JoomlaLock.com All4Share.net

ŞEHİRLEŞME...

Şehirleşmede Yitirilen Ürperme ve Bozulan Denge

İnsana, insanın varlık problemine, hayatın anlamına ilişkin kafası karışık aydınların insanı doğasına/fıtratına yabancılaştıran toplum projelerinin, bununarkasındaki ideolojik duruşun günlük hayatımıza müdahalesinin adıdır yaşadığımız şehirler.

Genel olarak şehirlerin hayatiyetinin dört önemli durumu vardır. Birinci olarak; idari alan düşüncesi, şehir yönetimlerinin bir parçası olmalıdır. Belediye başkanı, belediye meclis üyeleri ve belediyenin memurları, şehir sakinlerini ve genel olarak tüm  halkı etkilemek zorundadırlar. İzlenen politikalar açık, anlaşılır ve doğru yöntemleri ispatlar şekilde olmalıdır. Şu an yaşadığımız, piyasanın ve  medyanın yönettiği bu çağda, iletişim ve halkın birbirleri ile olan bağlantısı, sağlıklı ve canlı bir şehirleşmenin önemli fonksiyonlarındandır. Burada belediye başkanlarına çok önemli bir görev düşüyor.

İkinci olarak; altyapıya uygun bir bölgeye sahip olunması gerekir. Canlı bir şehirleşmenin olduğu bir şehir, ticaretin sağladığı imkânlarla, endüstriye ve diğer servislere  hâkim durumdadır.

Şehrin altyapısı da, estetik olması da hayli önemli bir konudur. Şehir görüntü açısından belirli bir düzeyde kaliteye ihtiyaç duyar. Ayrıca şehrin caddeleri, yolları, parkları, köprüleri ve binaları göze hitap etmelidir ve şehrin kaliteli ve düzeyli bir biçimde şehirleşmesine katkıda bulunmalıdır.

Üçüncü olarak; ilk iki durumla yakından ilgili olarak eğer bir şehir sosyal ve kültürel canlılığı sağlayacak düzeni kurmada gerekli önlemleri almazsa bu şehirde canlı bir şehirleşme olamaz ve olsa da süreklilik arz edemez. Bunlar "honeneur" şehirlerde karşılaşılabilen tiplerdir... Bu her iki tipte şehirleşmenin sosyal yapısı ile yakından ilgilidir. Eğer bir şehirde; erdemsizlikle erdem, fazilet sair yüce insanlarla düşkün ve sefil insanlar, nezih insanlarla kaba insanlar beraber olmazsa ve bu şehir bu durumdan etkilenmezse canlı bir şehirleşme ortaya çıkmaz. Bu durumda da şehir gerçek anlamda bir şehir olmaz.

Dördüncü konu ise; şehrin politik yapısı ile ilgilidir. Şehirleşmenin var olabilmesi ve sürdürebilmesi için yaşanan bir demokrasiye ihtiyaç duyulur. Şehir demokrasisinde önemli bir yeri olan  yerel parlamentoyla ilgilenen ve şehre ilişkin tartışmalarda baskın bir rol üstlenen şehir konsülü-meclisi kritik olaylarda şehir yönetimini kontrol altında tutar.

Büyükşehirlerde sosyo-kültürel  hayatın kalbi olan yerlerde yönetimler ve fonksiyonel yoğunlaşmalar, özerk ilçelerle ve şehrin sosyal ve kültürel zayıflığıyla yakından ilgilidir. Tabi olarak, esaslı bir şehirleşme için gerekli olan yukarıda bahsi geçen dört durum sağlıklı bir ekonomik yapı ile yakından ilgilidir. Sosyal ve kültürel hayatta ekonomik faaliyetler çok önemli bir yere sahiptir. Daha önce söylenildiği gibi güçlü bir şehir ekonomisi, esaslı bir şehirleşme  için alt tabakadır. Ancak tersi de en az bunun kadar doğrudur. Şehir ekonomisinin güçlü  olması yine canlı ve güçlü bir şehirleşmeye ihtiyaç duyar. Şehirler kendi bünyelerinde vuku bulan şehirleşmenin güçlü olmasından çok daha fazla şeye ihtiyaç duyarlar.

Şehirleşme bir şehre kendi özel şahsiyetini ve kimliğini kazandırmaktır. Şehirleşme bir şehri insanların çalışabileceği, kendi işlerini kurabileceği, yaşayabilecekleri ve yeni şeyler üretebilecekleri bir mekân yapmaktır.

İstanbul'un,  Erzurum’un, Bursa'nın, Ankara'nın, Osmanlı Devleti ala- nında var olan her köyün, her kasabanın her şehrin en fakir insanlarının evleri yüce mimarlık eserleriydi. Bu o insanlara bu yüce değerleri ulaştıran teknoloji alanında, tasarım alanında, sosyal ilişkiler alanında, eğitim-kültürel alanda, insanların yetiştirilmesi alanında ortak, tutarlı bir yaklaşımın ürünüydü. Şehirleri kendi ba-şına, kendiliğinden oluşmuş, kendiliğinden mükemmelliğe varmış nesneler olarak düşünemeyiz.

İstanbul'un fethinden bu yana Müslümanlar, ruh âleminde kopan fırtınaları dindirmek, onulmaz yaralarına derman bulmak için Halid b. Zeyd Hazretleri’ne sözgelimi yine Erzurum’da da Abdurrahman Gazi Hazretleri’nin mânevi iklimine koşmuşlar ve bundan sonra da koşmaya devam edeceklerdir.

Günümüz şehirlerine bir ölçüsüzlük, bir mizansız-lık hâkim. Yılların yanlışlarıyla olsa gerek, “insan için şehir”den “şehir için insan”a kayan bir gidişat söz konusu. Ve sonuç: Şehir, insanın kendisi için kurduğu bir hayat alanı, bir sosyal çevre olmaktan çıkıp; yığınları kendi mevcudiyetinin devamına çalıştıran bir üst belirleyene dönüşmüş.

Bugün şehirde mekân, zaman ve tarz hususunda tam bir “determinizm” yaşanıyor bu yüzden. Yine bugün şehirde nereye nasıl gideceğiniz, okulda ne yapacağınız, fabrikada nasıl hareket edeceğiniz, durakta nasıl davranacağınız, otobüste nasıl duracağınız, ne zaman hızlanıp ne zaman yavaşla-yacağınız, nerede durup nerede yürüyeceğiniz, nasıl ve ne zaman çalışıp nasıl ve ne zaman dinleneceğiniz... hatta kime salâm verip kime vermeyeceğiniz dahi; şehrin iznine tâbi gibidir. Sözgelimi, şehirde ancak belirlenmiş güzergâhları kullanabilir, derste ayakta duramaz, fabrikada “iş zamanı” denilen vakitte dinlenip “dinlenme zamanı” denilen vakitte çalışamazsınız; ya da yolda gördüğünüz birine salt selâm vermek için selâm veremezsiniz... Hâsılı, insanı belirli şartlarda belirli şekillerde davranmaya zorlayan bir dizi davranış kodlaması karşımızda duran.

O derece ki, şehir için “Acaba birileri özellikle insanı şahsiyetsiz (evet, şahsiyetsiz) bırakmanın yollarını düşünüp uygulamaya mı koymuş?” diye akla geliyor bazen. Gerçekten, sanki insanın kendine yabancılaşması için düşünülüp tasarlanmış bir ortamla karşı karşıyayız: bir tarafta şeklen tanımlı davranışlar, dış baskı, mecburiyet ve kendine yabancılaşma; diğer tarafta iç eğilimler, kabiliyetler, gönüllü dışa vurum ve şahsiyet kazanma... Ve şehir hayatı, maalesef birincilerin etrafında dönüyor!

Ancak şehrin bu halinden şikâyet etmekle bir yere varılamayacağı da aşikâr. Çözüm, tekrar kendimiz üzerine, tabiatımız, dolayısıyla tabiat üzerine düşünmekten geçiyor. Ve bu çerçevede şehir ile tabiat arasında mukayeseler yapmak ve şehri buradan çıkacak sonuçlara göre yeniden düzenlemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Kuşkusuz, tabiata bakınca şehirle kıyas kabul etmez bir nizamın varlığı kendini apaçık belli ediyor. Meselâ, bir tohum yapraktan yüz bulup güneşle tanıştı-ğında, bir yavru balık denizde mesafe almaya başladığında veya bir minik kuş ilk uçuş sortileri yaptığında... Karşısında (kendisi için) sonsuz genişlikte bir tekâmül alanı buluyor. Sınırın sadece kabiliyetler olduğu bu alanda, hepsi şahane özgürlüğün tadını çıka-rıyorlar. Hava ve su, şehrin katılığının aksine-letafetleriyle, anne şefkatinde kucak açıyor onlara.     

Elbette, bununla tabiatta sınırsız bir özgürlüğün var olduğunu savunmuyorum. Kuşkusuz, ölçüsüz bir serbestiyet değil tabiattaki. Tabiat, aynı zamanda, zıtları eşit bir oranda, aynı anda, hatta aynı bünyede buluşturan bir denge üzere de gidiyor. O yüzden, tabiatta her bir şeyde serbestiyet kadar kararlılık da söz konusu. Her bir şeyde değişkenlik kadar sabitlikler de var. Sözgelimi, bir bitki kendi kabiliyetince özgür olarak atmosferde yer kaplarken, daima onu toprağa sabitleyen bir kök de var. Ya da bir atomun bünyesinde elektronlar sürekli yer değiştirirken, proton ve nötron çekirdekte sakin bulunuyor. (En azından elektronlara göre sakin) Veya güneş sistemi, uzayda serbest bir seyir izlerken,  gezegenler belli bir yörüngede takip ediyorlar.

Bu sabit-değişken zıtlığı ise, tabiatta en genel olarak “yapı-biçim” ikiliğinde kendini gösteriyor. Tabiatta “yapılar” sabit, “biçimler” değişken. Yani, bir ağacı ağaç yapan şeyler nelerse (kök, gövde, dal, yaprak...) onlar sabit, değişmiyor. Diğer taraftan, hiçbir ağaç birbirine benzemiyor da; yani biçim olarak birbirinden farklı. Bunun sayısız numunelerini, eğer dikkatlice bakarsak, (insan, hayvan, bitki vs. gibi) her âlemde, fertler arası farklarda okumamız mümkün. Hatta parmak izlerinde bile! Parmak izleri de aynı yapıda olmalarına rağmen, sonsuz biçimler sunmuyor mu bize?           

Bugün şehirlerde karşımıza çıkan (düzen görünümü altındaki) düzensizlik ve peşi sıra sıkıntılı hayat, işte bu dengeyi kaçırmanın bir ürünü bence. Sonsuz farklı yönlere gidebilecek insan potansiyellerini belirli biçimlere hapsetmeye çalışmaktan kaynaklanan bir bunalım bu.

Dolayısıyla, günümüz şehrini yeniden dengeye kavuşturmak için tabiata cari olan bu ölçüleri hayata geçirmek gerekiyor. Otoriter zihinlerin marifeti olan benzeştirilmiş biçimlerin diyarı şehri, bu ölçüler ışığında restore etmenin yollarını aramalı. Ama bunun için her şeyden önce insandan işe başlamak gerekiyor. O halde, şehirleri insanın yaratılışı ve amacına uygun bir hale getirmek, bir kurtuluş problemidir... Bu mecburiyet, zamanın, tarihî ve geçmişe ait yüzünün silinerek, şimdi ve gelecek diye iki boyuta sıkıştırıldığı, özgün kimliğimizi ve varlığa bakışımızı tayin eden geleneksel ve kültürel değerler şemamızın mütemadiyen tahrip edildiği, sürülmek istendiği; iç mekânımızın yok edilmeye çalıştığı günümüz zaman kesitinde kendini daha bir hissettirmektedir... Bu bağlamda, geleneksel kültür dokusu kadar, mimarî dokumuzu da, bunalımları önleyecek biçimde dizayn etmek, insan bütünlüğünü zedelememek, kendi hayat anlayışımızla birlikte tarihî birikim ve perspektifi de şehirlere yansıtmak, bu medeniyetin insanı olarak, boynumuzun borcu olmalıdır. Yeter ki yola çıktığımız anda teslimiyetimiz tam; güvenmemiz, dayanmamız katımsız olsun.

Kaynakça:
Baldık, Ömer: “Şehirde Dengeyi Bulmak”, Zafer İlim Araştırma Dergisi.
Kılıç, Sadık. ‘Yabancılaşma Kıskacındaki Modern Kent’, Yeni Şafak 23 Ekim 1995.
Emre, Akif ‘Jakoben Mimari’ Yeni Şafak, 7 Ağustos 2003.
Bayar, Yaşar ‘Şehirleşmede İnsanî Ölçü ve Jakobenlik’, Erzurum 2004.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort