JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 18 Haziran 2012 00:28

ERZURUM: ‘YERLİSİNİ YİTİREN ŞEHİR’

Yörede bir şehir kurmayı tasarlayan ve varsa o bölgede bu şehri kuran iradenin sahibi şehrin yerlisidir. Yerli insan şehre kimliğini, kültürünü, dünya görüşünü, eğilimlerini, rengini verir. Aidiyetlerinden, mensubiyetlerinden sağlam çiviler çakar o şehrin zeminine. Kendine benzetir. Kendine benzetmek için olağanüstü çabalar harcar. Arzın bomboş, insansız bir yöresini yurt edinmek tabiata karşı bir mücadele sonunda mümkündür. Daha önce başka insanların yaşadığı bir bölgeyi yurt edinmenin yolu ise savaşlar, işgaller, fetihler sonucunda gerçekleşiyor.

Bir fetih sonrası yurt edinilen bölge daha önceleri başkalarının yurduydu. Elbet o şehrin semalarına sinmiş başka insanların kokuları bütünüyle silinmemiştir. Sokak taşlarının üzerindeki nal izleri ve iskarpin topukları bir zamanların yerli unsurları iken şimdi yeni yerlilerin fethinden (veya işgalinden) sonra artık yabancıdır.

Şehir yeni yerlilerini severse büyür, gelişir. Ana dokusunu, hayat damarlarını bozmadan, daraltmadan serpilir, kendini hissettirir. Şehrin dokuları yerlilerinin genleriyle örtüşür ve hemhal olursa eğer, o şehir yalnız kendi bölgesinin değil bütün dünya tarihinin gözdeleri arasına girer. Mekke, Medine, Kudüs, İskenderiye, Bağdat, İstanbul, Semerkand, Bursa, Erzurum gibi… Erzurum’da İslâmî Türk unsurundan önce yerleşik bulunan medeniyetlerin kalıntıları pek fonksiyonel ve göze çarpmaz.

Erzurum, stratejik bir vatan coğrafyasıdır. İnsanları besler, barındırır. O insanlara çok şeyler verir. Lakin insanların onun üzerinde kendi kimliklerine dâir eserleri kayda değer bir mahiyette değildir.

Erzurum, İslâmî medeniyetinin en mümtaz numûnelerinin, modellerinin rahmini oluşturur. Şehir yüzyıllardır intizar ettiği bir kavmi bulmuş gibi seviniyor, bağrını onlara hasretle açıyordu sanki. O kavim de terk edip geldiği anayurdunun kokusunu almıştı bu şehirde. Şehir ve insan birbirine öyle uyum sağladılar ki bu şehrin yerlisi artık onlardı. Şehrin yerlileri Müslümandı. Önce mabedlerini inşa ettiler. Yıllardır oradan buraya göçüp duran bu kavim belli ki artık yerleşmeye, Erzurum’da ikâmete cidden niyetlenmişti. Şehrin güzelim merkezleri mabetlerle ziynetlendi. Din ile devleti birbirinden ayıran düalist mantık bu güzel coğrafyada o zamanlar ne arasındı? Onlar muvahhidlerdi.

Devlet bizzat mabetlerin içerisindeki birimlerde faaliyetlerini sürdürecekti. Çift kubbeli yapıların kıbleye yakın bölümündeki kubbenin altı mescit olarak dizayn edildi. Geri plândaki kubbenin altında bir küçük havuz çevresinde dev-letin birimleri yer aldı. Şer’iyye Vezareti, Maliye Vezareti, Başvezaret ve nihayet üst katta Sultan’ın makamı.

Anadolu toprağında Selçuklu’dan sonraki ilk selâtin yapı Ulucami Cuma Mescidi maksadını ziyadesiyle tatmin ediyordu.

Şehrin ovasını ziraat için tarım, sebzecilik, hayvancılık için ayırıyor, yamaçlarını ise mesken tutuyorlardı. Ferah mahalleler böylece doğdu: Sultan Melik, Yoncalık, Mahallebaşı, Gâvurboğan, Şeyhler, vs…

Osmanlı ile birlikte uluslararası bir önem ve değer kazanan Erzurum’un çarşıları, hanları oluştu. İpek Yolu’nun bu vazgeçilmez istasyonuydu. Taşmağazalar, Taşhan, Rüstem Paşa Bedesteni’ni inşa eden ruh ve irade yalnızca ufuksuz düşünen bir zihniyete ait olamazdı. Alışveriş için değil Erzurum çarşılarında dinlenmek, eğlenmek için dolaşabilirsiniz. Ruh sıkıntılarınıza ilaç teşkil edecek bir mimarî yapıya sahiptir çarşılar.

Tabiatın dokusunu doğru keşfeden Erzurumlu vakfiyeler düzenler. İmar ve inşa ederken korumayı da hedefler. Mesela büyük Selçuklu  Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey Malazgirt Zaferinden yaklaşık yirmi yıl önce (1050) o zaman Theodosiapolis adını taşıyan Erzurum’a kadar gelip bu müstahkem mevkiyi, hâkim bir tepeden seyretmiş ve muhtemelen içinden: “Savaşçı ve hayvancı Türkmen obaları için buradan iyisi can sağlığı.” diye geçirmiştir. Erzurumlu hakkında Evliya Çelebi’nin, Tanpınar’ın, Kaplan’ın ifâdelerini bilenler bir şehirde ağaçları söküp yerine asla beton binalar dikmeye kalkışmazlardı. Erzurum ne tropik ne de bir başka iklime özenecek sıkıntılı bir tabiata ve havaya sahiptir ki kendi dokusunu bozacak zoraki farklılaşmalara kucak açsın. Belki de Erzurum’un ihtiyacı olmayan tek şey bir başka şehre benzemek veya özenmektir. Çünkü her bakımdan kendine yeten nadir şehirlerdendir o.

Erzurum’u Erzurum yapan İslâmî iradesinin topuk izleri kimi taşlar üzerinde hâlâ mevcut. Kimi yapılar da şaşırtıcı incelikteki estetiğin verdiği okşayıcı nefeslerin en şaşmaz tanıkları… Mabetlerin kubbelerine asılı kalmış iç ezanlardan kimi ahenk parçaları da öyle. Çarşıların küçük mescitlerinde ipek yükü taşıyan hamalların alınterleri vardır.

Erzurum’un yerlisi Saltukluydu, Osmanlıydı. O yerliler yüzyıllar bu şehirde ikâmet ettiler. Evlendiler. Çocukları oldu. Öldüler. Bu şehrin mezarlıklarına gömüldüler. Artık yerleşiktiler, yerliydiler, Erzurumluydular.

Yüzyılımızda resmi istatistiklere göre mukim nüfusa oranı yüzde onlar civarında dolaşan Erzurum yerlileri kimlerdir, nerededirler? Mülklerine, eserlerine, şehirlerine sahip çıkabilecek iktidarları var mıdır? Ya geriye kalan büyük nüfus kimlerden oluşmaktadır? Yerli olmak iradeleri var mıdır? Şehrin kimliğini yenilemek, değiştirmek gibi bir idealleri, maksatları olduğu söylenebilir mi? Söylenebilirse yıkmak, tahrip etmek ve yerine hiçbir şey koymamak da şehre bir yeni kimlik giydirme ameliyesi midir? Açıkçası Erzurum’daki Erzurumlunun dışındaki nüfusun büyük bir bölümü maalesef kimliksiz veya onu yitirmişlerden oluşuyor.

Bir bölümü de başka ilçelerin, başka şehirlerin göçmeni ki onlar da kendi ilçelerinin, kendi şehirlerinin yerlisi olmaktan çıkmaya hiç de niyetli gözükmeyenlerdir.

Hülasa Erzurum şehrini kuran iradeden geriye pek bir nüfus kalmamıştır. Kalanlar meydanda gözükmemektedir. Meydanda gözükenler ise kurucu iradenin emeğini, alın terini taşımadığı/tanımadığı için çok kere yıkan bir iradenin yanında yer almaktadır. Üstelik şehirli değil köylü bir espri taşımaktadırlar, taşralıdırlar. Köküne ilk suyu verip evlat gibi büyüttüğü bir ağacın kuruyan yaprağını bile şefkatle koparan kurucu ve yerli bir el o ağacın kesilmesine kıyar mıydı hiç? Bir yerli binlerce kişi sığsın diye inşa ettiği ulu mabetlerin ıssızlığına dayanır mıydı?

Çarşıların, hanların, kervansarayların mimarları bu mekânların bir vakitler bozuk ahlaklı insanların emellerine yataklık eden zeminlere dönüşmesine tanık olsaydılar, orta yerlerine o mescitleri yerleştirirler miydi hiç?

Erzurum yerlisini çoktan yitirmiştir. Bu yüzden sür’atle kimliğini yitirmektedir. Kişiliği zedelenmektedir. Suluboya makyajlarla önlenemez boyutlarda bir tahribata maruz bırakılmıştır. Bu şehre alelacele yerliler dühul etmelidir. Uyuyanlar, şehri unutanlar ve terk edenler yeniden sahiplenmelidir. Yahut üzerinde yaşayanlar Erzurum’un kadim yerli kültürü ve dokusunu İslâmi Türk kimliğini benimseyerek yerlileşeceklerdir. Kişilerin yeniden yerlileşmesi elbette mümkün değildir. Ancak şehrin kimliğine sinmiş, kişiliğini oluşturan yerliliğini inkâr o şehri inkâr demektir. Bir şehri inkâr eden asla “yerli” olamaz. O, tek kelime ile “yabancı”dır.

Bir şehrin şemsiyesini kullanmak onun gölgesi altında kendini güvende ve mutlu hissetmek onun toprağına sevdalı olmak bir sorumluluk da gerektirir. Yerlilik bir bakıma bu sorumluluğun gereği bir sahipliktir de. Mensubu olduğunuz şehir size sahip çıkar, sizi gölgeler, oralı olmanın imtiyazı, fiyakası ve keyfini yaşarsınız. İşte bu yüzden yerliler onu daha çok korurlar. Kim keyfinin kaçmasını ister ki?

Şehirler sonuçta birtakım toprak parçaları üzerinde kurulurlar. İnsan da topraktan yaratılmıştır. Her ikisinin de mayası topraktandır. Şehirlerle akrabalığımız işte bu yüzden. Mayamız olan toprağı sevmek aynı zamanda kendimize yabancı kalmamak, kendimizin yerlisi olmak demektir. Kendini bir şehrin yerlisi olarak hissetmeyenler kendine yabancılaşmışlardır. Belki şehirleri tahrip edenler onlardır.

Not: Bkz. Mengüşoğlu, Metin Ünal’ın “Taşra Edebiyat” Dergisinde Bursa için “Bu Bursa Kimin Bursa’sı?” hatırlatması, bugün çoğu şehirlerimiz için geçerliliğini korumaktadır. Erzurum’da maalesef bu kategoriye dâhildir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 15 Haziran 2012 00:15

ŞEHİRLEŞME...

Şehirleşmede Yitirilen Ürperme ve Bozulan Denge

İnsana, insanın varlık problemine, hayatın anlamına ilişkin kafası karışık aydınların insanı doğasına/fıtratına yabancılaştıran toplum projelerinin, bununarkasındaki ideolojik duruşun günlük hayatımıza müdahalesinin adıdır yaşadığımız şehirler.

Genel olarak şehirlerin hayatiyetinin dört önemli durumu vardır. Birinci olarak; idari alan düşüncesi, şehir yönetimlerinin bir parçası olmalıdır. Belediye başkanı, belediye meclis üyeleri ve belediyenin memurları, şehir sakinlerini ve genel olarak tüm  halkı etkilemek zorundadırlar. İzlenen politikalar açık, anlaşılır ve doğru yöntemleri ispatlar şekilde olmalıdır. Şu an yaşadığımız, piyasanın ve  medyanın yönettiği bu çağda, iletişim ve halkın birbirleri ile olan bağlantısı, sağlıklı ve canlı bir şehirleşmenin önemli fonksiyonlarındandır. Burada belediye başkanlarına çok önemli bir görev düşüyor.

İkinci olarak; altyapıya uygun bir bölgeye sahip olunması gerekir. Canlı bir şehirleşmenin olduğu bir şehir, ticaretin sağladığı imkânlarla, endüstriye ve diğer servislere  hâkim durumdadır.

Şehrin altyapısı da, estetik olması da hayli önemli bir konudur. Şehir görüntü açısından belirli bir düzeyde kaliteye ihtiyaç duyar. Ayrıca şehrin caddeleri, yolları, parkları, köprüleri ve binaları göze hitap etmelidir ve şehrin kaliteli ve düzeyli bir biçimde şehirleşmesine katkıda bulunmalıdır.

Üçüncü olarak; ilk iki durumla yakından ilgili olarak eğer bir şehir sosyal ve kültürel canlılığı sağlayacak düzeni kurmada gerekli önlemleri almazsa bu şehirde canlı bir şehirleşme olamaz ve olsa da süreklilik arz edemez. Bunlar "honeneur" şehirlerde karşılaşılabilen tiplerdir... Bu her iki tipte şehirleşmenin sosyal yapısı ile yakından ilgilidir. Eğer bir şehirde; erdemsizlikle erdem, fazilet sair yüce insanlarla düşkün ve sefil insanlar, nezih insanlarla kaba insanlar beraber olmazsa ve bu şehir bu durumdan etkilenmezse canlı bir şehirleşme ortaya çıkmaz. Bu durumda da şehir gerçek anlamda bir şehir olmaz.

Dördüncü konu ise; şehrin politik yapısı ile ilgilidir. Şehirleşmenin var olabilmesi ve sürdürebilmesi için yaşanan bir demokrasiye ihtiyaç duyulur. Şehir demokrasisinde önemli bir yeri olan  yerel parlamentoyla ilgilenen ve şehre ilişkin tartışmalarda baskın bir rol üstlenen şehir konsülü-meclisi kritik olaylarda şehir yönetimini kontrol altında tutar.

Büyükşehirlerde sosyo-kültürel  hayatın kalbi olan yerlerde yönetimler ve fonksiyonel yoğunlaşmalar, özerk ilçelerle ve şehrin sosyal ve kültürel zayıflığıyla yakından ilgilidir. Tabi olarak, esaslı bir şehirleşme için gerekli olan yukarıda bahsi geçen dört durum sağlıklı bir ekonomik yapı ile yakından ilgilidir. Sosyal ve kültürel hayatta ekonomik faaliyetler çok önemli bir yere sahiptir. Daha önce söylenildiği gibi güçlü bir şehir ekonomisi, esaslı bir şehirleşme  için alt tabakadır. Ancak tersi de en az bunun kadar doğrudur. Şehir ekonomisinin güçlü  olması yine canlı ve güçlü bir şehirleşmeye ihtiyaç duyar. Şehirler kendi bünyelerinde vuku bulan şehirleşmenin güçlü olmasından çok daha fazla şeye ihtiyaç duyarlar.

Şehirleşme bir şehre kendi özel şahsiyetini ve kimliğini kazandırmaktır. Şehirleşme bir şehri insanların çalışabileceği, kendi işlerini kurabileceği, yaşayabilecekleri ve yeni şeyler üretebilecekleri bir mekân yapmaktır.

İstanbul'un,  Erzurum’un, Bursa'nın, Ankara'nın, Osmanlı Devleti ala- nında var olan her köyün, her kasabanın her şehrin en fakir insanlarının evleri yüce mimarlık eserleriydi. Bu o insanlara bu yüce değerleri ulaştıran teknoloji alanında, tasarım alanında, sosyal ilişkiler alanında, eğitim-kültürel alanda, insanların yetiştirilmesi alanında ortak, tutarlı bir yaklaşımın ürünüydü. Şehirleri kendi ba-şına, kendiliğinden oluşmuş, kendiliğinden mükemmelliğe varmış nesneler olarak düşünemeyiz.

İstanbul'un fethinden bu yana Müslümanlar, ruh âleminde kopan fırtınaları dindirmek, onulmaz yaralarına derman bulmak için Halid b. Zeyd Hazretleri’ne sözgelimi yine Erzurum’da da Abdurrahman Gazi Hazretleri’nin mânevi iklimine koşmuşlar ve bundan sonra da koşmaya devam edeceklerdir.

Günümüz şehirlerine bir ölçüsüzlük, bir mizansız-lık hâkim. Yılların yanlışlarıyla olsa gerek, “insan için şehir”den “şehir için insan”a kayan bir gidişat söz konusu. Ve sonuç: Şehir, insanın kendisi için kurduğu bir hayat alanı, bir sosyal çevre olmaktan çıkıp; yığınları kendi mevcudiyetinin devamına çalıştıran bir üst belirleyene dönüşmüş.

Bugün şehirde mekân, zaman ve tarz hususunda tam bir “determinizm” yaşanıyor bu yüzden. Yine bugün şehirde nereye nasıl gideceğiniz, okulda ne yapacağınız, fabrikada nasıl hareket edeceğiniz, durakta nasıl davranacağınız, otobüste nasıl duracağınız, ne zaman hızlanıp ne zaman yavaşla-yacağınız, nerede durup nerede yürüyeceğiniz, nasıl ve ne zaman çalışıp nasıl ve ne zaman dinleneceğiniz... hatta kime salâm verip kime vermeyeceğiniz dahi; şehrin iznine tâbi gibidir. Sözgelimi, şehirde ancak belirlenmiş güzergâhları kullanabilir, derste ayakta duramaz, fabrikada “iş zamanı” denilen vakitte dinlenip “dinlenme zamanı” denilen vakitte çalışamazsınız; ya da yolda gördüğünüz birine salt selâm vermek için selâm veremezsiniz... Hâsılı, insanı belirli şartlarda belirli şekillerde davranmaya zorlayan bir dizi davranış kodlaması karşımızda duran.

O derece ki, şehir için “Acaba birileri özellikle insanı şahsiyetsiz (evet, şahsiyetsiz) bırakmanın yollarını düşünüp uygulamaya mı koymuş?” diye akla geliyor bazen. Gerçekten, sanki insanın kendine yabancılaşması için düşünülüp tasarlanmış bir ortamla karşı karşıyayız: bir tarafta şeklen tanımlı davranışlar, dış baskı, mecburiyet ve kendine yabancılaşma; diğer tarafta iç eğilimler, kabiliyetler, gönüllü dışa vurum ve şahsiyet kazanma... Ve şehir hayatı, maalesef birincilerin etrafında dönüyor!

Ancak şehrin bu halinden şikâyet etmekle bir yere varılamayacağı da aşikâr. Çözüm, tekrar kendimiz üzerine, tabiatımız, dolayısıyla tabiat üzerine düşünmekten geçiyor. Ve bu çerçevede şehir ile tabiat arasında mukayeseler yapmak ve şehri buradan çıkacak sonuçlara göre yeniden düzenlemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Kuşkusuz, tabiata bakınca şehirle kıyas kabul etmez bir nizamın varlığı kendini apaçık belli ediyor. Meselâ, bir tohum yapraktan yüz bulup güneşle tanıştı-ğında, bir yavru balık denizde mesafe almaya başladığında veya bir minik kuş ilk uçuş sortileri yaptığında... Karşısında (kendisi için) sonsuz genişlikte bir tekâmül alanı buluyor. Sınırın sadece kabiliyetler olduğu bu alanda, hepsi şahane özgürlüğün tadını çıka-rıyorlar. Hava ve su, şehrin katılığının aksine-letafetleriyle, anne şefkatinde kucak açıyor onlara.     

Elbette, bununla tabiatta sınırsız bir özgürlüğün var olduğunu savunmuyorum. Kuşkusuz, ölçüsüz bir serbestiyet değil tabiattaki. Tabiat, aynı zamanda, zıtları eşit bir oranda, aynı anda, hatta aynı bünyede buluşturan bir denge üzere de gidiyor. O yüzden, tabiatta her bir şeyde serbestiyet kadar kararlılık da söz konusu. Her bir şeyde değişkenlik kadar sabitlikler de var. Sözgelimi, bir bitki kendi kabiliyetince özgür olarak atmosferde yer kaplarken, daima onu toprağa sabitleyen bir kök de var. Ya da bir atomun bünyesinde elektronlar sürekli yer değiştirirken, proton ve nötron çekirdekte sakin bulunuyor. (En azından elektronlara göre sakin) Veya güneş sistemi, uzayda serbest bir seyir izlerken,  gezegenler belli bir yörüngede takip ediyorlar.

Bu sabit-değişken zıtlığı ise, tabiatta en genel olarak “yapı-biçim” ikiliğinde kendini gösteriyor. Tabiatta “yapılar” sabit, “biçimler” değişken. Yani, bir ağacı ağaç yapan şeyler nelerse (kök, gövde, dal, yaprak...) onlar sabit, değişmiyor. Diğer taraftan, hiçbir ağaç birbirine benzemiyor da; yani biçim olarak birbirinden farklı. Bunun sayısız numunelerini, eğer dikkatlice bakarsak, (insan, hayvan, bitki vs. gibi) her âlemde, fertler arası farklarda okumamız mümkün. Hatta parmak izlerinde bile! Parmak izleri de aynı yapıda olmalarına rağmen, sonsuz biçimler sunmuyor mu bize?           

Bugün şehirlerde karşımıza çıkan (düzen görünümü altındaki) düzensizlik ve peşi sıra sıkıntılı hayat, işte bu dengeyi kaçırmanın bir ürünü bence. Sonsuz farklı yönlere gidebilecek insan potansiyellerini belirli biçimlere hapsetmeye çalışmaktan kaynaklanan bir bunalım bu.

Dolayısıyla, günümüz şehrini yeniden dengeye kavuşturmak için tabiata cari olan bu ölçüleri hayata geçirmek gerekiyor. Otoriter zihinlerin marifeti olan benzeştirilmiş biçimlerin diyarı şehri, bu ölçüler ışığında restore etmenin yollarını aramalı. Ama bunun için her şeyden önce insandan işe başlamak gerekiyor. O halde, şehirleri insanın yaratılışı ve amacına uygun bir hale getirmek, bir kurtuluş problemidir... Bu mecburiyet, zamanın, tarihî ve geçmişe ait yüzünün silinerek, şimdi ve gelecek diye iki boyuta sıkıştırıldığı, özgün kimliğimizi ve varlığa bakışımızı tayin eden geleneksel ve kültürel değerler şemamızın mütemadiyen tahrip edildiği, sürülmek istendiği; iç mekânımızın yok edilmeye çalıştığı günümüz zaman kesitinde kendini daha bir hissettirmektedir... Bu bağlamda, geleneksel kültür dokusu kadar, mimarî dokumuzu da, bunalımları önleyecek biçimde dizayn etmek, insan bütünlüğünü zedelememek, kendi hayat anlayışımızla birlikte tarihî birikim ve perspektifi de şehirlere yansıtmak, bu medeniyetin insanı olarak, boynumuzun borcu olmalıdır. Yeter ki yola çıktığımız anda teslimiyetimiz tam; güvenmemiz, dayanmamız katımsız olsun.

Kaynakça:
Baldık, Ömer: “Şehirde Dengeyi Bulmak”, Zafer İlim Araştırma Dergisi.
Kılıç, Sadık. ‘Yabancılaşma Kıskacındaki Modern Kent’, Yeni Şafak 23 Ekim 1995.
Emre, Akif ‘Jakoben Mimari’ Yeni Şafak, 7 Ağustos 2003.
Bayar, Yaşar ‘Şehirleşmede İnsanî Ölçü ve Jakobenlik’, Erzurum 2004.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 03 Haziran 2012 01:03

EV SEMASI

Giriş

Bismillah, koru beni ey ev!

İnşa ettikleri ile insan, dünyayı değiştirirken ve kendine sınırlar koyarken esâs görevi dünyayı güzelleştirmektir. Her insan, her nesil, evvelce varolan çevreye etkiledikleri ile gelecek nesillere karşı borcunu ifâde ederek onlara daha güzel bir dünya bırakmak ve hazırlamakla mükelleftir. İnsanı insan yapan bu aşamaya ve dünyayı güzelleştirme eylemine katılmaktan, dolayısıyla insan mertebesine erişmekten onu alıkoymaya kimsenin hakkı yoktur. Allah’ın yarattığı dünyayı hüsn-i muhafaza ve dünyayı güzelleştirme birbirinden ayrılmaz iki görevdir. Bu her iki görev karşısında yapılacak olan, evvelce varolanı bilmeyi, anlamayı, değerlendirmeyi, değerli ve güzel olan her şeyi saygı hâlesi ile çevreleyerek korumayı ve bu değerlerin idrak edilmesini, yanılgıları tespit edip düzeltmeyi kapsar.

Her yolun işaret taşları vardır; o yolu, daha doğrusu, yolcuların önünü aydınlatan projektörler olarak da bakabiliriz bu işaret taşlarına. Yolcular, bu projektörlerin ışığında yol alır; sağa-sola sapıp uçurumlara yuvarlanmaktan kurtulur ve güven içinde yolculuklarını tamamlamaya çalışır. Bunun yanı sıra, her yolun kendinde sembolleştiği yoğun işaretler de vardır ki, bu işaretlerde yolun bütün bölümlerini, düzlüklerini ve kıvrımlarını, inişlerini ve çıkışlarını görebiliriz. Kâinat için ilk “ol”emriyle, insanlık için Hz. Âdem'in yaradılışıyla, her fert için de dünyaya gelişiyle başlayan hayat yolculuğunun sembol ismi veya yoğun işareti Ka'be'dir. Ka'be, insanlar için “bir ziyaret ve güvenlik yeri; düştüklerinde kalkma, durduklarında harekete geçme, ölmelerinin ardından dirilme mânâsında kıyam” işareti de olarak, Allah'a giden dosdoğru yolun diğer bir adıdır.

Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır. Ve imanlı sinelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lâhza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübarek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve ruhanî bir başka âleme uyanırlar. Orada, her söz, her dua ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalblerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve mûsıkîyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hatıralar içinde elde ederler.

Toplumun temel birimi olan ailenin yaşadığı ev ise, dilimizde; hane, beyt, dâr, menzil, dam ve mesken gibi kelimelerle kullanılmaktadır. Bu kelimeler içinde en fazla kullanılanı "mesken”dir. Arapçada "yerleşilen yer” anlamındaki bu kelime, dilimizde; "huzur ve sükûnet içerisinde yaşanılan yer” mânâsında kullanılmaktadır. Ecdadımızın yaptığı ve yaşadığı evlere baktığımızda ise, "mesken"”kelimesinin anlamının bu şekilde zenginleştirilerek kullanılmasının altında, tarihî bir geçmiş ve gelenekle oluşmuş haklı bir gerekçe bulunduğunu görüyoruz.

İlk Ev

Kur’an, henüz medeniyet tarihi, antropoloji, arkeoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin ilk insan toplulukları, şehirler, yerleşik hayat ve medeniyetlere ilişkin konuları araştırmaya başlamadığı bir zamanda şaşırtıcı ifadelerle Ka’be’yi yeryüzünde kurulan “ilk ev”, Mekke’yi de “şehirlerin anası” olarak tanımlar:

“Gerçek şu ki, insanlar için kurulan ilk ev, Bekke (Mekke) de O kutlu ve bütün insanlar için hidayet (yeri) olan (Ka’be)’dir.”

Dilbilimciler ve Kur’an yorumcuları (tefsirciler), ayette geçen “Bekke” kelimesinin “Mekke”ye karşılık olarak kullanıldığına kuşku duymuyorlar.  Buna göre yeryüzünde inşa edilen ilk ev, Ka’be’dir ve Kabe’den önce herhangi bir ev, yapı inşa edilmemiştir.

Kabe’nin  bir çok isminden biri, yine Kur’an’da geçtiği gibi “Beyt-i Atik” tir.

“İnsanlar içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahit olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu yedirin. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik (En eski ev )’i tavaf etsinler.”

Ka’be’ye ilişkin etimolojik ve tarihi bilgileri konumu itibariyle Mekke ile birlikte ele almakta yarar var. Çünkü Kur’an Ka’be’ye ilişkin olarak Mekke şehrini “Ümmü’l-Kura”, yani Şehirlerin Anası olarak tanımlar: “İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve Şehirlerin Anası (Ümmü’l-Kura olan Mekke ) ile çevresinde olanları (şehirleri) uyarıp korkutmak için indirdiğimiz kutlu Kitap’tır.”  

Bu ayetler, bugün bilinen tarihi bulguları aşan bilimlerin zorlu çabalarından sonra vardıkları sonuçların dışına çıkan yeni bilgiler mi veriyor? Eğer böyle ise, bu bilgilerle modern bilimlerin dayanak seçtiği somut veriler hangi ölçüde bağdaşabilir? Sonuç verici bir yöntem izlerken, kuşkusuz bugün varolan bir takım tarihi ve ilmî verilerin bu ilginç bilgileri tartan önemlerini özel olarak göz önünde bulundurmak zorundayız.

Ancak bizim burada araştırmakta olduğumuz konu, şimdilik somut ilmî çerçeveyi aşan arkeik, hatta meta kozmik bir niteliğe sahip.İlmî somut verilerle bizim “meta kozmik” diye adlandırdığımız bu bilgi arasındaki doğrulayıcı veya karşı çıkıcı ilişkiyi şimdilik erteleyip Kur’an’da çerçevesi farklı paradigmalarla çizilen konuya açıklık getireceğini düşündüğümüz kavramlara daha yakından bakalım.

İlk araştırmamız gereken, klasik İslam kaynaklarında sözü edilen İlk Ev Beyt-i Atik ve Ümmü-l Kura kelimelerinin ne anlama geldiklerini tespit etmek olacaktır.

Beyt-i Atik: Kur’an’da Ka’be’ye iki defa isim olarak kullanılan bu deyim ilk bakışta Türkçe’ye “Eski Ev” şeklinde çevrilebilir. Ancak Müslüman dil bilimciler, etimolojik ve semantik bakımdan Beyt-i Atik’in birden fazla anlama geldiğini söylerler. Buna göre:

1. En eski ev,
2. Yüce, şerefli, üstün yer,
3. Kimsenin özel mülkiyeti altında olmayan yer; Hürrü’l Asl,
4. Hür ve azad, zorbaların zulüm ve baskısından uzak yer. Nitekim bunu doğrulayan bir hadis aktarılır.

“Allah, Ka’be’ye Atik dedi, çünkü onun zorbaların saldırılarından koruyup kurtardı. Böylece hiçbir zorba ona galebe çalamadı.”

Beyt-i Atik’e verilen anlamlardan ilk üçü tarihi boyutundan çok onun, manevî boyutuna işaret eder. Ancak biz, Beyt-i Atik olan Ka’be’yi toplu olarak “insanlar için kurulan ilk ev, özgürlük ve başkaldırı sembolü” şeklinde Türkçe’ye çevirebileceğimizi düşünüyoruz. Nitekim Ka’be’nin Kur’an’î tanımları arasında “kıyam” yani başkaldırı tanımı da açıkça yer alır.  Ka’be özgürlük ve başkaldırı sembolü olarak insanlar için yeryüzünde kurulan İlk Evdir ve bir ayaklanma yeridir.  Ama bizim burada üzerinde durmak istediğimiz, geriye doğru gidildiğinde Beyt-i Atik’in tarihî ve zaman ile ilgili kuruluşunu tespit edebilmektir. Dolayısıyla Ka’be’nin zaman içinde tarihî boyutu araştırmamızın asıl amacını oluşturur.

Ümmü-l Kura: Bu deyim ise “Ümm” ve “Kura” kelimelerinden bir araya gelmiş bir terkip olup Türkçe’ye “Şehirlerin Anası” olarak çevrilebilir. Ümm, başlangıç, asıl, ilk çekirdek, ana; kura da karye’nin çoğulu olup, köy, kasaba, şehir ve ülke anlamlarında, hemen hemen Kur’an’da geçtiği her yerde tamamıyla yerleşik hayatı ifade etmek üzere kullanılır.

Klasik tarihçiler ve dil bilimciler çoğunlukla Ka’be ve Mekke’yi bir arada anarlar: bu da iki terim arasında kurulan iç içe ilişkiyi göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Ezraki, konuyla ilgili bütün İslam tarihinde birinci derecede kaynak kabul edilen eserinde Ka’be ve Mekke’nin kırk civarında ismini tespit eder, ayrıca otuz tanesi İbn Zahire’nin bir şiirde zikrettiğini kaydeder.

Bundan çıkan sonuç şudur: Ka’be ve Mekke zaman bakımından dünya üzerinde inşa edilmiş bütün şehir ve yapılardan çok daha eski bir tarihe sahiptir.
Hz. Muhammed (S. A. V.)’den aktarılan bir hadis’te bu düşünce doğrulanır: “Mescit olarak inşa edilen İlk Ev, Ka’be’dir.”

Buna rağmen gerek yukarıya aldığımız ayetler, gerekse andığımız hadis, meseleyi kesin bir sonuca bağlamak yerine özellikle Kur’an tefsircileri ile tarih araştırıcıları arasında yeni bir tartışmaya yol açıyor.

Ünlü hukukçu Maverdi ile Ünlü Kur’an tefsircisi Kurtubî konuya ilişkin farklı görüşleri aktarırlar. Buna göre, Hasan b. salih ve bir grup bilgine bakılırsa, Ka’be inşa edildiğinde ondan önce pek çok bina vardı. Ka’be’nin ayetle “insanlar için kurulan İlk Ev” şeklinde tanımlanması onun “Hidayet ve bereket kaynağı, sembolü” olması dolayısıyladır. Bu yönde Hz. Ali’den de bir görüş aktarılmakla birlikte, yine Hz. Ali’ye dayandırılan aykırı bir görüşe rastlamamız bu konuda onun hangi görüşü tercih ettiğini müphemleştirir. Karşı görüş olarak Mücahit ve Katade’den aktarılan bilgilere göre ise Ka’be inşa edildiğinde yeryüzünde ondan önce inşa edilmiş tek bir bina yoktu. Hatta Mücahit Ka’be’nin yaratılış olayını dünyanın yaratılışından iki bin yıl öncesine kadar götürür.  Ki, burada gerek yıl sayısı gerekse yaratılış farklı sembolleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Biz bu sembollerin neye işaret ettiklerini ileride açıklamaya çalışacağız.

Ka’be’nin tarihte inşa edilen ilk ev olmadığını öne süren görüşe ilişkin önemli kuşkular var. İleride de göreceğimiz gibi, Ka’be yalnız ve tek bir defa da değil, en az yedi defa ve her defasında neredeyse yeni baştan inşa edilmiştir. Hatta bu rakamı on bire çıkaranlar bile var.Öyleyse Ka’be inşa edildiği zaman, ondan önce de pek çok evler ve şehirler vardır düşüncesinde olanları, tarihin herhangi bir devrinde Ka’be’nin bir defasında yeniden inşa edilmiş olması gerçeği yanıltabilir. Nitekim Hz. Adem ve oğlu Şit’ten sonra tufandan beri yeryüzünde görünen hiçbir izine rastlanmayan Ka’be’yi bundan dört bin sene önce Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ile inşa ettiği tarihi olarak biliyor ve tespit ediyoruz. Kur’an’da vurgu konusu olan İbrahim’in temellerini bularak Ka’be’yi yeniden inşa etmesidir. Bu durumda Hasan B. Salih gibi Ka’be’nin insanın yerleşik şehir hayatına geçişinden çok sonra ortaya çıktığını öne sürenler, eğer bundan dört bin sene önceki inşa olayını temel ve ilk başlangıç alıyorlarsa, bu düşünce doğrudur. Fakat gerek diğer bilginlerin görüşleri, gerekse kadim sözlü geleneğe ek olarak Kur’an’ın doğrudan “İlk Ev” şeklinde tanımlaması bizi bu yöndeki görüşlerin zayıflığı konusunda fazlasıyla inandırıyor.

Metodolojik açıdan Kur’an ayetlerinden sonuç çıkarmaya çalışıldığında, ilk, açık ve hemen kendini ifade eden anlam ve hükmün tercih edilmesi, karmaşık ve dolaylı (müteşabih) yorumlara başvurmak suretiyle sonuçlara gitme yöntemine daima tercih edilir. Ka’be ve Mekke’ye ilişkin ayetlere baktığımızda, daha ilk bakışta Kur’an’ın Ka’be’yi “yeryüzünde kurulan ilk ve en eski ev” ilk Mekke’yi de “Şehirlerin Anası” yani “ilk”i kabul ettiğini hemen anlıyoruz.

Sözlü gelenek, mitoloji ve literatürde İsrailiyat diye tanımlanan bilgiyi ve haber kaynaklarına gelince kuşkusuz bunlar son tahlilde doğru ve kesin bilgi elde etmemizde güvenilir ve otantik kriterler teşkil edemezler, ama bir olay çok çeşitli gelenekte sık sık tekrarlanıp kesintisiz bize kadar geliyorsa bunda bir “gerçeklik payı”nın olduğunu da tümden görmemezlikten gelemeyiz. Kur’an’da “Esatir” olarak kadim sözlü gelenek, mitolojik haber ve hikâyeler İsrailiyat’la karışmış bilgiler yığını  özenle araştırıldığında, bunların gerisinde anlamlı bir “sembolik anlatım”ın gizlendiği keşfedilir. Sözlü gelenek ve mitolojinin yanıltıcı tuzaklarından korunmanın en güvenilir iki yolu, bilgi kaynağından kuşku duymadığımız doğru haber (haber-i sadık: vahy) ile somut insanı ilmî çabaların bu yönde (arkeoloji, antropoloji, tarih vb.) artık genel geçer kabul gören nesnel bilgilerle bunları doğrulamak, sağlamalarını yapmaktır.


Sözlü gelenek ve mitolojik anlatımlar kadar olmasa da bugün “bilimler” adı altında gelişen bir takım disiplinler de zaman zaman yanıltıcı olabiliyorlar. Sözgelimi arkeolojinin kurulan antik kültürlerle ilişkin verdiği bilgilere kesin doğru gözü ile bakılamaz; çünkü benzetme, karine, karşılaştırma, kurgusal yürütme, ipuçlarından istidlâllerde bulunma bu bilimde hayli etkilidir. İnsanın kültür geçmişini ve bu geçmişin gelişimini araştıran antropoloji ise, geçen yüz yılda amaçlarının sömürgecilik; öncülerinin korsanlar ve sömürgeci devletlerin ön-keşif kolu misyoner ve oryantalistler olması bir yana, ilerleme ve gelişme gibi batının çokça benimsediği paradigmalar uygun düşen “malzemeler” bilinçle bir araya getirilerek geçmiş “bir şekilde” adeta yeniden tanımlanmaktadır. Bu, mitolojik anlatım kadar, bugünkü bilimler karşısında da ihtiyatlı davranmamızı gerektiren önemli bir durumdur.

Bu araştırmada biz sözlü geleneğin bilgi malzemesini haber-i sadık: vahy ve ilmî verilerle tartma, böylece sonuca gitme yöntemini izleyeceğiz. Kullanacağımız bilgi araçları ile izleyeceğimiz yöntemin varolan “ilmi gerçeklik” kavrayışı içinde “garip” bir yerde duracağını biz de biliyoruz. Nitekim amacımız, varacağımız sonuçları “ilmi bir gerçeklik” olarak başkalarına dayatarak benimsetmek değil, fakat şimdiye kadar kullanılma gereği bile duyulmayan “farklı bilgi kaynakları”nı “farklı bir yöntem”le konuyla bağlantılı olarak “yeniden üretmek” olacaktır.

Şimdi çok farklı, değişik ve modern ilmî mantalite içinde kavranışı oldukça zor bir düzleme geçiyoruz. Bir süre sembolik bir dil kullanarak, metakozmik bir alanda varolan somut, tabii dünyaya doğru gezinip şehir ve medeniyetin insan türünün tarihinde ilk defa “nasıl” ve “ne zaman” ortaya çıktığını araştırmaya çalışacağız.

Pazar, 25 Aralık 2011 03:01

MÜSLÜMAN VE GÜVENİLİRLİK

İnsan, düşünme yeteneğine sahip bir canlıdır. Zarar ve menfaatini bilmesi onu dinin emirleri karşısında mükellef yaptığı gibi, aynı zamanda da "arzın halifesi" olarak tanımlanmasına imkân sağlamıştır. İnsan, düşüncesi sayesinde en yüksek noktalara ulaşabildiği gibi, en alçak noktalara da düşebilmiştir. Peygamberlerin mesajına uyarak zihni yapısını şekillendirenler yaratılışlarının gayelerini yaşadıkları gibi, diğerleri de varlığın özünde yer alan hakikatlerin bir kısmını görerek kendilerini tatmin etmeye çalışmışlardır.


Hz. Peygamber zamanında, zihinler din noktasında temerküz etmişti. Müslümanlar bütün davranışlarını, dini referans alarak belirliyorlardı. Gündelik hayatlar, Allah Resulünün söz ve davranışları taklit edilerek oluşturuluyordu. Fakat, sonraki dönemlerde Müslümanlar arasındaki bu hassasiyet korunamamıştır. İslam toplumlarında görülen özden uzaklaşma, tembellik ve dejenerasyon İslam kültürü içerisinde yaygınlaşmıştır. Bu bozulma sürecine, dış etkilerin de katkısı olmuştur. Dışarıdan gelenler, her zaman analiz edilerek alınmadığı için, dinin özünün kültürel tozlarla örtülmesine sebep olmuştur. Asr-ı Saadette, Müslümanların gündelik hayatı vahiyle belirlenirken, sonraki dönemlerde bir çok kültürel ve felsefi faktör etkili olmaya başlamıştır.

İşte bu meyânda toplum olarak büyük ölçüde kaybettiğimiz değerlerden biri de "güvenilir olma" vasfıdır. Bugün, toplumumuzda var olan birçok sıkıntının temelinde, fertlerin birbirlerine güvenlerinin yok denecek kadar azalması bulunmaktadır. Hâlbuki yüce dinimizin bizden istediği vasıfların en başında "güvenilir insan olma" vasfı gelmektedir.

Her şeyden önce mü’min ismi, bu vasfı öne çıkarmaktadır. Bilindiği gibi mü’min, güvenen, güven veren insan demektir. Yani, Allah’a güvenen, diğer insanlara güven veren anlamına gelmektedir. Bir hadislerinde Allah Resûlü (s.a.s.), mü’mini tarif ederken "Mü’min, insanların malları ve canları konusunda kendisine güvendiği kişidir." (Tirmizi, İman 13; Nesai, İman 8) buyurarak mü’min olan bir kişinin, başkalarının mallarına, canlarına namuslarına zarar veremeyeceğini belirtmiştir. Başka bir hadislerinde de güvenilirlik vasfını, imanın gereği olarak bildirmiş ve "güvenilirlik" vasfı olmayanın imanının da olamayacağına dikkat çekmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/154-Prof. Dr. Davut Yaylalı Y. Ümit.s.79 )

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz tarafından bildirilen, kendisinin yüce isimlerinden/sıfatlarından biri de "el-Mü’min"dir. Genellikle sabah ve akşam namazlarından sonra okunan ve birçoğumuz tarafından bilinen Haşr sûresinin son ayetlerinde geçen "el-Mü’min" ismi/sıfatı, emniyet sağlayan, güven veren anlamındadır.

Diğer taraftan, bilindiği gibi, peygamberlerin sıfatlarından biri de "Emanet"tir. Allah’tan aldıkları vahyi, insanlara olduğu gibi aktarma görevi olan peygamberlerin bu vasfı, yani "güvenilirlik" vasfını taşımaları oldukça önem arz etmektedir. Hz. Peygambere "el-Emin: Kendisine güvenilen" sıfatı, peygamberliğinden önce verilmiş bir vasıftı. Toplumda herkes, O’nun doğru sözlü, kendisine güvenilen bir kişi olduğunda birleşmekteydi. O akrabalarını İslâm’a davet ederken, önce kendisine güvenip inandıklarını tespit etmek için "Size şu dağın arkasında bir düşman var, sizi yağmalamaya gelmiş desem, inanır mısınız?" diye sorar. Toplantıya katılan herkes, tereddütsüz "Evet inanırız." derler. Bu güveni sağladıktan sonra "Öyleyse sizi, önünüzdeki kıyamet günü azabıyla korkutmakla memurum. Bana iman ediniz." diyerek davetini açıklar. Hz. Peygamber’e tam olarak güvenen ve inanan Hz. Ebu Bekir, miraç olayını duyan müşriklerin, onun bu güvenini sarsmak için "Senin peygamber olarak inanıp güvendiğin kişi, bu gece Mescid-i Aksa’ya gittiğini; oradan da miraca çıktığını söylüyor. Sen hâlâ ona inanacak mısın?" diye sorduklarında, "Bunları O dediyse mutlaka doğrudur." diyerek "Sıddîk: "Tereddütsüz tasdik eden" unvanını hak eder. O’nu örnek alan bizler de karşımızdakine "O dediyse doğrudur." sözünü söyletebilirsek o zaman "güvenilir kişi" sıfatını kazanmış oluruz.


Yüce dinimizin ismi olan "İslâm" kelimesi de kök olarak barış, esenlik, güven anlamlarını taşımaktadır. Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz, bu mânâyı vurgulamak üzere "Müslüman, diğer insanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir." (Buhari, İman 4, 5; Müslim, İman 64, 65) diye buyurmaktadır. Aynı kökten gelen "es-Selâm": "huzur sağlayan, güven veren" ismi de yine Yüce Rabbimizin sıfatlarından biridir. Birbirimizle karşılaştığımızda alıp verdiğimiz selamda da karşılıklı olarak güven duygusu vurgulanmaktadır. Selamlaşan iki kişi birbirine adeta "Bana güvenebilirsin, benden sana herhangi bir zarar gelmez." demektedir.

Kur’ân-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimede özellikle peygamberlerin bu "Emîn: güvenilir kişi" vasıflarından bahsedilmekte, Allah’tan aldığı vahyi peygamberlerine getiren Cebrail’in (a.s) de bu vasıfta olduğu bildirilmekte, insanlar arasında güvenilirlik vasfının önemi vurgulanmakta, kendilerine güvenilen kişilerin, bu güveni sarsmamaları istenmektedir. Allah Resulü, güveni sarsan vasıfları münafıklık alameti olarak şöylece sıralar: "Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder." (Buhari, İman 24; Müslim, İman 107, 108). Gerçekten, kişiye karşı güveni sarsacak vasıflardan biri yalan söylemesi, diğeri sözünde durmaması, bir başkası da emanete riayet etmemesidir. Bunların zıddı olan vasıflar da insana güveni sağlayan, doğru sözlü olmak, sözünde durmak ve kendisine güvenilerek yanına bırakılan eşya, mal hususunda ve söylenen sözlerde güveni sarsmamak, emanete riayet etmektir.

Toplumsal hayatımızda işlerin düzgün gitmesi, birbirimize olan güven duygumuzla doğru orantılıdır. Bir toplumda fertleri birbirine güvenen kişiler çoğaldıkça o toplum, hem maddeten hem de manen ilerler. Tam aksine, fertleri birbirine güvenmeyen insanlar çoğaldıkça da toplumda huzur, mutluluk ve kalkınma sağlanamaz. Bugün maalesef toplumumuzda karşılaştığımız birçok olay, güven duygularımızı zedelemekte, hatta güven duygusunun tamamen ortadan kalkmasına sebep olmaktadır. Nerdeyse her şeyin "sahte" olabileceği kanaati topluma yerleşmektedir. Bu durum öyle bir hal almakta ki, inanmadıkları halde birtakım çıkarlar için dilleriyle inandıklarını söyleyen yalancılar, inançta sahtecilik yapanlar; verilen sözü tutmamak, yapılan sözleşmeye uymamak, yalan söylemek, gerçek dışı beyanda bulunmak, yalan haber yazmak, yalancı şahitlik yapmak gibi söz ve beyanlarında sahtecilik yapanlar; resmi evrak ve belgelerde sahtecilik yapanlar; evlilikte sahtecilik yapanlar; üretimde, meslekte, davranışlarında sahtecilik yapanlar, toplumda yaygın hale gelmektedir. Hâlbuki yüce dinimiz, bizim çeşitli görevlere getireceğimiz, kendileriyle iş birliği yapacağımız, birlikte iş yapacağımız kişilerde hep adaletli, güvenilir olma vasfını öne çıkarmamızı istemektedir. Bu vasıflara sahip olmanın gereği milletimize o kadar yerleşmiş ki, bir beldenin yönetimi kendisine emanet edilen kişiye "Şehremini: Şehrin Güvendiği Kişi" vasfı verilmiştir. Aynı şekilde kendisine bir malı, bir işi, bir insanı teslim edeceğimiz makama, kişiye "Yed-i Emin: Güvenilen El" denilmektedir. Aynı kökten türetilen "Müste'men" kelimesi de, İslâm devletler hukukunda "Kendisine Eman Verilen" kişiyi ifade etmektedir. Bu da eman verilen kişinin can ve mal güvenliğinin sağlanacağı anlamını taşımaktadır.

Yine, insanlar arasında meydana gelen olayların, yapılan işlemlerin tespiti için çoğu kere tanıklıklara başvurulmaktadır. Şahidin sözünün doğruluğu, tamamen o kişinin güvenilir olmasına bağlıdır. Onun için, bu görevi yerine getireceklerde Kur'ân’ın öngördüğü "Adalet" vasfı yani güvenilir olmak önemlidir. Kişilerin sözlerine dayalı bir işlem yapabilmek için önce onların "güvenilir" olduğunun tespiti gereklidir. Klasik kaynaklarımızda bugünkü noterlik işlemlerini yapanlara "Kâtib-i Adl: Güvenilen Kâtip" ismi verilmekteydi. Bu da onların yaptıkları işlemlerde güvenin çok önemli bir yerinin olduğunu ifade etmektedir.

Şu halde, dininin adı İslâm, kendisi mü’min, yaratıcısı el-Mü’min ve es-Selam sıfatlarını taşıyan, Peygamberi el-Emin lakabıyla tanınan bizler, sözümüzde, işlerimizde, davranışlarımızda hep dürüst olma mecburiyetindeyiz. Kısaca, toplumsal hayatımızın her alanında, aile hayatında, iş hayatında, tahsil hayatında kişilerin "güvenilir olma" vasfı önem taşımaktadır. Sağlam toplum oluşabilmesi için babanın çocuğuna, çocuğun babasına, karının kocasına, kocanın karısına, amirin memuruna, memurun amirine, işverenin işçisine, işçinin işverenine, hocanın talebesine, öğrencinin öğretmenine güvenmesi lazımdır. Fertleri birbirine güvenen, sağlam, güçlü toplum oluşturabilmek için her birimizin kendi çapında gayret göstermesi gerekmektedir.

Hâsılı; İnsanlara karşı sevgi ve saygı, gizli-açık her işte, bir gün İlâhî huzurda hesap verileceği şuuru içinde olma ve hayatı buna göre tanzim etme, sağlam bir imâna bağlıdır. Bunun yanında başkalarının saadet ve huzuru için, gerektiğinde kendi saadet ve huzurundan vazgeçme, zâlimin zulmüne mâni olup mazlumun hakkını koruma, toplumda adalet ve dengeyi temin etme de, mânevî dinamiklerimizin korunması ile mümkün olabilir. Bu bakımdan, insan, mânen ne kadar güçlü olursa olsun, bugünü koruyabilmek için, mânevî kaynak ve dinamiklerden sürekli beslenmelidir. Eğer bu beslenme devam etmezse, suyunu alamayan filizin kuruması gibi, farkına varmadan kişinin bir kısım lâtifeleri söner, duyguları pörsür, ibadet ve hizmet aşkı yok olur. Bu duruma düşen insan; süratli gelişen hâdiselere ayak uyduramaz, onları kontrol altına alamaz ve neticede; ya o hâdiselerin ağırlığı altında ezilir yahut o ülfet içinde ölü gibi yaşamaya mahkûm olur.

24- Zâlimlere Meyletmenin Cezâsı:

Zâlimlere meyletmesi sebebiyle müslüman cemaat, âyette konu edilen cezâya çarpılacaktır: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allâh’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Allâh tarafından da) size yardım edilmez” (Hûd/113).

Yani zâlimlere meylettiğiniz zaman “ateşin sizi tutması” bu meylin âkibeti olacaktır. Yani zâlimlerin ve onlara meyledenlerin cezâsı olan “ateş” size dokunacaktır. Çünkü zâlimlere meyil, zulümdür. Öyleyse meyleden zâlim olur. “Sizin Allâh’tan başka dostlarınız yoktur.” Yani sizi Allâh’ın azabından kurtaracak bir dostunuz da yoktur. “Sonra size yardım edilmez“. Ne herhangi bir yolla yardım olunursunuz ne de Allâh’ın yardım ve desteğiyle bir yardıma mazhar olursunuz. Çünkü zâlimlere meyleden, onlardan olur. Allâh (c.c.) ise zâlimlere yardım etmez.

“Rabbimiz sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmişsindir, zâlimlerin yardımcıları yoktur” (Âl-i İmrân/192).

25- Cemaat, Noksan ve Sorumluluklarını Ümmete Göstermelidir:

Müslüman cemaata yaraşan, noksan ve sorumluluklarını müslüman kitleye göstermesidir. Noksanları, zâlim yöneticinin karşısında suspus olmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek sunmak suretiyle zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu noksanları olmasa, zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdürmeyecekti. Ümmet ondan kurtulmayı istediği an, isterse birbirlerine zulüm etsinler veya içlerinde isyân baş göstermiş olsun, aralarında söz birliği de olmasın ve bir şekilde zâlim idareciye yardım ediyor da olsalar, onu despotluğa götürecek bütün sebepleri ortadan kaldırmaya ciddî anlamda bir gayretle sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekir. Öte yandan zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma ve fiilen zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi gerekir. Bu İslâm ve Allâh yolunda cihad sancağını taşıyan İslâm cemaatinin etrafında toplanıp kenetlenmeyi gerekli kılan bir kalkış ve silkiniştir.

Zâlim yöneticiyi ürkütücü yaptırım gücünün ve duyulacak sesinin olması için her seçkin mü’minin bu müslüman cemaata katılma zorunluluğu vardır. Böylece ya zulmünü terkeder, adâletin gereğini yaparak Allâh’ın şerîat ve hidâyetine sarılır, ya da idâreyi bırakarak bütün sorumluluklarından ferağat eder. Çünkü memleket yahut devlet, babasının çiftliği olmadığı gibi, halk da onun kölesi değildir.

26- Zulme Destekleri Sebebiyle İnsanları Küfre Düşmekten Sakındırın:

Müslüman cemaata gereken, insanları küfre düşmekten, yetkisinin ve gücünün sürekli olacağı yanılgısıyla zâlim idâreciyi desktekleyerek, Allâh’a itirazda bulunup O’nu suçlayarak -Allâh’a sığınırız- İslâm’dan çıkmaktan men’etmektir. Çünkü şeytanın, onların küfürlerini süsleyip püsleyerek yaptığı hîlelerden biri de, müslümanlıktan den vurmalarıdır. Bun yüzden Allâh (c.c.), onlara zâlim ve diktatör bir yöneticiyi musallat eder. Üstelik bu yönetici, zulmünün yanında kâfir ve mürted (dîninden dönmüş) de olabilir. Allâh (c.c.) onu idârede bırakır, ülkeyi ve kullarını onun şerrinden halas etmek ve mazlum insanların intikamini ondan almak için azabınıda indirmez. Bu durumda cemmata gereken, onlara cehâletlerini, söyledikleri sözlerin küfür olup ve İslâm’dan çıkmak anlamında olduğunu, İslâmî ölçülerle hükmeden ve Şerîattan ayrılmayan âdil bir idâreci istedikleri zaman, evvela kendi aralarında adâleti gerçekleştirmeleri gerektiğini izah etmesidir. Çünkü Hz.Ömer (r.a) gibi âdil bir yönetici isteyen halkın, Hz. ömer’in halkı gibi âdil olması gerekir. Zira: “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” sözü genel geçer bir kâidedir.

Bunun yanı sıra, müslüman cemaatin; hayatın, Allâh’ın genel kurallarına uygun olarak cereyan ettiğini insanlara anlatması da gerekir. Sebep ve müsebbepler (neticeler)de olan sünneti, hak ve bâtıl mücadelesindeki sünneti hep bu kabilden genel geçer kurallardır. Allâh (c.c.),  hayat kuralların ve toplum içerisindeki ilahî geleneğini insanlar için ihlâl etmez. Kaldı ki onların durumları, Allâh’a Resûlü’nden ve onun arkadaşlarından daha sevimli değildir. Allâh (c.c.) onların çektiği eziyet ve Allâh yolunda karşılaştığı sıkıntıları, yeryüzünden tağutları kaldırarak Allâh’ın yardımına erişinceye kadar canla başla çaba gösterdiklerini bize anlatmıştır. Müslümanların, tağutları ortadan kaldırmanın ve despot yöneticileri bertaraf etmenin onlara sinirlenip sadece “of” çekmeleriyle, üzülmekle veya sık sık müslüman olduklarını söyleyip durmalarıyla olmayacağını bilmeleri lazımdır. Kendileri evlerinde oturarak müslümanlıklarıyla övünüp dururken, Allâh’ın zâlim idârecileri yok etme lüzumundan den vururlar. İsterler ki, Allâh meleklerini göndersin de melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim ve diktatörleri alaşağı etsinler, neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok  öyle şey! Gerçek mü’min, Şerîata muti olan, emirlerini yerine getiren, ilahî prensipleriyle yol bulan; zâlim veya kâfir yöneticiden kurtulmak istediğinde ise bütün çeşitleriyle ve bunun için gerekli gücü hazırlamak suretiyle şer’î cihada sarılandır. Onun atması gereken en iyi ve olumlu adım, söz ve gayret birliğidir. Müslüman cemaatin etrafında bütün bir kadro olarak topluca ve birlikte... Çünkü, cemaat, iyıliği emreder, kötülükten sakındırır. Zulmü kaldarın, kötü alışkanlıklarını terketmedikleri takdirde zâlimleri idâreden alaşağı etmek bu cümledendir.
*Abdulkerim Zeydan’dan Tercüme

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort