JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Dünya, nice nice zamanlar ona hayat veren, hayatına ve insanlarına ulviyet bahşeden büyük vahiy düzeniyle şereflendirilmişti. Dünya insanlığın mutluluğu ve ebedî kurtuluşu için muhatabı olduğu ilâhî düzenin temsilcileri tüm peygamberler vasıtasıyla dâima iyiliğe ve güzelliğe dâvet edilmişti. Fakat dünyanın milyonlarca seneden beri beklediği o mutlu gün henüz doğmamıştı. Bütün mukadderat, bütün eşya, ziya fışkıran güneş, ışık serpen ay, esen rüzgâr, yağan yağmur, güzel sema ve Hz. İbrahim’in tevhidi, Eyyûb’un sabrı, Ya’kûb’un hüznü ve kederi, Yûsuf’un güzelliği, Musa’nın mucizeleri, Îsâ’nın diriltici nefesi... Bütün bunların hepsi İslâm nizamının günün birinde doğacak olan büyük liderlerine hizmeti bekliyordu.

9 Rabîülevvel (20 Nisan) 571 yılında vahiy düzeninin son tebliğcisi, harikulâde hadiseler ve olaylarla dünyaya teşrif ettiler. Dünyadaki azılı küfrün ve dinsizliğin, zulmün, tahakkümün, sömürünün, sınıflaşmaların ebedî sonunun yaklaştığını anlatan mucizeler birbirini takip ediyordu. Bu doğuşla Hz. Âdem’le başlayan tevhid güneşi, mutluluk düzeni tekrar, yeniden canlanmıştı artık. Saadet ve kurtuluş kapıları tekrar baştan açılmıştı. İnsanlığın ahlâkına ve yaşayışına ilâhî bir gölge yeniden kanat geriyordu.

Yetim doğan kâinatın ebedî lideri sütannenin yanında, sonra ihtiyar dede Abdulmuttalib’in terbiyesinden müteakiben amcası Ebû Talib’in himayesinde o devir cahiliyetinin bütün gayri insanî ve gayrî mantıkî âdet ve inanışlarının tamamen dışında büyümüştür. Doğruluk, fazilet, merhamet, akrabaya yardım, fakire, yetime ikram, köleleri azat, emanete riâyet O’nun şahsiyetine böyle her yönüyle çirkef ve zalim bir düzende, kokuşmuş bir sistemde tüm insanları kendisine hayran kılmıştı. Bütün hayatı     onların yaşayışlarına uymadığı için            «Muhammedü’l-Emin» lâkabını tereddütsüz, kuşkuya düşmeden, içten gelerek O’na lâyık görmüşlerdi. O Emin’di. Mekke şehrinin en güvenilir ferdiydi. Herkes O’nu sevmekte, O’na hürmet etmekte kusur etmezdi.

İnsanlığa ilâhî düzenin tebliğ zamanı gelmişti. Olgunluğun sembolü kırk yaşında; “Oku, her şeyi yaratan, insanı kan pıhtısından meydana getiren Rabbi’nin adıyla oku. Kalemle (yazıyı) öğreten insana bilmediklerini bildiren, nihayetsiz kerem sahibi olan Rabbin hakkı için kerem sahibi olan Rabbin hakkı için oku!” (Alâk Sûresi 1-5) fermanı ile vahiy düzeni ilk mesajını insanlığa sunmuştu artık. Kâinatın Yaratıcısı kendi ilâhî düzeninin insanlığa son tebliğcisi muhatap olmaya başlamıştı.

Mutlu fertlerden oluşturulmuş mutlu bir toplumun nüveleri yavaş yavaş bu insanlığın liderleri etrafında kümeleşmeğe başlamıştı.
Mekke’deki sosyal, hukukî ve iktisâdi düzenden bezmiş, usanmış her türlü cahiliyye adetlerinin dışına çıkmayı, adaleti, güzelliği, kurtuluşu ve mutluluğu arayan insanlar ilâhî nizamı kabul ediyor, o kâfir ve mevcut Mekke düzenine “hayır” diyordu...

Hak adına, adalet adına güzellik ve mutluluk adına kurtuluşa susamış ve bunun kavgasını vermeye hazırlanmış İslâmcı kitle kadrolaşma hareketi Mekke’nin eteklerindeki büyük sahabî ve cesaret timsali Hz. Erkam’ın evinde gerçekleştiriliyordu. Mekkeli zalimlerin zulmüne son verecek; sınıf farklarını ortadan kaldıracak, büyük kabile imtiyazlarını kökünden sökecek, zulmün kaynağı faizi yok edecek, zalime karşı mazlumun yanında, haksıza karşı haklının yanında, zayıfın hakkını alıncaya kadar kuvvetliye karşı; zayıfın, ezilmişin yanında olan bir düzen vahiy düzenini, İslâm düzenini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.

Ama zalim Mekke düzeninin cambazları, zalimleri, kuvvetlileri fuhuşçu ve tefecileri bu düzenin her türlü batıl ve ilke yaşayışlarına karşı çıktığı ve son vermek istediği menfaatlerine dokunduğu için tüm gayretleriyle İslâm düzenine karşı koyuyorlardı. Müslümanlara her türlü eza ve cefayı reva görüyorlardı.

İnsanlığın en yüksek sıfatları sarsılmaz azim, kuvvetli irade kesin harekettir. Bunlar doğru hedeflere yöneltilirse başarıya ulaşacağı muhakkaktır.

Bir toplumda tahakküm yalnız zayıflar ve kimsesizler üzerine kurulursa o toplumun zülüm derecesini mutlaka aksettirir.


İslâm düzeni yayılmağa başlayarak, Resûl-î Ekrem ve bazı ashabının mensûb oldukları kabileler tarafından himaye gördükleri zaman Kureyş idaresi bütün zulmünü bu gibi himayelerden mahrum bedbaht ve mazlum Müslümanlar üzerinde tatbik etmişti. Bu himayeden mahrum insanlar arasında bir takım köle ve cariyeler, Mekke’ye yeni yerleşmiş taşralılar, zayıf kabilelere mensup kişiler vardı. Kureyş zulmü bunlara karşı son haddini buluyordu. Bu o kadar hunharca bir hareketti ki, cihan tarihinde bu kadar zulüm ve vahşet gösteren bir topluma rastlanamaz.

Kureyş’in bütün Müslümanları topyekûn yok etmesi zor bir iş değildi. Fakat bu onların hiddetini dindiremezdi. Onları, ancak insanlık zulüm tarihinin görmediği işkenceleri uygulaya uygulaya tekrar putperestliğe döndürmek istiyorlardı.

Kureyş’in Müslümanlara uyguladığı işkenceler ne elim sahnelerdi. Bu Müslümanlar, bir volkan gibi ekvator bölgesi sıcaklığının gökten yere döktüğü ateşlerle, kumları alevleyen güneşin altında yerlere serilir, göğüslerine ağır taşlar yığılır, hareketsiz kılınır, çıplak vücudlarının her tarafı kızgın demirlerle dağlanırdı.

Bütün Müslümanlar küfre ve batıla, zulme ve adaletsizliğe sırt çevirdikleri için hep alaya alınır ve işkence edilirlerdi. Yalnız bu zayıf ve kimsesiz olanlara yapılan zulümler daha değişikti. Bunlardan Habbab bin Eret, Kureyş tarafından korlar üzerinde yatırılır, göğsünün üzerine adam çıkar, korlar sönünceye kadar zavallı Habbab’ın her tarafı yanardı.

Sonra Hz. Bilâl de efendisi, Mekke’nin ileri gelen şeflerinden Ümeyye bin Halef’in türlü türlü işkencelerine katlanırdı. O vahşiyane eziyetler içerisinde kıvranırken vahiy düzeninin sembolü “Allah birdir, Allah birdir!” kelimelerini tekrar eder dururdu. Ümeyye, Bilâl’in boynuna bir ip bağlar, onu şehrin içinde dolaştırır, yerlerde sürüklerdi. Buna rağmen kuvvetli imandan gelen sesler, Allah birdir, Allah birdir sesleri oluyordu.

Bunlardan başka bayılıncaya kadar dövülen Ammar bin Yâsir ve Kureyş’in işkenceleriyle öldürülen yaşlı babası Yâsir, Suheybi Rumi kendinden geçinceye kadar Kureyşliler tarafından dövülürdü.

Ayrıca bu mazlumlar halkasına eklenen Ebu Fukayhe, Hz. Ömer’in cariyesi Lübeyne ve Zinnire en büyük zulme uğramışlardı. Hz. Ömer, Müslüman olmadan evvel Lübeyne’yi yoruluncaya kadar döverdi. Zinnire ise bu işkencelerde bir gözünü kaybetmişti.

Ayrıca Mekke’nin ileri gelenlerinden olmalarına rağmen birçok Müslümana bile eza ve cefalar uygulanmıştı. Zübeyir İbni Avvam, Sa’d İbni Ebi Vakkas bunlardandı.

Fakat bütün bu zulümler, bütün bu hunharca baskılar, bütün bu tedhişler ve yıldırma hareketleri tek bir Müslümanı bile yolundan çevirememişti.

Bütün İslâm tarihi boyunca küfrün baskıları Müslümanları yollarından çevirememiş ve bugün de çeviremeyecektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 13 May 2014 16:02

İNSAN BURCU

/İnsan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebedîyete meftun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebedîyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. İnsanın insanlığı, fâni olan hayvânî cesedinde değil, ebedîyete meftun ve müştak olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda kat’iyyen doyma noktasına ulaşamamış ve tatmin edilememiştir. En talihli ve mesud insan, vicdanı hep ötelerin aşk ve iştirakiyle sermest olan insandır. Bedenin sınırlı, dar ve boğucu mahbesinde ömürlerini geçirenler, saraylarda dahi olsalar zindanda sayılırlar. Her insanın ilk ve en birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlanan mahiyet adesesiyle dönüp Rabb’ine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve Yüce Yaratıcısı’yla münasebet kuramayan bahtsızlar, sırtlarında nasıl bir hazine taşıdıklarını bilemeyen hamallar gibi bu dünyadan geçer giderler. İnsan, zatında âciz bir varlıktır ama Kudret-i Sonsuz'a dayanması sayesinde, fevkalâde bir iktidar gösterdiği de gözden kaçmamaktadır. Evet, o, böyle bir Kudret-i Sonsuz'a dayandığı içindir ki, damla iken çağlayan, zerre iken güneş ve bir dilenci iken sultan olur. İnsan, varlık ve hâdiseler kitabıyla içli dışlı olup, onunla bütünleştiği ölçüde gönül dünyasında hikmet parıltıları belirir. Bu sayede o, özünü tanır, Ma’rifetullah’a erer, sonra da gider Allah'a vâsıl olur. Elverir ki, düşünce plânında tahakkuk ettirilmek istenen bu seyr ü seyahat ilhad ve inkâr hesabına şartlanmışlık içinde yapılmasın... Hakiki insanlar, diğer canlılarla aralarındaki müşterek hareketleri, nesil ve nev'ilerini devam ettirmek istikametinde, bir vazife şuuruyla ve zaruret sınırları içinde yerine getirirler. Ölçüsüzce bedenî hazlarına kapılıp gidenler ise, başka varlıklarla aralarındaki mesafeyi daraltmış ve sınırları zorlamış olurlar…/

İnsanlar var olalı beri, kendi kendilerini tanımaya çalışmışlardır. İnsanın kendi varlığı hakkında gerçekçi bilgilere sahip olması ve aslının ne olduğunu kavraması, onun en zor müşkili olmuştur. Dünyayı gezen, denizlerin sessiz derinliklerine inen, göklerde seyahat eden ve çevresini tanımak için ömrünü tüketen nice insanlar vardır ki; kendi kendilerini tanımadan bu ihtiyar dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Sokrat'ın, Delphes mabedinin kapısı üzerinde, “Kendi kendini tanı” sözü vardır. Sokrat bu sözü çok söyler, “Kendi kendimizi tanımaya muktedir olmadığımız halde başka şeyleri öğrenmeye çalışmak bana çok gülünç geliyor.” dermiş.

Hakk'ı bâtıldan ayırmak ve insanları huzur limanına ulaştırmak maksadıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim, insanın kendi kendisini tanımasını ister:

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın.” (Târık / 5)

Kendisini tanıyan insan, Allah'ı da tanıyacak, varlığının tahlilini yapmaya çalışırken, Allah'ın varlığının emsalsiz delilleri ile karşılaşacaktır.

“Kesin olarak insanlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?” (Zâriyat /20-21)

İnsan tabiattan kültüre, maddeden mânâya, yaratılmıştan Yaradan'a sıçrayabilen “tek idealist” varlıktır. İnsanı insan yapan, bu özelliğidir. İlim dahi, insanın bu özelliğinin meyvesidir.

Çağlar boyu madde bilimlerinde alabildiğine ilerleyen insanoğlu, canlı varlıklar bilimlerinde, daha gerilerde kalmıştır. Biyolojinin geç gelişmesinin sebebi; zekâmızın varlığımızı anlamağa tabii olarak yetersiz oluşu ve insan bedeniyle insan ruhunun karmaşık yapısıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanı anlamak ve kavramak, bizim için her zaman en zor mes’ele olarak kalacaktır. Nobel almış Fransız bilim adamı Alexis Carrel: “Konu olarak insanı ele alan bütün bilimlerin çabası yetersizdir ve kendimizi henüz tam olarak tanımıyoruz.” diyor.

Yirmi birinci yüzyılı tırmandığımız, şu bilgi ve uzay çağında bile kendi kendimizi tam tanımış ve çözebilmiş değiliz. En azından insanların birçoğu için bu böyledir. İnsanların bir kısmı ise özünü hayvanda arıyor, Darwin'in evrim teorisine sarılıp aslını maymun sayıyor.

Aslında bu teori, bâtılın, şer mihrakların sinsi propaganda ve oyunları sonucu tartışma gündeminde yerini alabilmiştir. Ciddi hiçbir ilim adamının kabul etmediği, ispatlanmamış, iddiadan öteye geçmeyen bu teori (evrim teorisi), gerçekmiş gibi yutturulmak istenmiştir. Çağımızın modern ilmi, insanı Allah inancından koparmayı amaçlayan bu aşağılayıcı teoriyi yıkmış, insanın aslının ne olduğu konusuna, dinlerin işaret ettiği istikamette ışık tutmuştur.

Şu masaya yatırılmış olan kadavranın örtüsünü açınız ve karın boşluğundaki organlar açıkça görülecek şekilde bisturi ile peritonu iyice sıyırarak kaldırınız. Ve böylece bir kaç gün beklesin. Sonra biraz uzaktan kadavranın karın boşluğuna bakınız. Mide, bağırsaklar, pankreas vs.nin görünümü gri renge yakın, toprağın sulandırılmasıyla meydana gelen cıvık bir çamur görünümündedir. Bu görünüm insanın tümüyle bütün organizması için geçerlidir.

Bu haliyle insan nefessiz, soluksuz, ceset kafesinden can kuşu uçup gitmiş bir yığın. Yakınız bu balçığı... Göreceğiniz şey organizmanın temel elementleri karbon, oksijen, hidrojen, azot, kükürt vs. ve magnezyum, alüminyum, kalsiyum, demir, çinko, fosfor vs. yani inorganik elementler... Ya da bunların çeşitli bileşikleri… O halde insanın organizması, maddi yapısı, kalıp unsurları... (ne derseniz deyiniz, aynı şeyi ifade eder) toprağın ta kendisidir.

Sonra bu bir avuç toprağa can verilmiş, nur üflenmiş. O halde işte insan... Toprak ve nurun iç içe birbirine geçtiği, ömür adı verilen zahiri zaman kesitini harcayıp tüketinceye kadar ayrılmamak üzere birleşip, kenetlendiği sentez.

İnsan, toprağa verilen can ve o can, cana üflenen ruhtan meydana gelmiştir. Ceset ve ruh... Madde ve mânâ... Maddesi ile toprak, mânâsı ile sır deryası... “Her şey aslına döner” kaidesince bedeni toprağa, ruhu Allah’a koşmakta. İnsan aslına dönecek.

Kur'ân-ı Kerim insanın topraktan yaratıldığını beyan eder:

“O'nun (varlığının) delillerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır…” (Rum; 20); “Ey İnsanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fenâ zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyâmet sâatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir.” (Hacc; 5-7) ; “And olsun ki, insanı balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık.” (Hicr/26)

Her meselede uyum içerisinde olan İslâmiyet'le ilim; insanın aslının toprak olduğu konusunda da görüş birliği içerisindedirler.

Modern ilim kesinlikle ortaya koymuştur ki, insan vücudunu meydana getiren elementlerle, arzı meydana getiren elementler aynıdır. Oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, magnezyum, demir, flor, iyot, bakır, çinko, silisyum, aluminyum vs. gibi elementler, hem toprakta hem de insan vücudunda bulunur. Öyleyse bizler, toprağın birer parçasıyız.

İlk insan Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığını beyan eden Kur’ân âyetleri, çağımızın modern ilmince de doğrulanmaktadır.

Başka bir husus da insanın aslen nutfeden meydana geldiğidir. Bizim içimizde babamızın yalnız beden biçimi değil, duyguları, düşünceleri, karakter ve eğilimleri bile var. Bu bir damla su, bunca halleri neresinde ve nasıl saklıyor? Bu bir damla suda, çıplak gözle görülemeyecek kadar ufak, başı, gövdesi ve kuyruğu bulunan 220 milyon tohum (kî bir tanesi bebeğin oluşumu için kâfi) nasıl bulunabiliyor? Bebek, bu bir damla sudaki hayvancıklardan birisinin, kadının yumurtası ile birleşmesinden meydana geliyor. Bu hayvancıklar ve yumurtacıklar kandan meydana geliyor. Kan ise, kilüsten doğan sütsel maddenin emilmesiyle hâsıl oluyor. Kilüs; bitki, hayvan ve sudan ibaret olan gıdanın sindirilmiş durumudur. Bu gıdalar, toprağın unsurlarından meydana gelmektedir. Hepsinin aslı topraktır. Öyleyse, nutfenin aslı topraktır. Bu açıklamaların ışığında, insanın topraktan yaratıldığı gerçeği apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Modern ilimin, insanın aslının topraktan olduğunu ispat etmesi, ilimle dinin aynı noktada birleşmesi, materyalistlerin ve Darwinist’lerin soluklarını kesmiş, bilimsellik (!) iddialarını yerle bir etmiştir Darwinizm, bâtılın hakla mücadelesinde bir silah, bir propaganda aracı olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır. Amaç; din ve Allah inancını gönüllerden sökmektir. Darwinizm bu amaç için bir araç kabul edilmiştir. Bilhassa ülkemizde, din ve Allah inancına açıkça karşı çıkacak bir zemin bulamayan iblisin kuklaları, bu teoriden hareketle masum yüreklerdeki temiz Allah inancını sarsmayı planlamışlardır. Çünkü bu teorinin kabulü, dini hakikatlerin reddi demektir. Çünkü Din’le evrim teorisi çakışmaktadır. İlk atanın maymun olduğunu kabul eden bir kişi, ilk atanın Hz. Âdem olduğunu reddediyor demektir. Böylece dinle ters düşme, mânevi boşluğa yuvarlanma başlar. İblisin kuklalarının asıl isteği budur zâten. Burada sinsi ve âdi bir kurnazlık vardır. Ne var ki, şair Ovidius'un, “Kurnazlıkların para etmediğini gördüm de güldüm” demesi gibi, Darwincilerin de kurnazlık ve sinsi maskeleri yırtılmış, gülünç bir mevkie düşmüşlerdir.

İnsanın aslını hayvanda arama, insana en büyük hakarettir. İnsanın cevherinde; sadece korku, korunma arzusu ve üreme şevki tabiisi arayanlar, gerçeğe ulaşamazlar.

En canavar insanın bile özünü hayvanda arayan bakış onu göremez. İnsanın varoluşundan önce gelen hiç bir cevheri olmadığını, onun kendi kendini ne yapmak isterse, o olduğunu iddia eden (Existantialisme) de yanlış görüyor.

İnsanı insan eden hassa yalnız şuuru, hatta şuurunun şuuru da değildir. Sosyal temayülleri de değildir. Bunların hepsi çeşitli derecelerle hayvanda ve sürü ahlâkında vardır. Bunların hepsini kendinde toplayan insan hepsini aşar. Daha büyük ve yaratıcı, daha sonsuz bir mahiyete doğru aşar. Cevherinde saklı büyük imkânın sezdirdiği istikamete doğru yücelerek aşar. İnsan, canlı ve cansız hiç bir varlığın sahip olmadığı bir imândır.

Göklerde yıldırımı avuçlayıp kuyulara atan, atomun göze görünmez dünyasına sokulup tabiatın ince yapısını keşfeden insan, enginlere dalan ve fezaları mıncıklayan insan… İcat ettiği vasıtalarla fersahlarca ötesini gören insan, işiten, yakına götüren ve kendisi için mesafeleri yok eden insan, bu Allah'ın yarattığı küçük parça, büyük yaratıcı, kendini hayvanda aramanın kökündeki büyük mâna ve imkândan haberi olmamanın cezasını çekiyor. Bütün canavarlığı, bencilliği, nemelâzımcılığı, keyfe ve rahata düşkünlüğü bundandır. Maddeyi emri altına alan ve aşan dehasına rağmen, kendini tabiat ve hayvan serisi içinde mânalandıran ters anlayışı en büyük felaketidir.

Bugün; sosyal, ekonomik, kültürel ve ruhi meselelerin ağırlığı altında kıvranan insanlığın, gerçekte en büyük problemi kendisidir. Kendi kendisini tanıyamayışıdır. Saptırılmamış gerçek ilmin ışığında ve İslâmiyet'in gözü ile kendimize baktığımızda, hem kendimizi hem de bizi ve kâinatı yaratan Yüce Allah'ı tanıyacak ve bileceğiz.1

İnsan, toprağa verilen can ve o cana üflenen ruh... Toprağı ile sâde, ruhu ile en karmaşık varlık. İman ettiği, aslını bildiği, kendi kendisini tanıdığı anda, harikalar harikası... İnkâr ettiği ve kökünü hayvanda aradığı anda ise zavallılar zavallısı.

1- Arık, Emin, Nesil Aylık Fikir Dergisi, 1978, Sayı:39-41

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 12 May 2014 12:46

BİR ÇÜRÜK İPLİĞE HÜLYÂ DİZMEK

Derviş susuyor, karısı da inadına söylenip duruyordu. Kafayı takmıştı bir kere ille de allı güllü basma fistan diye.

Derviş şaşırmış, beş metre basmanın parasını nasıl denkleştireyim, diye düşünüyordu. Çünkü onun kazancı, evinin günlük ihtiyacını karşılayacak kadardı. Gündelikçiydi derviş, ne iş bulursa yapardı. Kolay kolay sinirlenmez, her olay karşısında “Allah sabrımı imtihan ediyor!” derdi. Fakat şu iki seneden beri devam eden basma lafı, son günlerde onu bayağı rahatsız etmişti.

Ne dediyse, karısına laf anlatamadı derviş. Çaresiz şeyhine koştu. Henüz işten gelmişti. Üstü başı perişandı. Karısı, “Hoş geldin!” demeden “basma”yı sormuştu. Dervişin yapacağı bir şey yoktu. Şeyhine koşmaktan başka çıkar yol kalmamıştı.

Şeyhin bulunduğu şehirle dervişin köyü yaya iki saatlik yoldu. Yola revan oldu derviş. Yolda ne atlı gördü ne yaya. O yorgunlukla iki saat yürüdü.

Burmalı Câmi göründüğünde vakit akşamı çoktan geçmişti. Akşam namazını tekkede kılamam belki, diye hemen Burmalı’nın şadırvanında abdestini tazeledi. Namazını huşu ile eda edip tekkeye vardı. Efendi yalnızdı.

“Hû!” deyip eşiğine çöktü. Lâfa lüzum yoklu. Şeyhi her şeyi biliyordu nasıl olsa. Hep böyle düşünürdü derviş. Efendi Hazretleri “Yolda kâl değil, hâl mühimdir.” derdi.

Müsterih ol evladım, diye söze başladı. Her zamanki gibi, âdemiyetten, vahdetten, kesretten, imtihandan bahis açtı. Velayet sırlarından söz etti. Destur vermeden evvel dervişe şöyle dedi:

-Yarın git, hançer, kılıç, dolma, kırma evde ne varsa yanına al, doğru Çataltepe’ye çık. Bundan sonra yevmiyeye gitmeyeceksin, eşkıyalık yapacaksın!

Derviş şeyhinin her sözünde bir hikmet olduğundan emin, “Eyvallah efendim!” diyerek destur diledi. Tekkeden ayrılıp doğruca köyüne geldi.

Karısı, dervişi kapıda karşıladı. “Ne oldu, anlat.” dediyse de konuşmadı derviş. Sabahleyin, yanma bir hançer, dededen kalma paslı bir kılıç aldı, Çataltepe’nin yolunu tuttu.

Çataltepe eskiden beri İzmir’den İç Anadolu’ya yük taşıyan kervanların geçtiği bir derbent idi. Pek çok eşkiyâ, burada yağmacılık yapardı.

Akşama doğru Çataltepe’ye gelen derviş şöyle bir etrafına göz attı. Pusu kurmak için iyi bir yer seçti ve beklemeye başladı. Biraz sonra boğazın karşı tarafına birkaç atlı daha geldi. Hallerinden, onların da eşkıya olduğu anlaşılıyordu. Derviş, kısa bir tereddütten sonra yerinden kalkıp eşkiyâ ile konuşmak için yanlarına gitti. Üç beş kelamdan sonra birlikte çalışmaya karar verdiler.

Vakit hayli ilerlemiş, akşam karanlığı çoktan çökmüştü. Uzaktan bir deve katarı göründü. Develer mallarla yüklüydü. Pusuya yattılar. Kervan derbende girince saldıracaklardı. Nitekim öyle yaptılar.

Her eşkıyâya iki kişi düşüyordu. Derviş tecrübesiz olduğu için ona etrafı kollama görevi verilmişti. Uzun bir kavgadan sonra, eşkıyânın lideri, kervanın sahibini yere yatırdı. Dervişi yanına çağırdı. Birlikte ellerini bağladılar. Eşkiyâ lideri dervişe;

-Bu adama şimdilik göz-kulak ol, deyip diğerlerine yardıma gitti. Derviş, elinde kılıç, kervan sahibinin başına zebellah gibi dikilmiş, duruyordu. Ne olduysa işte o sırada oldu. Dervişin bakışları değişti. Kalbi çarpmaya başladı, elinden ayağından canı boşandı. Dilinden şu mısralar döküldü:

“Hep senin isimlerin ve sıfatındır görülen

Her birinden bir şekilde güzelliğini ilân ediyor!”

Karşısındaki eli bağlı duran kervan sahibi, şeyhi oluvermişti. Derviş, “Eyvah! Ne yaptım ben!” diye hayıflanmaya başladı. Bir anlık şaşkınlıktan sonra kervan sahibinin;
-Çöz şu ellerimi, birlikte şu adamları haklayalım, ne dilersen dile benden! demesiyle uyandı. Hemen ellerini çözdü. Silahını eline verdi. İkisi birden eşkıyânın üzerine atıldı. Vuruştular. Nihayet eşkiyâ dize gelmişti.

Kervan sahibi, dervişe teşekkür etti. Fakat bir şeyi merak ediyordu. Bu adam kimdi, neden ellerini çözüvermişti? Dayanamadı, sordu:

-Kardeş sen kimsin ve neden bana yardım ettin?

Derviş, ilk defa çok konuşuyordu. “Efendi, ismini bağışla.” diye söze başladı. Kervan sahibinin adının “Hüseyin” olduğunu öğrendi.

-Hüseyin can dedi. Ben dervişim. Kazancım az. Evde bir hatun var, zavallı iki seneden beri fistanlık beş metre basma isteyip duruyor, bir türlü alamıyorum. En sonunda, dırdırından usandım, efendi hazretlerine danıştım. efendi hazretleri, “Git, Çataltepe’de eşkıyalık yap.” dedi. Mesele bu. İlk gelen kervan sizsiniz. Seni tam vuracağım sırada efendi hazretleri, “Hey derviş, sen ne yapıyorsun, kimi vuruyorsun, vurduğun adamın kim olduğunu görmüyor musun?” diye seslendi. Bir de baktım ki, elikolu bağlı yerde yatan kişi sen değilsin, o! Estağfurullah, ben ne yapmışım Hüseyin Can.

Dervişin sözleri bitmişti. Kervan sahibi, dervişin ellerine yapıştı. Ayaklarına düştü. Zira kafasında birkaç seneden beri düğüm olan soru çözülmüştü. Dervişten, efendi hazretlerinin yerini yurdunu öğrendi. “Derviş”  (Tatçı) dedi;

“Şu kervan anamın ak sütü gibi sana helâl olsun, hepsinde fistanlık basma yüklü. Hadi bana eyvallah.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 07 May 2014 13:40

AYNA, VARLIK ve NEFES ALDIKÇA

Derin tefekküre, felsefeye, tasavvufa dalmadan, sâde ve basit olarak şöyle düşünüyorum; dünyâya gelmeden önce anamıza babamıza, doğduktan sonra bize, hayâtımızın hangi şartlarda, nasıl gelişeceği, istikbâlde neler olup biteceği hakkında bir teminat veren, herhangi bir vaad veya taahhüdde bulunan oldu mu? Hayır! Öyleyse, ‘Şu neden böyle oldu? Bu niçin şöyle olmadı?’ diye gidip de yakasına yapışabileceğimiz; teminâtını bozduğu, va’dine sâdık kalmadığı, taahhüdünü yerine getirmediği için hesap sorup hakkında şekvâcı olabileceğimiz bir makam veya varlık yoktur. Olan olmuştur, olacak olan da olacaktır. Vukua gelen her şeyi tasvip ve tasdik mânâsında değil, körü körüne ve koyun gibi boyun eğme mânâsında değil, fakat gerçekleri olduğu gibi görüp kabul etme, bütün netice ve icaplarıyla yiğitçe göğüsleme mânâsında, olana rızadan başka çâre yok gibi geliyor. Olanı yok saymak veyâ bu böyle olmamalıydı, diye dövünmekle bir yere varılamaz.
İnsan anasını babasını, doğacağı yeri, muhiti, zamanı ve şartları kendisi seçmez. Aynı şekilde, nerede, nasıl, kaç yaşında, hangi sebeple öleceğini de bilemez, tâyin edemez. Ağlayarak doğar, ardımızda gözyaşları ve keder bırakarak gideriz. Kimse, gitmem diyemez. Onun için bu dünya, “evveli gam, sonu fenâ, başı keder, sonu yokluk” olan bir misâfirhâne sayılmıştır.

İşte insanlık nâmına, beşerî faaliyet ve müessiriyet namına yaptıklarımızın, ettiklerimizin, deprendiklerimizin, debelendiklerimizin, hepsi, başlangıcını ve nihâyetini bilemediğimiz, tâyin edemediğimiz bu yolculuğun ortasında, yâni hayat dediğimiz misâfirlik süresinin içindedir. Burada neye, ne kadar hâkimiz? Bu sürede neyi, ne kadar tâyin ve ne ölçüde tanzim edebiliyoruz? Başımıza gelecek olanların ne kadarını bilebiliyoruz? Kısaca, insanın kudret ve kaabiliyeti, neden ibârettir? İddia olunabilir ki, insanoğlu var olduğu, yâni var edildiği, yaratıldığı ândan itibâren bu suallerin cevâbını aramıştır, kıyamete kadar da aramaya devam edecektir. Böyle sualler ve bunlara cevap bulmak için yürütülen mantık ve muhakemeler, varılan neticeler, felsefi ve metafizik sistemler, fikir ve san’at cereyanları, estetik ekoller olarak ciltler dolusu kitap hâlinde bütün dünyânın raflarında, sandıklarında, depolarında durmaktadır. İmkân buldukça, şartların ve idrâk kapasitemizin elverdiği ölçüde bunları da okuyup istifâdeye çalışmalı, ama ekmel olduğuna inandığımız dinimizin, yâni İslâmiyet’in ölçüleriyle amel ve fikir etmek, en uygunudur sanıyorum. Böylesi, yalnız itikâdıma değil, hayâtın pratiğine, yâni gerçeğine; gerçek hayat dediğimiz gerçeğe de daha uygun görünüyor.

Anlayabildiğim kadarıyla İslâmî telâkkide insan, kader-i ilâhî karşısında âciz bir varlıktır. Mutlak Kudret ve Varlık önünde varlığı hiç mesâbesindedir. Ara sıra gurura kibre kapılıp ilâhlık iddiasında bulunmak gibi küstahlıklara bile tevessül etse de yerin bir sallanıvermesi, göğün birazcık sularını boşaltması, şiddetli bir ses veyâ biraz ateş hattâ bir sinek ona haddini bildirmeye kâfi gelir. Buna mukabil, yaradılmışların eşrefidir. Dünyâ emrine verilmiştir. Aczi ve güçsüzlüğü mesuliyetten muaf kılınacak ölçüde değildir. Dağların taşların yüklenemeyeceği kadar ağır bir mes’uliyeti taşıyabilecek kadar da güçlü, irâdeli ve akıllıdır. Vazifesi çok derli toplu ortaya konulmuştur: “Emri bi’l ma’rûf, nehyi ani’l münker”. Buna göre hayrı, iyiliği, helâli, hakkı işleyecek ve buyuracak; şerden, kötülükten, haramdan, bâtıldan, haksızlıktan sakınacak ve sakındıracaktır. Hem kendisi kötülük etmeyecek, hakkı çiğnemeyecek, hem de kötülüğe karşı çıkacak, haksızlığı önleyecektir.

Binaenaleyh, maddî-mânevi bütün güç ve imkânlarımızı, kaabiliyet ve kudretimizi seferber ederek, ferdî ve içtimâi her faaliyetimizde bu hükmü tahakkuk ettirmek, bu emrin çerçevesi içinde kalmak, neticeyi dâimâ Allah’a havâle etmek ve ötesini fazla kurcalamamak... Fikir, tasavvur, amel, fiil, işte yapıp edeceğimizin hepsi bu...

Acıdan tatlıdan bin türlü tecellisiyle hayâtı beğenip beğenmemek, kaderinden memnun olup olmamak, herkesin kendi bileceği şey. Ama hayat mutlaka yaşanacak, çâre yok, kaderin hükmü muhakkak yerine gelecektir. Hayatta bir takım temennilerimiz, arzularımız, aşklarımız, sevgilerimiz, ideallerimiz, hedeflerimiz olması, bunlar için çalışmak çabalamak, atılmak, yorulmak, mücâdele etmek ne kadar tabii ise, bunlara mukabil sevgisizlikler, kırılışlar, hüsranlar, hicranlar, başarısızlıklar, ızdıraplar, çileler de o kadar tabii ve zarürîdir. Hattâ bir bakıma bu menfi mukabiller daha çoktur. Ziyâ Paşa, “Âsûde olam dersen eğer, gelme cihâne” diyor. Bir kere dünyâya ayak basanın, başını kazâ taşından kurtaramayacağını söylüyor. Hele hayâtını ferdî çerçevenin dışına taşırıp içtimâi, beşerî bir hizmete, misyona tâlib olanların, öne düşenlerin, önde ve önder yürümek isteyenlerin hâli, dünyâ ölçüsüyle daha perişandır;

Her âkile bir derd bu âlemde mukarrer,
Râhat yaşamış var mı gürûh-i ukalâdan?

Bütün târih, bu hükmün şahididir.

İnsan, her şart içinde varlığını idrâke ve varlık şuurunu yükselterek lâyık olduğu insanlık şerefine ermeye çalışmalıdır. Bunun imkânı, aksiyondur, her ânın hakkını vererek veya zamandan hakkımızı alarak bir şeyler yapmaktır. İster kendi nefsine yönelerek, ister dışına bakarak, hayır ve hak talebiyle bir şeyler yapmak, asla boş durmamak. Din, buna cihad, diyor. Müslüman, hattâ yalnızca kemâli arayan insan, eğer insan sıfatını liyâkatle taşımak istiyorsa, cihad üzere gerektir. Devamlı şikâyet ve yeisle, ümitsiz sızlanışlarla, kahır, küskünlük ve acz içinde geçen zaman boşuna harcanmış demektir. Kimseye bir faydası yoktur. Her durumda insanın yapabileceği bir şey vardır. Ehemmiyetli ehemmiyetsiz demeden, büyüklüğüne bakmadan, müessiriyeti ne olur, bunu düşünmeden yapılabilecek olan yapılmalıdır.

Faydasızlığı ve lüzumsuzluğu teklif etmiyorum. Hayâtın ufacık tefecik şeylerle hebâ edilmesine asla râzı değilim. Çoğu mümkün iken, aza kanaat edelim de demiyorum. Büyük hayallerimizin veya vehimlerimizin cezbesi veyâ korkusuyla mest olarak veyâ ürpererek atâlet içinde kalmayı istemiyorum. Kudretimizi mübâlağa etmeyelim, ilâhlık iddiasına kalkışmayalım, ama ottan, böcekten, taştan da farklı olduğumuzu unutmayalım. Varlığımızı, haysiyetimizi kurtaracak ve varlık şuurumuzu yükseltecek olan, mümkünün azamîsini, yapabileceğimizin en iyisini, en mükemmelini yapmaya çalışmaktır. Ancak mümkün olan, arzu ve tasavvurumuza, hayâlde yaşattığımıza uygun olmayabilir. Bu takdirde, geri durmak, vazgeçmek gerekmez, onu söylemek istiyorum.

İnsanın mes’uliyet ve şerefi, “Ben elimden geleni yaptım, gerisini Allah bilir.” diyebilecek kadar vicdan huzuru içinde bulunabilmekten fazla değildir, sanıyorum. Herkes taşıyabileceği kadarını sırtlanabilir ve kimseye götürebileceğinden fazlası yüklenemez. Ama işte o götürebileceğimizin, taşıyabileceğimizin miktar ve ağırlığı var ya, onu hangi kantar tartar, Allah bilir... Benim bilebildiğim, gözyaşı var, çile var, istimdad, duâ, niyaz, hattâ mertebesi müsâit olana naz ve sitem var; ama yeis, ümitsizlik ve fütûr, yılgınlık, bezginlik yoktur. Kazâ, belâ geliyorum demez, vakit, zaman seçmez. Hayâtı sürpriz sayamayız. Ben bunu, ben bu kadarını beklemiyordum, diyerek hayret ve şaşkınlık içinde, elleri böğründe kalamayız.

Sâdece haz ve sürür değildir hayat, sâdece kudret, ikbal ve zafer değildir. İnsan, tabiatı iktizâsı bunların peşindedir ama elem ve keder de, zaaf ve mağlûbiyet de hayattır; bunlar da insan içindir. Kimse haz duyduğum sevinç içinde olduğum, başıma zafer tâcı konduğu, kudretime dünyâ râm olduğu zaman doğru yoldayım, isabet ve istikamet üzereyim; bunlardan mahrum olanın yolu yanlış, yönelişi isâbetsiz diyemez. Kimse, zafer ve muvaffakiyeti, hak ve istikâmetin en şaşmaz miyârı sayamaz. Bâzan kuvvet hakka galebe eder. Yenilen ezilir ama bu, yenen mutlaka haklı, isabetli ve istikametlidir, mânâsına gelmez.

İnsan olarak bize, hayatımızla ilgili bir vaadnâme, taahhüdnâme verilmedi. Bu sebeple ne tecellî ederse, biz aksine sa’y etmiş olsak dahi, sabır ve şükürle karşılayıp şimdi ne yapabilirim, diye sormalı; iman ve hamiyyet, ahlâk ve fazilet, hak ve hakikat, Müslüman Türk kanı ve İslâm gayreti, ilim ve aklı selim neyi gerektiriyorsa, kudretimiz ölçüsünde onu yapmalıyız. Nefes aldıkça, dudaklarımızı kıpırdatacak, bir tek kulağa bir tek kelime fısıldayabilecek kadar derman buldukça, Allah diyeceğiz, vatan, millet, devlet, bayrak diyeceğiz. Hakkı adaleti, dini, îmânı, milliyeti, mukaddesâtı yaşatmak; zulmü, haksızlığı, küfrü, milliyetsizliği, cibilliyetsizliği, her türlü insan sefâletini yıkmak için mücâdele edeceğiz. Allah’a kul, millete ve insâniyete hâdim olmak isteyene yol budur.

Kudret ve zafere tapanlar, sâdece ikbal ve muvaffakiyeti hak bilenler, her engel ve ârızada fütûrâ düşenler veyâ kaderle pazarlığa girişebilirim sanıp zamânın bir ânlık tesellisine aldananlar varsa, diledikleri gibi davranmakta serbesttirler.

“İnsanlık, İslâmlık şeref ve haysiyeti içinde, şühedâya hürmeti, mazlumlara merhamet ve riâyeti olanlar, onların yolundan ayrılamazlar.” (A. Gökdemir, Doğuş)

Yûnus, “Her gün yeniden doğarız!” diyor ve “Ba’sü bâ’del-mevt” bu dünyâda da her ân tecellîlerini gördüğümüz bir Allah kanunudur...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 06 May 2014 13:43

ALLAH’A YALVARIŞ

Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var! (Furkan, 25/77)

Duâ edin kabul edeyim. (Mü’min, 40/60)

Gece-gündüz münacaat ve inleme içinde geçen bir ömür görmek isteyen, Resûlullah’ın hayatına baksın! Baksın ve insanlık, duânın ne demek olduğunu, duâ etmenin âdâbını ve duânın, insana maddî-manevî kazandırdıklarını görsün, görsün ve ibret alsın. Allah Resûlü, duâlarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştür. Duâ, O’nun dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efganıydı. O, bir an dahi duâsız olmamış, dudaklarını ıslatan bu kevser dolu kadeh, hiçbir zaman elinden düşmemişti. Aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı; fakat ibadet ve duâda da eşimenendi yoktu…

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla.

Rabbim, Allah’ım; Seni bütün fikrimle tanır, sana tam bir kanaatle inanır, sana bütün ruhumla güvenir, seni bütün kalbimle sever, sana bütün mevcudiyetimle sarılırım. Her muamelesi güzel Allah’ım; bu küçük kul’unun ilticasını; kulluğunu yalvarırım kabul buyur. Annem, babam ve bana bakanlara hakkımda hayırlı fikirler, emeller ilham et ve onları mükâfatla, onların gayretlerini ve o gayrete liyakatimi arttır ve onların sabırlarını ve o sabrı suiistimal etmeyecek surette itaatimi artır, onların emekleri ve benim kıymetli günlerim boşa gitmesin.

Her zaif sesi işiten, her biçare dileği dinleyen, her küçük niyeti kıymetlendiren büyük Allah’ım; sana söylemek, seninle söyleşmek istiyorum. Bu vesile ile senin yüksek şanını anlamak minnettarlığımı, alâkalarımı, sana olan ihtiyacımı, düşkünlüğümü arz, sana bütün kalbimle, hissimle, teslimiyetimle ibadet etmek ve ancak bu suretle vicdanımı doyurmak, kalbimi kuvvetlendirmek, boşluklarımı doldurmak ve ruhumu dinlendirmek istiyorum. Ancak bu suretle ferahlamak, rahatlamak istiyorum. Hem de önünde vazifelerimi ikrar etmek ve sana küçük kalbimi de olduğu gibi açmak istiyorum. İlk vazifem ve emelim sana şükretmek ve senden af dilemektir. Sayısız nimetlerinin şükrünü aczim kadar kabul, bilir bilmez işlediğim günahlarımı affet.

Her yarattığını seven, yetiştiren, kemallendiren, koruyan, doyuran hatta nazlandıran Sensin, her histen evvel, acıman vardır ve acılarımızı Sana duyuran alâkaların vardır. Her yarattığına hiç ayırdetmeksizin Rahmaniyetinle acırsın, Rahmet edersin nimetlerini esirgemezsin ve her zerre iyiliği rahmetinle karşılayıp büyük mükâfatlarla kıymetlendirirsin, bütün kullarını seversin, yaratılmamıza sebep de bu sevgidir.

Güzel Allah’ım bizi de daima bu muhabbete lâyık halde bulundur. Bize bizden yakınsın. Her yakınımızın yakınlığı sendedir. Herkeste tecelli eden alâka Sendedir. Yüzüme gülen her yüzdeki tatlılık Sendedir. Etrafımda uzanan şefkatli eller Sendedir. Sen istemedikçe kimse uzanmaz, Sen vermedikçe kimse vermez, Sen bakmadıkça kimse bakmaz, herkeste tecelli eden yardım ve koruyuş Sendendir.

Bizi bizden çok seversin. Hele çocuklara, acizlere, biçarelere olan yakınlığın hepsinden üstündür. Elin üstlerinden hiç çekilmez, onlara yardımı âleme ganimet kılarsın. Anne Babaya kuvvet ver, saadet ver, selamet ver,

Yarabbi, komşumu kendim gibi sevecek kadar bir his ver her insanı komşu sayacak kadar yüksek bir alâka ver. Yalnız kendini düşünen hodgâm, yalnız nefsini seven Seni sevemez, nefsi için Sana bakan Sana varamaz. Yolunun her adımı feragat ister. Mahlûkunu inciten Seni incitir. Mahlûka hor bakan Sana hor bakar. Seni her yâr sayanı aziz sayanı benimsersin.

Yerde gökte her ne varsa hepsi Senin öz malındır. Sevgiler aziz şeylerindir. Bütün mevcudatın varı ve varlığı da yalnız Sensin. Sevgilerim Senden ve sevgilerim Sanadır. Bu sevgiyi her şeyden üstün tutmayı emrettiğin gibi müyesser de eyle. Her sevdiğim şeyi Senin eşsiz sevgin yoluna vakfedebileyim. Senin için yaşayayım Senin için çalışayım.

Yarabbi beni mert bir uzuv kıl. Beni cömert ve fazilette fedakâr bir insan kıl. Sana güvenen kendini unutur. Düşüncesi hep gayp olur. Yarabbi hayatta sevdiğin yolu tercih edeyim, dürüst olayım, temiz, nezih hareket edeyim, verdiğin işleri işleyeyim. Yarabbi beni hayatta hayra alet et, şerden şerirden koru; zilletten, hicaptan koru. İman ederim ki amalimin hesabını görecek Sensin, doğruların yardımcısı Sensin, İman ederim ki dünyada da ahirette de beni bahtiyar edecek Sensin. Ancak Sana kulluk ederim ve ancak Senden yardım dilerim. Senin verdiğini kimse alamaz ve Sen vermedikçe kimse veremez, Senin yükselttiğini kimse alçaltamaz, Senin alçalttığını kimse yükseltemez. Hiçbir emek boşa gitmez, hiçbir ızdırap nimetsiz kalmaz, her muzdarip nefis Sana erişir, Sana uzanan el boş dönmez. Her kulunun azabından, eleminden eza duyarsın, her kulunun saadetinden haz alırsın, her mahlukuna doğru birer yolun vardır. Her kalpte Sana bir yol vardır, her kalpte söyleyen Sensin, her kalpte dinleyen Sensin, her kalpte yaşayan, her kalbi yaşatan Sensin, her fikri aydınlatan, her kalbi feyizleyen Sensin.

Yarabbi, gazabına uğramışların yolundan, şaşkınların akıbetinden bizi sakla. Allah’ım hamdolsun duamı ettim, hamdolsun kendimi Sana teslim ettim, sahibim, Rabbim, velim, dostum her kıymetli şeyim Sensin ve Sen bana kâfisin. İlticamı kabul et, duamı kabul et; Amin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort