JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 10 Temmuz 2012 03:27

GÖLGESİ BUDANMIŞ BİR KUŞTUR HAZAN

Soğuk bir hastane bahçesinde önce anadan, sonra dünyadan kopmak. Bir hazin güz akşamı, yeniden gelir gibi dünyaya, karlı dağlara ve düşen yapraklara dalmak, bağlanıp kopmak ve kopup tekrar bağlanmak.

Yaprak renkli ufukta poyraz. Sadece sokakları değil, hayatı da boşaltan mevsimlik insanlar yine sır. Hele o ağaçlar yok mu? Demek ki bir daha güz. Elli yaşına bastı sararmış poyraz. Sokaklar garipliğin ellinci mutsuz yılında. Velhasıl yaşlı bir yalnızlık.

“Hocam, artık bu ağaçların yaprakları da değişti.”

Yapraklar mı? Elli kez düştü ve kalktı elli kez. Mevsim değil, şimdi gönülde baharın saltanatı devrildi. Enkazından yine sen çıktın sevgili kırlangıcım. Babalığımın son göz ağrısı. Düşerde tekrar kalkarmış meğer yapraklar. Sen nasıl da kandın? Nasıl da birden, bahtiyar bir uykuya geçiverdin kendinden? Yüreğime gömdüğüm elli yaşındaki ölü, kalkarsın diye yapraklar dibi bir bahar umudunla bekledim bunca yıl.

Erken gelmiş bir sonbahar mıydı? Yoksa kuruyan bir yaz mı? Geçmişe ait hiçbir şey onun için bir anlam taşımıyordu. Emekli olunca, zamansız zamanlardan geçmişti hiç farkında olmadan. Oluşun tam bir günlükleşmesi, kişiliğinin anonimleşmesiydi yaşananlar. Her şey lâlettayinleşmiş; sevgi, iffet, beşerî ilişkiler... Tüketim çarkına vurularak kesintisiz biçimde çoğaltmaya kışkırtılıp, her talebe cevap vermeye çabalayıp durmuştu... Ama kendi varlığını anlamak, onun üzerinde durmak; makro düzeyde bir kimlik tespiti yapmak, benliğini üst bilinç düzeylerine açmak noktasında ise, tam bir sefildi. Ve kendine özgün bir kimlik yapısından ziyade, özgürlüğünü ifade eden iç mekândan yoksundu ve verili insan tipinin ötesine geçemiyordu...

Kızının nişanlanması birden bire olmuştu. Günlerce dışarı çıkmamış, durmadan dağ, deniz, uçurum rüyaları görmüştü. Pencereden uçan kuşlara özlemle bakmış, bir gün bir kırlangıcın birinin kendisini alıp o sonsuz ülkeye götürmesini ne kadar istemişti. Saksılarda yetişen çiçekler, bahçedeki kurumaya yüz tutmuş birkaç yalnız ağaç ona ne söyleyebilirdi ki? Şimdi çok uzaklardaydı her şey. Hanımla kızı eskimiş koltukları değiştirip yenisinin alınmasını ısrarla istiyorlardı. Yeni koltuk takımlarını yine boğazından kısarak mı ödeyecekti? Sonra ya o pencereden her gün seyrettiği kırlangıç dumanlı bir güz gününde yaşlı bir akasya ağacının dalına vurarak altına düşmüştü. Nasıl da düşmüştü? Ortalığı saran duman, o gün bugündür kafasının içinden de gitmemişti. Sanki gerçekle rüyayı birbirine karıştıran bir sihirbaz dumanıydı o. Bir garip tütsüydü. Onun hayatında ilk garip gerçek ve ilk hatırlama rüya olarak o yumuşacık uysal kırlangıç, her sonbahar ağaçların altına düşer ve her sonbahar yeniden ölür. Dirilmeden, canlanmadan daldan iner, yorgun kederli   gözlerini süzerek yumuverir.


“ Hocam, ben şiir yazdım.”

Ardından cansız yaprakların indiğini görünce, hiç titrememiş, ölümden hiç korkmayan bir teslimiyetle sadece yapraklara doğru şöyle bir bakmıştı. O kadar. Ötesine berisine, hayat suyu çekilmiş yapraklar düşünce yalnızlık yüzünden de sıyrılmış, onun gözünden süzülen yaşları görmemişti bile. Sonra soğumaya başlayan bedeni, gözlerinden ılık ılık sağılan yaşlarla ısınmıştı da birden umutlanıvermişti. Gözün gözü görmediği sis içinde gözleri sadece kırlangıcını, sadece kırlangıcının ışıksız gözlerini görüyordu. Koymuştu yere boşa çıkan bir umutla da güz gazelleri arasında yitip gitmişti.

O acımasız yapraklar, sadece senin değil, şimdi benim de umudumun örtüsü oldu. Örtündü mü bir kez umut gayrı, sonbahardır ve her şey bitmiştir.

Son yılların, gözünde hep geriye doğru saydı. Hep geriye. Ve bu da bitti. Artık saymayacak. Bitişinin acısını da bitirdi. Yıllar yılı aynı odanın havasını teneffüs ettiğiniz, aynı kaptan yemek yediğiniz, aynı sokaklardan yürüdüğünüz ve oturup beraber ağladığınız dostunuzun bir karanlık gününüzde soğuk bir rüzgâr gibi el oluverdiğini, uzattığınız eli, silkip attığını gördüğünüzde ne yapardınız?  Yaşlar süzülen düşmüş gözlerinize bir sıcak el beklerken buz gibi bir çomakla karşılansaydınız ne yapardınız? Bir zor, birçok zor gününüzde herkesle birlikte, can sandığınız, bir türkü gibi  muhtaç olduğunuz, oturup dert yandığınız, uğruna yüreğinizi koyduğunuz sırdaşınız, haldeşiniz, kardeşiniz.. Veda bile etmeden kanayan yaranızla başıboş bırakıp uzaklaşırken siz ne yapardınız?

Uzak çağların ilk kırlangıcıydı. İlk sevgim, ilk acım, meğer senin yaptığın bilgece iş, sense sensiz bir bilgeymişsin de görmek için göz gerekmiş. Oysa çocukluk, öleceğimi bildiğin halde, hiç çırpınmadın. Yardım istemedin. Medet bir mihnet yüküymüş. Elli yıldır bunu bana söylemek için mi öldün elli kez? Ölümde bile yalnızlık. Artık ölmeyeceksin. Bu bana söylediğin senin için bir ölümsüzlük tılsımı. Bu ölüm sonuncu ölümdü.

Koltuklar taksitle alınıp misafir odasına yerleştirilirken baba ocağı, ana ocağı gözünün önünden geçiyordu.. Tıpkı “Gizli Mabet” de, Ömer Seyfettin’in hikâye ettiği Türk Evi gibi. Bir gecelik misafir edildiği bu Türk Evi’nde bir Fransız gazetecisi,  bir gece yarısı girdiği sandık odasında bile, bir ruhaniyeti keşfeder de, çıldıracak noktaya gelmiştir...

Üzerleri işlemeli tülbentlerle muhafazaya alınmış sandıklarda eski aziz aile mensuplarının kemikleri var, sanır. Duvarlarda, her biri mis kokulu çamaşır ipleri birer gizli ayin eşyası gibi seyreder… Evin artık hayatta olamayan “Bey”inin hobisi olarak saklanan “Hat” eserlerini efsun gibi kabullenir. Gizlice girdiği sandık odasındaki o lavanta, limon çiçeği ve buhur kokusunu dini bir maksada bağlar. Ömer Seyfettin, daha o zaman o Türk Evi’nin kaybedilişinin ruh sancısını teneffüs eder satırlarında…

İnsanlar, hastane merdivenlerinden telaşlı telaşlı koşarak bahçeye çıkıyorlardı. Yağmurlu, soğuk bir gündü. Yavaş yavaş sona ermekteyken gün uzakta kalmış günleri düşünüyordu. Küçük oğlu taksitle aldıkları yeni koltukları evde kimse yokken bıçakla kesmişti. Hanım eve gelince gördükleri karşısında baygınlık geçirip; kıyamet koparmıştı. Zorunlu olarak kasabaya ilk geldiği gün, yıllardır içinde bulunduğu âlemden bu denli kopuverişi onu öyle mahzunlaştırmıştır ki sıkıntısını oğlunu döverek almıştı. Hırsını alamamış, ellerini bağlayarak bodruma kapamıştı. Sabah olunca çocuğu almaya gittiklerinde elleri mosmor olmuştu. Hastaneye kaldırmışlar fakat kangren olan ellerin kesilmesi gerekmişti. Bu kabullenemeyeceği bir şeydi. Gitmeliydi buralardan, böyle yerlerden, böyle dünyadan. Kaçmalı, bilinmeyen, varılmayan kasabalarda, tanınmayan insanların arasında kaybolmalıydı. Ne konuşacak mecal, ne dinleyecek takat. Kendinde, yüreğindeki keşmekeşten kurtulup, bu duruma nasıl alışacaktı?

Yavrusunun yattığı odaya girdiğinde aydınlık bir gün can çekişiyordu karanlığın kucağında. Karanlığa gözlerini daha bir açtı.. Odanın bir kenarına ilişti. Odayı boylu boyunca kaplayan fayansların beyazları dışında bütün renkleri silikleşmişti. Acılı yılların izlerini taşıyan yüzü belli belirsizdi.. Çocuk korkuyla karışık yatağından doğrularak babasından özür diliyordu:

“Artık yaramazlık yapmayacağım, babacığım ama n’olur ellerimi geri ver!”  

Henüz yeni açmış burcu burcu kokan renk renk çiçekler üzerindeydi adeta. Ayaklarını çekmek istedi. Nereye, nasıl? Büyük değişikliği ancak şimdi anlayabilmişti. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, elinden, avcundan çıkıp giden, etinden, kemiğinden koparılırcasına sökülüp alınan değerlerin hazin boşluğunu, şimdi daha iyi idrak edebiliyordu. Her şeyin kaybolur gibi olduğu bir anda, bir baygınlık anında, soğuk suyun derine temasına eş bir ürperişle yepyeni bir dirilişin eşiğine ayak basar basmaz etrafımızı çeviren yabancı dünyanın farkına varır gibi olmuştu. Gerçekle yalan arasındaki altadıcı yakınlığı, rengârenk ışıkların arkasında gizlenen sahte dünyayı, yakıcı bir şuurun aydınlığında, şimdi daha iyi görebiliyordu. Yavaş, yavaş, hadiselere bakışının manası değişmekteydi. Vak’aları, yepyeni bir tefsir usulüyle değerlendirmenin zaruretini derinden derine duymaya başlamıştı. Bu, bir silkinme, kendini bulma davasıydı. Bir uyanıştı. Kendine gelişti. Bir babanın varlığını hissettirişiydi. Bir antitez olmaktan kurtulma gayretiydi. “Tez”leşmeydi. Buraların ve ötelerin hesabını vermeyi deruhte eden üstün bir nizama liyakat kazanmanın sancılarıydı.

“Artık yaramazlık yapmayacağım, babacığım ama n’olur ellerimi geri ver!”  

“Yavrucuğum! Yavrucuğum benim!..” diyebildi sadece Gözleri ışıl ışıl, göğsünde bir çocuk kalbi, çocuğun sargılı ellerine sarıldı… Hıçkırarak ağlıyordu sadece…

Elinde uzaktan kumandalı bir araba ve yağmurdan perişan olmuş bir gül vardı.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 09 Temmuz 2012 02:16

RUHUMDA OLUKLANAN MENZİLLER -2*

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık!!!... “

Dünün bu kutsal mesleği şimdi bütün cazibesini, maddi manevi, bütün itibarını kaybetmişti... Kimsenin intisap etmek istemediği, meslek seçimi listesinde herkesin daima en son bırakıldığı ve parasız yatılı olduğu için, ancak fakirlerin, kimsesizlerin yahut da hiçbir mesleğe giremeyenlerin başvurduğu bir “son sığınak” bir “cankurtaran simidi” haline gelmişti... Bir tesadüf neticesi öğretmenlik mesleğini seçmiş bulunanlar, tevekküle boyunlarını bükerek, “ne yapalım hiç yoktan iyi” demekle yetinmekteydiler. Muavinin sesiyle kendime geldim:

“Abi, yere düşen kitaplar senin mi?...”

Neredeyse gün batacaktı… İçimdeki sıkıntının sebebini çözememiştim hâlâ… Başım âdeta kaynayan bir kazandı. Muavinin ne dediğini, kamyonun egzozundan gelen boğuk sesleri, duymuyor ya da duymak istemiyordum. Açık kamyonun   üzerinde sefil bir duruma terk edilmiş, aşağılık duygusu içinde perişan bir öğretmenden değer ölçüleri maddileşmiş bir toplumda hizmet, mesleğin şeref ve itirafını koruyucu davranışlar beklemek mümkün müydü? Bilemiyordum. Oysa Fransa’yı, milli bayramlarında yaşlı bir öğretmenle iki küçük öğrenci temsil edermiş. Törendeki bütün halk, bu tabloyu büyük bir heyecanla “Fransa geçiyor” nidaları ve alkışları arasında ayakta alkışlarmış.

Öğretmeni hürmetsiz, hor ve zelil, maddi zaruretlerin pençesinde perişan bırakan bir memleketin tali ve inkişafı nerede görülmüştür? Öğretmenlerin, diğer meslek mensuplarına nazaran daha fazla terfih edilip şeref ve itibarının artması gerekirken zavallı bir yaşayışa mahkûm edilmesi esef vericiydi.

Milletler için en tehlikeli anlar, mânâ ve mefhumların alabildiğine birbirine karıştığı devirler olsa gerektir. Her devirde insan varlığına bitişik, ondan hiç ayrılmayan beşerî değerler, ölçüler vardır. Bunlar insanla birlikte var olmuşlardır. Bu, doğuştan gelen, var oluşun getirdiği bir beraberliktir. İnsanı bunlarsız düşünmeye imkân yoktur. Bu değerler insan varlığının, yaratılışının sırrıdır, hikmetidir. Zaten uzun tarihi boyunca yeryüzünde boy göstermeye başladığı andan itibaren, bu mefhumları ayakta tutmak için insan elinden gelen gayreti göstermiştir. Denebilir ki, insan varsa veya başka bir ifâde şekli ile insan yaratışta kendine mahsus bir hususiyet taşıyorsa, hayatıyla beraber ondan hiç ayrılmayan değerlerin, kıymetlerin, vazifelerin bulunması da şarttır.

Muş Ovası zamanın baş döndürücü süratiyle önümden kayarken emindim ki hayatta paradan başka hiçbir şeyi sevmeyen; gösteriş ve şöhretten maddi refah ve konfordan başka hiçbir üstün manevi değere inanmayan bedbahtlar elbette buralara gelmek istemezlerdi. Ama daha dün tozlu yollarında neşe ile koşulan, başı mavi dumanlı mor dağlarında çiğdem toplanan, güneşli tarlalarında ekin biçilen bu yerler beni bekliyordu. Ona kollarımı ben açacaktım. Ona ben koşacaktım. Onun yarasını ben saracaktım. Savaşların en hayırlısı, benim yurt ufuklarını saran karanlıklarla yapacağım mücadele, başarıların en verimlisi; en uğurlusu benim bu meydanlarda kazanacağım zaferler değil miydi?...

Kamyonun üzerinde soğuktan üşüyor olsam bile bir ideal yolcusuydum ben… Henüz derinliğince okunmamış bir masal, zenginliğince açılmamış bir hazine ve zarifliğince işlenmemiş bir mücevher olan Anadolu’yu benim gözlerim “okuyacak” benim ellerim “açacak” ve benim usta parmakların “işleyecek”ti. Her taşı bir yakut olan bu vatan “can verme sırrına erenlerle” ben olacaktım.

Sabahları ezan sesleri ile uyanacaktım. Eğlencelerim köy düğünleri; dansım halaylar, efe zeybekleri, dadaş barları; musikim Anadolu türküleri olacaktı. Bingöl çobanlarının kaval seslerini duyacaktım. “Ovanın yeşilini”, “göğün mavisini” buralarda seyredecektim. Buralarda, “geçmiş zamanın taşlarında gülen sihirli rüyasını” yaşayacaktım. Buralarda “binlerce erin şanlı menkıbesini” ve “sesi arşa çıkan hengâmeleri” yâd eden türbeler, camiler ve eski bahçeler görecektim. “İhtiyar çınarlardan, yedi yüzyıl süren hikâyemizi” dinleyecektim.

Ben, Yaratıcısından sonra en çok hocasını seven bir milli geleneğin evladıydım. Ben, hocasını camide bile ayağa kalkarak selamlayan Fatih’lerin “Ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir” diyen Yavuz’ların çocuğuydum. Böylesine köklü bir gelenekten kuvvet alarak, hocalığı her yerde ve her zaman el üstünde tutulur, baş üstünde taşınır bir haysiyet ve liyakatle temsil etmeliydim.

Hayatta ve bilhassa öğretmenlikte başarının biricik sırrı olan meslek sevgisi ve vazife aşkını gönlümde birleştirmiş kimse olarak yola çıkmıştım. Özü sözüme, sözü tavrıma ve hareketlerime uyan; herkesin benzemeye özendiği örnek insan ben olmalıydım..

Vatanını riyasız seven, milletine sözde değil, iş görerek eser vererek hizmet eden; temiz ahlaklı, hür düşünceli, müspet zihniyetli; hak, hukuk ve adalet kavramlarına bağlı; milli değer ve geleneklerine hürmetkâr; şahsiyet ve karakter sahibi bir nesil yetiştirmek ilk hedefim olmalıydı. Şairin:

Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer,
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! mısraları ile dile getirdiği bu vatanda her birimizin elle tutulur birer müspet eseri bulunmalıydı. Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme, idealizme susamış, boşluktaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek bütün hususiyetleriyle millî ruh nağmesi olmalıdır.

Acı bir fren sesiyle irkilmiştim. Gece olmuştu. Kamyonda birlikte geldiğimiz saffetinin nevruz utangaçlığı ile gözlerinden sanki sağanaklar inen küçük çocuğunun annesine sorduğu soruyla büyük bir hakikate uyandığımı itiraf etmiştim. Çocuk, ‘Anne! Binalar niye ağaçlardan yüksek?’ diyordu. Yorgunluktan ayakta zor duran bu çocuk, bana ‘Kral çıplak!’ diye haykıran çocuk gibi gelmişti. Öldürücü bir korku sayesinde ortalıkta yaşanan bir yalanın çocuğun bakışıyla çözülüvermesi gibi, kamyondaki çocuğun sorusu da, hayatı boğar hale gelen ama yine de kabul gören bir mimari perspektifin üzerini çizmişti. ‘Anne! Binalar niye ağaçlardan yüksek?’ sorusunda, ağaçlardan yüksek binalar dayatan modern mimarinin insana ve varlığa yabancılığını, bu yabancılıktaki gururu ve kibri görmüştüm. Sanıyorum bu fark edişle birlikte insan-mekân ilişkisine daha çok eğilmeye başlamıştım. Bir mekâna doğan insanın kendince bir mekân kuruyor olmasında saklı çok şey olmalıydı. Ev sadece bir barınak, şehir sadece bir yerleşim birimi değildi. Ev ve şehir bağlamında okumalarım arttıkça yolum felsefeye, şiire ve müziğe daha çok düşer olmuştu. Temel bir insanlık durumuyla karşı karşıyaydım. Beni başka disiplinlere götüren bir okumanın içindeydim.

Kamyondan bir sokağın çiğ aydınlığında inip yerini henüz bilmediğim okulumun yolunu tutmuştum. Sonbahar ikindileri ses vermeye başlamıştı artık. Kaldırım kenarlarından akan sular irili ufaklı artıkları toparlamış götürüyordu. Akçakavaklar, akasyalar, cılız çınarlar yıkanmış, tabii renklerini giymişlerdi. İnsanlar bir yerden bir yerlere koşuşuyorlardı. Evet, yağmur dirilişti. Artık yağmur, hayatla kendisi arasında bir perde olmaktan çıkmış, hayatın bir parçası olmuştu. Beni, almış hayatın tam ortasına koymuştu. Mevsimler, bize kendimizi söylemek imkânını verirler. Bu hâliyle sonbahar, sâdece bir mevsim adı olmaktan uzaktı. Fakat niçin ‘ilk’ ve ‘son’ “bahar”?

Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, her şeyden evvel, nesillerin gönüllerini yüksek mefkûre ve ideallerle donatarak onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve idealsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki her şeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hıyanet ve cefâdan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçte başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...

Her rüzgârlı tepesinde bir “Çoban Çeşmesi” çağıldayan ve her köşesi bir “Mavi Dumanlı Bingöl Yaylası” olan bu toprakları, “şoför mahalline” layık görülmemiş olsam da ben,  Erzurumlu Öğretmen, ben yeniden fethedecektim.

Şâyet, bir sûal olursa, dönüp hâlimizi anlatan bir mısra okuyalım:
“Varsın bulunmasın bilecek nâm u şanını.”

*Bu yazı Eğitim-Bir-Sen’in ‘Öğretmen Hatıraları’ Yarışmasında Türkiye Birincisi olmuştur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 08 Temmuz 2012 04:42

RUHUMDA SOLUKLANAN MENZİLLER -1

Mevsim sonbahardı ve o sarı iklimin çıldırtıcı çehresi, Evliya Çelebi’nin dilinden “Gün akşamlıdır devletlûm” demekteydi. Yolları garip bir hüzün, ağaçları ziynetsiz bir yakın zaman endişesi, evleri bir telaş, insanları yazdan arta kalan neş’enin buruk tadı –çepeçevre- sarmıştı. Düşüncelerim, bu bin bir müşkilin ortasında, her an bir meçhûle yollanıyor; bir mâlûmun eşiğinde bin meçhûlün ağına düşüyordu. Sararan yapraklar arasında hemen hemen aynı renkte sızan ikindi güneşi vaktinde, tefekkürün sathi olanında bile derinlik buluyordum. Zirâ bu zevâl vaktiydi. Zevâl, aczin eşiğine yüz süren insan düşüncesidir. Hiçliği idrake zorlayan muazzam bir ikazdır. Çok zaman, insan, varlıkla yokluk arasında mekik dokuyan şuur çizgisinde, boğazında düğümlenen bir hıçkırık bulur. Dünya bir yerlere gitmekte, zaman, simsiyah gecenin çanlarını çalmaya hazırlanmaktadır. Her an, bizden bir şeyler alıp götürmekte ve yerinde, ne ile doldurulacağı bilinmeyen boşlukları bırakmaktadır.

Otobüse bindim, cam kenarındaki koltuğuma güzelce yerleştim. Otobüs hareket edince dışarıyı seyretmeye başladım. Gün boyunca belleğimde uyuyup duran bir takım sorular, hava kararmaya başladığında birer birer değil, hepsi aynı anda şiddetle saldırıya geçtiler. Bu, gecenin tılsımıydı. Karanlık basınca kendimi daha bir net görmeye başlardım.

İkindi güneşi, artık benim için, bir uykuya sefer eden ve yurdunu-yuvasını bilmediğim bir aşinaydı. Güneş, -bana göre- uzak ve bilinmez bir yoldaydı. Hayatın birden bire oldu zannedilen oluşları gibi, yavaş yavaş, ama mutlakâ meçhûl ufukları birer birer aşarak gitmekteydi. Dünya kuruldu kurulalı gündüzler geceleri, ışık da karanlığı adım adım takip etmekte; yok olmaları var olmalar, ölmeleri de dirilmeler kovalayıp durmaktadır. Toprağın sinesinde kendini çürümeye salmış bir tohum, kayaların bağrını hayat yatağı edinmiş minik çam çekirdeği, şartların müsamahasızlığına rağmen salkım salkım boy atıp gelişmekte ve tıpkı hasmını yenmiş bir gladyatör havası içinde dalların diliyle gerilip, varlığını haykırmaktadır. Nice dev çağlayanlar vardır ki, memba’ları küçük birer sızıntı, nice bitip tükenme bilmeyen ışık kaynakları vardır ki, esasları birer zerreden ibarettir. Tomurcuk dudaklarını açıp varlığını haykıracağı, güller, çiçekler yüzümüze gamze çakacakları güne kadar onların varlıklarından haberdar bile olamayız. Oysaki onlar, İsrafil’in Sûr’unu çoktan duymuş ve belli bir tempo ile dirilişe geçmişlerdir bile…

Hâşim’in kızıl gurûbuna daha çok vakit vardı. Duygularım, düşüncelerim henüz yuvadan uçurulmuş bir kuş kadar acemiydi; fakat uçmak… Uçmak istiyordum. Öğretmenliğe başlayacağım  o coşkulu şehrâyinde hüzün mü, sevinç mi, ayrılık mı, vuslat mı, kaybetmek mi, kazanmak mı?.. hâkimdi, bilemiyordum. Ancak, sarı rengin tabiatı boyayan sihri, mutlakâ beni bir yerlere götürecekti. Seven, sevdiğince yol gider. Yol giden hasrettir ve hasretin yüzü ezelden sarıdır. Bu vakitte, ufka yaklaşan güneşin yüzü, bir Mevlevi Dervişi’ninki kadar sarıydı. “Zehi aşk, zehi aşk!..” diyerek döndüğünü gören gözlerim, bu sözlerin şâhidiydi.

Okulu bitirmiş, Muş-Varto Yatılı Bölge Okuluna Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştim. Yola çıkarken, o bölgenin şartlarını ve insanlarını çok iyi tanıyan bir arkadaşım dedi ki:
“Muş’ta ineceksin. Akşama doğru otobüs bulunmaz. Varto’ya ancak açık bir yük kamyonuyla gidebilirsin. Şoförlere kendini yeni tâyin edilmiş bir hâkim, bir doktor veya polis olarak tanıtırsan sana şoför mahallinde yer bulurlar, başkasını indirir, seni bindirirler. Rahatça gidersin. Öğretmenim dersen, açık kamyonun üzerinde soğuktan mahvolursun.” Ben arkadaşımın bu tavsiyesine gülümsemekle yetindim. Yalan söylemeye ne lüzum vardı?
Otobüsün camından gördüğüm gökyüzü günün ışığını bir örtü gibi çekip almıştı yeryüzünden. Artık bozkırdaki ağaçları ve kuşları göremiyordum. ‘Masal Çağı’ şairi gibi düşünüyor; ben de bozkırın ağacı söğüt, kuşu serçedir diyordum. Bakmasını bilen bir göz için vakûr bir romantizm gizlidir bozkırda. Çıkın Anadolu’ya uçsuz bucaksız bozkırda, uzaktan bir tutam yeşil görürseniz, bu hayat belirtisidir. Bir dere boyunda üç beş söğüt demektir. Bir yerde söğüt varsa, mutlaka serçe de vardır; Mehmet de, Ayşe de, toprak evler ve tüten birkaç ocak manzarayı tamamlar.

Söğüt, serçe ve biz asırlardır garip bir ünsiyet peyda etmişiz. Birbirimizle iç içe olmuşuz artık. Ama diğerleri öyle mi? Çam, yaylayı sever. Kırlangıç, leylek Hind’e, Yemen’e gider; kala kala biz kalırız, soğuğu ve sıcağı paylaşan. Serçeler yuvasını duvar kovuklarına, mertek aralarına yapar; evimiz onların da evidir. Kona kalka sergideki buğdayı yarıya durdururlar rızkımız onların da rızkıdır. Dedemin,”Bu nimette kurdun kurşun payı var…” deyip serçelere göz yumduğunu hatırlıyorum.

Yeniden reele dönmek durumundayız. Yani söğüt ve serçeye. Osman Bey de işe Söğüt’ten başlamadı mı? Söğüt ve Domaniç, bir doğuşun ana rahmidir. O şâhâne rüyâdaki Osman Bey’in göğsünden yeşerip dünyâyı gölgesinde barındıran Ulu Ağaç da söğüttü. Söğüdü ve serçeyi iyi tanımak gerek. Serçenin küçüklüğüne bakıp aldanmayalım. Ebrehe’nin ordularını yerle bir eden ebâbiller de küçüktü. Onlardaki kalenderliği hercâilik sanmayın. Onlar kendinden olannları çok iyi tanırlar. Onlarda mujik vasfı arayanlar da yanılmıştır, sürüye sayanlar da. Asıl mahâret onları anlayıp, onlarla hemhâl olmakta.

Kof bir bakışla onları tanımak ne mümkün? Zaten tanınmak gibi bir dertleri de yok. Onların felsefesi; “Bir çuval tahıl içinde bir tane olmak:” Bu hayat tarzını onlara Yunus öğretmiş olmalı…

İşte yeni mâcerâmız yine söğüt ve serçeyle başlayacak!.. Eğer müyesserse destan doğar. Gün gelir, serçeler kartal, söğütler çınar olur. İğneyle kuyu kazmaya başladığımız gün, yarın bizimdir. Allah kerim!...

Niçin olmasın diyordum? Geleceğin imâr edilmesi vazifesini üzerine alan şanlı mîmarlar, cemiyetin her kesiminde millî şuuru mayalayıcı istikamette bir seferberlik ilân   ederek, yığınları cismânilik girdabından kurtarıp onları kendilerini yenileme, ruhta varlığa erme ve kendi medeniyetlerini kurma yolunda hayat nefhetmeliydiler. Madem ki şair: “Velhasıl o rüyâ duruyor yerli yerinde” diyor, biz de rüyâlarımızın kaybolmadığına inanmalıydık. Kaldı ki hayat hiçbir zaman meselesiz ve dâvâsız olmamıştır. Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdeta Kehkeşanlardan yıldızlar derip bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek bununla kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi. Mütevazı bir toprak parçası üzerinde, oldukça basit bir hayat yaşayan bir avuç insanın,  hayallere sığmayan bir müthiş patlamayla, denizlerin dev dalgaları gibi birdenbire belirip ortaya çıkmaları, hangi sebeplerle izah edilirse edilsin, katiyen inandırıcı olamayacaktır. Hayır hayır! Bu âteşîn ruhları harekete geçiren, bu çelik iradeleri dünyanın hâkimi kılan sır, ne bunlarda ne de bunlar gibi şeylerde kat’iyen aranmamalıdır. Bence bu sır onların sağlam inançlarında, tarih şuurlarında ve mukaddes ideallerinde aranmalıdır. Âh, o zevke dalıp özden uzaklaşmalar; fîruze ve zebercet yaldızlı tavanlar altında çalım satmalar; zümrüt gibi bağ ve bahçelerde, lâle ve zambaklar arasında mest ü mahmûr rahata ve rehavete teslim olmalar..! Eyvah ki, bütün bunların hepsi oldu!!! Ne çıkar..!

“Ufuk” denen tabiat ekranı, bütün bir hayat mâcerâsını yaşar ve yaşatır. Her an, bir ümidden bir ümide, bir hayâlden bir hayâle ve fakat huzuru bulmak ümîdiyle koşar dururuz. Her noktada yoldaşımız, bütün tonlarıyla hüzündür. Yerlere dökülen sarı yaprakların her birinde bir güneş saklı bulunduğunu; Fuzuli’nin “ Dehr-i dûn her lâhza bir nevres gülü berbâd eder” mısrâını tekrarlayarak yağmurlu soğuk bir sonbahar günü Muş’a indim. Çevremde sis ve duman, önümde ardarda mânialar; hissiyatım sarsık, ruhum yaralı; yer yer aksak karıncalar gibi sekerek, zaman zaman yanıp kül oluncaya kadar ateşin etrâfında pervâz eden kelebekler gibi uçarak İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ulaştım. Buradaki işlemlerimin uzaması Varto’ya gitmem için minibüs bulmamı zora sokmuştu. Uzun bir soruşturmadan sonra yük kamyonlarının olduğu alana gelmiştim. Etrafta sadece üç-dört kamyon vardı. Birinin ön kısmında yer bulmuş, parasını da peşin ödeyerek oturmuştum. Biraz sonra şoför geldi:

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık, söylemeyi unutmuşuz. Kendisi geldi. Siz arkaya geçin” dedi. İtiraz faydasızdı indim…

“Başefendi”  dediği uzatmalı bir jandarma onbaşısı idi. Daha önce söz verdiği doğru olamazdı. Çünkü “başefendi” ile Erzurum’dan gelirken aynı otobüste idik ve ben buraya ondan daha önce gelmiştim. O anda arkadaşımın kulakları çınlıyordu… Doğrusu, şoföre öğretmen olduğumu “itiraf ettiğim” için pişmanlık duyuyordum. Arkadaşımın sözlerini hatırlıyordum: ‘Muş küçük bir şehirdi. Herkes birbirini çabucak tanıyabiliyordu. Genellikle kendi aralarında toplanan, kendi aralarında gezip eğlenen memur zümresi içinde bir mertebelenmeyi dile getirmişti.. ‘Vâli muavinine “beyefendi”, Mal müdürü, Orman müdürü, Cezaevi müdürüne kadar bütün daire amirlerine
“Müdür-beyefendi”,  hükümet tabibi ”Doktor bey”, Fen memuru “Mühendis bey” idiler. Hepsi de bu yakıştırmalara layık ve onurlu mesleklerdi ama sadece öğretmenlere, evet sadece bizlere “bey” siz hitap edilir, “öğretmen” denirdi.

“Abi, biz orayı başefendiye ayırmıştık!!!...”

Oysa kalbimde vatan ufuklarına ışık saçmak için çalışan bir ideal adamın imanı, ruhunda kendine güvenen insanların azim ve iradesi, kafamda yarının, mamur, müreffeh ve mesut Türkiyesi’nin altın kapılarını açacak sihirli anahtarlarla… Savaş meydanlarına atılan kahramanlar gibi Muş’a gelmiştim...

Çanakkale’de, Aziziye’de, Plevne’de şehit düşen Mehmetçiklere has bir gururla ilim, irfan ve ışığın ulaşamadığı uzak yurt köşelerine aydınlık götürecektim. Artık en sıcak yuvam okul, en sevgili çocuklarım öğrencilerim, en vefalı dostlarım kitaplarım ve en büyük yardımcım da kalbimi dolduran öğretmenlik aşkı, gönlümü saran yurt sevgisi olacaktı.

Atıldığım bu hizmet ve fedakârlık yo-lunda, çetin güçlükler beni yıldırmayacaktı. Önüme dikilecek engeller ürkütmeyecekti. Maddi yoksulluklar, manevi sıkıntılar ideal yolumdan döndürmeyecekti. Zira kavuşmak istediğim hedefe iştiyakla koşan hangi ideal yolcusu bu çeşit güçlüklerle karşılaşmadı? Hangi ideal adamı yeşil servilerin gölgeliği serin çimenler üzerinde yürüyerek gayesine ulaşmıştır? İdeal yolu elbette uzun ve zorlu, elbette güçlük ve meşakkatlerle dolu olacaktı.

Ateşli kum çöllerinde, soğuk buz denizlerinde tehlikeli seyahatlere çıkmış ilim fedailerinin hayatını andıran yolculuğum, maddeye değil manaya; paraya değil, ruha ve şerefe değer verenlerin harcıydı.

Bu yol, aydınlık, ışık, hak ve hakikat yoluydu. Bu yol, göğsü imanla, kalbi cesaretle ve gönlü aşkla dolu olanların yoluydu. Bu yol fedakârlıklara katlanmasını, mahrumiyet ve ağırlıklara tahammül göstermesini, tehlikelere göğüs gerip güçlükleri yenmesini bilenlerin yoluydu.

* Bu yazı, Eğitim Bir-sen’in ‘Öğretmen Hatıraları’ Yarışmasında Türkiye Birincisi Olmuştur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 30 Haziran 2012 19:08

SON KALE’DEN MÜLAHAZALAR -2-

III/ İnanç, Çanakkale ve Ötesi

Çanakkale'ye her baktığımda, Gelibolu bir damla yaş gibi Ege'ye süzülür. Sanki memleketimin haritası ağlar. Gelibolu'ya her baktığımda, Boğaz'ın köpüklü suları içimin kıyılarına vurur, sonra kelimeler kanatlanır kalbimden. "Hey Gelibolu derim, onca yiğit sende Hakk'a yürümüşken, neden göğe şahlanmıyorsun da hicranlı bir yaş gibi denize uzanıyorsun!" Boğazın köpüklü suları kıyılarına vurur; "İki yüz elli bin can.. iki yüz elli bin tane can..." yankıları hıçkırık olur, Gelibolu ağlar.

Zaman, fırtınalara tutulduğumuz zamanlar... Rüzgârların yelelerimizi dağıttığı, aslan cesametimize "hasta adam" dendiği zamanlar. Sonunda kara ağızlar ferman keser: "Çanakkale'den... İstanbul'a varalım; hançerimizi tam kalbinden vuralım." derler ve korkunç zırhlılarla yola çıkarlar. Hem kendilerinden o kadar emindirler ki, hesaplarına göre havalar müsait olursa iki hafta sonra Boğaz'a demirleyeceklerdir. İstanbul'u aldıklarında kullanacakları paraları bile beraberlerinde getirirler. Banknotlar gemilere dizilir, sandıklar ağlar. Bu hülyalarla İngiliz şilinglerine Osmanlıca "gümüş kuruş" yazılır, hatt-ı sülüs ağlar. Havadisler yıldırım hızıyla yayılır, postanelerde telgraflar ağlar. Azınlıklar "muzaffer haçlılar"ı karşılama heyecanına kapılırlar. Boğaz'a nazır balkonlar kiralanır, cumbalar ağlar.
Zaman; cephelere savrulduğumuz zamanlar... Yemen, Kafkasya, Galiçya şimdi de Çanakkale... Ve her evden bir yiğit... Her evden bu kaçıncı yiğit. Ama yine de "Git! Minareler ezansız, camiler Kur'ansız kalacaksa sen de git." denerek, son yongalar uğurlanır, analar ağlar. Körpe yavrular koklanır, saçlarından bir tutam kesilir, hatıra için sarılır, mendiller ağlar. Nice genç kızın muradı Çanakkale'nin yollarına dizilir, kaç nişanlının elleri veda eder, kaçının kınası ağlar.    

Çanakkale içinde vurdular beni    
Ölmeden mezara koydular beni    
Ağıtlar yakılır, türküler ağlar.    

Ve yurdun dört bir yanından şehit namzetleri dökülür Çanakkale'ye. Düşmanın alnına değecek yalın bir pala, göğsüne inecek birer süngü gibi dizilirler siperlere. Artık geride ev bark, çoluk çocuk; ne ana, ne de yâr... Hepsinin hayali, dökerek oluk oluk kanlarını, ya şehit olmak ya da gazi; ama ille de karış karış toprağına yazarak, "Çanakkale geçilmez, Çanakkale geçilmez!"

Ve bir sabah Ege farklı bir tonda döver Gelibolu'yu, deniz hazin hazin kıyılara vurur, dalgalar ağlar.

Sene; 1914 bir sonbahar günü... Gri renkli ölüm makineleri görünür, ufuklar ağlar. Korkunç zırhlılar menzilin dışında kalıp tabyalarımızı darmadağın ederken, Mehmetçik hayıflanır, imkân ağlar. Yine de birer birer Boğaz'ın serin sularına gömülürler. Gelibolu'nun kayalarına çarpmayan gemiler, Mehmetçiğin göğsüne çarpar ve paralanır. Boğaz'ın çılgın sularından kurtulanlar, şehitlerin kanında boğulurlar. Ve bir bahar sabahı, Mecidiye tabyası darmadağın edilir. On altı yiğit şehit olur, geride Koca Seyit ağlar. Sonra "La havle ve la kuvvete" deyip mermiyi sırtlar, okkalar ağlar. Merdivenlerini üç kere inip çıkarken obüslerin, kemikleri çatırdar, basamaklar ağlar. Tarihler on sekiz martı gösterirken, Oşin serin suları boylar; denizin geçit vermeyeceğini anlarlar. Çıkarma yapmaya karar verilir, karalar ağlar.

Ve kahramanlar geçer Çanakkale'nin topraklarından. İlk çıkarmanın Ertuğrul koyuna yapılacağı sezilir, Ezineli Yahya Çavuş gürler: "Vatanımın toprakları namusum kadar kutsaldır. Düşman bu topraklara ayak basmamalıdır." der ve altmış üç neferle akşama kadar üç bin düşman öldürülür, kahramanlar parmaklarını ısırır, Zal oğlu Rüstem ağlar.

Mehtap deresinden, bir orduya bedel bir Teğmen Mehmet Selim geçer. Sabah namazıyla beraber takımını bir süngü savaşına kaldırır. Talihsiz bir kurşun benzin bidonlarına isabet eder, aynı anda Selim Teğmen tutuşur. Fakat kararmaz cesedi ışıl ışıldır, güneş ağlar. Daha kimler, daha kimler... Birer birer değil, yiğitler bölük bölük, alay alay şehit düşer. Sisli bir nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. Takım komutanı, sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay'ın, Rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der. Ertesi gün bütün alay, Hakk'a pervaz eder, kuşlar ağlar.

3. Tabur'da bir kınalı er, tabur komutanı Sabri Beyin dikkatini çeker. Kınanın sebebini sorar, Yozgatlı Murat mahcup olur, boynunu büker. Hemen annesine yazar; "Kardeşlerimin başına kına yakma mahcup oldum, zabit efendi sorduğunda." der, cevabını bekler. Ana cevap verir: "Ey oğlum, gözümün nuru Murat'ım! Zabit efendiye selam söyle, biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail'sin. Sen orada şehit olacaksın İnşaallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa, ben de onun için senin saçını kınalayıp gönderdim." Kınalı Murat, mektubu almadan kurban olur, bıçaklar ağlar.

Bir savaştır ki, Çanakkale içindeki her şey ağlar. Şehit olan sevinçten, gazi olan teessürden ağlar. İmkân zalim elde olduğuna, mavzer Mehmed'imin elinde patlamadığına ağlar. Düşmanın habis ayağıyla kirletildim der, Seddü'l-bahir ağlar; boğdum hepsini birer birer der, Boğaz ağlar. Hepsinin üstüne: "Çanakkale geçilmez! Hani Çanakkale geçilmezdi." der, toprağıyla dövünür, Çanakkale ağlar.    

Ağla Çanakkale! Yıllarca döktüğün hicranlı yaşlara bedel bir daha ağla Çanakkale. Karaya oturmuş gemiye gözyaşlarıyla yeniden rota tutturanlara ağla. Bir anlamsız tutkunun izinde diyar diyar dolaşan ruhların yeniden formunu yakalamasına ağla. Bir ideal uğruna Anadolu'ya gelip ölenlere mukabil, Anadolu'dan dünyanın dört bir tarafına giden ve ancak bir ideal uğruna yaşayan gençlerine ağla. Ağla sevinç gözyaşlarıyla ve kanatlan! Müjdeler götür toprağından Hakk'a uçanlara. Kanınız boşa akmadı de! Bir nesil filizleniyor, kanınızı akıttığınız yerlerde de. Dilin sussun, hatıraların konuşsun Çanakkale!

Savaşlardaki kızıl hatıralarını okşayıp sevinç gözyaşları dökerken şehitler, sen de onlarla beraber bulut bulut ol. Yağmur yağmur in filizlenen altın neslin üzerine. Koca Seyit'in kudreti ol, Mülazım Mehmet Selim'in cesareti; Yahya Çavuş'un yüreği, Kınalı Murat'ın teslimiyeti... Yürü damarlarına, şahlansın her biri, aksın kıtalara, coğrafyalarda baştan başa bahar, sarsın her yeri.    

Şimdi bir kez daha ağla. Feryatların duyulmamış cinsten olsun. Muradı senin için yaşamak ve sende ölmek olanlarla, arana okyanusların girmesine ağla. Şimdi bir kez daha ağla Çanakkale! Ama aczden değil, yalnızca bir Mekke mahzuniyetiyle olsun. Ağla bir ulu divanda, ki gözyaşların Asayı Musa gibi yarsın okyanusları, yol olsun. Ve dönsün gurbet mahkumları, vatanın gerçek evlâtları. Dönsün! Şehitler aşkına bir kez daha ağla, feryadın tutuştursun bütün denizleri, okyanuslar buhar olsun. Gerçek sahiplerinle arandaki engeller kahrolsun, duman olsun, yok olsun.

Çanakkale zaferi tarihin zirvesine diktiğimiz ölümsüz bir abide, kanımızla yazdığım iz silinmez bir kitabe, yüreklerimizi heyecan ve iftihar dalgasıyla kabartan ebedi bir kahramanlık destanıdır.

Çanakkale, Müslüman Ecdadımızın yenilmezliğini, bütün dünyaya bir kere daha ilan eden muhteşem bir zaferdir.    

Evet, Çanakkale ne kutlu bir yerdi ki, böyle bir kahramanlık destanına sahne oluyordu.

Tarihe insanlık adına şan ve şerefle dolu nice hatıralar bırakan, düşmanlarımızın korkulu rüyası koca imparatorluk yavaş yavaş gurup ediyordu. Üç kıtaya hükmeden o koca dev çöküyordu. Fakat imparatorluğun bu durumu bile düşmanlarımızı korkutuyordu. Tek kurtuluş çaresi “Hasta adam”ın vücudunun ortadan kaldırılmasıydı. Yani Müslüman bir Milleti tarihten silinmeliydi. Ve bu karar uygulamaya konularak dörtbir taraftan taarruzu geçiliyor, birbiri ardına gelen Trablusgarb ve Balkan harplerine maruz bırakılıyor, şanlı tarihimiz kara bulutlarla örtülmek isteniyordu.    

İşte bunlardan biri de 18 Mart 1915 de Çanakkale’de vuku buluyordu. Milli şairimiz bu olayı şöyle dile getiriyor:    
“Eski dünya, yeni dünya, bütün akvamı beşer,    
Kaynıyor kum gibi tufan gibi mahşer mahşer,    
Yedi iklimi cihanın duruyor karşısında,    
Ostralyayla beraber bakıyorsun, Kanada,    
Çehreler başka, lisanlar başka, deriler rengarenk,    
Sade bir hadise var ortada, vahşetlere denk.”     

Evet! bu adeta bir haçlı ordusuydu. Çehreleri derileri, lisanları bambaşka insanlar vatanımıza, Çanakkale’mize saldırıyorlardı. ileri sürdükleri sebepte Rusya’ya yardım etmekti.

Sözde Rusya’ya yardım maksadıyla Çanakkale’ye saldıranlar, Müslüman ecdadımızın yenilmez ve geçilmez iman dolu göğsü ile karşılaştılar. Müthiş bir boğaz harbi başlamıştı. Anadolu’ nun kalbi Çanakkale’de atıyordu. Vatanı ve milleti uğruna canını seve seve vermeye hazır olan Mehmetçik, şanlı destanlarına bir destan daha eklemeye hazırlanıyordu. “Ser”den geçecek, fakat vatanına namahrem eli değdirmeyecekti.    

Canını dişine takan Mehmedcik düşmanı boğazdan bir adım ileri geçirmemeye adeta yemin etmişti. Anadolu bozkırının o zamana kadar deniz görmemiş çocukları, kırk yıldır denizlerde savaşmış ve pişmiş kişilere has becerileriyle zırhlı düşman gem ilerine geçiş hakkı tanımıyordu.

Gelibolu’da şimşekler çakıyor, atılan bombalar, elleri, kolları, bacakları koparıyor gözleri fırlatıyordu. Sözü burada yine milli şairimize bırakalım:

“Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin:    
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.    
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;    
Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam.    
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,    
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer...”    

................

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak    
Boşanır sırtlara vadilere, sağnak sağnak.    
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,    
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.    
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere    
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.    
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...    
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!    
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından    
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?    
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?    
Çünkü tesis-i İlahi o metin istihkam.     


----------------------------------------
Kaynakça;
Sızıntı; Nisan 1990 Yıl : Sayı :135
İhsan Ünlü, Değirmen Dergisi, 2009
Ahmet SEYFİ, S; Mart 1986 Yıl :8 Sayı :86
M. Sacid ARVASİ, Mart 2003 Yıl :25 Sayı :290

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Haziran 2012 01:55

SON KALE’DEN MÜLAHAZALAR -1

Epigran


Eski Yunanın kitabe şairlerinden biri, Termofil boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sade, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştır:

“-Yolcu! Git de Atinalılara de ki, biz kırk Yunan genci, bize ettikleri tembihe sadık, uyumaktayız!”

Mehmedciğin nâmsız ve nişansız mezarı her abidenin üstünde ve sadece  “Mehmedcik” ismi, hiçbir (Epigran) ve kelâm harikasının varamayacağı derecede…

Fakat ona bir (Epigran) gerekseydi herhalde şöyle yazılırdı:

“-Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver: Beni ve kuvvetimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış olacaklardır!”

I/ Çanakkale'de Kaybolan Birlik

1915 Ağustos’unda savaş kokusu ile dolu sıcak bir rüzgâr eserken, ince bir toz tabakasını da birlikte havaya kaldırıyordu. Yiyeceklerin, siperlerin, ölü ve yaralıların üzerine bulutlar halinde çöken iri yeşil sinekler; dizanteriye yakalanan İngiliz askerlerini büsbütün perişan ediyor. Bir milleti yok etmeye, esaretleri altına almaya gelenler tarihin en büyük yenilgilerinden birine yaklaşıyorlar.    

İngiliz komutanı Sir Jan Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanma ihtimalini taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştü.

Kraliyet Norfalk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915’te İngiltere’den gemilere bindirildiler. Savaş tecrübeleri yoktu. Ordu mensuplarınca ‘tatil gecesi askerleri’ diye anılan savunma birliklerine bağlıydılar. Norfalk Alay’ı, savaş hattı gerisinde iklime alışmaları için bekletilmeden, 10 Ağustos günü Suyla Koyu’nda unutulmaz macera yaşamak yerine, cehennemi bir kâbusla karşılaştılar.    

Sahile yakın bir yerdeki tuz gölü, kavurucu yaz sıcağının tesiriyle kurumuş ve güneşin parlaklığını ve ısısını ayna gibi Norfalk Alayı’nın üzerine yansıtıyordu. Kuzeydeki Kireçtepe, iki yanındaki Kavaktepe ve Tekketepe, güneydeki Sarıbayır arasında kalan Suyla düzlüğü dev bir arenayı andırıyordu. İngiltere’nin Derehanı kasabasından toplanan Norfalk Alayı’ının 4. ve 5. taburları, ana yurtlarından uzak bu topraklarda, kendilerinden önce gelenlere mezar olan bölgede şaşkına döndüler. Savaşta çok şey olabilirdi ama Norfalklılar, savaşın dışında başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi.    

Sir Hamilton, Tekke ve Kavaktepelerine gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı. Bu iş için 12 Ağustos gecesi, 54. Tümen ilerlemeye başlamıştı. İçlerinde Norfalklılar Alay’ı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar ve şafak sökerken saldıracaklardı. Fakat gece yürüyüşünün başlayacağı bölgede, Küçük Anafarta Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden, Norfalklıların bir bölümü önden giderek yolu açsın diye 12 Ağustos günü öğleden sonra harekete geçti.

Bu öncü bölüğünün ilerleyişi, tam bir bozgunla neticelenmişti. Norfalk Taburu geride olmak üzere 163. Tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. Türklerin direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngilizlerin büyük kısmı yoğun ateş altında kaldığı için olduğu yere çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfalk Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti.    

İşte, tam bu sırada 22 kişilik bir Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri önünde Norfalk Alayı’nın 4. Taburuna bağlı çok sayıda asker, karşılarındaki tepeye doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri mantar başı şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı. İngiliz askerleri yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde kayboldular. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalandı ve rüzgârın aksi istikametine doğru hareket etti.

Kumandan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’e gönderdiği telgrafta, hadiseyi şöyle anlatıyordu:    

“Savaş sırasında 163. Tümen her bakımdan üstün olduğu bir anda, çok garip bir şey meydana geldi. Türklerin zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı, Albay Sir II. Beauchamp, cesur, kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi. Savaşın en güzel kısmı böyle başladı.    

Bu sırada askerlerin çoğu yaralı ve susuzluktan perişan haldeydiler. Bunlar, kampa ancak gece vakti dönebildiler. Fakat Albay 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış hızla  ilerliyordu. Daha sonra bunlardan hiçbirinden haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri duyulmadı. İçlerinden hiç biri geri dönmedi.”

267 kişi hiç bir iz bırakmadan kaybolup gitmişti. O gün öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla neticelenmesi Sir Jan Hamilton’un savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece 1915 yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, büyük bir yenilgiye uğrayarak geri çekildiler.    

Daha sonraları savaş alanında yapılan araştırmalar neticesi kayıp 267 Norfalklıdan 122’sinin cesedi bulundu. Geriye kalan 145 askerin ne cesedi bulundu ne de kendilerinden bir daha haber alınabildi. Yeni Zelanda’lı askerlerin anlattığı beyaz bulut, kendi esrarını da birlikte götürmüştü.

II/ Çanakkale Ruhu


Dünya tarihinde eşine az rastlanan ve bir dönüm noktası oluşturan, güç dengelerinin değiştiği, tarihimize altın harflerle geçen zaferlerden biri de Çanakkale Zaferidir. Yaklaşık 250.000 askerimizin şehit olduğu bu savaşlar sonucunda düşman donanmaları ağır kayıplar vererek geri çekilmişlerdir. Daha sonraki Kurtuluş Mücadelesi’ne de büyük bir moral ve ilham kaynağı oluşturan bu zafer sonrasında düşman ordusu, hiç hesapta olmayan ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştır.

Peki, bu zaferi zafer yapan ve anlamlı kılan nedir?

Her şeyden önce Çanakkale, sıradan bir savaş değil; bir varoluş mücadelesidir. Çanakkale, nesilden nesile aktarılması gereken Bedir’lerin, Uhud’ların, Malazgirt’lerin devamı niteliğinde gerçek bir destandır. Bu savaşı sıradanlıktan çıkarıp gerçek bir zafere dönüştüren faktörleri; vatan bilinci, inanç, gayret, birlik ve beraberlik şeklinde sıralayabiliriz.

Milli Şairimiz Mehmet Akif’in; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda/ Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda/ Canı cananı bütün varımı alsın da Hüda/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” dizeleriyle ifade ettiği vatan bilinci, zaferin en önemli saiklerindendir. Çünkü o kahramanlar, bu asil milletin vatansız olamayacağını; vatanı korumanın ırzı, namusu, dini ve mukaddesatı korumak olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ve dönülmez bir yolculuğa çıktıklarının farkında olan onlar, düşman çizmesi altında özgürce ibadet dahi edilemeyeceğini de iyi biliyorlardı.

Bu şanlı zaferi kazandıran saiklerden biri de hiç şüphesiz inançtır. Çanakkale’ye yeni evlendiği kocasını gönderen gelini, tek oğlunun sırtını sıvazlayıp gözyaşlarını içine akıtan anayı, bir daha geri gelemeyeceğini bildiği evladının gözünün içine bakarak “Allah’a emanet ol!” diyen babayı başka türlü nasıl anlayıp yorumlayabiliriz. 275 kg’lık top mermisini sırtına alarak topun namlusuna süren ve ‘La havle’yi çekip isabetle düşman zırhlı gemisini suların derinliğine gömen Seyid Onbaşı’yı neyle izah edebiliriz. Ve yine üç dakika sonra öleceğini bile bile, gözünü kırpmadan ateşe atlayan kahraman Mehmedçiğe, bu şuuru veren iman değildir de nedir?

Büyük bir iman ve teslimiyete sahip askerlerimiz bununla yetinmemiş, büyük bir gayret ve fedakârlıkla yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışmışlardır. Örneğin, zaferden bir gün önce 17 Mart gecesi, 360 tonluk eski bir tekne olan Nusret Mayın Gemisi büyük bir dikkat ve sessizlikle Boğaz’dan aşağıya indirilmiş, 26 adet Türk yapımı mayın bu bölgeye dökülerek ertesi gün düşman gemilerinin çok ağır kayıplar vermesine sebep olmuştur. Karşılarında son derece modern ve teknik bir donanmaya sahip bir düşman olmasına rağmen Türk askeri, asla yılgınlık ve karamsarlığa kapılmadan elindeki süngüye varıncaya kadar basit de olsa her şeyini değerlendirerek eşi görülmemiş bir zafere imza atmıştır.

Zaferi zirveye taşıyan ve diğer etkenleri de anlamlı kılan önemli unsurlardan biri de birlik-beraberlik ruhu olmuştur. Şairin, “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” ifadelerinde yerini bulan birlikteliği, çok iyi yakalayan Mehmedçikler, bir vücudun azaları gibi birbirlerine sahip çıkarak eşine az rastlanır fedakarlık örnekleri sergilemişlerdir. Günümüze de yansıması gereken bu örnek tabloda, bencilliğe, egoizme ve tefrikaya asla yer verilmemiş; Kürt-Türk, Laz-Çerkez, Alevi-Sünni demeden hep birlikte omuz omuza mücadele vermişler; kucak kucağa şehit düşmüşlerdir.

Kaynakça;
Sızıntı; Nisan 1990, Sayı: 135
İhsan Ünlü, Değirmen Dergisi, 2009
Ahmet SEYFİ, S; Mart 1986 Yıl:8 Sayı: 86
M. Sacid ARVASİ, Mart 2003 Yıl:25 Sayı: 290

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort