JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 29 Nisan 2014 15:37

VEFA ATLASI

Mut’im b. Adiy, Kureyşli inkârcıların ileri gelenlerindendi. Vaktiyle Peygamberimiz (sas) Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları onu şehre almak istememişlerdi.  

Allah Resûlü (sas) sıra ile birçok ileri gelen Mekkeli’nin himayesini isterdi, fakat hepsi reddettiler; ancak Mut’im kabul etti ve oğullarını silahlandırarak Hz. Peygamber’i (sas) şehre aldı.

Aradan yıllar geçti, Bedir Savaşı’nda Mut’im, diğer Kureyşliler ile birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Hz. Peygamber’in şairi Hassan, bu zatın ölümünün ardından anlamlı bir mersiye yazdı. Mersiyesinde onun vaktiyle Peygamberimiz’i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle andı.

Peygamberler Peygamberi, kendi adına gösterilen bu vefakârlıktan son derece hoşnut oldu. Bir ara düşman esirlerine ne yapacağını tartışırken Peygamberimiz’in söylemiş olduğu bu söz onun vefakarlığının ulaştığı boyutu göstermesi bakımından çok anlamlıdır:
“Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da Ben’den esirleri isteseydi fidye (kurtuluş akçesi) istemeden hepsini serbest bırakırdım.”

İşte bu meyânda diğergamlık, fedekârlık gibi, toplumu toplum yapan, cemaati cemaat yapan bir güzelliktir vefâ… Dostlar arasında, kardeşler arasında olmazsa olmaz bir haslettir vefâ… İnsanların birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan, bireyleri birbirine bağlayan yüce bir duygudur vefâ…  Evleri yuva hâline getiren, aile mutluluğunu daim kılan bir erdemdir vefâ…

Vefâ kelimesi, genel olarak biri dostlukta diğeri verilen sözde olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Dostlukta “görülen iyilikleri   unutmamak, iyilikte bulunanlara aynısıyla veya daha güzeliyle karşılık vermeye devam etmek, bağlılık ve dostluğu devam ettirmek” anlamına gelirken; sözünü yerine getirme ve sözünde durmaya ahde vefâ diyoruz. Böyle olan insanlara da vefâkâr denir.
Vefâ, sevgide devamlılık ve ihtiyaç hâlinde sevdiğine yardım etmektir. Müslüman vefâkâr olur. Vefâ, dostlukta, bağlılıkta sebat etmektir. Arkadaşına yaptığı iyiliği az görüp, onun yaptığını çok bilmektir.

Her insanın, hayatı boyunca bulunduğu ortamlarda samimi olacağı, kendisiyle neşesini, üzüntüsünü, duygularını, içinde bulunduğu durumu paylaşabileceği, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı ve kendi özellikleri ile uyum sağlayabileceği insanlarla dostluk kurmaya ihtiyacı vardır. İslâmî dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp, sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini dostu için de istemeyi gerektirir.

Arkadaşlık, fedakârlık ve sabır ister. Dostluğumuzun devamı için gerektiğinde fedakârlık yapabilmeliyiz. Arkadaşımızın acısını acımız, sevincini sevincimiz bilmeliyiz. Dostların ağlamasıyla ağlamayan, onların gülmesine ortak olmayan vefâlı dost olamaz.

Vefânın, sevgide devamlılık; ihtiyaç hâlinde dostuna yardım etmek olduğunu söyledik. Vefâ, dostlar arasında arkadaşlar arasında olmazsa olmaz özelliklerdendir; insanları birbirine bağlayan, aralarındaki sevgi bağını kuvvetlendiren yüce bir duygudur. Vefâ, insanların birbirlerine olan borcudur. Vefâsız insanlar ise borcunu ödemekten kaçınan, dürüst olmayan insanlara benzer.

Bir Müslümanda bulunması gereken güzel huylardan biri olan vefâkârlığın zıddı nankörlük olup, iyiliğin değerinin bilinmemesi veya iyiliğe kötülükle karşılık verilmesidir. Vefâsızlık, teşekkürsüzlük demektir. Aynı zamanda vefâsızlık, bir şeyi yapmaya söz verdiği hâlde sözünde durmamaktır.

Allah (cc) insanların birbirlerine iyilik yapmasından hoşlanır. Yine iyilik görürse bu davranış, başkasına da güzel örnek olur ve toplumda huzur ve güven duygularının sağlanmasına ve sağlamlaşmasına yardım eder.
En büyük vefâkârlık, Rabbi'ni tanımak, kulluk görevlerini yerine getirmek, verdiği nimetlerin kıymetini bilmektir. En büyük vefâsızlık da kulun, Rabbi'ni inkâr etmesi, O'nun yüceliğini tanımamasıdır. Kişiler arasında vefâkârlık olmayan toplumlarda güven sarsılır, sosyal bir çözülme başlar. Vefâkârlık, dostlukların devamını sağlayacağından, sosyal dayanışmayı daha güçlü kılar.

Vefâ, ortak bazı şeyleri, duyguyu, düşünceyi, sevgiyi paylaşan kişilerin özelliğidir. Vefânın baş düşmanları ise nefret, kıskançlık, yalan gibi davranışlardır. Vefâ, kişideki sevgi ile bütünleşerek büyür ve güzel dostlukların kurulmasını sağlar. Konuşurken doğru söyleme, verdiği sözlerde, ettiği yeminlerde sâdık olma, aldatmama, yüklendiği sorumluluğun farkında olabilme vefâdandır.

Dostlukta vefâ, sevgide ölünceye kadar devam etmektir. Ölümünden sonra da dostunun ailesine ve dostlarına sevgiyi devam ettirmektir. Atalarımız, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” derken vefânın ne kadar önemli olduğunu ve yıllar öncesinde bu özelliğin nasıl yaşandığını bizlere anlatmışlardır. Günümüzde, bu güzellikten, bizi biz yapan birçok değerden ne kadar da uzak yaşamaktayız. Hayatımızda birçok kimseyle karşılaşır, tanışır, bazılarıyla arkadaş, bazılarıyla dost oluruz. Dostlarımızla muhabbet eder, kimisinin mânevî, kimisinin de maddî dertlerinin çözümü için gayret sarf ederiz. Kimiyle bir yıl, kimiyle dört yıl beraber olur, beraber çalışır, beraber koşuştururuz. Yeri gelir birçok sıkıntılarına göğüs gereriz. Yediğimizden yedirir, içtiğimizden içiririz. Mânen huzûra kavuşmaları için, gerek dünya ve gerekse âhirette rahat etmeleri için elimizden geleni yaparız.

Bunlardan kimi işi bitince bir daha aramaz, sormaz. Menfaati bitmiş, bu yüzden de bizleri ve yaşanan güzellikleri unutmuştur. Kimisiyle ise çok güzel dostluklar kurarız. Hem bu dünya için hem de âhiret için dostluğa devam ederiz.
Kimiyle bir yemek yiyecek kadar, birkaç sohbetlik kadar muhabbetimiz olur, ama yıllar sonra görüştüğümüzde hemen hatırlar ve kucaklaşırız; bazen gözyaşlarımıza hâkim olamayız. Böyleleri bize vefâyı hatırlatır. Kimiyle ise yıllarca beraber oluruz, ama bir de bakmışız ki vefâsız çıkar, tüm iyilikleri unutur ve nankör olur.

Yüce Allah (cc), bu durumu şöyle anlatır: “Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırırsak ferahlar, şımarır. Ama başlarına, yine kendi işledikleri hatâlar sebebiyle bir sıkıntı gelirse insan hemen nankörleşir.”  

Sevgi ancak âhiret için istenir. Eğer arkadaşlarımızla aramızdaki sevgi ölümle birlikte son bulacak olursa, yapılanlar boşa gider, vefâsızlık yapmış oluruz. Bu konu ile ilgili Hz. Peygamber (sav), Allah'ın (cc), arşının gölgesinde gölgelendireceği yedi kişiyi sayarken,  bunlardan biri de, “Birbirini Allah için seven ve bu sevgi ile birleşip, bu sevgi ile ayrılan iki arkadaştır.” der.

Vefâ dostun dostuna olan sevgi ve sadâkatidir. Vefâ dostuna eziyet etmemek, ondan yapamayacağını istememek, ona ağırlık vermemek, yük olmamaktır.

Çağımızın en büyük sermayesi sağlam ve güvenilir dost bulmaktır. Oysa günümüzde menfaate dayalı dostlukların çoğaldığı görülmektedir. Başta dostluk olmak üzere pek çok mânevî değerimiz maddiyata dönüşmüş durumdadır. Dostluklar maddiyat olmuş, çıkar olmuş, menfaat ilişkilerine dönüşmüş. Bazı dost bildiğiniz kişiler sizinle bir çıkar ilişkisi varsa sizinle hep dost olarak görünürler. Bu dostluk sizin onunla çıkar ilişkiniz bitene kadar sürer. Bir kısım insanlar artık çıkarları olmazsa selam bile vermiyorlar Günümüzde yaratılan mal ve makam edinme hırsı; bununla birlikte gelişen çıkar duygusu insanları birbirine yabancılaştırmaktadır.

Dostluk, öylesine kurulan basit bir bağ değildir. Büyük emekler ve fedakârlıklar ister. Günümüzde dost bulabilmek âdetâ saman yığınında iğne aramaya benzer hâle gelmiştir. Çünkü gerçekten dost bildiklerimiz vefâsız çıkıyor ve en ufak bir sorunda dostluk bağlarını kopartabiliyor. En zor günde yalnız bırakıp gidebiliyor. Bu yüzden gerçek dostu iyi tanımak ve seçmek gerekir. Mü'minler, birbirleriyle sonsuza kadar dost olmaya niyet etmeli ve derin bir sevgi, saygı, vefâ ve sadâkat ile birbirlerine bağlanmalıdır. Biri bir hata işlediği zaman, bir diğeri güzellikle ona destek olup iyiliğe yöneltmeye çalışmalıdır. Birbirleri ile kavga etmemeli, birbirlerine iyiliği emredip, kötülükten alıkoymalıdır.

Arkadaşımızın acısını acımız, sevincini sevincimiz bilmeliyiz. Dostların ağlamasıyla ağlamayan, onların gülmesine ortak olmayan vefâlı dost olamaz. Birbirleri ile Allah(cc) için dost ve arkadaş olanlar birbirlerinin hissettiği acıyı veya sevinci hissetmelidirler. Arkadaşının başına bir sıkıntı gelince, onun yanında olmalı, ona moral vermeli ve destek olmalıdır. Aynı şekilde onu mutlu eden durumlarda da yanında bulunmalı, mutluluğunu, sevincini paylaşmalıdır. Çünkü insan yaratılışı gereği her duygusunu paylaşmak ister.

Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Sevgi ve merhamette mü'minlerin misâli bir vücut gibidir. Vücudun uzuvlarından birisi rahatsız olunca diğerleri de ateşlenmek ve uykusuz kalmakta ona iştirâk ederler.”

Teşekkür etmek, bir hediye, bir yardım ya da bir öğüt için duyulan sevinci belirtmek amacıyla kullanılan bir sözdür. Teşekkür etmek yüreklerde doğmuş olan bir sevincin açıklanması, bu sevincin doğmasına neden olan kimse ile sevincin paylaşılması anlamına gelir. Vefâkâr Müslümanlar, birbirlerine teşekkür etmeyi ihmal etmezler.

Vefânın bir diğer gereği de dostunu ziyâret etmek, aramak sormaktır. İslâm, Müslümanları birbirlerinin kardeşleri olarak ilan etmiş ve onların birbirlerini sevip saymalarını, yardımcı olmalarını emretmiştir. İnsanlar arasında sevginin yerleşmesine, dostlukların oluşmasına yardımcı olan en önemli sebeplerden birisi ziyâretlerdir. Bu bakımdan İslâm ziyâretlere büyük önem vermiştir. Müslümanların birbirlerini ziyâret etmeleri, aradaki sevgi, saygı, dayanışma ve dostluk bağlarını kuvvetlendirir.

Ziyâretler, sevgi, güven, birlik ve beraberlik duygularını geliştirir. Anlaşmanın, dayanışmanın, dostluğun temeli ziyâretlerle atılır. Müslümanlar, ziyâret yolu ile birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı bulurlar. Sıkıntılarını, sorunlarını öğrenirler. Pek çok konuyu aralarında görüşüp, birlikte karar verme imkânına sahip olurlar. Sevinç ve üzüntülü zamanlarında çevrelerinde gördükleri arkadaşları, onlar için huzur kaynağı olur.

Dostluk birliğin, dirliğin, ayrılamamanın, bölünmemenin kurallarındandır. Dostlarımızı iyi ve kötü gününde yalnız bırakmamak, derdine, kederine, sevincine ortak olmak en büyük özelliklerimizden olmalıdır. İnsanın kötü zamanlarından biri de hastalık durumudur. Sağlık gibi hastalık da insanlar içindir. Hemen her yaşta, insanların yakasına yapışan hastalıklar vardır. Hastalık, üzüntü ve sıkıntı kaynağıdır. Hastalanan kişi duygusallaşır, hatırlanmak, aranıp sorulmak ister. Üzüntüsünü paylaşmak gereği hisseder. Bu durumda insan, eşini dostunu çevresinde görmek, onların tatlı sözleri ve yardımları ile tesellî bulmak ister.

Bir hadisi şerifte, Hz. Peygamber Efendimiz (sav), Müslümanlara yedi şeyi yapmalarını emretmiş, yedi şeyden de kaçınmalarını istemiştir. Yapılmasını istediği şeyler şunlardır: Cenazenin arkasından gitmek, hastaları ziyâret etmek, dâvete icâbet etmek, mazluma yardım etmek, verilen sözü, yapılan yemini yerine getirmek, verilen selâmı almak, aksırana dua etmek.  

Ziyâretler, sosyal ilişkileri düzenleyerek, maddî kazançla birlikte mânevî fayda da sağlar. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Aziz olan Allah (cc) kıyamette:

-Ey Âdemoğlu! Ben hasta oldum da sen Beni ziyâret etmedin, buyurur. Kul:

-Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun hâlde ben Sana nasıl hasta ziyâreti yapabilirim? diye sorar. Allah (cc):

-Sen bilmez misin ki, Benim filanca kulum hasta olmuştu da sen onu ziyâret etmemiştin. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyâret etseydin, muhakkak Beni onun yanında bulacaktın. Yani, Benim sevâbımı ve ikrâmımı onun yanında bulacaktın, buyurdu.”

Başka bir hadiste de Hz. Peygamber (sav): “Hasta ziyâreti yapan kişi, hastanın yanından dönünceye kadar, kendisini cennete ulaştıracak bir yol üstündedir.” buyurmuştur.

Şu hâlde, ziyâretler, özellikle hasta ziyâreti, Müslüman’ı Allah (cc) rızasına ulaştıracak ahlâkî davranışlardan biridir. Bu sebeple hasta ziyâreti, vazgeçilmez bir görevdir.

Rabbimiz, bizi başta kendisine, sonra da aile, akraba ve dostlarına karşı vefâkâr kullarından eylesin; bizleri vefâsız dostlardan uzak tutsun.

1- 42/Şûrâ, 48
2- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis No:4679, c.XIII, s.276.
3- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis No:3336, c.X, s.133.
4- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis No:3313, c.X, s.110.
5- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis No:4685, c.XIII, s.279.
6- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis No:3401, c.X, s.199.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 13:49

SAMİMİYET VE EDEBİN İNCE AYARI

I/ Ahlak ve Kişisel Gelişim

Günümüzde hemen her insanın yakındığı benzer sıkıntı ve problemler vardır. İşlerin peşinde koşuşturup durmaktan, kendine, ailesine ve dostlarına zaman ayıramama, iş ve aile ortamında monotonluk veya geçimsizlik, yapmak istediklerinde başarısızlık ve verimsizlik insanların ortak problemlerinden bazılarıdır. Diğer yandan insanların çeşitli korkuları vardır. Bazı insanlar ölümden, bazıları patron veya amirinden, bazıları yüksekten, bazıları sudan, bazıları bir hayvandan, bazıları asansöre binmekten, bazıları toplum önünde konuşmaktan vs. pek çok şeyden korkar. Bazı insanlarda ise; bıkkınlık, ümitsizlik ve bitkinlik hâkimdir.

Gününü gün etmek isteyen insanlar dahi gönüllerinin derinliklerinde bir huzursuzluk ve tedirginlik hissetmektedir. Hayatı yaşanmaz bir yük gibi gören, geleceğe dair hiçbir güveni olmayan insan sayısı da ihmal edilemeyecek kadar çoktur. İnsanlar, böylesine problemli bir dünyada ister iş adamı, ister ev hanımı, ister öğrenci, ister öğretmen, ister doktor, ister işçi vb. her ne olursa olsun; sağlık, başarı ve mutluluklarında olumlu yönde değişiklikler olmasını istemektedirler. Bu insanların çoğu, başarılarının artmasına, sağlıklarının korunmasına, korkularının giderilmesine ve hayata bağlılıklarının artmasına katkı sağlayacak düşünce, tutum ve davranış değişikliklerine bedel ödemeye çoktan razıdır. Onlara göre bu ihtiyaç o kadar acildir ki, reçete olarak sunulan düşüncelerin olumsuz tesirlerinin olup olmayacağını, bünyeye uygun düşüp düşmeyeceğini birazcık araştırmaya bile vakitleri yoktur. Dahası, bunları yapabilecek ne bilgi birikimleri, ne fikrî altyapıları, ne de iradeleri vardır. Bundan dolayı; “Bana ne yapacağımı söyle, izleyeceğim adımları göster." demekten öte yapabilecekleri bir şey yoktur.

Aslında bu, yadırganacak bir durum değildir. İnsanlar, tarih boyunca iyiliğe, güzele, huzura ve tatmine ulaşmak için rehberlere ihtiyaç duymuştur. Bu arzusuna ise; ancak insanın aklını, duygularını, meyillerini, hayallerini ve diğer lâtifelerini doğruya yönlendirebilen rehberleri bulduğunda ulaşabilmiştir. Bunun temelinde ise; sağlam bir hayat felsefesi, ahlâk sistemi, fazilet anlayışı ve insanî değerler sistemi yer almaktadır. Maalesef önce Batı'da, sonra coğrafyamızda bu yüksek ahlâk sistemi ve insanî değerler yenilik adına yıkıldı, atıldı ve unutuldu.1

II/ Samimiyet ve Edebe Bağlılık

Allah’ın rahmetini çeken en güzel sebep, kalbin samimiyetidir. Allahu Tealâ, isteğinde samimi olmayan gafil kalbin duasını işitir, fakat kabul etmez. Arzu ve istediğinde samimi, sabırlı ve azimli olan kimsenin ise eli boş dönmez. Büyük veli Abdulkerim el-Cilî (K.S.), “İnsan-ı Kamil” kitabında, bütün başarının himmetteki samimiyete bağlı olduğunu belirtiyor ve ekliyor:  Kâmil mürşid, müridin isteğine değil, Allahu Tealâ’nın onun hakkındaki takdirine bakar. Kaderi mutlak; vardır ki onun gerçekleşmesi Allah tarafından kesin hükme bağlanmıştır.

Bu hükmü verilen şeyin gerçekleşmesi kaçınılmazdır ve onu dua ve himmet değiştiremez. Kaderi muallâk; onun gerçekleşmesi bazı sebeplerden dolayı değişebilir. İşte kulun tövbesi ve sadakası, velinin ise himmeti bu kısımda fayda verir.

Arifler Allahu Tealâ’nın hikmetine âşıktır. İşlerin yapana değil, yaptırana bakarlar. Onlar kendileri ve talebeleri için hep Allah’a yaklaştıracak sebepleri ararlar. Kulun Allahu Tealâ’ya yaklaşması, nefsinin terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye bazen çile ve meşakkatle, bazen de dua ve himmet ile gerçekleşir. Bazı kalb marazlarından kurtulmak ancak fakirlik, yalnızlık ve çaresizlik neticesinde ola bir. Peygamberimiz bu konuyla alakalı “Bazı nefs hastalıkları vardır ki ancak fakirlikle temizlenir.” buyurmaktadır.

Nefsle mücadelede ki en önemli unsurlardan birisi insanın başında bir mürşidin bulunmasıdır. Çünkü nefsin ve şeytanın bin bir türlü hileleri vardır. İnsana gelen duyguların nefsden mi yaksa ruhtan mı olduğunu çıkarmak zor bir iştir. İnsan her daim mürşidinin yanında olması mümkün değildir. Peygamberimizin buyurdukları gibi kişi sevdiği ile beraberdir. Onun için tasavvuf ehli her zaman gönlünü Allaha yakın dostlarına bağlayarak, uzakta ve yakıda başına gelen bela musibet ve sıkıntı hallerinde, Mürşid feraset ve keşfi ile görür ve müdahale eder. Böylece mürid mürşidinin himmet ve dualarıyla sıkıntılarından ve vesveselerinden kurtulur. Tabi bazı vesveseliler vardır ki onların psikoterapi ile çözüme ulaşılabilir... ( Bu apayrı bir konudur.)     

Yakın zamanda öğrendiğim konuyla alakalı bir hadise beni derinden etkilemiştir. Bir kardeşimiz ciğerlerinden rahatsızdır. Istırap içinde günleri geçmektedir. O kadar acı çekmektedir ki iniltilerini komşuları bile üzmeye başlamıştır. Doktorlara gider uzun tedavilerden sonra iyileşmez. Artık son çare olarak ameliyat olması gerekmektedir. Gün alınır, ama ne var ki bu ameliyat risklidir. O günlerde çokça dua edip yaradana yalvarmaktadır. Hatta bazı akrabaları acaba ameliyattan önce nasıl helalleşiriz diye düşünmekten kendilerini alamazlar. Doktora gidilir aylar sonraya gün alınır.

İşte çileli bekleyişin bir gecesinde rüyasında yanına hayatta olmayan mürşidi gelir. Onu bir güzel ameliyat eder. Hasta kan revan içinde uyanır, sanki ameliyatın yorgunluğu hala üzerindedir Ameliyat günü doktoruna gider. Röntgenler çekilir. Muayeneler yapılır. Doktor adama sende hiç utanma yok mu hem ameliyat olmuşsun hem de bana kontrole geliyorsun, git nerede ameliyat oldunsa oraya muayene ol der. Hasta itiraz eder efendim sandığınız gibi değil ben ameliyat olmadım dediyse de doktor, bak ameliyat izin bile var diyerek hastanın bile fark edemediği ameliyat izini gösterir. Hastaya da ameliyat olmuştur, raporu verir.

Zorda kalan hasta durumu doktora anlatmak zorunda kalır. Bütün ısrarlarımıza rağmen raporu vermekten ve isminin açıklanmasına müsaade etmemiştir. İşte bu yol böyle güzelliklerle doludur. Mürşit mürşitliğini yapar velev ki vefat etmiş olsun mürit de hayâsından ve yolunun düsturu gereği şöhretten kaçar. Kim demiş himmet mimmet yok diye. Bu olay bile başlı başına himmetin göstergesi değildir de ya nedir? 2    

Rasulullah (as) Efendimiz : “Asıl veren Allah’tır, ben ise verileni taksim edip yerine ulaştırmakla görevliyim.” (Buhari, Müslim) diye buyurmuşlardır.

Allah cc  himmetinizi daim etsin inşallah.

1- Prof.Dr. Harun AVCI, Öncelik İyi Ahlak Mı? Kişisel Gelişim Mi? S.D. Nisan 2003, s. 291
2- Yakup SEZGİN; Feyz D. 2009

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 11 Şubat 2014 10:33

EV SEMASI -3-

Âdem’in Yeryüzünde Kurduğu İlk Ev

İnsanoğlunun yeryüzü gezegeninde başlayan tarihinden önce babası Âdem’in daha cennette iken başından geçen olayı bütün antik, kültürler ve kutsal metinler zikreder.

Âdem, eşi Havva ile bütün ihtiyaçları karşılanmış olarak cennette yaşarken, daha önce onu kıskandığı için önünde secde etmeyi reddeden iblis (şeytan) her nasılsa bir yolunu bulup ona “yasak meyve”yi yedirmeyi başardı. Geleneğe göre ne olduysa bundan sonra oldu ve Âdem eşi ile birlikte cennetten kovuldu. Kur’ân bu olaya “hubut:düşüş” adını verir. Âdem’in düşüşü ilk gününden bugüne kadar sürüp gelen trajik tarihin de başlangıcıdır.

Diğer geleneklerden ve bu arada Ahd-i Atik anlatımından farklı olarak İslamî anlatım, Âdem’e “İlk günah”ı ebedi bir ceza ve ayıp olarak yüklemez. Âdem, şeytana kanıp emirlere karşı geldi, bir yasağı çiğnedi ama zaten onun fıtratı, özyapısı doğruya ve yanlışlığa eğilimli çifte bir tabiata sahipti. Âdem günahtan sonra tevbe etti ve Allah da onun tövbesini kabul etti. Ancak artık cennette duramazdı. Onun yeryüzündeki hayatı ve türünün tarihi başlayacaktı.

İnsan yeryüzünde iki tercihle karşı karşıya olan bir yaratık. İtaat ve isyan, uyum ve çelişki, güzellik ve çirkinlik, adalet ve zulüm, doğruluk ve yanlışlık, kısaca tevhit ve şirk. İslam’ın tarih felsefesine göre tarihi dolduran, bu iki karşıt  kutup arasında süren kesintisiz çatışmadır.

Yeryüzü güzellikler, ihtiyaçlar, kaçınılmazlıklar, ihanetler vb. şeylerle doludur. İnsan onu geçici bir mesken olarak kullanacak, yeniden kendini kanıtlayacak, Allah’ın kendine layık gördüğü cennet hayatına ikinci defa kavuşmaya çalışacaktır. O kendisine verilen ilk fırsatı yanlış kullandı, değerini tam olarak bilmedi; şeytana kanıp ihanet etti, yasağı çiğnedi, başkaldırdı. Şimdi sınanacak artık. Bu, ona Allah tarafından bağışlanmış ikinci bir fırsattır. Eğer bu sınavı başarıyla kazanırsa, yine eski ve mutlu yurduna, cennete dönecektir; hem de bir daha oradan çıkmamak üzere.

Âdem bu varoluş hikmetine uygun olarak yeryüzüne indirildi. Âdem’in yeryüzüne attığı ilk adım, insanın gezegenimizde bu güne kadar süren tarihini de başlatan ilk adımdır.

Kaynaklar Âdem’in yaşamaya başladığı çevrede ilk günlerinin uyumsuzluk içinde geçtiğini yazar. Çevresinin, maddi tabiatın varlık bilgisine sahip olmasına rağmen Âdem’de baş gösteren uyumsuzluk onun batı antropolojisinin öne sürdüğü gibi, kendisi tabiattan farklılaştıkça ona “yabancılaşması” (alinasyon) dolayısıyla değil, fakat ilk hayatına, gözünü içinde açtığı yurda duyduğu özleminden kaynaklanıyordu. Âdem cennette iken varlık dünyasında yer alan her şeyle uyum içinde Allah’ı tesbih ediyordu. Üstelik Beyt-i Ma’mur’u tavaf eden meleklerin kulağından eksik olamayan tesbih ve tekbir sesleri onun ruhuna engin  bir huzur veriyordu. Bir düşüş sonucu geldiği dünya ise kendisine “yabancı” bir çevreydi. Her taraf ıssız ve sakin. Bu arada yeryüzüne indiğinden daha önce cennette iken duyduğu ve kendisinin de katıldığı meleklerin tesbih ve tekbir seslerini işitmez olmuştu. Yabancı bir çevre ve içinde sınırsız huzursuzluk duygusu. Bu onu yeni bir “arayış”a sürükledi. Âdem’in aradığı eski yurdu cennetti ve cennetteki mutlu, uyumlu hayattı. Şimdi ise kendini “gurbette” hissediyor, sıla özlemi çeken bir “garip” (yabancı) olarak görüyordu. Âdem’in bu ruh hali, sonraları bütün İslam edebiyatında ve tasavvufta hep kendini “dünya gurbetinde bir garip” görecek olan insanların en köklü hüzün imajları ve asıl yurda dönüş özlemleri şeklinde kendini gösterecek, neredeyse İslam kültürünün merkezî bir imajı olarak algılanacaktı. Hz. Muhammed (sav) de bir hadisinde Müslümanı dünya hayatında bir “garip” olarak tanımlar. Âdem’in gurbet hasreti ve arayışları sürerken bir gün derin bir hüzün içinde Allah’a yalvardı ve cennette iken meleklerle birlikte ilahi uyuma dünyada da katılmak istediğini beyan etti. Anlatıma göre Allah ona şöyle buyurdu: “İşlediğin günah meleklerin sesini işitmene engeldi; ancak benim yeryüzünde benim bir evim var, git temellerini yükselt ve çevresini tavaf et.”1

Bu yeryüzünde de insana kendi hayat kaynağına ulaşmasını sağlayacak kutlu bir imkanın bağışlanmasıydı. Âdem cennette olduğu gibi yeryüzünde de Allah’ı tesbih edip yüceltecek, böylece yabancılaşmayı aşabilecekti.

Ezraki, Allah’ın daha önce melekleri yeryüzüne gönderip orada da Beyt-i Ma’mur’a benzer bir ev inşa etmelerini emrettiğini söyler. Şu halde Beyt-i Ma’mur gibi yeryüzünde kurulan ilk ev Ka’be’nin de kurucuları meleklerdi ve Mu’cemu’l-Buldan adlı kitabında Yakuti, Ka’be’nin  Beyt-i Ma’mur’un tam altında ve hizasında kurulan bir ev olduğunu kaydeder.

Sözlü gelenekte Ka’be’nin ilk inşası ile ilgili rivayetler çeşitli farklılıklar gösterir. Ama bütün rivayetlerin birleştiği; meleklerin yardımıyla ilk defa Âdem’in inşa ettiğidir. Bazı kaynaklar ilk inşa edicileri melekler göstermekle birlikte, belki temellerin atılacağı yeri meleklerin gösterdiği Ka’be’yi, Âdem’in ilk defa inşa etmiş olması akla daha uygundur. Hatta rivayetlere göre Hz. Âdem, Lübnan Dağı, Tur-i Zeyta Dağı, Tur-i Sina Dağı, Cudi Dağı ve Hira Dağı’ndan taşıdığı taşlarla evi inşa etmiştir ki, her beş dağ İslâm, Yahudi ve Hristiyan geleneklerinde kutsal kabul edilirler. Kuşkusuz bu bağlamda evrim kuramına uygun gelişen antropoloji ile antik gelenekler arasında önemli çelişkiler var. İslâm kaynakları varlık dünyasında Âdem’in yaratılışının son safhayı teşkil ettiğini kabul eder. Önce cansızlar (cemadat), ardından bitkiler (nebatat), sonra hayvanlar (hayvanat) yaratılmış olup insanın yaradılışı dördüncü safhaya tekâbül eder. Âdem cennetten yeryüzüne sürülünce kendini Hint kıtasında buldu. Geleneğe göre eşi Havva Mekke yakınlarında bir yere indirilmişti. Âdem eşini aradı ve onunla Arafat Dağı’nda buluştu. Arafat bu bakımdan “tanışma ve buluşma” yeri olarak bilinir. Müzdelife’de onunla birleşti. Her sene hacılar Arafat ve Müzdelife’ye gider, bir bakıma bu olayı yad ederler.

Son olarak, Ka’be’nin kutsal taşı kabul edilen “Hacer-i Esved”ten de söz edelim. Geleneğe göre tavafın başlangıç noktası olan bu taş cennetten getirilme bir taştır ve başlangıçta bembeyazdı. Sonraları ona el ve kurban kanı sürüle sürüle siyahlanmıştır.2

Burada modern, ilmî bakışa uygun düşer gibi görünen ve kimi İslâm kaynaklarınca da sözü edilen bir noktayı açıklığa kavuşturalım. Kaynaklarımız, Ka’be’yi ilk inşa edenin melekler ve Âdem, sonra onun oğlu Şit ve üçüncü (veya dördüncü) defa Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiğini söyler. Ne var ki kimi bilginlere göre Ka’be’nin Âdem ve oğlu Şit tarafından inşa edilmiş olması mümkün değil; çünkü insanlar Hz. Âdem ve oğlu Şit zamanında taştan ve çamurdan inşa edebilecek bilgi düzeyine erişememişlerdir henüz. Hatta Âdem’in torunlarından Mehla Layil devrine kadar insanlar dağlarda, bayırlarda barınıp henüz yerleşik hayata bile geçememişlerdi. Geçimlerini ise avcılık ve toplayıcılıkla temin ediyorlardı. Olsa olsa Âdem ve Şit çevresine taş dizmek suretiyle Ka’be’nin alnını sınırlandırmış olabilirler.3

Bu, modern antropolojinin neolitik dönem öncesine tekâbül eden görüşüne uygun düşse bile Ezraki, Taberi ve Eyüp Sabri Paşa gibi zatlar aynı görüşte olmadıklarını belirtirler. Buhari gibi güvenilir hadis kaynaklarından Âdem ile Nuh arasında on asır (bin yıl) geçtiği nakledilir. Tevrat da bu sürenin 1056 yıl olduğunu ileri sürer. Tufan gibi büyük bir olaya dayanıklı bir gemiyi yaptığı bilinen Nuh ve dönemi, daha insan tarihinin şafağı sayılan bir zamanda insan türünün ulaştığı bilgi düzeyini göstermesi bakımından önemli olsa gerek. Kuşkusuz Nuh, durup dururken böylesine güçlü ilmî ve teknik birikimi gerektiren bir gemiyi yapmadı ve muhtemelen kendisinden önceki bilgi birikiminden geniş ölçüde yararlandı.

Taberi gibi kaynaklara bakılırsa, Âdem bile taşı, demiri ve toprağı kullanabilecek bilgi düzeyindeydi; örs, çekiç, tokmak imâlinden ve buğday ekiminden haberdardı.4  Hatta ihtilafa düşen Âdem’in iki oğlundan Habil’in hayvan beslediği, Kabil’in ise toprağı ekip biçtiği ve tarımla uğraştığı, sözlü rivayetler yanında özellikle Ahd-i Atik’in ve Müslüman kaynaklarının da paylaştığı bir görüştür. Taberi’nin iddiası Allah’ın Âdem’e isimleri ve varlık bilgisini öğrettiğine ilişkin verdiği habere uygunluk içindedir. Tabii ki bu iddianın bugünkü ilmî araştırmaların, özellikle arkeoloji ve antropolojinin verilerince de desteklenmeye ihtiyacı var. Buna geçmeden evvel, olayı tarihi seyri içinde kısaca özetlemekte yarar buluyoruz.

İslâm kaynaklarından Ka’be’nin ilk inşacıları olarak melekler ve Âdem’i, ardından oğlu Şit’i ve sonra da zamanımızdan yaklaşık  dört bin yıl öncesinde Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’i gösterdiklerini söyledik. Verilen bilgilere göre Nuh Tufan’ı Ka’be’yi de yeryüzünden silmiş, ancak toprak altında temelleri kalmıştı. Hz. İbrahim Ka’be’yi yeniden inşa etmekle görevlendirildiğinde ilk iş olarak onun temellerini aramak olmuştur. Günümüze kadar hâlâ ayakta duran Ka’be işte Hz. İbrahim’in temellerini bulup inşa ettiği yapıdır. Tarih-ül Mevlevi tarih içinde Ka’be’yi inşa edenlerden hepsini zikreden bir şiir nakleder.5  Daha önce de işaret ettiğimiz gibi bunların sayısı on bire kadar çıkabilmektedir.

Sonuç

Ev bir sığınaktır aynı zamanda. Sığınmak, en yalın insanî eylemlerden biridir. İnsan tehlikeden, korkudan, düşmandan kaçıp, bir yerlere, bir kimseye, Yaradan’a sığınmaktadır. Tabii afetlerden, selden, yağmurdan, fırtınadan sığınma da vardır. Bu tür sığınma fiziki korunmadır. Ev bu anlamda bir sığınaktır ve insanın zorunlu durağıdır. İnsan birçok sebepten ötürü bazen sığınma ihtiyacı duyabilmektedir. Sığınılacak mekânların başında ise ev gelmektedir. Çünkü ev özeldir; dışarıya, ötekine, yabancıya, düşmana, kaçılana kapalıdır. Bir anlamda kapanmadır ev. Bir sığınma mekânı olarak ev, mahrem bir dünyadır, korunmuş ve kollanmış bir dünyadır. Ve en önemlisi de Allah’ın evi gibi cennet tâcıdır, rahmet tâcıdır, Cemalullah tâcıdır. Didara erme tâcıdır.

1-Eyüp Sabri paşa. Age., s.18. Ezraki. Age.,s.34-35
Muhammed Hamidullah, (İslam Meselelerine Giriş), Çev. 2-İ. Süreyya Sırma, 1980, İstanbul, s. 26
3-Tahir-ül-Mevlevi, (Müslümanlıkta İbadet Tarihi), 1963, İstanbul, s. 157
4-Taberi, (Tahirü’l-Ümem ve’l-Mülük), Çev. Z. K. Ugan-A. Temir, 1954, Ankara-1, 173 vd.
5-Tahür-ül Mevlevi, age., s. 157 (Ali Bulaç-İslâm Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, İstanbul-1996.,s. 20-34)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 10 Şubat 2014 14:21

EV SEMASI -2-

Semboller Dünyasında Bir Ev: “Beyt-i Ma’mur”

Nesneler arasında somut ilişkileri ve bu    ilişkilerin iç düzenini, yasalarını araştıran ilimlerin, özellikle fizik ilimlerin kavram ve anlatımları somut söylemlerdir. Çünkü araştırma alan ve konuları doğrudan somut, nesnel varlıklar dünyasıdır. Her ne kadar bilinenden bilinmeyene ulaşmak, ilimlerin hiç ihmal edilmek istenmeyen hedefi ise de bugünkü modern ilmi, bilinmeyenden çok, gözlem ve deney dünyasının ilk hamlede bilinen olayları daha çok ilgilendirir görünüyor. Şu halde yeterli düzeyde bilinmeyenlere ilişkin entellektüel ve ilmi hazırlık, deney ve birikimlere sahip olmayışımız, doğrudan değil içinde yaşadığımız somut varlıklar dünyasını, kozmolojik alemi de aşan bir alan hakkında bazı şeyler söylemeye kalkışmamız kendiliğinden bazı zorluklar çıkarmaktadır.

İlki bu alana ilişkin somut, denenebilir ve   gözlenebilir bütün maddi veri ve bulgulardan yoksunuz; ikincisi, öne süreceklerimizin doğruluğunu veya gerçeklik değerini ölçme, kritik etme imkânlarına sahip değiliz ve son olarak bu konu esasında modern insanın entellektüel ve ilmi uğraş alanının çok çok dışında hatta kullanılan bilgi araçlarına ve kaynaklarına “ilmi bir değer” gözü ile bakamaz.

Ne var ki insanın evrenin öncesi ve nihai kaderi ile ilgili söylenen her sözün kadim bir geçmişe dayanması, bu kadim geçmişte söylenenleri, sembolik bir anlatım değerini kazanması oldukça düşündürücüdür. Geriye doğru gidildikçe Antik Yunan’dan Kadim Hind’e kadar Mısır, Babil, Mezopotamya, Keldani, İran, Çin ve bu arada İslam, fizik dünyayı aşan gerçekliklerin hemen hemen tamamını sembollerin yüksek ve zengin diliyle anlatmayı vazgeçilmez bir ilke olarak benimser. Anlaşılan şu ki, sembolik söylem bütün zamanlara karşı dayanıklı bir dil temeline dayanır. Ve semboller, her çağda insanoğlunun maddi ve sosyal bilgi düzeyinde gelişen ilmi te-rimlere “bir şekilde” tekâbul etme özelliklerini gösterirler. Öyleyse kadim zamanlarda, evrensel ve kozmolojik gerçeklikleri ile bunları da aşan gerçeklikleri bize ve bizden sonraki kuşaklara aktarmak isteyen kadimlerin söylemlerinde sembolik bir dil kullanmaları, onların bilgi eksikliğini değil, bütün zamanların bilgi ve kültür düzeyleri karşısında aşınmalara dayanıklı özel bir anlatım biçimi seçme niyetlerini gösterir.

Evet, yöntemle ilgili hatırlatma gereğini duyduğumuz bu noktalara da böylece işaret ettikten sonra gelelim Beyt-i Ma’mur’a yani Ma’mur Ev’e.

İslam kaynaklarının tümüne kaynaklık etmiş olan ve otantikliği konusunda kimsenin kuşku duymadığı Kur’an’a göre yeryüzünde insanlar için kurulan ilk ev Ka’be olmakla birlikte, varlığın varoluş süresince Ka’be’den de önce kurulmuş bir ev vardır ve bu da Ka’be gibi aynı fonksiyonları görmek için tesis edilmiştir. Kur’an’da bu ev, “Beyt-i Ma’mur, Ma’mur Ev” olarak zikrediliyor.1  Allah, önemli bir mesaja yeterince dikkatleri çekmek üzere Tur’a satırlar halinde yazılı Kitab’a ve sözü edilen Ma’mur Ev’e and içer.2

Kaynaklar, Beyt-i Ma’mur’un öncelikli bir ev olduğunu söyler. Ancak bu ev, insanların üzerinde yaşadığı yeryüzü gezegeninde değil, “göklerde” ve gökler kavramını da aşan “Arş’ın altında” varoluşun özel bir anında tesis edilmiştir. Tesis edici Allah veya meleklerdir. Temel fonksiyonu meleklerin etrafında “tavaf” etmesidir ki, insanlar da bilindiği gibi hac ibadetlerini yerine getirirken Ka’be’yi tavaf eder.

Ezraki’ye göre “Ma’mur Ev” yedinci semada bir evdir ve Hz. Ali’ye kadar dayandırılan bir rivayete göre hergün onu yetmiş bin melek tavaf eder.3  Hasan Basrî’ye göre Ka’be, tefsirci Kadı Beydavî’ye göre mü’minin kalbidir. Yakutî ve daha kalabalık bir bilginler topluluğu buna “Darrah” derler. Buna göre ev, Ka’be’nin tam hizasında bir Beyt’tir ki ona Beyt-i Ma’mur denir.4

Melekler İçin Semada Kurulan Bir Ev
İnsanların yaşadığı bir dünyada şehirlerin ve evlerin gördüğü bir fonksiyon var. Kaynakların aktardığı geleneğe göre Ma’mur Ev’in de bir kuruluş amacı ve fonksiyonu vardır. Ancak bu, insanın yaradılış hikâyesiyle doğrudan bağlantılı bir olaydır. Çünkü insan nasıl Ka’be’yi ziyaret edip onu tavaf ederek bağışlanma diliyor ve hakikatin dünyasına açılan pencereden sızan nur’a koşuyorsa, melekler de insanın yaradılışına itiraz ettikten sonra, kendilerini bağışlatmak ve tevhid’in nur kaynağı ile daha sık bir irtibata geçmek için yine Allah’ın yol göstermesi ile kendileri için tesis edilen bir evi her gün ziyaret ediyorlar, etrafında tavaf ederek Allah’ın yüce ve kutlu iradesine bağlılık gösterisinde bulunuyorlar. Melekleri, Ma’mur Ev’in etrafında tavaf ettiği evin modeli ve örneği meleklerin tavaf karargâhıdır.
Yani Beyt-i Ma’mur’a sebep olan insan, insanın tavaf ettiği Ka’be’nin semadaki modeli meleklerin tavaf ettiği Beyt-i Ma’mur’dur. Ma’mur Ev, Ka’be’yi, Ka’be Mekke’yi, Mekke de diğer şehirleri doğurdu. Buna göre tarihin bir döneminde ortaya çıkan şehirlerin ilk çekirdek şehri Mekke, Mekke’nin kalbi Ka’be, Ka’be’nin modeli Arş’ın altında kurulmuş olan Beyt-i Ma’mur’dur. Şehirler ve medeniyet bir merkezin etrafında dönen, tavaf eden iç içe dairelerdir. Merkezde bütün İslam sanatlarında ve mimarisinde sembolize edildiği gibi Allah ve tevhid inancı var; ve her şey bu merkezin etrafında döner. Allah Arş’ın üstündedir ve bütün varlık alemini irade, kudret ve hükmü altına almıştır. O, Arş’ı istiva etmiştir. Arş’ın altında meleklerin tavaf ettiği Beyt-i Ma’mur vardır. Sema’da ki Beyt-i Ma’mur’un tam altında ve iz düşümünde Ka’be vardır; Ka’be yeryüzünde Allah’ın evidir. Ka’be’nin çevresinde kurulmuş Mekke vardır ve bu özelliğinden dolayı şehirlerin anası olan Mekke’nin çevresinde başka yüzlerce şehir kurulmuş, kültürler ve medeniyetler gelişmiştir. Yeryüzündeki bütün İslam şehirleri Mekke’ye bakar ve her gün milyonlarca insan merkezin etrafında tavaf eder gibi meleklerle birlikte Allah’a ibadet eder, bu olayı sembolize eder.

Bu sembolik olay, insanın şehir hayatını, daha doğrusu fizik varlık dünyasını da aşan manevi, metahistorik ve metakozmik boyutları olan bir olaydır.  İslam geleneği, şehir ve medeniyetlerin kuruluş hikâyesini bu olaylarla irtibatlandırarak anlatır.

İnsanı, varlık dünyasına çıkaran yaratılış hikayesini bilirsiniz. Adem’in yaratılış hikayesidir bu. Kadim kültürlerin kopmayan sözlü geleneği ve Kitab-ı Mukaddes bu hikâyeyi bize anlatır. Ama biz Kur’an’daki anlatımı kısaca zikredeceğiz.

Kur’an’da anlatıldığı kadarıyla Allah yeryüzünde bir “halife” yani Âdem’i ve onun kişiliğinde insanı kendine sözcü ve temsilci yaratmak istediğinde melekler ona: “Biz seni övüp yüceltir ve sürekli takdis edip dururken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi yaratacaksın?” deyip bu yaratılışın “sebeb-i hikmeti”ni anlamada güçlük çektiklerini ifade etmek istemişlerdir. Buna karşılık Allah’ın verdiği cevap ise şu olmuştur: “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim.”5

Anlatıma göre Allah, Âdem’i yaratır, ona “isimleri” öğretir. Kaynakların çoğuna göre Kur’an’da Âdem’e öğretildiği belirlenen isimler varlık dünyasının bilgisidir. Burada Yunan mitolojisinde sözü edilen Promete’nin bilgiyi temsil eden ateşi Zeus’tan çalmasının aksine, Kur’an’da bizzat Allah’ın yarattığı insana bilgiyi öğretmesi, her iki kültür arasındaki esaslı farkı anlatması bakımından anlamlıdır. Ancak Adem’e öğretilen bilginin aynısı bu sefer meleklerden istendiği zaman, onların böylesine derin ve kapsayıcı bir bilgiye sahip olmadıkları gerçeğini ortaya çıkarmış, bunun üzerine Allah onların başlangıçtaki sitemkâr sözlerine karşı şöyle demiştir: “Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da açığa vurduklarınızı da ben bilirim.”

Ezraki’nin verdiği bilgilere bakılırsa, melekler yeryüzünde halife olarak yaratılması öngörülen insanı kan dökücü, bozgunluk çıkarıcı, kıskanç, kindar, nankör ve düşmanlık duyguları çok kuvvetli, zararlı, kendisine yapılan iyilikleri hemen unutan bir yaratık olarak tanımlamışlar. Adem’e karşılık kendilerinin “halife” seçilmesini önermişlerdir6.  Bir ara cümlesi olarak Yunan ile İslam arasında bir parametre farkına daha dikkat çekmek istiyoruz. Yunan mitolojisine göre, insan yücelmek için tanrılara başkaldırmak zorundaydı ve başkaldırarak hem yabancılaşmayı aştı, hem de hümanizmi gerçekleştirdi. İslam’a göre ise Allah, meleklerden de üstün tuttuğu insanı kendine halife seçerek onu bizzat yüceltti. Bu nokta, İslam kültüründe felsefi anlamda hümanizmin niçin ortaya çıktığını açıklamada bir fikir verebilir. Nitekim insanın böylesine yüceltilmesi meleklerin kıskançlık duygularını tahrik ederek onları böyle bir itiraza sürüklemiş, hatta onların önderi ve en bilginleri olan İblis’i (şeytan) Adem’e secde etmeyi reddetmeye götürerek isyan ettirmiştir. Bundan sonra yeryüzünde insan, yücelmesini gerçekleştirmek için Allah’a karşı değil, şeytana karşı mücadele verecekti. Şeytan onun düşmanıydı çünkü Kur’an’da da açıkça vurgulandığı gibi sadece İblis kararında ayak diretip isyanını sonuna kadar sürdüreceğini belirtmiş, ancak melekler Allah’ın kendilerine karşı gazaplanmasından korkarak Arş’a koşuşmuş, af ve bağışlanma dilemişti. Anlatım şöyle:

“Melekler Arş’a sığınmaya başladılar. Başlarını yukarı doğru kaldırarak, parmaklarıyla işarette bulunarak Allah’a yalvarmaya, merhamet ve şefkatini isteyerek ağlamaya başladılar. Böylece durmaksızın Arş’ı tavaf ettiler. Bu yakarışları dolayısıyla Allah meleklere rahmet nazarıyla baktı ve Arş’ın altında dört sütunlu zebercedden bir Beyt (Ev) koydu. Bu Ev’in sütunlarını kırmızı yakutlarla süsledi. Ve ona “Beyt-i Darrah” adını verdi. Sonra Allah meleklere: “Arş’ı tavaf etmeyi bırakın, bu evi tavaf edin, dedi. Bunun  üzerine melekler Bu Ev’i yani Beyt-i Ma’mur’u ziyaret etmeye başladılar. Beyt-i Ma’mur’u tavaf etmek, Arş’ı tavaf etmekten daha kolay geldi onlara. İşte bu Ev, Allah’ın Kur’an’da zikrettiği beyt-i Ma’mur’du. Beyt-i Ma’mur’a her gün yetmiş bin  melek girip çıkar, bu meleklere buraya dönmek için bir daha sıra gelmez.”7

Bu anlatım Kur’an’da Sözü geçen Beyt-i Ma’mur’un ilk ortaya çıkışını böylesine metakozmik alemde cereyan etmiş bir olaya bağlar.Beyt,varlıkların Allah’a bağlılıklarını bağışlanma ve rahmet isteklerini sembolize eder.kozmik ötesi varlık aleminde cereyan etmiş bir olayın doğurduğu Ev’in bir benzeri,yine aynı sebeplerin doğuracağı Kozmik alemdeki bir Ev’in ortaya çıkışına da örnek teşkil edecektir. Bu Ev, yeryüzünde hala  milyonlarca insanın her sene ziyaretine gidip çevresinde tavaf ettikleri  Ka’be yani Beytullah’tır.

Dipnotlar:
1-Tur: 4
2-Tur: 1-4
3-Ezraki, Age, S. 30.
4-Elmalılı, Age, VII, 4551.
5-Bakara: 30-33
6-Ezraki, Age, s. 30
7-Erzaki,Age,s.30,Eyüp Sabri Paşa mirat-ı Harameyn (Mekke ve Medine  Rehberi) 1986, İstanbul, s.17, Maverdi, Age. s.178

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Büyük ârif Feridüddin Attar, XII. yy’da yazdığı “Mantıku’t-Tayr: Kuşların Dili”nde efsanevî kuş Simurg’un bir gece yarısı Çin ülkesinde göründüğünü ve o ülkeye kanadından bir tüy düştüğünü belirterek devamla şöyle der: “Bütün şehirler birbirine değdi... Herkes o bir tüyden başka çeşit bir nakış, bir resim elde etti… Bütün bu eserler onun parlaklığından meydana geldi… Bütün bu ışıklar kanadının bir tek tüyündeki nakıştan zuhur etti…”    

Attar’ın bu efsanevî hikâyesi, medeniyetle şehir arasındaki ilişkinin aşkın ifadesinin, şehrin medeniyetlerin yatağı ve kaynağı olduğunun, en güzel şekilde ifâdesidir. Her şehrin kendine mahsus yeryüzü tasarımları bulunduğunun ve bir kristale vuran ışığın o kristalin özelliklerine göre ışığı yansıtması gibi şehirlerin de “yaşanmaya değer hayat” sunmasının o “değer”leri aslına uygun “yaşatabilmesi”ne bağlı olduğuna vurgu yapar. Ve de Attar’ın bu hikâyesinden medeniyete kaynaklık eden şehirlerin o medeniyete adını verdiğini de çıkarabiliyoruz. Medine-Medeniyet ilişkisinde olduğu gibi…

Son yıllarda keşfettiğimiz olgulardan birisi de şehirdir. Bir paradoks ancak bu kadar olabilir, keşfettiğimiz onca şey arasında en fazla onun içindeydik. Şehirler yaşayan varlıklardır, tıpkı hayatını sürdüren diğer organizmalar gibi nefes alırlar, büyürler ve gelişirler. Bütün şehirlerin bir geçmişi, kuruluş kökenleri ve tarih içinde bir gelişme seyri vardır. Dolayısıyla şehirler tarihi süreç içerisinde şekillenirler, bu yüzden her birinde yaşanan şehir kültürü geçmişin izlerini taşır. Yine bu bakımdan her şehrin bir kültürel kimliğinin olduğu söylenebilir. Tarihî süreç içerisinde biçimlenişine göre bir “sanayi şehri”nden, “mânâ şehri”nden veya bir “siyaset şehri”nden bahsedilebilir.

Şüphe yoktur ki, şehir denince aklımıza hemen bir mekân, hafıza ve burada yerleşmiş bulunan insan topluluğu gelir. Biraz daha ayrıntılı bakılırsa söz konusu topluluğun bu mekâna nasıl yerleştikleri, bu insanların kimler oldukları, geçim kaynakları, şehrin alt yapı tesisleri, yönetim mekanizmaları vb. unsurlara ulaşabilir. Bütün bunlar birçok bilim dalının ilgilendiği konu alanlarını teşkil ederler.

Batıda, bilhassa Fransa’da 1930’lardan itibaren şehri, şehrin kültürünü medeniyetin temel niteliği olarak kabul eden bir tarih yazımı gelişti. Şehir tarihi de denilen bu yaklaşımda tek tek bir milletin, bir dinin ya da mezhebin, bir devletin-kültürün tarihi değil fakat bir mekânın, coğrafyanın tarihi ele alınmaktadır. “Total Tarih” ya da “Topyekûncu Tarih” de denilen ve sosyal tarih metodunun bir değişik anlatımı olan bu yaklaşım tarih, coğrafya, mimarlık, mühendislik, ekonomi, sosyoloji, demografi, etnoloji, filoloji vb. birçok bilim dalının kesiştiği noktada yer almaktadır.

Memleketimizde de son yıllarda bu metodu benimseyen mekân-tarih çalışmaları örnekleri görülmektedir. Lakin şehrin taştan, betondan, binalardan, meydanlardan ibaret olmadığını, bunları yaşayan, gözleyen, idrak eden, tadan insanların, aslında bir şehri şehir yapan şey olduğunun farkında mıyız bilemiyorum. Şehirci Kevin Lynch insanların şehri algılayışının bir şehrin imajı açısından taşıdığı önemi şöyle tebarüz ettiriyor: “Bir şehirde hareket eden unsurlar ve özellikle de insanlar ve faaliyetleri sabit kısımlar kadar önemlidir. Biz sadece gözlemci değiliz; kendimiz de şehrin bir parçasıyız, diğer katılımcılarla birlikte sahneliyoruz oyunu. Çoğunlukla şehri algılayışımız süreklilik arz etmez; daha çok kısmî, bölük pörçük, diğer ilgilerle karışıktır. Neredeyse her duygu işbaşındadır ve hayâl, hepsini kompoze eder.”

Modern kent, insan ile tabiat arasına çekilmiş bir engeldir; bu engel beton ve demirden inşa edilmiş. Tabiattan insanı koparan engel, aynı zamanda kozmolojik sırlardan, tabii güzelliklerden, manevî erdemlerden, kısaca hayatın kaynağı olan Allah’tan (cc) da radikal bir biçimde koparıp ayırmaktadır. Geleneksel şehirler, uyum ve barış halinde oldukları kozmolojik düzen ve tabiatın manevî hakikati gibi gerçekten zengin bir çeşitliliğe sahiptirler. Kent ise eritici bir kazan gibi her şeyi homojenleştiriyor, farklılıkları ve beşeri zenginlikleri yok ediyor. Böyle bir kent ortamında elverişli zamanlarda kimlikler alanında patlamaların vuku bulması hiç de sebepsiz ya da anlamsız değildir. Farklı kimlik arayışını yıkıcı görenler, modern kentin tahrip edici, yıkıcı saldırganlığını görmemezlikten geliyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, modernliğin kurumsallaşması ve kent olgusunun tamamlanmasına paralel olarak, kimliklerin patlaması diyebileceğimiz bir durumla yüz yüze gelmiş bulunuyoruz.

Modern zamanlarda tabiat dilsizleşmiştir. O artık insanla konuşmuyor; kendisini ebedî bir suskunluğa adamış münzevî bir derviş gibi modern insanın trajedisini seyrediyor. Çünkü biliyor ki, insanoğlunun kendisine zarar verdiği, günün birinde çevre kirliliği, hava, su, toprak zehirlenmesi, psikolojik bozukluklar, artan bir şiddet ve suç dalgası, hastalıklar vs. şeklinde yine insana yansıyacaktır. Köyler, “safra”sını şehirlere döküp kimliği yerleşik insanların eline kalırken, şehirler günü kurtarmaya şartlanmış kalabalıkların nehir yataklarına dönüştüler. Artık bunları yazmak, bunlardan yakınmak da tesirini kaybediyor, bir bıkkınlık uyandırıyor. Göç, nüfus yoğunluğu, betonlaşma, rant, çöp, hava kirliliği, gürültü, yozlaşma, çirkinlik, evde-takside-lokantada-çay bahçesinde-iş yerinde-sokakta bangır bangır kasetler, klipler vesaire...

Büyüklerden Cüneyd-i Bağdadî’ye sormuşlar: “İnsan ne zaman gönül huzuruna erişir?” Cevap vermiş Bağdadî : “Gönülsüz kaldığı zaman!” Bu “derinlik”ten pay almaya çalışarak biz de soralım: “İnsan ne zaman şehrine erişir?” Herhalde cevabı: “Şehirsiz kaldığı zaman!” olmalı. Yâni insan, şehri bütünüyle idrak edip, onda yaşayıp fani olduğu, şehirle kendisini bütünleştirdiği zaman… Eski deyimle “fenâ fi’ş-şehr” olduğu zaman…

Çok az şehri olan ve bu nadide örneklere de el birliğiyle kötü davranmayı bir hayat felsefesi haline getiren insanların ülkesinde şehir üzerinde düşünmek, en halisinden bir fantezi(mi)dir, bilemiyorum. Ama fantezilere ihtiyacımız var, yoksa reel hayatın hoyratlığının içinde eşyalaşır gideriz. Çünkü insan, bir süre sonra peşinden koştuğu şeyle benzeşir/o oluverir ve bunu fark etme imkânını da artık kaybeder.

Attâr’ın efsanevî-hikemî hikâyesindeki şehirden yola çıktık gene ne hayallere daldık! Bugünlerin kaskatı reel-politiği, kaotiği içinde bu satırların yeri, anlamı var mı bilemiyorum ama şaire bırakalım o sözü düğümlesin:

“Bu şârda hayâllerin haddi vü şümarı yok!”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort