JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 04 Şubat 2014 15:12

MEVLÂNA BAHÇESİNDE

/Ben kendimi "geceye benzeyen gençliğimde gözlerim uyuyordu; ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım" şiirinin şümûlüne dâhil görürüm. Çünkü gençliğimde kendimi en yüksek bir intibah şahikasında görüyordum. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, o intibah bir intibah değil, aksine, uykunun en derin perdesinde bulunmaktan ibaretmiş...    

Günümüzde, bir kısım medenîlerin, durmadan dem vurdukları münevverlik ve intibahın zirvesinde bulunma iddiaları, benim gençlik dönemimdeki, iddialarım nev'inden "tür" olsa gerek...    

Böyleleri, rüyasında güya uyanıp gördüğü şeyleri başkalarına hikâye eden birine benzerki; aslında bunlar, bu vaziyetleriyle, uykunun hafif perdesinden, daha derin, daha kalın bir perdesine intikal etmiş sayılırlar.    

Ah! Bir bilsem ki, bu denli derin gafletle, bir ölçüde ölü sayılan bu canlı cenazeler, yarı buçuk uykuda olanları nasıl uyaracaklar?..    

Ey uykunun en derin perdesinde iken kendilerini uyanık zannedenler! Dine aid meselelerde, gereksiz müsâmaha ve zararlı taklidlerle, şu medenî görünümdeki dünyaya yanaşmayınız! Zira, aradaki uçurumlar pek derindir. Doldurup muvâsala temin edemez ve onunla bir yere varamazsınız! Ya dökülür o çukurlarda helâk olursunuz veya bütün bütün kendi dünyanıza rağmen onlara iltihak edersiniz..!/

1-    Ey Hicran Yolcusu!

Ne zaman bu ismi duysam, ne zaman bu ismin, altında meftun olduğu yeşil kubbeyi görsem, hislenir, duygulanır, kendimi içinde bulunduğumuz şu süfli ortamdan bambaşka âlemde görür; yine kendimi, her tarafımı saran maddi esaret zincirlerini parçalamış, mânanın müşfik kollarına atmış bulurum.
Nasıl duygulanmam, bu ismi işitince? Nasıl kendimi bu yeşil kubbenin yarattığı atmosferin haricinde bırakır, onun saçtığı nûr deryasında müstağrak olmam?

Nasıl olur da bir çığ gibi gelişen, genişleyerek siyasi hudutların ötesinde bütün gönülleri fetheden bir Mevlânâ sevgisinden uzak bulunur, O’nun huzur ve sükûn bahşeden sözlerine bigâne kalırım?

Esasen bu mümkün değil. Duyan, düşünen, melek-i hissi dümûra uğramayan kimselerin peşini yakasını katiyen bırakmaz bu sevgi… Ve hayatı boyunca insanı daima sarar, daima kucaklar…

Aynı sevgi, aynı mânevi havanın beni de sarıp kucakladığını ne kadar hissetmişimdir. Bu sarışın verdiği derin, doyulmaz mânevi haz içerisinde mest olur, hayatımın en mes’ut demlerinin geçtiğine şahit olurum.

Maddileşen, tamamen maddenin kulu-kölesi durumuna düşen hayatımızın boğucu ortamında bazen o kadar daralır, o kadar sıkılırım ki, böyle kahredici bir zamanda ruhumun sarıldığı, kıskacına yakalandığı ezeli düşmanından kurtarmak, onu selâmete kavuşturmak için kendimi mâna önderlerinin hayat dolu huzuruna, zevk bahşedici atmosferine atarım. Süfli maddenin kendi yüksek evsafına hücum etmesinden, çok acı olarak belki de garip gelmesinden feryat eden ruhumun bu acıklı vaziyeti karşısında sabredemeyerek, ezeli düşmanının tamtamları arasında kendimi onun akıntısına bırakır ve yegâne teselli bulduğu Hz. Pîr’in dergâhına, onunla beraber bende sığınırım. Ezelî ve ebedî düşmanı olduğu madde haddine mi düşmüştü, huzur saçan o dergâha girebilsin? Hayır, oraya giremez. Işıktan rencide olan mahlûk misali o da mânevi önderlerin, ebediyet kervanını etrafa saçtığı nûr ve sükûndan korkar, olanca hızıyla kendi aşağılık diyarına kaçıp gider.

Sonsuzluk kafilesinin mümtaz bir siması olan Hz. Pîr’in dergâhı, benim için bir kurtuluş dergâhıdır. Tekniğin tesiriyle robotlaşan hayattan sıkılan ve şehrin gürültülü havasından ezilen ruhumu ancak O’nun dergâhında, ancak onun rayihalarıyla mest olan emsalsiz gülşeninde teskin edebilirim.

Ey sonsuzluğun sırrına ermiş, ebedi olmanın süruruna gark olmuş koca Pîr! Senin ve sizin yolunuzda olmak ne şeref! Zira bütün saadet sizin yolunuzda olmakta gizlidir. N’olur lütfunuzu unutmayın bizden, maddenin kurbanı olan insanlıktan esirgemeyin ve bizi de piştiğiniz  hicran kabında pişirin, aşk potasında eritin! Ya Mevlânâ!

2. Bahçeden Muvazeneler

a."Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol!"
Öyleyse sen de, madde ve mânâ yoksulunun elinden tut ki, Allah da (celle celâlühü) sana uçsuz bucaksız ruh ufukları bağışlasın. Fukaraya kol kanat ger, malın-mülkün bereketlensin, öte yurdun genişlesin. Bir ırmak gibi, geçtiğin yerleri yeşert, güzelleştir; Allah da (celle celâlühü) sana ebedî güzellik mülkü bağışlasın!    

b. "Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!"
Güneş, rahmet sıfatının tecellisidir. Görkemli varlığıyla hep görevdedir. Asırlar üst üste devrilir, çağlar art arda sıralanır, güneş hep aynı güneştir. Bir göreve koşulmuştur ki, ikinci bir emre kadar kayıtsız şartsız itaattedir. Işığıyla, hararetiyle bir sebildir bütün varlıklar için. Şu dünya yüzünde birkaç gün yok farz edelim güneşi, o zaman anlarız onun ne büyük nimet olduğunu. Ey Âdemoğlu, madem yaratılmışların en şuurlusu, en şereflisisin, güneş gibi ol! Varlığına konmuş sevgi cevherinle, gönüllere yönel! İyi kötü demeden herkesi, hattâ en çok da kötüleri, sevgisizleri kucakla!     Çoğu gönüllerin sevgisizlikle katılaşıp karardığını anla ki, beklentisiz sevginle kurumuş kalmış gönülleri yeşert, ışıldat!    Güneşin seni, beni aydınlatması; başkalarını aydınlatmasına engel değildir. İlâhî kaynaktan beslenen sevgi, paylaşıldıkça çoğalır, bereketlenir.    Sevgin güneş gibi köşe bucak her yanı, yürek yürek herkesi kuşatsın, aydınlatsın. Sevgi ve merhamette güneş gibi ol ki, ilâhî güneşin parıltıları da seni kucaklasın. Güneş gibi ol ki, Allah (celle celâlühü) sana, şu başımızda dönüp duran güneşten daha   büyük ihsan güneşleri bağışlasın!"Aç herkese, açabildiğin kadar sîneni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..!"    

c. "Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!"    
Başkalarının hatalarını örtmek, araştırmamak büyüklük ve inancımızın gereğidir. İnsanın bir hatasını yüzüne vurmak, faydadan çok zarar getirir. Hâlbuki olacaksa, dolaylı hatırlatma olmalı. Gece nasıl her şeyi görünmez kılıyorsa, sen de hataları öyle görünmezliğe büründür. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) buyurdular: "Kim bir Müslüman'ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da (celle celâlühü) o kimsenin ayıp ve kusurunu örter."     

Sen birinin kusurunu örtersin, bu meziyete karşı sevap alırsın şüphesiz; ama bundan daha büyük bir mükâfat var: Yüce Allah da (celle celâlühü) senin kusurunu örter. Allah'ın (celle celâlühü) kusur örtmesi, kulun kusur örtmesine benzemez. Hem dünyada bunun faydasını görürsün hem ukbada. Birinin kusurunu örtmekle onu mahcubiyet ve utanma duygusundan kurtarırsın; ama Allah'ın (celle celâlühü) kusur örtmesi ilâhî bir lütuftur. Yüce Yaratıcı, bir kulunun kusurunu örtüyorsa, bunda inceden inceye bir af ihsanı var. Öyleyse senin bir kusurun örtülecekse, bin kusur örtmeye değmez mi?    

Kusurları örtmenin nice hikmetleri var. Perde yırtılmasın, ara yerde pişmanlık ve tövbe için fırsat kalsın diye görmezden gelinmeli hata ve kusur. Böylece nefsin arsızlaşmasına değil; vicdanın uyanmasına zemin hazırlanmalı.     

e. "Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!"
“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.” Öfkenin mantığı yoktur. Gelince kovar insafı, sağduyuyu. Öfkeyi bir sel gibi kabarıkken frenlemek, en büyük yiğitlik. Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) buyuruyor: "Öfke ateştir."; "Öfkelendiğiniz zaman hemen oturun, geçmediyse, uzanın, yatın!"; "Öfke ânında abdest alın!" Çünkü ateşi su söndürür.    

Ayakta olmak, harekete yakın olmaktır. Oturalım ki, fiilî teşebbüsten bir adım uzak kalalım. Olmadı, yatalım ki, öfke bizden daha da uzaklaşsın.    

f. "Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol!"
Toprak ayakaltındadır. Bitirdikleri, gönüllerde ve el üstündedir. Toprak hakir görünür, hep alçakgönüllüdür."Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semâvattan Hâlık-ı Semâvata daha yakın bir yoldur..." (Mesnevi-i Nûriye-Şûle)    

g. "Hoşgörüde deniz gibi ol!"    
Allah'ın (celle celâlühü) merhamet denizi sonsuz olduğu için herkesi, her şeyi kuşatır. O'nun (celle celâlühü) geniş mülkünde herkese, her şeye yer vardır; müsamahası havsalalara sığmayacak kadar geniştir Yüce Rabb'imizin (celle celâlühü). Deniz de kuşatıcı, uçsuz bucaksız oluşu ile sonsuzluğun remzidir.     

Denizde ne yaşamaz ki! Ama denizdeki varlıklar, kendi sınırlarını bilerek hayatlarını devam ettiriyor. Denizde her varlığının fıtratına göre yaşamasına müsamaha gösteriliyor ki, bu masmavi sular âlemi böylesine sırlı ve âhenkli güzellik kazanıyor. Hoşgörü de, insanı yüceltir, vicdan sahibi kusurluyu insafa çağırır. Başka varlıklara müsamaha ile bakmak, onlara bağrını açmak, büyük olmanın gereğidir. Bağrını açan, sevgi kazanır.     

h. "Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!"
Mü'min olmanın vasıflarındandır: Olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak. Herkesin elinden, belinden, dilinden emin olduğu, güvenilir kimsedir Müslüman.

O hâlde içimiz dışımız bir olmalı; maskesiz! İnsanları, kendin hakkında büyük beklentilere sokup işini zorlaştırma. Olduğumuz gibi görünmemek başımıza işler açar. Bir gün mutlaka ortaya çıkar gerçek. İçi dışı bir olmak, bir meziyet değil; bir mecburiyet mü'min için.     

Notlar:    
1- İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/315.
2- M. Said TÜRKOĞLU Mevlana'da Gönül Zenginliği S.Aralık 2007 Yıl :31 Sayı :347

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 29 Ocak 2014 16:43

MÂBED MEDENİYETİ VE AYASOFYA -2 -

II/ Ayasofya
Mezopotamya yamaçlarındaki muhteşem kubbelerin inşasına âit usûlün en parlak örneği, en sâdık temsilcisi ve Suriye ilhâmlarının en can alıcı timsâlı, en kalıcı ma’kesi, Ayasofya, şarkın ilk “metropolitik” kilisesi ve “feth-i mübin” e kadar da Hristiyan dünyâsınca biricik “büyük ma’bed”, büyük fetihle “iki bahr arasında” salîbin savleti kırılınca “Kostantiniyye” İstanbul, “büyük kilise” de Ayasofya Camii olur. Bu kutlu vazife ve mübârek unvan da (1934) “fezâsında ezânın susup” kubbesinde “Mevlâ’nın yâdı silineceği” ve asırlarca milletimizin rûhî hayatıyla iç içe olan ulu mabedin, kolu-kanadı kırılıp bir müze haline getirileceği âna kadar da devam eder.

Ayasofya, ilk basit şekliyle ve sıradan bir mabet hüviyetiyle Konstantin ve oğlunun eseri. Değişik aralıklarla üç müthiş yangın ve eski haline benzetme istikâmetinde sürekli inşâ ve onarımlar, bu tarihî katedralin, bugünkü sisli-dumanlı durumuna denk bir tâlihsizlik... İmparator “Jüstinianus” un emriyle Hazreti Meryem’e armağan edilmek üzere, kâmilen tuğladan yapılması, câmileşen bu büyük kilise uğrunda sergilenmiş en büyük Tarihî gayret misâli... Mimârî güzellik, iç debdebe, dış ihtişam ve Meryem vâlideye ithâf gibi yürekleri hoplatan maddîmânevî bütün güzellik unsurlarını ihtiva eden ulu mabet, görkemine uygun muhteşem bir küşâdla ibâdete açılır. O güne göre herşey o kadar eksiksiz, o kadar parlak, o kadar büyüleyici düşmüştür ki, bir tarafta kendinden geçip nâralar atan halk yığınları, Hazreti Mesih’i hoşnûd ettiklerini sayıklarken, diğer yanda imparator, yapıp ortaya koyduğu bu büyük eserle meşhûr, Hazreti Süleymân’ı kasdederek; “Süleymân seni geçtim!” diye haykırmaktadır. Gariptir; bu şatafatlı açılış üzerinden henüz çeyrek asır geçmemiştir ki, ulu mabet bu defa da şiddetli bir zelzele ile sarsılır... O muhteşem kubbenin bir yanı çöker... Vâiz kürsüsü ve Hristiyanlarca mukaddes ekmek ve şarap dolapları paramparça olur.

Derken mabet yeniden onarıma alınır... İnşâ, tezyin... Çok geçmeden, arkadan Latinlerin Konstantiniyye’yi işgalleri ve yüce mabeti yakıp yıkmaları... İçindeki kıymetli eşyâyı yağmalamaları ulu mabetin bir türlü bitmeyen çileli ve sisli hayatından sadece birkaç satır...

Yapıldığı günden itibâren hiçbir zaman belini doğrultma fırsatını bulamayan Ayasofya, ancak on beşinci asrın son yarısına doğru, gerçek sahiplerinin eline geçince beş asırlık bir gül devri idrâk edebilecektir.

Tam akide boğuşmalarının azgınlaştığı, Bizans’ın temelinden sarsıldığı, Ayasofya’nın da mana ve muhtevâsıyle müntesiblerinin elinde sürüm sürüm hâle geldiği çok buhranlı bir dönemde, bu defa da statiğin vefâsızlığı en ürpertici şekilde kendini hissettirir. Ve âdetâ, Bizans’daki yıkılış çalkantılarına, Ayasofya’nın kubbe ve duvarları da bütünüyle iştirâk ediyormuş gibi, kubbe ve kubbe istinâtları arasında bir iftirâk, bir kaçış baş gösterir.

Konstantiniyye’nin İstanbul olma “sath-ı mâiline” girdiği bu esnada mâil-i inhidâm ulu mabete, hayırlı el-mimar Hayreddin’in dâhiyâne tedbîrleri imdâda koşar... Onu çevresinden payandalar ve mukadder bir çöküşten kurtarır ki, rivâyete nazaran Edirne’de hükümdarın karşısına çıkan koca mimar: “Hünkârım! Ayasofya’nın minârelerinin ayaklarını hazırladım. Artık onu câmi yapmak da size kalıyor.” der, pâdişahın rüyâlarını onunla paylaştığını gösterir.

Böylece Ayasofya son bir kere daha ölüm çukuruna yuvarlanmayı Müslüman Türk’ün kolları arasında atlatır. Ve sağlam bir zemine oturur, ölümsüzlüğe erer. Fâtih ve fetih ordusu ilk cuma namazlarını Ayasofya’da edâ ederler... Daha sonra câmi olma yolunda evolüsyon görüyor gibi minâreleri, sağında - solundaki ilâveleri ve her yeni hükümdârın, devrinin san’at anlayışı içinde ona değişik bir boya çalmasıyle yüce mabet, şekillene şekillene bugünkü halini iktisab eder ve bugünlere gelir ulaşır...

Bağrında edâ edilen ilk cuma namazından itibâren Müslümanların gönlüne giren ve daha sonra günde beş defa onların rûhî hayatıyla bütünleşen Ayasofya, bize o kadar ısınmış bizimle o kadar içli-dışlı olmuştu ki, bir gün İstanbul’u işgal edip, câmileşen bütün kilise ve manastırları eski haline çevirerek, minârelerine çan takmak isteyen “ehl-i salîbe” karşı, en yüksek ve gür sadâ onun kubbesinden taşıp Anadolu’nun dört bir yanında yankılanmıştı. Bu manalı ve görkemli kükreyişle milletimiz istiklâle giden yolları bulmuş ve Ayasofya da kubbesine salîb yerleştirilmeden kurtulmuştu. Kurtulmuştu ama; bugüne kadar hep rûh ve irâde nesilleriyle temsil edilen daha çok da bir “kuvve-i kudsiye”ye musahhar olan ulu mabet, bir zamanlar, bütün bütün maddîleşen bir dünyâdan kaçıp, mananın temsilcisi Muhammedî rûha teslim olduğu gibi, bu defa da beş asır boyunca kendisine sahip çıkanların, materyalist Batı ile zifâf sevdâsına düşmeleri karşısında câmi-kilise arası bir berzâha yuvarlanır ve bir kurtarıcı ruh beklemeye başlar... Ayasofya’yı düştüğü bu son berzâhtan kurtarıp yeni bir dirilişin Arasat’ına ulaştırmak için Hızır çeşmesinden su içmiş Hızır Çelebi’lere, Ulubatlı Hasan’lara, Akşemseddin’lere ve Fâtih’lere ihtiyaç var. Yani, medresenin ilim ruhuna, tekkenin gönül hayatına, kışlanın disiplinine ve bu sacayağını bütünleştirecek bir baş-yüceye ihtiyâç var...

Ayasofya, milletimizin ruhuyla o kadar bütünleşmiş ve onun benliğine o kadar sinmiştir ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen onun hâlâ, o kendine has ışıktan atmosferi sessizliğe boğulmuş nurlu minâreleri ve aydınlık devirlerini tedâi ettiren çevresi, iklîmine uğrayan hemen herkese, kadimden onların dostuymuş gibi bir şeyler mırıldanır, bir şeyler sayıklar ve bir şeyler anlatmaya çalışır... Bizler, her semtine uğrayışımızda onu şanlı geçmişimizden ve muhteşem cedlerimizden bize intikal etmiş bir pırlanta gibi seyrederiz; o da gözlerimizin içine gülerek bizlere bazı imâlarda bulunur ve ruhlarımıza bir kısım gizli duygular fısıldar.

Evet o, bugünkü hüzünlü hâli, yürekler acısı yalnızlığı ve zaman karşısında morlaşan mağlup havasıyla dahi, hep kendinden söz ettirmek, kendini sevdirmek isteyen bir çocuk gibi, ne yapıp yapıp, bir yolunu bulup gözlere, gönüllere girmeye çalışmakta ve geçmişteki rengi, ışığı ve atmosferiyle bir şiir olup ruhlarımıza akmaktadır.

Ayasofya, hafif sisli görünüşü, ince turuncu havası ve şimallî tabiatıyla, Anadolu’dan daha çok, Batı yamaçlarının vahşi gülleri gibi, ilk bakışta duygularımıza biraz sertçe çarpar geçer... Ama, arkadan beş asırlık dostluk ve ünsiyetin bütün ışıkları, bütün renkleri, bütün incelikleri buğu buğu zevk dalgaları halinde dört bir yanımızı sarınca, onu en sıcak duygularla kucaklar ve öz be öz kendi bahçemizin gülleri gibi koklamaya başlarız. Hele, geçmişin hülyâlı mâvilikleri içinde onu, pırıl pırıl tâze tenli gencecik günleriyle tahayyül eder ve gönüllere girdiği mana derinlikleriyle duymaya çalışır. Bu esnada o, kendi mûsikîsini mırıldanmak için bir mızrâp gibi eski hâtıralar üzerine inip-kalkmaya başlar ve bir ses yumağı, ses paketi misilli bağrında sakladığı ak-kara, acı-tatlı, hoşnâhoş bin yedi yüz senelik bütün geçmişini, bütün sergüzeştini haykırmak ister. İster de ağzına bant yapıştırılmış veya fermuar vurulmuş bir insan gibi, yutkunur... Bir şeyler anlatmaya çalışır fakat anlatamaz... Anlatamaz da hicranla iki büklüm olur... Mosmor kesilir ve bir tuğla yığını gibi yerinde kala kalır.

Ayasofya, asırlar ve asırlar boyu bizim dünyâmızla o kadar kaynaşıp bütünleşmiştir ki, ona hâlis bir İstanbul nazarıyle bakabiliriz. Evet, dört bir yanında onu destekleyip ayakta kalmasını sağlayan istinâd duvarları, harîmindeki irili-ufaklı Osmanlı hükümdârlarına âit ilâveleri, cihan devletinin dört asır boyu idâre merkezi sayılan Topkapı Sarayı’nın himâye, vesâye ve komşuluğuna mazhariyeti... Nihâyet, yanı başındaki Sultanahmed Câmii ile bunca zaman içli-dışlı yaşaması, onu bizim dünyâmızın kopmaz bir parçası haline getirmiştir.

Her gün güneş doğarken onun minâreleri arasından dalga dalga ışıklar yayılır; kubbesini yalar geçer ve gider Sultanahmed Câmii’ne ulaşır... Batarken de Sultanahmed Câmii’ni kucaklayan ziyâ hüzmeleri, ikindi sonrasının hüzünlü esintileri ile Ayasofya’yı okşar ve Topkapı Sarayı’nın üstünden boşluğa kayar. Işık, günde iki defa, bu iki ulu mabet arasında gelir-gider... Ve âdetâ Hazreti Mesih’den Hazreti Ahmed’e; Hazreti Ahmed’den Hazreti Mesih’e birer tahiyye akisleri sergiler durur.

Bilhassa hüzne açık sîneler bu iki mabet arasında ve Topkapı Sarayı güzergâhında sürekli doğudan batıya doğru, sisli ve serin bir havanın estiğini duyar, bu esinti ile beraber ruhlarına çarpan çâresizlikle burkulur ve inlerler. Bazen ufukları bütün bütün sis ve duman kesilir. Bazen de hafakan haline gelen ızdırapları, Kudret-i Sonsuz’un inâyetiyle bütünleşir ve birer şehâdet parmağı gibi hep öteleri gösteren minâreler arasında, değişik bir temâşâ zevkine ulaşır ve ye’sini parçalayacak bir büyü bulmuş gibi irâdesine fer gelir... Ve bir adım daha atınca, bizler için her zaman ardına kadar açık bulunan Rahmet-i Sonsuz’un rahmet kapısından içeriye girer... Bütün kalbiyle ona yönelir ve “Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lûtfedip açtığın binlerce kapı gibi, Ayasofya’nın paslı kilitlerinin pasını çöz, kapılarını aç artık ve yıllardan beri secdesizlikten simsiyah kesilmiş zeminini secdeli başlarla nurlandır..!” Hicran dolu niyazlarıyla yakarışa geçerler.

Ayasofya’nın bugünkü durumu, hemen herkese dâhiyâne; fakat ızdırâblı bir şeyler söyletecek mâhiyettedir. Evet onun, yüreklere oturan buruk halini, yüzümüze bakıp bakıp konuşamayan bir insanınkine benzer şekildeki melâlini her müşâhede edişimizde ruhumuzun derinliklerine, iç âlemimize benzeyen emeller ve hülyâlarımıza benzeyen arzular aşılar... Bu esnâda, uykuya yatmış gibi olan bütün duygularımız uyanır, onu bir sabah aydınlığı içinde kucaklar... Çehresindeki geçmişe âit rüyâlarımızı, gelecekle alâkalı hülyâlarımızı bir kere daha temâşâ eder ve o sis-duman içinde kendimizi en tatlı düşlerin akıntısına salıveririz.

Bazen, Sultanahmed minârelerinden yükselip, tâ Topkapı Sarayı’na kadar ulaşan ezan seslerini, Ayasofya’dan kopup gelen çığlıklar halinde dinler; mâzinin tad ve şivesi ile gönüllerimizi bir büyünün sardığını duyar ve âdetâ sihirli kanatlarla geçmişin semâlarında uçuyor gibi oluruz. Bazen ezanla gelen tedâîlerle, ruhlarımıza o kadar derin şeyler siner ki, sanki minarelerden yükselen “emr-i bülend”e fetih ordusu da mehteriyle, gülbanklarıyle refakat ediyormuş gibi ihtişam esintileri duyulur her yanda...

Ayasofya’nın çevresindeki o ihtiyar ağaçlar, ihtiyar duvarlar ve kim bilir hangi hâtıralarla dolup-taşan kubbeler, kubbecikler, zaman zaman ruhlarımızda öyle anlaşılmaz hisler hâsıl ederler ki, onun bugünkü gecesinden kopup gelen bu duygular tıpkı birer matkap gibi sînelerimizi deler ve gönüllerimizde silinmeyecek izler bırakır, geçerler. Ne var ki, bu hâl çok uzun sürmez birdenbire inanç ve ümit ufkumuzda şafaklar tüllenmeye başlar... Ve kışın bahar emâreleri karşısında bozguna uğradığı; gecenin, şafağın pençesinde hırıltıya düştüğü gibi, Ayasofya’yı saran bunca zamanlık kasvetli bulutlar da birer birer dağılır ve yerlerini bize âit o masmâvi günlere bırakırlar.

Evet, hiçbir zaman karanlıklar ebedî olmamıştır ve olamaz! Hiçbir zaman boşluk sonsuza kadar sürüp gidemez! Hiçbir zaman sukût ve sukûtlarla ilânihâye devam edemez..! Onun içindir ki, gönüllerimize göre olmasa bile, gecenin en karanlık demlerinde dahi, bize ümitle göz kırpan ışıklar; ruhlarımızı doldurup içlerimize inşirâh salan ilâhî soluklar ve irâdelerimize fer veren esinti ve kıpırdanışlar hiçbir zaman eksik olmamıştır, olmamaktadır ve olmayacaktır!

Bilhassa, şu anda dünyânın dört bir yanında, birbirinden parlak, birbirinden güzel baharlar tüllenmeye başlamıştır. Her yerde yeşeren bu umûmî bahardan Ayasofya’da mutlaka nasibini alacaktır ve alması da tabiîdir. Bizler, onun bu upuzun hicranlı döneminde bile, bu inancımızı hiçbir zaman kaybetmedik. Kaybetmek şöyle dursun, her gün yeni bir ümitle onun kapılarının aralandığını görüyor gibi olduk, ruhlarımızda şehrâyinler yaşamaya başladık.

Her gün, onun için biraz daha gürleşen soluklar, heyecanla çarpan sîneler, pekişen rûhî râbıtalar, coşan arzular ve sımsıcak dudaklar gibi gönüllerimize konup kalkan vâridâtlar, ilhâmlar... Yıllardan beri yaşanan hafakanlarla yer değiştiren ümitler, aşklar, iştiyaklar, inbisâtlar ise, bu mübârek fecrin aldatmayan emâreleri...

Yıllarca, ışıkların, renklerin ağlayışıyla sararıp solan ve yorgun düşen Ayasofya, yüzümüze hep mecalsiz mecalsiz baktı ve sitemle burkuldu. Yıllarca çevresindeki çiçeklerin ekşi çehrelerinden şadırvanın hüzünlü akışına, güvercinlerinin gamlı gamlı uçuşundan koskoca âbidenin inkırâz rengine bürünmüş olmasına kadar burada her şey bir ölü evi mâtemiyle inledi ve Heraklit bekledi.

Bu kadar çileden sonra biz ve o, gecenin şu sisli ânında “işteddî ezmetü tenfericî!” (2) der gibi, gök kapılarının birdenbire sırlı bir açılışla ardına kadar açılacağını; gözlerimize gönüllerimize öteden ışıklar, ümitler yağacağını; boynunu büküp hüzün murâkabesine dalmış gibi duran selvilerin silkinip neşe ile salınacağını ve Ayasofya’nın semâlarında peşipeşine sökün eden şafaklarla çevresini saran sislerin silinip gideceğini... Hâsılı bir kısım sırlı ışıkların bu karanlık geceyi delip gül devrine giden yollara nurlar salacaklarını bekleyen bir hâlimiz var... Bir Fâtih, bir Ulubatlı Hasan, bir Hızır Çelebi ve bir Akşemseddin bekleyen inançlarımız var, ümitlerimiz var ve düşlerimiz var...

Gözlerim yaşlı, gönlümde hüzünden derya, Aç artık kapılarını bize Ayasofya!

Notlar:
1- S ;Mart 2001 Yıl :23 Sayı :266
2- “Karar kararabildiğin kadar! Karar ki, karanlığın açılması en çok koyulaştığı zaman başlar...” mealinde bir hak dostunun sözü.
3- Y.Ümit Ekim-Kasım-Aralık 1990 Sayı :10 Yıl :3

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 28 Ocak 2014 09:30

MABED MEDENİYETİ VE AYASOFYA -1-

I/ Mâbedlerin Büyülü Dünyası

Bizim medeniyetimizin en önemli buudunu mâbed kültürümüz teşkil eder. Bizde mâbedler, bütün çevre ve müştemilâtıyla tamamen kendi medeniyet ve kendi kültürümüzün ürünüdür. Bu mâbedler, o kadar ruh ve mânâ köklerimizle irtibatlı, onların gölgesinde hayat o kadar bize ait ve o denli sıcaktır ki, şehirlerimize, şehirlerimizde belli semtlere, hatta köylere ve kentlere birer ufuk teşkil eden bu mâbedler, bulundukları yerlerin sakinleri için birer ana kucağı kadar şefkatli ve birer yuva kadar da sıcaktırlar. Dört bir yandan gidip mâbede dayanan yollarda mü'minler, günde birkaç defa âdeta vuslat havası yaşar ve Allah'a ulaşıyor olmanın neşvesini duyarlar.

Bizler, nerede olursak olalım, hemen her zaman mâbedlerin gönüllerimize boşalttığı ruh ve mânâyı tabiî bir ihtiyaç çerçevesinde, su gibi, hava gibi yudumlar, teneffüs eder ve bu iklimden yükselen her ses ve sözü, büyülü bir şiir gibi dinleriz. Anadolu belli bir dönemde onun bu husustaki ihtişamı muvakkat bir küsûfla kararmış olsa da ondaki mâbedler ve bu mâbedlerin müştemilâtı, kendi aralarındaki mânevî bir râbıta ve değişik sırlı alâkalar ile tek bir mâbed gibidir. Bu büyük mâbedin, teessüs gayesine bağlı kendine göre hizmetlileri, ihtiyar heyetleri ve müdavim cemaatleriyle Allah rızası çizgisinde ve hedef birliği yörüngesinde öyle sağlam bir duruşları ve öylesine inandırıcı bir mahiyetleri vardır ki, bu sihirli kompleksle ilk defa karşılaşan hemen herkes, onu dayandığı uhrevî esasları ve her yanında tüllenen lâhûtî çizgileriyle olabildiğine mucizevî bulur ve âdeta ona büyülenir.     

Mâbedler, büyük çoğunluğu itibarıyla bulundukları yerlerde yalnız değillerdir; bunlar, çevrelerindeki medreseler, imarethaneler, misafirhaneler, hatta bazıları itibarıyla tekyeler, zaviyeler, şifahaneler, hamamlar ve kervansaraylar.. gibi tamamlayıcı müştemilâtlarıyla bir bütündürler. Onları bu mülâhaza ile temâşâ eden kimse, her şeyi tastamam düzgün bir insan çehresiyle karşılaşmış gibi olur. Ondan, ruhuna akseden çok farklı ima ve işaretlerle ürperir, ve o iklime açık durabildiği ölçüde ondan sımsıcak hoşâmedîler aldığı hissine kapılır. Evet, Mâbud'a açık gönüller için birer iman ve İslâm atlası gibi duran bu mâbedlerin harîminde, her zaman aşk u şevkin, ümit ve emniyetin en büyüleyici şiirleri duyulur, en nefis besteleri işitilir.

Bu mâbedler dünyasında, doğudan batıya doğru gidildikçe, günün hemen her saatinde insan göklerin nura gark olduğunu, arzdan semaya "kelime-i tayyibe"lerin yükseldiğini, yerlerin semâvîleştiğini ve göklerin renk ve desen olarak bütün derinlikleriyle arza aksettiğini görüyor gibi olur ve râşelerle yerinde kalakalır. Evet, her an ayrı bir arz dairesinde,     

"Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,     
Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;     
Ervah cümleten görür "Allahu Ekber"i,     
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî."     
(Yahya Kemâl)     

hakikati tüllenir ve bütün gönüllere dalga dalga ibadet duygusu, şefaat hissi, rahmet esintisi yayılır. Mâbedler, kuruluş gayeleri çizgisinde hey'etleri, şekilleri, kubbeleri, minareleri ve harîmindeki mü'minlerin aşk u heyecanları, temkin ve ciddiyetleriyle hep yukarılara işaret eder, ötelerin izdüşümü gibi görünür ve âdeta öteleri gösterirler. Pencerelerden dışarıya akseden aydınlıktan, gökyüzündeki yıldızlarla iç içe girmişçesine sürekli bizlere göz kırpan mahyalara kadar her şey, ukbânın menfezlerinden sızıp bizi saran bir büyü gibi kendine bağlar ve bize tasavvurlarımızı aşkın neler ve neler fısıldar. Biz, her zaman onların çehrelerinde ebediyet âleminin güzelliklerini, kalbî ve ruhî hayat ufkunun aydınlığını, şanlı geçmişimizin renk ve desenini görüyor gibi olur; oralardan yükselen ses ve sözler içinde Hakk'a çağıran kelimelerin büyüsünü duyar, uzak ve yakın geleceğimizle alâkalı beklentilerimiz adına yanıltmayan sinyaller alırız.     

İşte bu ölçüdeki zengin ufku itibarıyla bütün mâbedler, bir eğitim müessesesi, bir riyazet ocağı; his dünyamızda öteleri duyma hesabına birer tarassut ve tecessüs rasathanesi ve değişik kulluk çeşitleriyle Hakk'a yükselme rampaları gibidirler. Günde birkaç kez bu rampalara uğrayanların ve onların hususî vâridatıyla kendilerini yenileyenlerin yolda kalmaları, onlara tavır alanların da Hakk'a varmaları söz konusu olmasa gerek.     

Ruh dünyamızın aynaları sayılan mâbedler, kuruluşlarına esas teşkil eden fonksiyonlarını eda ettikleri; imanlı gönüllerin, uhrevîlik teneffüs etmek üzere günde birkaç kez koşup onlara sığındığı; sabah-akşam minarelerde ruh-u revan-ı Muhammedî'nin şehbal açtığı; şadırvanların başında abdest alanların iç çekişlerinin su çağıltılarına karışıp Allah'a yükseldiği; güvercinlerin kanat sesleriyle mü'min sînelerden yükselen iniltilerin birer koro teşkil edip revaklarda yankılandığı; gönüllerin o mübarek hazîrelerde her gün Kur'ân ve ilâhilerle banyo yapmaya devam ettiği; gözyaşlarının, musluklardan akan sularla yarışlar yaşadığı; alınların secdeye teşne bulunup, ruhların secde gölgesinde serinlediği sürece bu mâbedler medeniyeti, insanlık âleminin, tıpkı bir metâf gibi ziyaretgâhı olmaya devam edecektir.     

Bizim medeniyetimizin sikkesi ve mührü sayılan bu mâbedler, şuradan-buradan alınmış herhangi bir hendesî şablon ve plâna değil de, şeâiri ilan esprisine bağlı engin, uhrevî buudlu, bizlere öteleri rasat etme imkânını veren bir blokaja oturtulmuş gibidirler. Onların çehrelerine dikkatle bakıldığında, bu çehrelerde, engin ruh zenginliğimizi, buğu buğu sonsuzluk duygularımızı, mücerredin çerçevesinde iman esaslarına ait tasavvurlarımızı, İslâm şeâirinin renkli çizgilerini, kendi yolumuzda sevinç ve kederlerimizi aksettiren işaretleri, ümitlerimizden fışkıran ışıkları, zaferlerimizden taşan renkleri, hamaset destanlarımızdan en canlı motifleri, kendi romantizmimizden aşk u vuslatları temâşâ edebiliriz. Kezâ, bu mâbedlerin çehrelerinde, büyük niyetlerin nurlarını, yürekten nezirlerin televvünlerini, ana-babaya armağan edilmiş olmanın saygısını, evlât hatırasına inşa edilişin şefkatini, bir hasret ve bir hicrana karşı teselli olmanın izlerini, hatalara kefaret duygusunun solgun renklerini, değişik mazhariyetlere ait şükranın parıltılarını görmek de mümkündür.. evet, bir uçtan bir uca bu mâbedler medeniyetini ne zaman temâşâ ve dinlemeye koyulsak, yukarıda söz konusu edilen hususlardan hiç olmazsa birkaçıyla karşılaşır ve bu Hak evlerini bizden biri gibi buluruz; biz öyle buluruz, onlar da karşılaştığımız her yerde bizim üzerimizde âdeta birer canlı hissi uyarır ve hayallerimize, heykellerinin arkasındaki ruh ve mânâyı aksettirirler.

Bu mâbedler zinciri içinde, hükümdarlık remzi olarak koca koca tepeleri hatırlatan pek muhteşemleri olduğu gibi, sıradan insanlara işaret eden orta vüs'attekileri ve ince, zarif hâlleriyle çocuklar ya da gençler için yapılmış gibi görünenleri de vardır. Ne var ki, en büyük ve muhteşeminden en küçük ve en mütevaziine kadar hemen hepsi, aynı ruh, aynı mânâ ve aynı iç muhtevaya bağlılık açısından âdeta bir bütünün parçaları gibidirler. Onlar bize, hep aynı şeyleri mırıldanır, aynı hususlara göndermelerde bulunur ve aynı meseleleri hatırlatırlar; biz de dillerinden anlayabildiğimiz ölçüde onları birer mûsıkî gibi dinler, ifade ettikleri mânâları paylaşır ve onların harîminde bulunduğumuz sırlı zaman içinde bizimle beraber Hazreti Kâdıyü'l-hâcât'a el kaldırıp yalvardıklarını duyar gibi oluruz. Bu mâbedlerden kimileri otağını, herkes tarafından görülebilen yüksek bir tepeye kurmuş, muhteşem ve fevkalâde görünümü ile içlerimize haşyet salan manzarasının yanında hayallerimizde dünya ve âhiretin birleşik noktasında duruyor olma hissini uyararak, arzularımızı, iştiyaklarımızı, dâüssılalarımızı harekete geçirip bizi bulunduğumuz zaman ötesine çağırır ve bize kendi iç sırlarından neler ve neler duyururlar.     

Kimileri, ince, zarif, yumuşak ve annelerimizin kucağı kadar sıcak iklimleriyle bizlere bağırlarını açmış gibi durur ve ezan çağrısına ihtiyaç bırakmayacak şekilde gönüllerimizi ezelî şefkatin nağmeleriyle kendilerine çağırırlar.     

Kimileri, postunu düzlüğe sermiş, herkese açık ve günün her saatinde semtine uğrayanlara hoşâmedîleriyle elleri göğsünde "eyvallah" diyen bir dervişe.. kimileri, ilim ve araştırmaya açık ufukları, herkese tesir edecek şekilde vakur duruşlarıyla bir müderrise.. kimileri de halkvârî eda ve hâlleriyle hemen her yerde karşılaşacağımız bizim insanımıza benzerler.

Her biri kendi çapında "Sidretü'l-müntehâ"nın birer gölgesi gibi duran bu kudsî mekânlar neye benzerlerse benzesinler, bunların hemen hepsi de bizim ülkemizin özünden-usâresinden, ruhundan-mânâsından süzülüp çıkmış gibi bir edaya sahiptirler ve bizim mânâ köklerimizle, iç muhtevamızla o kadar uyum içindedirler ki, onlarla ne zaman karşılaşsak, his, idrak veya şuuraltı müktesebatımızdan bir kesitle karşılaşmış gibi oluruz.     

Bu mâbedler aynı zamanda, inşa edildikleri yerler itibarıyla da sırlı bir kısım hususiyetleri haizdirler: Onların, o mehabetli ve ledünnî görünüşlerinin yanında, incelik, güzellik, zarâfet, ihtiyaç ve estetik gibi yanları itibarıyla da öyle fevkalâde ve mükemmel hâlleri vardır ki; eğer sağlarına-sollarına münasebetsizce yerleştirdiğimiz o hoyrat beton yığınlarını görmez ya da yok farz edersek, onları bulundukları mekânlarla uyum içinde en enfes birer sanat harikası olarak bulur ve büyüleniriz; evet insan, pek çoğu itibarıyla bu sihirli mekânlara doğru yürürken, kendini bir zirveye doğru yükseliyor gibi hisseder.. ve mâbedde hakikîsine ulaşacağı bir terakkînin ilk basamaklarında bulunduğunu sanır. Bilhassa mâbede bağlı eskiden kalma nâzım plânların korunduğu yerlerde, insan yol boyu mâbed hedefli cadde ve sokaklarla, pek çok mescid mücâviri evlerin önünden geçerken hep Allah'a yürüyor gibi Allah evine yürür.. yürüdükçe içi açılır.. her adımda yeni bir inşirah duyar.. bazen uzun bazen de kısa, ona götüren bütün yolları, duygularında, düşüncelerinde mâbedleştirerek her şeyi zâtî kıymetlerinin çok çok üstünde değerlere ulaştırır.     

Geçtiği mahalleleri, yürüdüğü sokakları, uğradığı bina önlerini, gölgesine sığındığı duvarları tıpkı tanıdığı insanların yüzleri gibi görür; görür ve âdeta onlardan selâm alır, onlara selâm verir, hepsinden yakınlık duyar, hepsine yakınlığını duyurur.. önünden geçtiği pencereler ışıl ışıl gülücüklerle ona hoşâmedîde bulunur.. uğradığı her yer ve birbirinden ayrı sayılan her mesafe şuurlu birer varlık, hatta bir yol arkadaşı gibi ona refakat eder.. sonra da onu başka refiklere bırakıyor gibi el sallar ve ayrılır. Gelip mâbedin revaklarına veya mâbedi çevreleyen bahçeye ulaştığında da, şadırvan kurnalarından boşalıp dört bir yanda yankılanan su çağıltısı, kanat sesi, ağaç hışırtısı, kuş cıvıltısı ve abdest alanların iç çekişlerinden hasıl olan koro şeklindeki bir hoşâmedîyle karşılanır.. her şeyi, her sesi, her nağmeyi, her güzelliği bir kevser gibi yudumlar.. ve harem dairesine yürüyormuşçasına, kapalı ve olabildiğine mahrem bir kısım hislerle kendisiyle öteler arasında gelir-gider.. sonra da tamamıyla ebedî mihrabına kilitlenir ve sadece O'nu sayıklar. Artık ne su çağıltısı, ne kanat sesi, ne ağaç hışırtısı, ne de kuş cıvıltısı; tekbirlerle gönlüne akan mânâları duyar ve ürperir.. tehlillerle nefes alır-verir ve soluklanır.. tesbihlerle dolar boşalır.. her seste, her sözde O'nu duymaya çalışır.     

Evet, namaz yolcusu, gidip bu noktaya ulaşınca artık bütün bütün bulunduğu mekânın havasıyla mest olur ve tasavvurları aşkın lâhûtî bir lezzetle kendini iştiyak ve temkinin gel-gitlerine salar ki, bir mânâda "haremgâh-ı ilâhî" de sayılan fizikî bu son durak, duyup hissedenler için canlı-cansız aksesuarıyla âdeta ötelerin nağmeleriyle inler.. insanları huzura hazırlar ve daha ötesine biler.. evet, hüşyâr gönüller için burada her şey hususî lisanıyla O'nu anar ve her tavır ve davranıştan O'na ait gizli bir kısım fısıltılar duyulur.     

Hele bir de bu namaz yolcusu, ezanla, kametle ve niyetle bütün bütün dünyevî duygulardan arınıp, "Allahu Ekber" diyerek Rabbinin karşısında el pençe divan durabilmişse; işte o zaman, bütünüyle semâvî bir hâl alır ve kendini, enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın, Hak karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulundukları saflar arasında hissetmeye başlar.. ve önündeki imama uyduğu aynı anda, imamlar imamı Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a da iktida etmiş olmanın sonsuz hazzını duyar.. kalbinin saffeti ölçüsünde bedenî isteklerine ve cismanî arzularına karşı tamamen kayıtsızlaşır ve âdeta Hak hoşnutluğuna abanmış gibi olur.. gönlünü tamamen O'nunla doldurur; hiç olmazsa doldurma gayreti içine girer.. bulunduğu hâlin boyasına boyanır.. işte böyle birinin bu şekildeki ledünnî insibağı namaz süresince onu hep huzurun mehabetli yamaçlarında dolaştırır ve ona, dünyada ulaşılması imkânsız mehafet ve muhabbet ziyafetleri çeker.

Mâbedin bu iç derinliğinden ötürüdür ki onu, kalben inkişaf etmiş kimseler âdeta, Hakk'a yürümenin rampası gibi görür.. değil günde beş defa, ona her gün onlarca defa uğrasalar da, her zaman taptaze bir ümit, bilenmiş bir azim ve bembeyaz hülyalarla uğrar; her uğrayışlarında iç içe vuslatlar yaşar, her ayrılışlarında da hicranla ayrılır ve hasretlerini de bir kere daha uğrayacakları mülâhazasıyla serinletirler.. gözleri mâbedde, kulakları minarelerde, ömürlerini minarelerden yükselen çağrıya bağlılık içinde geçirir ve hep mâbed ufuklu yaşarlar.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Dünyevî zenginliğin maksimizasyonu adına, insanın ruh zenginliği, yürek derinliği ve iç dünyasının göz ardı edildiği çağımızda şehirler de sürekli olarak anlamlarını yitiriyorlar. Batının soğukkanlı daha doğrusu soğukkanlılığı bilimle özdeşleştirilmiş düşünürleri bunu yeni tarz bir şehirleşmenin başlangıcı sayabilirler. Ve buna ispat olarak da en büyük şehirleşmenin bu yüzyılda olduğunu gösterebilirler. Malraux, otuz yıl içinde iki kez Kahire’yi ziyaret ettiğini, birincisinde üç yüz bin olan şehir nüfusunun, ikinci gidişinde beş milyona varmış bulunduğunu görmekten şaşkınlık içinde kaldığını yazıyor. Ve binlerce yıl içinde olmayan bir yığışmanın kısa bir zamana sığışı gibi eşsiz ve şaşırtıcı bir olgu karşısında olduğumuza işaret ediyor ve dikkatimizi çekiyor.

Büyükşehir nüfuslarının çığ gibi artışı, gerçekte, klâsik anlamda bir “şehirleşme” midir? Bir başka deyişle; bir şehir, nüfusu barındıran yapıları arttı diye ve arttığı oranda büyümüş mü olur? Nüfusu beş yüz binden beş milyona fırlayan bir şehir, on katı daha şehir, ya da daha büyük şehir olmuş mudur? Bu ve benzeri sorulara olur cevabını vermek, ilk elde mümkün değildir.

Gerçek oluşan şudur ki; eski şehirler, bütün unsurlarının matematik bakımdan, sayı ve hacim olarak büyümelerine rağmen, nitelik yönünden, açık ve seçik bir şekilde anlamlarını yitirmektedirler. Bir yandan, geçmişte kazanmış oldukları anlamları yitirirken, öte yandan yeni bir anlam kazandıkları yolunda bir belirti de yoktur. Hele bu anlam yitirişin, yeni bir anlam kazanmadan ötürü olduğunu söylemeyi haklı çıkaracak      tarihî-sosyolojik tablodan eser gözükmemektedir.

Gerçi, bu hızlı şehir yıkılışı ve çöküşü, daha çok batı dışında görülmektedir. Avrupa şehirleri, büyük bir nüfus akımına uğradığı gibi, tarihî yapıları da tabiî görünümleri aynen korunmaya büyük önem verildiği için, ilk bakışta değişmiyor gibidirler. Bu şehirlerde, dıştan gözlemlenen, oralarda her şeyin durduğu, sabitleştiği biçimdedir. Ama bu görünüş gerçeği yansıtmakta mıdır? Bütün tarihî yapılarını, anıtlarını korusa da Roma, eski  Roma mıdır? Yavaş yavaş yere gömülen ve gömülmesi asla durdurulamayan, sadece buruk gönüllerle acı acı izlenen Venedik, gerçekten, anlam itibariyle ve daha da hızlı olarak toprağa batmakta değil midir? Ve ondaki gibi fizikî belirtiler olmamakla birlikte, fonksiyon ve anlam bakımından, Paris,   Londra, Viyana ve Berlin’de, geri dönülmez, önlenmez ve vazgeçilmez bir “batık şehir” yazgısına sahip değil midir?

İstanbul anlam ve madde olarak en büyük yıkım ve çöküşe uğramış bulunuyor. Ama ilk bakışta öyle gözükmeyen Pekin, daha gelişmiş olan Tokyo da eski Pekin ve Tokyo mudur? Ve Paris eski Paris, Leningrad eski Petersburg mudur?

Bu tespitler, bizi mecburi olarak “şehir” kavramı üzerinde düşünmeğe ve olguya daha içinden bakmaya götürecektir.

Her şehrin bir ruhu vardır. Ve bunu, dış yapılar, sokaklar ve parklardan çok, “insan” oluşturmaktadır. Bugün insanların, insanlığın gerçek, doğru, iyi ve güzel adına ortaya koyduklarından doğan kurumlar, şehrin ruhunu yaşattılar. Papalık, anlamını yitirdiği için, Roma eski Roma değildir. Petersburg deyince akla Tolstoy ve Dostoyevski gelir. Ve şehir, onlardan uzaklaştığı ve koptuğu ölçüde ruhunu yitirir. Ve teknik, Rönesans’ın ilk yola çıkış ideallerini küçümsetecek, unutturacak derecede etkinleştikçe Venedik, Milano ve Roma, gömülmeye doğru gideceklerdir. Dante’yi, Leonardo Da Vinci’yi, Mikel Angelo’yu ve Rafaeli de peşlerinden sürükleyerek. Nasıl ki, bir Atina için bu, çok daha önce gerçekleşti. Ve şimdiki Atina, eski Atina’nın yenisi değildir; iç içe ve yan yana da olsalar, hakikatte, eski Atina, artık ölü bir şehirdir, ancak tarihle  sulanmış ve mumyalanmış olduğu için gözler önündedir. Yeni Atina ise gerçekte yoktur. Ya da en çok eskisinin gece bekçisi olmak gibi bir görevle vardır. Ehramlar bütün görkemleriyle ortada olmalarına rağmen, eski Mısır’da yaşıyor değildir. Adeta, eski Mısır, ehramlarıyla, cenazesi ağırlığı yüzünden bir türlü kaldırılamayan ve onu bir nükleer savaş ortadan kaldırılmazsa kıyamete kadar da kaldırılamayacak olan bir şehir ölüsüdür. Ve bir arkeoloji konusudur ama, bu büyüklük sebebiyle kendine özgü bir arkeoloji konusu. Materyal ve dokümanları, ortaya çıkacakları ile yerin altından çok, yeryüzünden çok, yerin yüksekliğine ait bir arkeoloji. Hatta öyle bir arkeoloji ki, biraz daha ileri gidilerek, onun kazısı, yerin altına doğru değil, gökyüzüne doğru olmaktadır denebilir. Evet, ehramlar çevresinde merkezleşen eski Mısır’ı araştıracak arkeolog, gökyüzünü kazarak, uzayı arayarak ve yırtarak, yeni bulgular yakalamaya çalışacaktır. Ehramları, sadece dev ölçüsünde taş yapıtlar gibi görmek, yanıltır insanı. Onlar firavunların anıt kabirleri olduklarından, firavunlardan ayrılamazlar. Eski Mısır’ın müzeleşmeleridir bir bakıma onlar. Eski Mısır, anlaşılıyor ki, kendini müzeleştirmeyi, sonrakilere bırakmamıştır. En büyük yaşantısında, en parlak hayat anıtlarında ve anlarında ölümlerini de canlandırmışlar ve mumyalaşmışlardır Mısırlılar. Başkalarının kendilerini müzeleştirmelerine izin vermemişler, kendi müzelerini kendileri dikmişler, kim bilir belki de tanrı olarak gördükleri firavunlarına saygı duymayacak ellerin dokunmasını önlemeye çalışmışlardır. Gerçi, bugün Tanrı’ya meydan okuyuş, talih ve tarih ironisi olarak en acı şekilde cezalandırılmıştır: İkinci Ramses’in mumyalanmış cesedi, burnu hızmalı ve kulakları küpeli, siyah ve çıplak bir esir, ya da sirk hayvanı gibi elimizde tutsaktır. Ama itiraf ve kabul etmek gerekir ki, eski Mısır’ın ve yapımları bittiğinde mimarları canlı canlı içlerine gömülen ehramların sırrı, bu   çıplaklığın ve esirliğin ötesinde ve sadece, meydan okuduğu ezelî ve ebedî Allah’ın gayb hazinesinde kilit kalmıştır.

Bir kere daha görüyoruz ki, bütün yolların Roma’ya çıkması gibi, şehrin ya da kentin anlamı, ruhu, kent kavramı, medeniyetle ilişkilidir. Onun hayat ve ölümü, medeniyetin hayatına ve ölçümüne çıkmaktadır. Ve geçirdiği değişim, anlam yitirme, eski medeniyetten gelen gücünü yitirmesindendir. Bu, kişilikli kentlerin zaafı da kuvvetinde gizli. Bir medeniyete tam şartlanmış, onları bir yandan o medeniyetin toplu bir sergisi yaparken o medeniyetin göçüp gitmesiyle öte yandan onların solup gitmesine yol açmaktadır. Baharın gitmesi, mevsimin geçmesiyle solması önlenemeyen bir gül gibi. Adeta, göç günü gelince denkleri toplayan medeniyetlerin peşinden onları en çok yansıtmış kentler de yola çıkmakta acele etmektedirler. Geride yabancı ve garip kalmaktan ürkmektedirler. Her medeniyetin biraz sırrını beraber götürme eğilimi, o eski Mısır’ın mirası eğilim gereği, şehirlerin arkada bir ifşa edici, bir ele verici gibi bırakmama niyet ve arzularına boyun eğer gibidirler. Eski güçleri ölçüsünde yeni değerler ortaya koymadıkları sürece, eski üstünlük ve yüceliği dengeleyecek yeni insan atılımları ve kurumları getirmedikçe, yeni bir medeniyete veya medeniyet atılımına gebe olmadıkça, yeni bir ruh, anlam ve hayat kazanması olmadıkça, bu göçüş kaçınılmazdır. Bunun en çarpıcı örneği, ne yazık ki, İstanbul’un dramıdır. Daha doğrusu İstanbul trajedisi. İstanbul’u İstanbul yapan şey, Hakikat Medeniyeti, Vahiy Medeniyeti’nin en son ve en olgun şekli İslâm Medeniyeti’nin büyük ve adeta eşsiz açılımlarından biri, varyasyonlarından bir tanesi olan, tarihçilerin Fatih Rönesansı diye adlandırdıkları atılımla gerçekleşme yolunu tutmuş Osmanlı Medeniyetiydi ve onun çağımızda çökmeğe başlamasıyla da anlamını yitiren bir şehir durumuna düştü. Onun yıkılışıyla yıkıldı. Ve bu yıkılış Batı’da ve Doğu’da ortak olan ruh plânındaki yıkılıştan ibaret olmayıp Batı şehirlerinin aksine, dış çevrelerin kırılması, maddî yapının da devrilmesi biçiminde dışa vurdu. Ve o eski medeniyet ayarında yeni bir atılım, değerleri ve dehaları yüce bir inşada yerli yerine koyan tarihî-sosyolojik rahmani bir esinti gözükmedikçe de yeni İstanbul olmayacaktır. Nüfusuna her yıl yüz binler katılan bu şehir, bu hali ve özelliğiyle yeni bir şehir olmuş değildir ve ne yazık ki, yeni bir şehir olmayı da içinde yaşayan insanların ruh ve madde tembelliği, aşk ve heyecan yokluğu sebebiyle hak etmiş değildir. Tam tersine, bu taşın çimento halinde toprağa, ahşabın kömür yüzlü birikete dönüşümü, yani öz olarak un ufak olma, dağılma ve boğulma olayıdır. Hatta denebilir ki, terörün başkenti haline gelmesinde de bu gübreleşme ve toz birikintisi olmanın payı büyüktür. Ancak yeni bir hayat tarzının atılım tohumlarını yeşertmeğe başladığı zaman, onun yeniden İstanbul olmaya başladığını söyleyebileceğiz. Evet, kendimizi aldatmayalım. Bâkîleri, Nef’îleri, Şeyh Galibleri, Kasımları, Sinanları, Sedefkâr Mehmet Ağaları, Itrîleri, Sadullah Ağaları, Dede Efendileri, Ebussuud Efendileri, Kâtib Çelebileri, Lamii Çelebileri, Aziz Mahmud Hûdayi Efendileri, Paçavîleri, Naimaları ve daha nice, adeta sayısız üstatlar ve kurumları her alanda yeniden dengeleyecek bir İlâhî çiçeklenişin, yani dirilişin zamanını yakalayan bir yüce mekân onuruna ermedikçe bu şehrin hazanı durmayacak, bahara dönüşmeyecek, hatta giderek karakışına doğru ilerleyecek, erbainlerine gömülecektir. Ve Bursa öyledir, Edirne öyledir, Manisa öyledir, Amasya öyledir, Konya öyle, Diyarbakır, Erzurum ve Sivas öyle. Ve bunların her biri, şimdiden ölü bir Harput olmaya adaydır.

Şehirlere akan kalabalıkları, onların yeni bir anlamı için yeterli delil saymak, sosyologların tarihî yanılgısı olacaktır. Bu değişim, otomatik olarak, yeni bir şehir doğurmaz. Aslında, çağımızda, “kentleşme” denen olay, gerçekte bir şehirleşme değil, tabiatın ölümünden doğan bir illüzyondur. Tabiat, şehirdışı oluyor ve oradan insanlar şehirlere doluşuyorlar. Ancak bu, sağlıklı bir şehirleşme olmadığından giderek şehirlerin de ölümüne sebep oluyor. İnsanlar şehirlere, bir şehirli olmaya gelmiyorlar, tam tersine şehirlere sürülüyorlar. Bir sürgündür onlar şehirde. Giderek, onlardaki bezginlik ve yılgınlık, sürgünlük ruhu, şehirleri de zehirlemekte ve öldürmekte. Şehirlerin ruhu kirlenmekte ve ölmekte. Medeniyetlerin abideleşmiş maksatları olan şehirler, hedefsizliğin yıkıntıları haline gelmektedir. Şehirler şehir olmaktan çıkıyor. Ama gerçekte köyleşmiyor ve kasabalaşmıyor da. Köy ve kasabalarda kendi çevrelerinde sağlıklı birimlerdir. Gerçek olan şudur ki, birimler kaybolmakta, şehir, kasaba, köy birimleri birer birer soysuzlaşmaktadır. Bu, medeniyetlerin yıkılışının tabii sonucu olup bitmektedir. Medeniyetler ölüyor, onların bütünlüğünü sembolize eden şehirler ölüyor. Şehir ruhu öldüğü için, madde olarak yaşama bir anlam ifade etmiyor. Maddesi kalan şehir bir müzeden başka bir şey olmuyor.

Şehirlerin işi, ebedilikle uğraşmaktır ve bu yönden bir metafizik oluşturmaktır. Ya da oluşmuş ve oluşmakta olan ebedilik metafiziğini yansıtmak. Bir ebedi metafiziği türetmek ve insana onu bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmak. Medeniyetin bu açıdan prizması olmak. Dünya ötesine tutulmuş aynası, iç göz merceği, gönül gözbebeği olmak.

Tarihte medeniyetler başkenti olmuş şehirler bunun tanığıdır. Kimi medeniyetler bu dünyada ebediliği gerçekleştirmek istediler. Ve bunun mümkün olmadığını bir türlü anlamak istemezcesine. Kimi medeniyetler de ebediliği asıl yerine oturtarak dünya ötesine dönük yüzlerle gülümsediler. Kimi de karma bir tutum ve davranış ve durum alış içinde oldu. Onun için kimi şehirler, yeryüzünde cennet olmak iddiasında idiler. Kimi şehirlerse cennetin habercisi, gölgesi olmak niyetinde. Kimi hep cenneti arar gibiydi. Kiminin   gözleri gökyüzündeydi hep. Kimi şehirler uçacak gibiydiler. Kimileri taşın, mermerin ve tuğlanın, kimi ahşabın, kimi altın ve gümüşün şehirleri idiler. Şimdi de çeliğin ve çimentonun. Kiminin gözü deniz diplerinde, kiminin yıldızlarda ve saman yolunda. Fakat her halde en kalıcı olanları, metafiziği olanlar, öteye, ebediliğe, ciddi bir tarzda varolmak ve olmamak tarzında sarılanları olmuştur. Ahirete kapı açanları. Her yönünden dünyayı toplayıp insana ve insanı da Allah’a ve eşyayı ahirete yönelteni, her yönünden bunu göstereni.

Ahiret ve şehir. Cennet ve şehir. Cehennem ve şehir. İnsanlığın en kompleks sentezini yansıtan ve sergileyen şehir, ahirete, aşkıyla ve nefretiyle en çok yaklaşabilecek dünya gerçeği olarak, diriliş idealini taşıyanların önünde duruyor.

‘Mânâ Erleri’; alınlarındaki kıyametin ürpertisini ve secdenin iz ve nurunu taşıyan “insanlar” olarak, bu dünyada ahiretin anlam ve amaç plânında gerçekleşimini mesaj ve ödev bilmiş ve dünyanın bu en ağır, fakat en şerefli işini yüklenmiş koşucularıdır onlar. Bir olimpiyat koşucusu gibi onlar. Ahiret meşalesini ve diriliş muştusunu, anlamını yitirerek “batık şehirler” manzarasını almış büyük şehirlerin, eski medeniyetler başkentlerinin en büyük alanlarına dikilecek olan sessiz kahramanlarıdır. Onlar, davalarının meşalesi yanında kendilerini yokmuşcasına bir görünüme bürürler. Onlar için ahiret muştusu ve güzelliğiyle ışıldayan ‘Mânâ Meşale’si vardır ve onun önünde kendileri yoktur. Şehirleri çarpık ironinin lirizminden hakikatin beliğ icazına yükseltirler. Gökleri şehirlere, şehirleri göklere kalbederler. Gökle toprak arasında atılmış köprüleri yeniden kuran mühendislerdir onlar. Hem dağları oyup içinde cennetsi şehirler çıkaran mimarlardır. Ahiret heykeltıraşlarıdır onlar. Ölü muştu damarlarını, içlerinden ahiret kanını geçirerek canlandıranlardır. Onlar, insanını ölümünü kutlayan uygarlık yamyamlığı törenine bu barbar ayine son verecek, insanlığın gerçek bayramını başlatacaklardır.  

Bir tasavvuf büyüğünün dediği gibi: “Bizim duvarlarımızdan yüksek duvarlar haraptır.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 21 Ocak 2014 10:51

MİMARİDE TEVHİD MÜHRÜ

I/ Giriş
Din “Medîne”yi, Medîne “medeniyeti” gerekli kılar.
Din ile aynı kökten türetilen “Medîne”, borçlu ile alacaklı arasındaki anlaşmazlığı adil bir sistemle halleden “Deyyan”a    ( hakim, yönetici ) sahip olan yerleşim birimine verilen isimdi. Peygamber Efendimiz Yesrib’e hicret ettiğinde, burasının adı ‘Medinetu’n-Nebi’ye, kısaca “şehir” anlamına gelen Medine’ye dönüştürülmüştü.

II/ Osmanlı Şehir Mimarisinde Tevhit Mührü
Çok geniş ve de çetin bir coğrafyada, altı asır tevhidin bayraktarlığını yapan, hürmete şâyan atalarımızın ortaya koyduğu şehir mimarisini, efradını cami, ağyarını mani bir şekilde, bir derginin sayfalarına sığdırmanın mümkün olamayacağını okuyucularımız takdir edeceklerdir.
Bu çerçeveden baktığımızda öncelikle Osmanlı medeniyeti, bayrağındaki hilal ve yıldızıyla sembolleşen bir tevhid medeniyetidir. Bu medeniyetin hâmisi olan devlet de toprağına memalik-i İslâm, ordusuna asâkir-i İslâm, âlimine şeyhülislâm adını veren ve sahabe efendilerimizden sonra bu yüce dinin bayraktarlığını en güzel şekilde temsil eden bir İslâm devletidir.

Bir milletin kültürünü, geleneğini, hayat felsefesini anlayabilmek için öncelikle o milletin inşâ ettiği şehirlerine bakmak gerekmektedir. Çünkü bütün medeniyetler şehir ile bağlantılıdır. Bizzat medeniyet kelimesi dahi şehri çağrıştırır; medeniyet, Medine kelimesinden türetilmiştir. Medeniyet mânâsında dilimize yerleşen uygarlık da, şehirli Türkler olan Uygurlardan mülhemdir.

İslâm medeniyetinin kalbi olan Medine’nin fazileti, hiç şüphesiz sakinlerinin fâzıl kimseler oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü faziletli insanlarla herkes kendi ‘Medinetü’l-Fâzıla’sını inşa edebilir. İmanlarını hayatına hâkim kılamamış, ruh estetiği olmayan milletlerin, şekil estetiği de olamaz.    İslâmî değerlerle mücehhez ulvî ruhların ortaya koyduğu şekil de şehir de bu ruhun zarafetine yaraşır güzellikte olur.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ifadesiyle bir ruh medeniyeti, bir iç âlem medeniyeti olan Osmanlı           Devleti’nde, şehrin oluşumundan mekân mimarisine kadar her şeyde tevhidin yansımaları, imanın akisleri  serapa kendini hissettirir. Çünkü inançlarımızın bize sağladığı, doğruluğuna inandığımız bilgiler, yaptıklarımıza/davranışlarımıza aynen yansır. Yaptıklarımız ile inandıklarımız ayrılmaz bir bütünlük teşkil eder. Şehrin inşasındaki mimarî sanat tercihlerimiz, inançlarımızın eserlerimizdeki tezahüründen ibarettir. Daha açık bir ifade ile yaptıklarımız, inandıklarımızın tam bir yansımasıdır.

Osmanlı şehir (Medine)lerinin yapısına baktığımızda, birçoğunda ilk etapta gözümüze şöyle bir manzara çarpar: İmparatorluk coğrafyası alabildiğine geniş, nüfus bu coğrafyaya göre oldukça az olmasına rağmen Osmanlı insanı, mecbur kalmadıkça verimli ovalara şehir kurarak verimli araziyi zâyi etmemiştir. Şehirlerini hep yamaçlara kurmuştur. Bu hem akıllıca hem de çevreye saygılı, kanaat yörüngeli bir imar anlayışının ürünüdür. Böyle bir yapılanma modeliyle, hem manzaradan hem de rüzgârdan istifade edildiği gibi, sel baskınlarından korunmakla birlikte verimli tarım alanları da heba edilmemiş olur. Asırlar öncesinin bu basiretli insanlarının, bugün sadece işin lafını yapan çevrecilerden kat be kat, gerçek anlamda çevreci olduklarını söyleyebiliriz.

İnançlarını inşalarına yansıtan ecdadımızın meydana getirdiği eski Türk şehirlerine baktığımızda şöyle bir temel yapılanma modeli görürüz: Osmanlı, tıpkı suya atılan bir taşın etrafında oluşan daireler gibi ilk önce, merkeze mabedini, yani camiyi inşa eder. Daha sonra da çarşılar, mahalleler genişleyerek bu mabedin etrafında halkalanır. Ve ruh medeniyetinin bu güzel insanları, şehirlerini oluştururken kendilerine has bir mimarî sistem geliştirmişlerdir. Meselâ, “Hiçbir ev servi boyunu geçemez?” diye kaide koyan ecdat, bugün bizim kasvetli beton yığınlarında yaşamamıza mukabil, -eski gravürlerde görüldüğü gibi- yeşillikler içinde fıtrî mekanlar inşa etmişlerdir. Ayrıca edeben, mahalle mescidinden büyük yapmama, kendinden önce inşa edilmiş evin rüzgârını ve manzarasını kesmeme gibi kıdem hakkına riayet ederek şiir gibi yaşanılır mekânlar oluşturmuşlar.

Şark mimarisinin temel özelliklerinden biri de ilk etapta yapının kendisinin ön plana çıkmamasıdır. Selimiye’den Süleymaniye’ye, Mihrimah Sultan’dan Yenicami’ye kadar ecdat, mabedleri bütün muhteşemliklerine rağmen ilk önce insan ruhunu bir dinginlik ve huzur esintisiyle okşayıp sonra kendini inşa eden mimarını nazara verir. Bu, kendini değil, sahibini öne çıkaran Şark’ın varlık tasavvurudur. Bediüzzaman Said-i Nursi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak “Eşyaya mânâ-yı harfî nazarıyla, yani Sâni hesabına bakıştır.” Çağın seküler insanının elinden çıkan ve insana güvensizlik hissi veren gökdelen, apartman vb. gibi çok katlı yapılar ise modern mimarînin kibrini yansıtır. Her bir yapı kibrin bedenleşmesidir ve âdeta ben, ben diye bağırır. Modern mimarînin gökyüzünü delercesine yükselen bu heyula örnekleri, hiçbir zaman bize mimarlarını hatırlatmaz; daha çok o kocaman cüsseleriyle kendilerini öne çıkarırlar. Yine Bediüzzaman Said-i Nursi’nin tabiriyle “mânâ-yı ismi”ne vurgu yaparlar.  Bir tarafta, varlık içindeki konumundan hareketle, insanın acziyet gerçeğini işaretleyen metafizik tasavvur, diğer tarafta Allah’sız bir varlık düşüncesi içinde insanı tanrılaştırma anlayışı kendini gösterir. Doğu ve Batı mimarisindeki bu temel farklılıklarla alâkalı Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'ın şu değerlendirmesi de oldukça düşündürücüdür: “Batı mimarisi       Allah'tan uzaklaşmış, bir ölçüde        Allah'a baş kaldıran bir toplum mimarisidir. Gökdelenler, modern fabrikalar her haliyle bunu haykırıyor. Oysa Doğu bunun tam zıddıdır. Doğu'da özellikle camiler toplumla, tabiatla ve Allah ile tam bir uyum içindedir, bir çatışma içinde değil?”

Gerçekten de söze şiirle, sese besteyle, taşa mimariyle zarafet kazandıran bu insanlar, âdeta ibadet edercesine çok güzel mimarî eserler inşa ediyorlardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Bu tevhid eksenli mimarî anlayışa göre, İstanbul'da Süleymaniye, Üsküdar'da, Mihrimah Sultan ve Edirne'de Selimiye camilerinin etrafında yapılan evlerin pencerelerinin şehrin vasatî pencere ölçeklerinden daha küçük yapıldığına şahit oluyoruz. Sebebi ise çok orijinal ve çok anlamlı; camiyi nazara vermek, onu büyük gösterip yüceltmek. Camilerin etrafında oturan bu güzel insanların, evlerinin ölçülerini bu şekilde küçültmelerinin, sadece bu âbideleri yüceltmeyip aynı zamanda o insanları da yücelttiğinin hakkını vermek gerek. Ayrıntılarda gizlenmiş böylesi ulvî güzellikleri öğrendikçe bu insanların imanlarına, imanlarıyla besleyip yoğurdukları hayat felsefelerine gıpta etmekten kendini alamıyor insan.

Sütun gibi minareleri ve göz alıcı çizgileriyle ruhumuza inşirah veren bu mabetlerin birçoğunda dikkatimizi çeken bir detay da camilerin hazirelerindeki mezarlar... Osmanlı insanının öldükten sonra camilerin haziresine gömülme arzusunun sebebi, müteveffanın her daim gözle görülür bir yerde olup yaşayanların dualarından istifade etme düşüncesiyle birlikte, öldükten sonra her daim ruhuna ezan sesini dinlettirmek istemelerinden dolayıdır.  Böyle bir geleneğin oluşmasının ferde yönelik manevî faydalarıyla birlikte, içtimaî hayata dönük hikmetleri de vardır. Hayalen şöyle o asırlara bir gidin. Yolda yürüyorsunuz, aklınızda birine karşı kötülük yapmak var veya içinizde günaha karşı meyil uyandı. Bir anda karşınıza bir cami çıkıyor ve caminin haziresinde bir mezar taşı ile yüz yüze geliyorsunuz. İster istemez sarsılıyorsunuz, size bir hatırlatma yapıyor o taş. Rabıta-ı mevt ile karşı karşıyasınız. O mezar taşı lisan-ı haliyle: “Ey insan! Sakın ola ki aklından geçeni yapma, yarın sen de benim gibi toprağa girip Allah’a hesap vereceksin.” diye sesleniyor. İşte o insan, gün boyu böyle kim bilir kaç defa hesap gününü hatırlatıcı uhrevî sembollerle karşı karşıya kalıyor.

Yaşadığımız çağdaş medeniyet bize ölümü hatırlatmamak için mezarlıkları şehirlerin dışına atarken kâdim büyüklerimiz, camilerin hazirelerindekilerle birlikte büyük mezarlıkları da şehrin bir mütemmim cüzü olarak içine almıştır. Osmanlı şehir mimarisinin ayrılmaz bir parçası olan bu mezarlıklardaki ağaçlara baktığımızda bir şey dikkatimizi çeker: Servi ağacı. Servi mezarlıklarımızın değişmez ağacıdır. Niçin bir çam ağacı veya akasya ağacı değil de servi? Çünkü servi, elif gibi dümdüz duruşuyla vahdetin sembolüdür, Allah'ın birliğini vurgular. Aynı zamanda servi, rüzgâr ile sallanırken “Hu”, “Allah” sesini çıkarır. (Hatta servilerde yuva yapan kumrular da aynı şekilde seslenirler). Bu hâl onun, Allah'ı zikrettiğine işarettir. İşte Osmanlı, Allah'a giden yolculuğun bu ara durağı olan kabristanlara, şekli ve sesiyle Hay ve Kayyum'u çağrıştıran serviyi özenle serpiştirmiştir. Servi, ölüm ve fâniliğin sembolü olarak da kullanılır. Kendine has bir kokusu olan servi ağacı, ceset çürümesi sırasında oluşan kokuların bastırılmasında kullanılır. Servinin dalları başka cins ağaçlardaki gibi, rüzgârda kolay kolay sallanmaz. Bu hali ile servi, sabrın ve temkinin de sembolüdür. Dik ve doğru duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü simgelerken, şairlere de ilham verir.
Servinin en üst dalının eğri durması Yaratanın karşısında boynu bükük kalmayı, acziyeti ifade eder. Mezar taşlarında görülen boynu bükük servi, yitirilenin ardından boynu bükük kalmayı ve sabretmek gerektiğini de hatırlatır.  

Evet, güzellik ayrıntılarda gizlidir. Osmanlı şehrine biraz daha dikkatli gözle baktığınızda camilerin taştan, evlerin ekserisinin ise ahşaptan yapıldığını görürüz. Niçin? Çünkü mabedler Allah'a yöneldiğimiz kutsî mekânlardır, Allah'ın bekâsını vurgulamak için sanki ilelebet kalabilecek    şekilde taş gibi dayanıklı malzemeden inşa edilmişlerdir. Biz fânîlerin mekânları olan evler ise, insanın ölümlü bir varlık olduğunu hatırlatıp bâki olanın sadece Allah olduğuna işaret etme sadedinde, her an yanıp yıkılıp çürüyecek ahşap gibi dayanıksız malzemeden yapılmışlardır.  Osmanlı ailesinin evlerinin ekserisinin ahşap gibi dayanıksız malzemeden inşa edilmesinin bir diğer hikmeti de, ahşabın insanın mayası olan toprakla iletişimini kesmeyen geçirgen bir malzeme olmasından dolayıdır. Çağımız insanının yaşadığı betonarme yapılar ise bu özelliğe sahip olmadığından dolayı insanın enerji boşalımını sağlayamamakta; stres, depresyon, anksiyete vb. hastalıklara zemin hazırlamaktadır.

Bu ince düşünceli mimarî anlayıştan dolayı bir Osmanlı insanı, ahşap yerine biraz sağlamca kârgir bir ev yaptırdığında “Dünyaya kazık mı çakacaksın.” diye ayıplanırmış. Çünkü bu dünya bizim gerçek vatanımız değildir. Biz cennetin çocuklarıyız. Hancı değil yolcuyuz. Müminin bu dünyadaki hâli, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem): “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, zühd 44) hadis-i şerifi ile şekillenmiştir. Bu düşünceden dolayıdır ki, Osmanlı insanı dünyaya ev sahibi gibi değil bir kiracı gibi yerleşmeyi yeğlemiştir.

Bu kiracılık felsefesinin ürünü olan eski Türk evleri, biraz da Anadolu insanına benzer. Dışından sade, gösterişsiz, kavruk fakat içi apayrı bir dünya, apayrı bir huzur âlemidir. Bu evler, dıştan göze batmayı doğru bulmayan, hasedi üzerine çekmek istemeyen İslâmî bir hassasiyetinin mimariye yansımasıdır. Mahremiyete açılan iç mimari ise usta ellerin süslemeleriyle şekillendirilmiş bir güzellikler kuşağıdır. Tavanlar ve duvarlar, saksıda çiçeği aratmayacak kadar nakış nakış işlenerek renk baharına bürünmüştür. Huzur esintili bu evlerin bütün ayrıntılarında; süslemesinden iç dekorasyonuna, bacaların yerleştirilmesinden yüklüklerin tertiplenmesine kadar her şeyde mimarlığımızın notalarının ahengi bulunur. Osmanlı hayat felsefesinin mekân mimarisine olan bu yansıması yabancıların da dikkatini çekmiştir. Ogıer Ghiselin de Busbecq, hatıralarında bu sivil mimarî mekânlardan şöyle bahseder: “Türklerin binalarda her türlü gösteriş ve konfordan kaçınmaları dikkate değer bir durumdur. Böyle şeylere önem vermek bir gurur ve büyüklük belirtisidir. Oysa bu dünyadaki her şey fânidir, ölümsüz olan şeyleri aramak gerektir. Bir yolcu için han ne ise, ev de Türkler için, yağmurdan, soğuk ve sıcaktan, hırsızdan korunmaya elverişli olduğu nisbette muteberdir. Başka lüks aramazlar.”

Osmanlı insanı inşa ettiği meskenlerdeki bu görkemden, şatafattan mümkün olduğunca kaçınmanın temel felsefesini İlâhî Beyan'daki şu önemli ikazlardan alır: “Siz her yüksek yere bir alâmet bina edip boş şeyle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesi ile mi inşa ediyorsunuz? (Şuara 128-129)” “Görmedin mi,     Rabbin Ad kavmini ne yaptı? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e ne oldu? Ki onun benzeri başka ülkelerde meydana getirilmemiştir. Vadide kayalar yontan Semud kavmine, o kazıklar sahibi Firavun'a neler ettiğimizi görmedin mi? (Fecr 8-10)”  

Gerçekten de Osmanlı insanı, kendisini dünyaya sıkı sıkıya bağlayan böylesi görkemli binaların inşasından Firavun kültürüne yaklaşmış olmamak için hep uzak durmuştur. Bunu, 16. asır Divan şairi Taşlıcalı Yahya'nın şu beytinde de görebiliriz:

“Bâde-nüşân gibi doğru yolumuzdan sapmazız
Avn-i Firavun ile Şeddâdî binâlar yapmazız”
İşte Kur'an'ın bu ilahî beyanları Osmanlı insanının bu konudaki yaklaşımını belirlemiştir. Bundan dolayı, sadece orta hallilerin değil, devletin en yüksek kademelerinde bulunanların köşkleri ve konakları da güç ve zenginlik gösterisinden olabildiğince uzaktır. Batılı kral ve derebeylerin saray ve şatolarıyla karşılaştırılırsa, Osmanlı erkânının saray ve köşklerinin bile ne kadar mütevazı binalar olduğu görülecektir.

Prof. Dr. Mimar Turgut Cansever insanlık tarihinin büyük medeniyetlerini saydıktan sonra, kendine has bir mahfiyet mimarisi ortaya koyan Osmanlı'nın bunlardan ayırt edici özelliğini şöyle vurgular: “Bunların karşısında Osmanlı sanat ve kültür çözümlemesi insanlık tarihinin en müstesna çözümlemelerinden bir tanesi olarak duruyor. Bu kültür diğer medeniyetlerde bulunan ama Firavun'da zirveleşen, insanın; hükmedici iradenin, ebediyen kalıcı olmak gibi temel yanılgısını kesin olarak yaşamayan bir kültürdür.”

Alman Sosyolog Dr. Hermann Starck'in İstanbul Günlüğü adlı             eserinde: “İstanbul'un sadece Eyüp semtinde bir çıkmaz sokağı ve Eyüp Sultan Camii'ni gezdim. Ne yazık ki bütün seyahatimi yarım saate sığdırmak mecburiyetindeydim. Ama Osmanlı'nın o çıkmaz sokağından belki binlerce âleme çıkan kapılar gördüm. Şu anda muhayyilem allak bullak. Keşke İstanbul'un tamamını gezebilsem.” şeklinde ifade ettiği gibi, bakmakla görmek arasındaki farkın şuuruna varabilirsek, eli öpülesi cedlerimizin gergef gergef işleyerek inşa ettiği tevhid mühürlerinde binlerce âleme açılan kapıları görebileceğiz. (İlkadım Mart 2007 İbrahim Refik)

Netice olarak diyebiliriz ki, bir ülkeyi fethetmek -kısmen- kolaydır; zor olan yürekleri fethederek kalıcı olabilmektir. Gerçekten de bu aziz devlet, gökkuşağının bütün renklerinden oluşan yetmiş iki milleti, muhabbet suyu ile dolu ebru teknesinin içine atıp birbiriyle kaynaşmış, harikulâde armonik bir ebru tablosu ortaya koymasını bilmiştir. Yani onların rikkat-i insaniye dedikleri, en büyük ve evrensel birlik olan insan olma birliğini gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Bu birlikteliği zaman içinde olgunlaştıra olgunlaştıra ruh ve şekil estetiğine de yansıtan bahar yürekli bu zarif insanlar, kendi zarafetine yaraşır güzellikte şekiller ve şehirler inşâ etmişlerdir. Yani inşâ ettikleri zarif Medineler, aynı zariflikteki medeniyeti, medenî ve zarif toplumu doğurmuştur.

III/ Sonuç
İslam şehri her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevki ile vardır, her adımda önümüze çıkar. Kâh bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, burada eski bir çınar, ötede bir çeşme olur ve geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine bir hasret sindiren geçmiş zamanlardan kalma aydınlığıyla sizi yakalar. Sohbetinize ve işinizin arasına girer, hülyalarınıza istikamet verir. Peyami Safa’nın bir sözü var, hatıladıkça içimde acı bir poyraz eser, Erzurum akşamlarında esen yel gibi. “İnsan yaşadığı toprağa ayaklarından değil yüreğinden bağlıdır.” der, büyük romancı. “O bağ koparsa mutsuzluk kader olur.” Ne yaman mânâ ummanları dalgalanır bu cümlelerde.    

Sözü edilen toprak insanın dünyaya adım attığı, alfabeyi öğrendiği, mevsimleri, soğuğu, ayazı, karı, yağmuru bellediği; aşkı, sevdayı hecelediği şehirse, bu bağlılığın ne demek olduğunu anlamış oluruz. Bütün çaba bu bağı koparmamaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort