetini almışlardır. Bu hadise bize Ahmed er-Rufaî Hazretleri’nin mübarek kelamlarını hatırlatıyor: “Bu yolun kıymetlerini ahzetmede bir çocuk ile yaşlı bir adam müsavidir.”

Sözün burasında “Evlenen dinin yarısını tamamlamıştır, diğer yarısı için de Allah’tan korksun ve takvaya sarılsın.” hadisi şerifi mucibince dininin havfullah ve takva noktasında, elinden gelenin en güzelini yapmaya çalışan Muhammed Nurullah Efendi’nin diğer yarısını da tamamlamak üzere yapmış olduğu evliliklerden de bahsetmek gerekir herhalde. İlk evliliğini babasının hem dayısı hem de mürşidi olan Şeyh Muhammed Dirşevî Hazretleri’nin torunlarından Kania Hatun ile çok genç yaşta iken yapmış ve bu evlilikten sekiz çocuğu dünyaya gelmiştir. İkinci evliliğini ise annesinin ısrarları üzerine yapmış ve bu birliktelikten de iki çocuğu olmuştur.

Babaları Şeyh Said Cizrevî Hazretleri vefat etmeden önce yerine oğlu Muhammed Nurullah Efendi’yi işaret etmişlerdi. Fakat 1968 yılında dünyalarını değiştiklerinde daha önceki işarete rağmen Nurullah Efendi babasının yerine geçmekten imtina ediyordu. Cenaze merasiminin ardından Şeyh Seyda’nın bütün halifeleri ve müridanı ona biat ederek teslim oldular ve böylelikle irşad süreci de başlamış oldu. Bu tarihten vefatına kadar hem medresedeki talebelerine hem de uzaktan yakından kendisini ziyarete gelen sevenlerine, bağlılarına Allahü Teâlâ’nın emir ve nehiyleri, Efendimiz’in (sav) sünneti seniyyesi ışığında dünya ve ahiret saadetinin yollarını anlatan sohbetler etti. Anlattıklarının yanında yaşamın her alanında da onlara örnek olmaya gayret etti.

Davete icabetin ne denli mühim olduğu hepimizin malumudur. Muhammed Nurullah Efendi de davete edildiği her yere imkânlar dâhilinde gitmeye gayret ederdi. Gidemediği beldelerdeki ihvanı ile de sürekli mektuplaşarak onların dertlerine ortak olmaya özen gösterirdi. Bulunduğu bölgede herkesin kendisine duyduğu derin saygı ve sevginin bir semeresi olarak birçok küskünü barıştırmış, nice sorunun çözülmesine önderlik etmiştir. Faaliyetlerini daha kolay yürütebilmek ve yapmış olduğu kimi işlere resmiyet kazandırmak üzere 1984 yılında, adı daha sonra değiştirilerek Samandıra İlim ve Sanat Vakfı olacak olan Selam İlim ve Hizmet Vakfı’nın kurulmasına öncülük etmiştir.

Türkçe’yi çok güzel konuşan, Arapça, Kürtçe ve Farsça’nın yanında kısmen de İngilizce bilen Muhammed Nurullah Efendi, Cenabı Hakk’ın (cc) kendisine bahsettiği kısacık ömre yukarıda anlatmaya çalıştığımız onca işle birlikte on dört eser telifi de sığdırabilmiştir. Eserleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: 1) Hizbü'l-Hikayiki'l-İrşadiye: Dua ve zikirlerle ilgilidir. 2) Es-Saihü'l-Mütefekkîr: Akide ile ilgilidir. 3) Cemü'l-Cevaî: Tefsir, hadîs ve fıkıh usulü ile ilgilidir. 4) Hülasatü'l-Telhis: Edebiyatla ilgili olup maânî ve bediî ilimlerine aittir. 5) Esrarü't-Tasavvuf: İlk eseridir, tasavvufla ilgilidir. 6) El-Akâid: Akâid ilmiyle ilgilidir. 7) El-Berahîn Âlâ Haşri'l-İnsan ve Vücudî Âlemin Ahar: İnsanların tekrar dirileceğine ve başka bir âlemin varlığına ait delillerle ilgilidir. 8) Ed-Delaillü-l Katı-a Âlâ Risalet-i Seyyidina Muhammed (sav) ve İcazi Kur'ân: Hz. Muhammed (as) peygamberliği ve Kuran'ın icazı ile ilgili kesin deliller ihtiva etmektedir. 9) Sahifetü'l-Marifet: Marifetle (Hakk’ı Bilmek) alakalıdır. 10) Divanü’n- Nûrî: Arapça ve Kürtçe tasavvufi, irfani ve edebi şiirlerden oluşan bir manzumeler bütünüdür. 11) Çekirdekler ve Gerçekler: İnsanın manevi yapısının nasıl korunacağını felsefî ve mantıkî bir metotla açıklamıştır. 12) el-Evrak: Medreselerde okutulan meşhur “Hallu’l-Maakid” adlı eserin mukaddimesinin beyan, belagat, maâni, sarf ve nahiv ilimleri açısından kısa bir şerhidir. 13) Sahifetü'l-İctihad. 14) Tabiat Çınlıyor.

Medresede yetiştirip mezun ettiği birçok talebenin yanında, geride kardeşi Şeyh Ömer Faruk Seyda el-Cezerî’nin de bulunduğu dokuz halife bırakan Muhammed Nurullah Efendi, 1985 yılında geçirdiği elim bir trafik kazasında vefat ederek ebedi âleme göçmüştür. Hayatta iken kendisini tamamen içtimai hayata ve manevi yaşantıya adadığı dönemlerde medreseyi emanet ettiği kardeşi Ömer Faruk Efendi, ağabeylerinin vefatından sonra da irşat makamına geçmiş, el-an bu vazifeyi sürdürmektedir. Cenabı Hak hem Muhammed Nurullah Efendi’ye hem de iman ile göçmüş cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Âmin.

Bu ayki yazımızda Abdurrahman Erzan’dan ( Cizre Müftüsü ) istifade eden ravzayahasret.com, seyhmuhammednurullahseydaelcezeri.com, birdamla.net adreslerinden yararlanmış bulunmaktayız. Cenabı Hak emeklerini zâyî’ etmesin inşaallah…

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - ŞUBAT 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Pazar, 25 Aralık 2011 02:58

TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ HOCAEFENDİ

6 Mart 2011 tarihinde Daru'ı-Bekâya irtihal eyleyen Büyüğümüze Cenab-ı Hak'tan Rahmet diliyor, ailesinin, sevenlerinin ve İslam Alemine TAZİYELERİMİZ SUNUYORUZ.

Tevafuk eseri, Hocamız rahmeti Rahman'a kavuşmadan önce Abdulkadir Visâlî kardeşimiz bu ayki yazısında zâtı âlilerinin tarihçe-i hayatlarını yazmıştı. istifadelerinize sunuyoruz.

Duaların kabul olduğu zamanlar vardır. Böyle zamanların bir kısmı, ayeti kerime-lerde, hadisi şeriflerde ve büyüklerimizin kibarı kelamlarında bizlere bildirilmekle birlikte bunların haricinde Cenabı Hakk'ın müminlerin dualarını ne zaman kabul edeceği, tabiri caizse onların serzenişine hangi vakit kulak vereceği de belli değildir.

Bunun içindir ki tasavvuf erbabı, hususen de Nakşibendîler yakaza haline yani kalbin uyanıklığına, dikkat ve rikkatini sürekli muhafaza etmeye çalışmasına çok önem vermişler ve kalbin her halinden ha-berdar olma (Vukûf-i Kalbî) esasının üze-rinde ehemmiyetle durmuşlardır. Çünkü kalbimizden geçen bir düşüncenin Cenabı Hak tarafından kabul ediliverilen bir istek olması, O'nun (cc) için zor olmadığı gibi şanının ve yüceliğinin yanında önemsenmeyecek derecede küçük bir iştir.

1925 yılında Konya'da dünyaya gelen muhterem Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi'nin hayatı da böylesi bir dua ve niyazdan sonra bambaşka bir şekil almış ve bugün onu tanıyan yediden yetmişe herkesin gönlünde taht kurmasına ve bu insanların hayır dualarıyla yad edilmesine vesile olmuştur.

İlkokulu mahalle mektebinde okuyan hocaefendi, henüz okula yeni başladığı dönemde birgün Kapu Camii'ne gider. Camide vaaz verilmektedir ve kürsüdeki vaizin -ne dediğini pek anlayacak yaşta olmasada- hitabeti ve oradaki cemaatin onu pür dikkat dinlemeleri kendisini o kadar etki-lemiştir ki; “Ben de böyle ilim sahibi ve güzel konuşan bir vaiz olsam.” diye iç geçirmekten kendini alamamıştır. Öyle görülüyor ki bu masum halde içinden geçirdikleri İlâhi dergahda karşılık görmüş ve adeta hayatı değişmiştir. Okumakta olduğu karma ortaokulunu bırakarak camide dinlediği hocaefendiden ders almaya başlar ve böylece ilmi hakikatleri ahzetmede uzun bir yolculuğa çıkar.
Tabi o zamanlar okuyup yazmak, hem bu dünya hayatının gereği gibi yaşanmasına hem de ebedi saadete vesile olacak bilgiler elde etmeye çalışmak çok kolay değil. Eğer okumak istiyorsanız sadece sistemin dayattıklarıyla meşgul olmanız gerecek aksi halde önünüz tamamen kapatılacaktır. İşte bölye dönemlerde bile kitaplarını gömleklerinin içine saklayarak hocalarına gidip gelmiş ve öğrenimini 1940 yılında tamamlayarak ica-zetini almıştır.

Konya'nın meşhur alimlerinden Hacı Veyis-zade Mustafa Kurucu Hocaefendi'den hadis dersleri alır. Yine Konyalı Ebû Said Muhammed Hâdimî Hazretleri'nin “Berika” adlı eserini de Mustafa Efendi'den okur. Bununla birlikte o zaman hafızlık merkezi olan Bulgurcu Tekkesi'nde hıfzına çalışırken, bir yandan da Hacı Hâki Efendi'den Farsça dersleri de alır.

Zahiri terbiyesinin yanında manevi terbiyesine de önem veren Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi bu yönde kendisini Ramazanoğlu Hacı Mahmud Sami Efendi Hazretleri'ne teslim etmişler. Bu işler elbette İlâhi nasip amma her ikisinde de öne çıkan nezaket, nahiflik, ilmi derinlik, kuvvetli hitabet gibi hasletler bu ikili ilişkiyi kısa sürede geliştirmiş ve manevi doğumları da Hacı Sami Efendi'den olmuştur.

Askerden döndükten sonra, Konya merkezinde sayılabilecek Boncuk Camii imamlığına atanır. Burada görev yaparken bir yandan da hafızlığını tamamlar. Hem kendi camiinde hem de çevre camilerde yaptığı vaazlarla ismi kısa zamanda duyulur ve cemaati günden güne kalabalıklaşır. O zamanlar Diyanet İşleri Reisi olan Ahmed Hamdi Akseki Hocaefendi Konya'ya geldiği bir vakit Tahir Hocaefendi'nin yapmış olduğu bir vaazı dinler ve oldukça etkilenir. Usullerin yerine gelmesi için yapılan bir imtihandan sonra kendisini 1951 yılında Konya merkez vaizi olarak atar.

Bu tarihten itibaren 1960 darbesine kadar vaazlarına devam eden hatta o günlerin yoğun baskısına rağmen geri adım atmayıp irşad faaliyetlerini sürdüren hoca- efendi 1962 yılında mahkemeye verilerek vaizlik vesikası elinden alınır ve sekiz ay süreyle konuşturulmaz.

Neticede 1964 yılında Burdur'a mecburi ikamete gönderilir. Büyükler için farketmiyor tabi. Üstadı Hacı Sami Efendi'nin memleketi Adana'dan çok uzaklarda, Medine'de, Şam-ı Şerif'de; büyük şeyhleri Esad Erbilî Hazretleri'nin vatanı olan Erbil'den kalkıp tâ İstanbul Kelami Dergahı'nda irşad faaliyetlerinde bulunduğu gibi onun için de bu sürgün va'zu nasihate engel olmayıp bilakis başka başka hayırlara vesile olmuş, sohbet halakası belki de hiç ummadığı yöre-lerde genişlemeye başlamıştır. Burada iken başladığı salon konuşmaları 1970 yılına kadar Edirne'den Erzurum'a; Adana'dan Samsun'a kadar ülkenin dört bir yanında kitleleri harekete geçirmiştir. 1968 yılında İzmir Alsancak Spor Salanu'nda yapmış olduğu konuşma büyük yankı uyandırmıştır. Bu hareketlilik muhaliflerinde gözünden kaçmamış, İsmet İnönü onu Said Nursi ve Gazali ile birlikte hükümeti ayakta tutan üçlü sacayından birisi olarak tanımlamıştır.

Siyasi değişiklikler sonrası bir yıl içerisinde Konya'ya müftü olarak geri döner. Yaklaşık yedi yıl süren bu görevinden sonra kendi isteğiyle tekrar vaizliğe döner ama 1973 yılında emekliye ayrılır. Kendisine ısrarla sunulan milletvekilliği tekliflerini üstadı Mahmud Sami Efendi'nin de olurlarını ve manevi desteklerini aldıktan sonra kabul etmiş ve 1977 yılında Milli Selamet Partisi listelerinden Konya vekilliğine seçilmiştir. Milletvekilliği zamanında gerek yurtiçindeki gerekse yurtdışındaki birçok Müslüman vatandaşlarımızla görüşme fırsatı yakalamış, onların maddi, manevi tüm sıkıntılarıyla yakından ilgilenmiştir.

Fakat bu dönem de uzun sürmez. Bu sefer de 12 Eylül !980 darbesi olmuş ve “İslâmî esaslara dönülmesini ve İslâmî devlet kurulmasını istediği” gerekçesi ile askeri mahkemece tutuklanarak on bir ay cezaevine gönderilmiştir. Beş yıl süren yargılamanın ardından beraat ederek serbest kalmıştır.

Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar memleketi Konya'ya dönerek sevenleriyle buluşur 1999 yılına kadar Kapu Camiin'de vaazlarına devam eder. Hemen yanıbaş-larında medfun Hz. Mevlana ve mükemmel Farsça'sıyla ezbere okuduğu Mesnevisi'nden, Koca Akif'ten, Hacı Veyis-zâde'den, Ladikli Ahmed Ağa'dan derlediklerini; hocalarından öğrendiklerini; Efendimiz Aleyhissalatü ve's-Selam'dan başlayıp Hacı Sami Efendi'ye kadar gelen pâk bir silsileyle kendisine ulaşan nisbetle yoğurup cemaati-ne/dinleyenlerine sunmaya gayret etmiştir.

Hacı Sami Efendi, Ladikli Ahmed Efendi, Hacı Veyis-zâde Mustafa Efendi, Muhammed Harrani Hazretleri, Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, Musa Topbaş Efendi, Mekkeli meşhur alim Muhammed Malik Alevî, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, havlucu Ahmed Efendi, üstad Ali Ulvi Kurucu, dişçi Mehmed Efendi, Necip Fazıl Kısakürek gibi gönül ehli kimseler onunla her daim görüşür, şehir dışında olanlar Konya'ya teşrif-lerinde hep ona misafir olurlardı.

Tasavvufta ölçüsü şeriat olan bir anlayışa sahip Tahir Büyük-körükçü Hocaefendi ehlullaha asla dil uzattırmaz ancak şeriate uymayan hallerin de şiddetle karşısında dururdu. Fıkhî meselelerde  titizlikle hareket eder ve özellikle Hanefî fıkhında lakaytliğe asla müsaade etmezlerdi. Hayır yapmada hep öncü olmayı sever başta imam-hatiplerin yapılması olmakla birlikte etrafındakileri de sürekli hayra teşfik ederlerdi.

Hakiki Vechesiyle Mevlana ve Mesnevi, Mevlana ve Mesnevi Gözüyle Peygamber Efendimiz, Müslüman! Peygamberini Tanımalısın, İslam'da Edeb, Mübarek Ramazan ve Oruç, Onu Yazdım Çünkü adlarında basılmış eserlerinin yanı sıra bügün birçok radyo ve televizyon kanalından vaazlarını dinlemekte olduğumuz hocamız halen Konya merkezde Erenköy mahallesinde ikamet etmekte, yaşamış olduğu sağlık problemleri nedeniyle maalesef ziyaretçi kabul edememektedir. En büyük derdi “İslam'ın ve Müslümanların yüzünün gülmesi” olan; “Çok çile çektik. Bir iyi gün görelim, İslâm adına bir oh diyelim de öyle ölelim.” diyen Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi'ye Rabbimiz'den sağlıklı, hayırlı ömürler dilerken özlemini çektiği o güzel günlere en kısa zamanda kavuşabilmek niyazı ile sizleri Allah'a emanet ediyoruz.

Bu ayki yazımızı hazırlarken netpano.com adresinden istifade ettik, emeği geçenlerden Allah razı olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

YÂR-I GÂR: MAĞARA DOSTU
Esmâ bint Ebû Bekir anlatıyor: Ebû Bekir, Rasûlullah ile birlikte hicret ettiği zaman bütün malını ve servetini de yanına alıp götürmüştü. Dedem Ebû Kuhâfe içeri girdi, gözleri görmüyordu. Şöyle dedi; “Vallahi görüyorum ki, oğlum Ebû Bekir bütün servetini alıp götürmek suretiyle size haksızlık etmiş ve sizleri mağdur etmiştir.” Ben; “Hayır dedeciğim, babam bize birçok mal bıraktı.” dedim, sonra taşları topladım, babamın malını ve parasını yerleştirmekte olduğu evimizin dolabına koydum, üzerini de bir elbise ile örttüm. Sonra; “Dedeciğim, gel, bak, işte mal ve para burada.” dedim. Dedem geldi, dolabı eli ile yokladı ve; “O halde bir mahzur yok, bu kadar mal bırakmakla iyi etmiş, bu size yeter.” dedi. Halbuki, vallahi babam Ebû Bekir bize hiç bir şey bırakmamıştı, ben bu hareketimle sadece ihtiyarı teskin etmek ve gönlünü almak istemiştim.

İşte dava için mal feda etmek. “Viran olası hanede evladu iyal var!” anlayışında olanların idrak edemeyecekleri mertlik ve insanlık örneği. Bir gaza dolayısıyla, bütün servetini Rasûlullah’ın huzuruna getiren Hz. Ebû Bekir’in, “Peki ailene ne bıraktın?” sorusuna, “Allah’ı ve Rasûlü’nü!” diye verdiği cevabın hicretteki örneği budur.

Para için mal feda etmek şeklinde yaşaması, yaşanması ve yaşatılması gereken hicret hadisesinin diğer bir yönü de budur.

Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın önüne iki binek hayvanı getirir ve en iyisini ona tahsis ederek; “Buyrun, binin.” der. Fakat Rasûlullah, “Ben, Bana ait olmayan bir bineğe binmem.” der. Hz. Ebû Bekir; “O halde binek senin olsun. deyince Hz. Peygamber; “Olmaz öyle şey. Fakat buna karşılık benden alacağın parayı söyle.” der. Hz. Ebû Bekir, bineğin değerini söyler. O da; “Bu fiyata bineği aldım.” der ve bineğe binerek hicret yolculuğuna çıkar. İşte hicrette gösterilen dikkat ve hassasiyet.

İbn Hişam’ın Siretu’n-Nebi’de anlattığına göre Rasûlullah ile Ebû Bekir Sevr mağarasına geldikleri zaman gece idi. Hz. Ebû Bekir evvela mağaraya kendisi girdi, mağara içinde yırtıcı bir hayvanın veya zararlı haşerelerin bulunup bulunmadığını kontrol etti, mağaranın etrafını el yordamı ile yokladı. Böylece kendisini tehlikeye sokarak Hz. peygamberi zehirli yılan, akrep ve yırtıcı hayvanların vereceği muhtemel zarardan korumak istedi.

Hamis isimli eserin müellifi, Diyar-i Bekri şunları da yazar: Hz. Ebû Bekir mağaraya girdiği zaman, eli ile her tarafı yoklamış ve zemini düzlemişti. Mağaranın bir yerinde bir delik görmüş, rıdasını yırtarak bu deliği kapatmış, kapanmayan kısmına da ayaklarını dayamış, ondan sonra, Rasûlullah’ın içeri girmesini istemişti. Rasûlullah, başını Hz. Ebû Bekirin dizine koyup, derin bir tevekkül ve teslimiyet hali içinde uyumuş, fakat az sonra mübarek yanağına damlayan göz yaşları ile uyanmıştı. Hz. Ebû Bekir’in ayağı, dayalı olduğu deliğin içinde bulunan bir yılan tarafından sokulmuştu. O, Rasûlullah’ı üzmemek ve uyandırmamak için bütün gücü ile acıya tahammül etmeye gayret etmiş, fakat bütün çabasına rağmen gözünden dökülen damlaların Rasûlullah’ı uyandırmasına engel olamamıştı. Uykudan uyanan Rasûlullah; “Ya Ebû Bekir ne oldu?” diye sormuş, o da; “Anam babam sana feda olsun, yılan ayağımı soktu.” demiş, Peygamberimiz, sokulan yere mübarek ve şifalı tükürüğünü sürünce, ağrı geçmiş, sızı dinmişti. Naklederler ki, Hz. Ebû Bekir’in vefatına, bu yaranın yıllar sonra nüks etmesi sebep olmuştur.

Müşrikler, köpekten daha ustaca bir şekilde iz süren bir kişinin (kâif’in) rehberliğinde gelip mağaranın üstüne kadar dayanmışlardı. Ayak seslerini ve yapılan konuşmaları işiten Hz. Ebû Bekir derin bir üzüntüye gark olmuştu. Onu, bu kadar çok mahzun olarak gören Rasûlullah; “Ne oldu, ne var?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir; “Ya Rasûlallah, müşriklerden biri bir eğilip ayaklarına doğru bakıverse, bizi görecek.” dedi. Bunun üzerine, derin bir teslimiyet içinde ve kaya gibi sapasağlam bir metanet duygusu içinde bulunan Rasûlullah, Kur’ân’da da yer alan şu cümle ile mukabelede bulundu; “Mahzun olma, hiç şüphe yok ki, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40) Bu hadiseden bahseden âyet aynen şöyle; “Eğer siz Muhammed’e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler onu Mekke’den çıkardıkları vakit, mağaradaki iki kişiden biri olarak, Allah ona yardım etmişti. Arkadaşına; ‘Üzülme! Allah bizimle.’ diyordu. Allah da, onun üzerine sekinetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü (ve sloganını) en aşağı duruma getirmişti. En yüce olan sadece Allah’ın sözüdür. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”

Bu ayette geçen: “Sâniyes’neyni” (ikinin ikincisi), “İzhümâ Fi’l-gâr” (mağaradaki iki kişiden biri) ve “Lisahibihi”, (Arkadaşı ve yoldaşı) sözlerinden maksat Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in sıddıkiyet, vefâkârlık ve fedâkârlık vasıfları, metn-i mukaddes’te ve metn-i münzel’de ebedileşmişti.

Yoldan giderken bir o yana ve bir bu yana bakarak etrafı gözetleyen, tehlikenin gelmesi muhtemel olan yöne geçerek vücudunu Hz. Peygamber’e siper eden bu fedakâr, vefakâr, cefakeş, çilekeş, digergâm ve civanmerd insan dostluğun, arkadaşlığın ve yoldaşlığın en güzel örneğini vermiş, canını cananına feda etmiş, Fuzulivârî:

“Cânımı cân eğer isterse minnet cânıma
Cân nedir kim anı kurban etmeyem cânânıma
Cân ile eğer bizden hoşnud ola cânânımız
Câna minnettir, anın kurbanı olsun cânımız “

Anlayışı ve şuuru içinde hareket ettiği için Müslümanların gönlünde taht kurmuş ve yâr-i gâr (mağara dostu, kara gün dostu) diye yad edilmiştir. Hz. Ebû Bekir davasına da, bu davanın bayraktarlığını yapan ulu rehbere de âşık olmuştu. Onun gibi olmayanlar bu davaya talip olmamalıdırlar. Zira bu yol eza, cefa ve çile yoludur.

Âşık oldur kim kılar cânın feda cânânına
Meyl-i cânan etmesin her kim ki kıymaz cânına

Sahabede, bu nevi pek çok isâr ve fedakârlık örnekleri vardır. Hicret baştan sona kadar yüksek seviyedeki hayırhâhlık örnekleriyle doludur. Her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye gelen muhacirlerin nasıl sıcak bir ilgi ve sevgi ile karşılandıklarını, aynı zamanda isârın ve fedakârlığın şahane bir örneğini teşkil eden şu hadise ile izah edelim:

Rasûlullah, ensardan Sa’d b.Rebi’ ile muhacirlerden Abdurrahman’ı özel surette yekdiğerinin kardeşi kılmıştı, (ihâ ve muâhât). Sa’d, Abdurrahman’ı evine götürdü ve; “Ensârın en zengini benim, servetimi eşit olarak aramızda bölüşelim, iki tane hanımını var, bak, hangisini beğenirsen, adını söyle, boşayayım, iddeti bittikten sonra onunla sen evlen.” (Buhari, IV. 222, Müslim, IV, 1960) demişti.

Servetin ikiye taksimi mali fedakârlığın, iki hanımdan en iyi ve en güzel olanının ona verilmek istenmesi ise isârın harikulade bir örneğidir. Irzlarına, namuslarına ve hamiyet duygularına son derece düşkün olan bir kavmin bu fedakârlığa dahi seve seve katlanması, müstesna bir fedakârlık numunesidir.

Fakat Abdurrahman b. Avf’da Hz. Sa’d’dan daha az fedakâr bir kimse değildir. Kardeşine; “Allah malını da hanımını da sana hayırlı ve uğurlu kılsın, bana çarşının yolunu göster, ben gider orada ticaret yapar ve ihtiyaçlarımı temin ederim.” diyor ve uluvv-i himmetin, âlicenâb olmanın göz kamaştırıcı bir örneğini veriyor.

Daha evvel Tâif’te Hz. Peygamber’i taşlayan ve ayağını kanatan putperestlerin attıkları taşlar, Rasûl-i Kibriya’ya değmesin diye kendini ona siper eden Zeyd b. Harise, Uhud Savaşı’nda vücudunu Rasûl-i Zişân’a kalkan yapan Ebû Dücâne, Hz. Peygamber’e atılan oklar karşında bedenini siper yaptığı için kolunu bile yitirmiş olan Hz. Talha, isârın ve fedakârlığın unutulmaz isimleridir.

Hicret, bu isâr ve fedakârlık duygusu içinde ter ü taze bir şekilde yaşamalı, yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. İslâm’ın var ve bâki olmasının teminatı bu duygudur.

FEDÂKÂRLIK RUHUNUN VE ÎSÂR ŞUURUNUN YAŞAMASI
En güzel örneklerini hicrette gördüğümüz isâr şuuru İslam cemiyetinde yaşamış, gelişmiş, bilhassa tasavvufta bu ruh son haddine kadar olgunlaşmıştır. Kuşeyrî, isâr ve fedakârlık anlayışını fütüvvet başlığı altında incelemiş, Hücviri ise Keşfu’l-Mahcub’da çeşitli tasavvufî cereyanları ve bunların müessislerini ve mümessillerini anlatırken isâr meselesine temas etmiş, Ebû Hüseyin Nuri’yi (Ö. 295 / 907) bu hareketin temsilcisi olarak tanıtmıştır. Kaynakların ittifakla bildirdiklerine göre Gülâm Halil, isminde bir hoca, Nuri ve diğer sûfi arkadaşlarını bunlar zındıktırlar, diye o devrin halifesi el-Muvaffak’a şikâyet etmiş, kendine göre bir takım deliller ve vesikalar bularak, sufilerin idam edilmeleri gerektiğine dair halifenin ferman çıkarmasını sağlamış, bunun üzerine Nuri ve arkadaşları zincirlere vurularak cellâdın önüne çıkarılmışlardı. Cellad eline kılıcı alarak, Rukâm isimli sûfinin boynunu vurmaya teşebbüs etmekle işe başlamış, fakat tam bu esnada Nuri oturduğu yerden fırlayarak celladın önüne gelmiş ve “Önce beni idam ediniz.” demişti. O zaman kendisine; “Ey fetâ, yani ey fütüvvet ehli ve civanmerd, bu kılıç öyle senin yaptığın gibi gönüllü olarak karşısına çıkılacak bir şey değildir. Senin sıran daha gelmedi, biraz daha yaşama hakkın var.” demişler ama o; “Evet, ama ben isârı esas almış bir kimseyim, yolum civanmertliktir. Dünyada en aziz şey yaşamaktır. Sayılı olan bir kaç nefesimi şu arkadaşlarım için feda etmek istiyorum. Çünkü dünyadaki bir nefes, ahiretteki bin seneden benim için daha aziz ve daha değerlidir. Zira burası hizmet mahalli, orası kurbet (ve Allah’a yakın olma) makamıdır. Kurbet ise hizmet nisbetinde olur.” demişti.

Bu sözleri işiten cellad, bir postacı ile durumu halifeye bildirdi. Halife durumu öğrenince, bu hal içinde bile Nuri’nin tabiatında mevcut olan rikkatten ve sözündeki incelikten hayrete düştü. İnfazların durdurulmasını emretti.

Bir soluk alacak kadar fazla yaşamak imkânı varsa, dostum, yoldaşım, arkadaşım ve din kardeşim yaşasın, diye kendisinin bir nefeslik yaşama süresini bile seve seve ve gönüllü olarak feda etmekten ibaret olan isâr örneği budur.

Yermuk Savaşı’nda, can çekişen ve bir damla suya şiddetle ihtiyacı olan gazilerin, aynı durumdaki diğer yaralı yoldaşlarını kendilerine tercih ederek su içmemeleri de bunun bir misalidir.

Hücviri, bir zahidin şöyle dua ettiğini nakleder; “Ya Rab; vücudumu cehenneme at ve o kadar büyüt ki, tevhid ehli olan bütün günahkarların yerini tek başıma ben kaplayayım ve cehennemde yer kalmadığı için onlar da cennete gitsinler.” Bu dua Bayezid Bistami’ye de atfedilir.

Ca’fer Huldi, Nuri’nin, tek başına ve ıssız bir yerde iken şöyle yalvarıp yakardığını işitmişti; “Ya İlahi! Sen cehennemliklere azap ediyorsun. Halbuki bunların hepsi senin mahlukatındır. Senin ilmin, kudretin ve ezeli iraden sayesinde vardırlar. Şayet behemahal cehennemi insanlarla dolduracaksan, cehennemi ve cehennemin bütün tabakalarını benimle doldurmaya, onları da cennete göndermeye kadirsin! öyle yap Rabbim!”

Ebû Hüseyin tasavvufta açtığı çığıra: Nuriye (Nurculuk) denilmektedir.

Tasavvufî konularla ilgili olarak nasihat isteyen birine Ruveym; “Evladım! Bu yolda can feda etmek esastır, aksi halde tasavvuftaki dedikodularla uğraşma.” demişti. Gerçekten de bu yolda başlar kesilir, hiç soran olmaz, canlar verilir, kat’iyen arayanlar olmaz.

Ahmed b. Hammad Serahsî anlatıyor: Çölde yolculuk yaparken acıksam da azığımı benim gibi acıkmış birine versem ve bu suretle bir isâr örneği versem, diye düşünüyordum. Derken bir arslan çıkageldi, develerimin birini parçaladı. Sonra bir tepeye çıkarak, sesinin çıktığı kadar kükredi. Bunun üzerine o bölgede bulunan bütün yırtıcı hayvanlar, kurt, çakal, tilki vesaire aslanın etrafında toplandı, arslan bunları aldı, parçalanmış devenin yanına getirdi. Bu deveyi onlara yedirdi, kendisi hiç bir şey yemeden orada bekledi, o hayvanlar gittikten sonra yedi. Bu sırada uzakta topal bir tilki göründü. Arslan onu görünce geri çekildi, tilki karnını doyurup gittikten sonra ihtiyacı kadar yedi ve oradan savuşup gitti. Ben bu manzarayı uzaktan seyrediyordum. Arslan geri döndü ve gayet fasih bir lisanla; “Ey Ahmed, bir lokma ekmekten fedakârlık edip onu başkalarına vermek köpeklerin yaptığı bir iştir. (Tavuk bile kendinden önce civcivini düşünür.) Ricalullah ve merdân-i Huda denilen Hak erenler ruh ve can feda ederler, bunu böyle bil.” dedi...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hicret önemli ve büyük bir ta­rihi hadisedir. Tarihi olan her hadise gibi bir kereliktir, olmuş ve bitmiş bir vakadır. Bir ikincisi yok­tur ve bundan sonra da olmaz.

Şekil ve suret itibariyle bir defa vaki olmuş bir hadise olmakla be­raber, diğer taraftan hicret mânâ ve hakikati itibariyle yaşanmak ve ya­şatılmak suretiyle her zaman taze ve yeni tutulması gereken bir hadi­sedir. Hicret, ilâhi, tabii ve içtimai kanun ve kaideleri bünyesinde bu­lundurur, bu kanun ve kâideler ise değişmez, ezeli ve ebedi gerçekler­dir. 14 asır sonra dünyaya gelmiş olan bizleri, 14 asır evveline bağ­layan ve uzun çağlar arasında bir münasebet tesis eden işte bu ezeli ve ebedi kanunlardır. Bir takım şe­killerin ve görüntülerin arkasında gizli bu gerçeklere nüfuz etmek ve onları kavramaya çalışmak hicret hadisesinin yaşanmasını ve yaşatıl­masını temin eder. Fakat perde ar­dındaki bu hakikatleri bütün açıklı­ğı ile görmek, görünce de mahiye­tini idrak etmek kolay bir şey de­ğildir. Bu sebeple ilim, fikir ve sanat adamlarımız için, perde ardındaki hicret gerçeğini görebildikleri ve anlayabildikleri ölçüde tasvir ede­rek, anlayabilecekleri bir dil ile halka anlatmaları hem insanlık hem de İslâmlık adına bir vazifedir. Bir za­manlar, Mekke şehrinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan İs­lâm, hicret vasıtasıyla bu şehire ve şehir halkına hâkim olduğu gibi, şimdi de dış baskılar ve iç bunalım­lar sebebiyle sıkıntı dolu günler ge­çiren İslâm âlemi hicret gerçeğini görerek, doğru bir şekilde değerlen­direrek ve sağlıklı bir biçimde uygu­lama alanına koyarak kendisi için bir kurtuluş kapısı, mahkûmu ol­duğu güçlere hâkim olmak için bir çıkış yolu bulabilir.

KALEYİ İÇTEN FETHETMEK ESASTIR AMA...
Kale içinden fethedilir. Esas olan budur ama yegâne çare bu değildir. Bazen kaleyi içten fethetmek imkânsız hale gelebilir. Bu takdirde dahi çare tükenmiş sayıl­maz. Zira kaleyi dıştan kuşatarak fethetmek yolu açıktır. Bir yol ka­panınca, diğer yollara başvurmak, ülküsü kurtuluş olanların vazgeçme­dikleri bir kaidedir. Yüce Allah bir kapıyı kapatınca, mutlaka dokuz kapıyı, en azından diğer bir kapıyı açar. İlahi rahmetin bütün kapıları kapattığı görülmemiştir. Onun için çare tükenmez ve çaresizlik de hiç bir zaman için çare değildir. Azim ve ısrarla çalınan kapılar mutlaka günün birinde açılacaktır.

KALEYİ DIŞARIDAN KUŞATMAK...
Kaleyi içten fethetmek çok güç veya imkânsız hale gelince, yapılacak iş ümitsizliğe kapılmak, çaresizliği kabullenmek, batıla tes­lim olmak, zillet ve meskenet içinde yaşamaya razı olmak, zulme ve hak­sızlığa göz yummak değildir. Başka kapıları çalmak, değişik çarelere müracaat etmek ve yeni tedbirlere tevessül etmek gerekir. Ülkesini ve ülküsünü dâhilden hâkim kılmak ve kurtarmak imkânı kalmayınca, vata­nını terk ederek yabancı memleket­lerde mücadelesine devam eden, sür­günde hükümetler kuran ve ülkesine muzaffer olarak dönen pek çok azimli, fedakâr, devlet, fikir ve ideal adamının isimlerini tarih kaydeder.

Resûli Ekrem, İslâm’ı Mekke’ye hâkim kılmak için, 23 senelik teb­liğ müddetinin 13 senesini içte mü­cadele vermek suretiyle başarıya ulaşmak için harcadı. 13 sene sonra öyle bir noktaya gelindi ki, düzen­lenen bir suikastla İslâm davasının bayraktarlığını ve önderliğini yapan Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırarak, bu davaya son vermek muhtemel olmaktan çıktı ve mu­hakkak hale geldi. İşte bu durum karşısında, vatanında çaresizlik içinde kalan Hz. Peygamber, vata­nını ve o vasıta ile insanlığı kurtarmanın çaresini vatanın haricinde aramaya mecbur oldu, başka çaresi kalmadı.

İşte yaşayan, yaşanan ve yaşatı­lan hicretin ilk kaidesi budur. Yani bütün çareler tükenene kadar dâhili mücadeleye devam etmek, başka hiç bir çare kalmadığı zaman mü­cadeleyi dışarıda devam ettirmek niyeti ile bulunulan yeri terk etmek, fakat en kısa zamanda ve en seri bir şekilde eski yere tek­rar dönmek azmi ile.

Yazık ki, asırlardan beri ülkeleri is­tilâya uğradığı ve işgal edildiği için göç eden Müslümanların eski vatanlarına dönmeleri ender görülen bir hadise haline gelmiştir. Aksine eski göçmenlere, muhacirlere ve mülteci­lere yenilerinin eklenmesi adet ol­muştur. İşte yaşamayan, yaşanma­yan ve yaşatılmayan hicret de bu­dur. Aslında bu göçtür, hicret de­ğildir. İntikaldir, muhaceret değil­dir; meskenettir, şeref değildir. Zil­lettir, izzet değildir. Bundan daha kötüsü düşman işgaline uğramış İslâm ülkelerinin kurtuluşundan söz edilmesinin dahi yadırganır hâle gel­mesidir. Hz. Peygamber Mekke’den hic­ret etmiştir, ama Sadece feth-i mübîn için!

HİCRETTE İSÂR
Hicret isârın, yâni civanmert­liğin, yiğitliğin, fedakârlığın, fe­râgatin ve diğergâmlığın (altürizm) en güzel örneğidir. Rasûlullah’ın, içinde doğduğu, büyüdüğü, hısım ve akrabasının bulunduğu, gönlü ve ruhu ile bağlı olduğu Beytullah’ın yer aldığı mübarek bir şehri terk et­mesi bir fedakârlık örneğidir, davası için göze aldığı bir ferâgattir. Bun­dan daha önemlisi Rasûl-i Alî-şân, davasının uğruna baş koymuş olması ve bu yolda baş koyma fedakârlığını gösteren seçkin şahsiyetler ye­tiştirmiş bulunmasıdır.

İsârın en güzel tariflerinden biri şudur: Başkasının hak ve menfaati­ni kendi hak ve menfaatinden önde tutmak (bk: Haşr, 9) yâni önce cân sonra cânan değil, tam tersine önce cânan yâni dava, sonra cân. Bunun hicretteki tecellilerine bakalım...

LÂ FETÂ İLLÂ ALİ - ALİ’DEN BAŞKA CİVANMERD YOKTUR
Mekke’nin müşrikleri Rasûlullah’a suikast teşebbüsünde bulunmaya kesinlikle karar vermiş­ler ve bunun için gerekli tedbirleri de almışlardı. Ebû Cehl’in önce sür­düğü teklif şu idi; her kabileden genç, yiğit, itibarlı, cesur ve gözü pek birer delikanlı seçilecek, ellerine keskin birer kılıç verilecek, gece olup da Habib-i Kibriya yatağına ya­tınca hepsi birden ve aynı anda kı­lıçlarını onun vücuduna saplayacak, böylece katilin kim ve hangi kabi­leden olduğu bilinemeyecek, bu su­retle Hz. Peygamber’in kabilesi olan Abdimenafoğulları’ndan gelecek olan tepki de önlenmiş olacaktı. Planın tatbik edilmesi için her şey hazırdı. Akşam olması ve karanlığın basması bekleniyordu. Fakat durum Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmişti. Hz. Peygamber’in ya­tağını boş bırakarak evini terk et­mesi, derhal kâtiller tarafından takip edilip yakalanması gibi bir neti­ce doğurabilirdi. Hz. Peygamber’in ise zaman kazanmaya ihtiyacı vardı. Akşam karanlığı basınca, Hz. Pey­gamber, Hz. Ali’yi çağırarak duru­mu anlattı, kendi yerine yatağa gi­rip yatmasını, böylece kâtillerin ya­nılmalarının ve vakit kaybetmele­rinin temin edilmesini teklif etti.

Hz. Ali, asıl hedef olmadığı halde bu suikasta kurban gidebilirdi. Kâ­tiller, Hz. Muhammed’i öldürüyo­ruz, derken Hz. Ali’yi öldürebilir­lerdi. Fakat Hz. Ali böyle şeyleri aklından bile geçirmedi. Teklifi se­vinerek kabul etti, gitti Rasûlullah’ın yatağına yattı, yeşil örtüsünü üzeri­ne çekerek uyudu. Bu arada karan­lığın basmasından istifade eden Hz. Peygamber evini terk etmişti, kâtil­ler ise, nasıl olsa Muhammed (as) içeride uyuyor, diyerek vaktin iyice ilerlemesini ve gece yarısını bekli­yorlardı. Tespit edilen vakit gelip de içeriye girdikleri zaman, yataktaki şahsın Hz. Ali olduğunu fark etmiş­lerdi. Bu durumda bile, O’nun yerine bunu öldürelim, diyenler olmuştu. Fakat bu görüş ağırlık kazanma­mıştı.

Hz. Ali’nin suikasta kurban git­meyi göze alarak Hz. Peygamber’in yatağında yatması, isârın en güzel örneğidir. Tek O yaşasın da, ben öleyim, anlayışıdır bu. Önce cânan sonra cân telakkisidir. Yaşanması ve yaşatılması gereken bir hicret hatırasıdır bu. Naklederler ki Hak Teâlâ, Cebrail ile Mikail’e; “İkinizi kardeş ve yoldaş kıldım, birinize öbüründen da­ha fazla ömür ve yaşama müddeti tak­dir ettim, söyleyin bakalım, hanginiz arkadaşının kendisinden daha fazla yaşaması için hakkından vazgeçme fedakarlığını göze alacak?” diye hitab etmiş, fakat ikisi de hayatı ve daha fazla yaşama süresini kendileri için tercih etmişlerdi. Bunun üzerine Cenâbı Hak; “Şimdi Ali’nin size olan üstünlüğünü ve şerefini gördünüz değil mi? Ben Ali’yi, Peygamber’in kardeşi kıldım. Ali, mevti ve katledilmeyi kendisi için tercih et­miş, ruhunu Nebim için feda etmiş, yoldaşı için hayatı, kendisi için helâki kabullenmişti. Haydi, şimdi gi­din de ikisini de düşmanlarına karşı koruyun.” buyurmuştu.

İşte en büyük meleklerin bile katlanmadıkları fedakârlık örneği bu suretle hicret hadisesinde menkıbeleşmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort