JoomlaLock.com All4Share.net

EV SEMASI

Giriş

Bismillah, koru beni ey ev!

İnşa ettikleri ile insan, dünyayı değiştirirken ve kendine sınırlar koyarken esâs görevi dünyayı güzelleştirmektir. Her insan, her nesil, evvelce varolan çevreye etkiledikleri ile gelecek nesillere karşı borcunu ifâde ederek onlara daha güzel bir dünya bırakmak ve hazırlamakla mükelleftir. İnsanı insan yapan bu aşamaya ve dünyayı güzelleştirme eylemine katılmaktan, dolayısıyla insan mertebesine erişmekten onu alıkoymaya kimsenin hakkı yoktur. Allah’ın yarattığı dünyayı hüsn-i muhafaza ve dünyayı güzelleştirme birbirinden ayrılmaz iki görevdir. Bu her iki görev karşısında yapılacak olan, evvelce varolanı bilmeyi, anlamayı, değerlendirmeyi, değerli ve güzel olan her şeyi saygı hâlesi ile çevreleyerek korumayı ve bu değerlerin idrak edilmesini, yanılgıları tespit edip düzeltmeyi kapsar.

Her yolun işaret taşları vardır; o yolu, daha doğrusu, yolcuların önünü aydınlatan projektörler olarak da bakabiliriz bu işaret taşlarına. Yolcular, bu projektörlerin ışığında yol alır; sağa-sola sapıp uçurumlara yuvarlanmaktan kurtulur ve güven içinde yolculuklarını tamamlamaya çalışır. Bunun yanı sıra, her yolun kendinde sembolleştiği yoğun işaretler de vardır ki, bu işaretlerde yolun bütün bölümlerini, düzlüklerini ve kıvrımlarını, inişlerini ve çıkışlarını görebiliriz. Kâinat için ilk “ol”emriyle, insanlık için Hz. Âdem'in yaradılışıyla, her fert için de dünyaya gelişiyle başlayan hayat yolculuğunun sembol ismi veya yoğun işareti Ka'be'dir. Ka'be, insanlar için “bir ziyaret ve güvenlik yeri; düştüklerinde kalkma, durduklarında harekete geçme, ölmelerinin ardından dirilme mânâsında kıyam” işareti de olarak, Allah'a giden dosdoğru yolun diğer bir adıdır.

Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır. Ve imanlı sinelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lâhza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübarek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve ruhanî bir başka âleme uyanırlar. Orada, her söz, her dua ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalblerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve mûsıkîyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hatıralar içinde elde ederler.

Toplumun temel birimi olan ailenin yaşadığı ev ise, dilimizde; hane, beyt, dâr, menzil, dam ve mesken gibi kelimelerle kullanılmaktadır. Bu kelimeler içinde en fazla kullanılanı "mesken”dir. Arapçada "yerleşilen yer” anlamındaki bu kelime, dilimizde; "huzur ve sükûnet içerisinde yaşanılan yer” mânâsında kullanılmaktadır. Ecdadımızın yaptığı ve yaşadığı evlere baktığımızda ise, "mesken"”kelimesinin anlamının bu şekilde zenginleştirilerek kullanılmasının altında, tarihî bir geçmiş ve gelenekle oluşmuş haklı bir gerekçe bulunduğunu görüyoruz.

İlk Ev

Kur’an, henüz medeniyet tarihi, antropoloji, arkeoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin ilk insan toplulukları, şehirler, yerleşik hayat ve medeniyetlere ilişkin konuları araştırmaya başlamadığı bir zamanda şaşırtıcı ifadelerle Ka’be’yi yeryüzünde kurulan “ilk ev”, Mekke’yi de “şehirlerin anası” olarak tanımlar:

“Gerçek şu ki, insanlar için kurulan ilk ev, Bekke (Mekke) de O kutlu ve bütün insanlar için hidayet (yeri) olan (Ka’be)’dir.”

Dilbilimciler ve Kur’an yorumcuları (tefsirciler), ayette geçen “Bekke” kelimesinin “Mekke”ye karşılık olarak kullanıldığına kuşku duymuyorlar.  Buna göre yeryüzünde inşa edilen ilk ev, Ka’be’dir ve Kabe’den önce herhangi bir ev, yapı inşa edilmemiştir.

Kabe’nin  bir çok isminden biri, yine Kur’an’da geçtiği gibi “Beyt-i Atik” tir.

“İnsanlar içinde Hacc’ı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Kendileri için bir takım yararlara şahit olsunlar ve kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık bunlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu yedirin. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler, Beyt-i Atik (En eski ev )’i tavaf etsinler.”

Ka’be’ye ilişkin etimolojik ve tarihi bilgileri konumu itibariyle Mekke ile birlikte ele almakta yarar var. Çünkü Kur’an Ka’be’ye ilişkin olarak Mekke şehrini “Ümmü’l-Kura”, yani Şehirlerin Anası olarak tanımlar: “İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve Şehirlerin Anası (Ümmü’l-Kura olan Mekke ) ile çevresinde olanları (şehirleri) uyarıp korkutmak için indirdiğimiz kutlu Kitap’tır.”  

Bu ayetler, bugün bilinen tarihi bulguları aşan bilimlerin zorlu çabalarından sonra vardıkları sonuçların dışına çıkan yeni bilgiler mi veriyor? Eğer böyle ise, bu bilgilerle modern bilimlerin dayanak seçtiği somut veriler hangi ölçüde bağdaşabilir? Sonuç verici bir yöntem izlerken, kuşkusuz bugün varolan bir takım tarihi ve ilmî verilerin bu ilginç bilgileri tartan önemlerini özel olarak göz önünde bulundurmak zorundayız.

Ancak bizim burada araştırmakta olduğumuz konu, şimdilik somut ilmî çerçeveyi aşan arkeik, hatta meta kozmik bir niteliğe sahip.İlmî somut verilerle bizim “meta kozmik” diye adlandırdığımız bu bilgi arasındaki doğrulayıcı veya karşı çıkıcı ilişkiyi şimdilik erteleyip Kur’an’da çerçevesi farklı paradigmalarla çizilen konuya açıklık getireceğini düşündüğümüz kavramlara daha yakından bakalım.

İlk araştırmamız gereken, klasik İslam kaynaklarında sözü edilen İlk Ev Beyt-i Atik ve Ümmü-l Kura kelimelerinin ne anlama geldiklerini tespit etmek olacaktır.

Beyt-i Atik: Kur’an’da Ka’be’ye iki defa isim olarak kullanılan bu deyim ilk bakışta Türkçe’ye “Eski Ev” şeklinde çevrilebilir. Ancak Müslüman dil bilimciler, etimolojik ve semantik bakımdan Beyt-i Atik’in birden fazla anlama geldiğini söylerler. Buna göre:

1. En eski ev,
2. Yüce, şerefli, üstün yer,
3. Kimsenin özel mülkiyeti altında olmayan yer; Hürrü’l Asl,
4. Hür ve azad, zorbaların zulüm ve baskısından uzak yer. Nitekim bunu doğrulayan bir hadis aktarılır.

“Allah, Ka’be’ye Atik dedi, çünkü onun zorbaların saldırılarından koruyup kurtardı. Böylece hiçbir zorba ona galebe çalamadı.”

Beyt-i Atik’e verilen anlamlardan ilk üçü tarihi boyutundan çok onun, manevî boyutuna işaret eder. Ancak biz, Beyt-i Atik olan Ka’be’yi toplu olarak “insanlar için kurulan ilk ev, özgürlük ve başkaldırı sembolü” şeklinde Türkçe’ye çevirebileceğimizi düşünüyoruz. Nitekim Ka’be’nin Kur’an’î tanımları arasında “kıyam” yani başkaldırı tanımı da açıkça yer alır.  Ka’be özgürlük ve başkaldırı sembolü olarak insanlar için yeryüzünde kurulan İlk Evdir ve bir ayaklanma yeridir.  Ama bizim burada üzerinde durmak istediğimiz, geriye doğru gidildiğinde Beyt-i Atik’in tarihî ve zaman ile ilgili kuruluşunu tespit edebilmektir. Dolayısıyla Ka’be’nin zaman içinde tarihî boyutu araştırmamızın asıl amacını oluşturur.

Ümmü-l Kura: Bu deyim ise “Ümm” ve “Kura” kelimelerinden bir araya gelmiş bir terkip olup Türkçe’ye “Şehirlerin Anası” olarak çevrilebilir. Ümm, başlangıç, asıl, ilk çekirdek, ana; kura da karye’nin çoğulu olup, köy, kasaba, şehir ve ülke anlamlarında, hemen hemen Kur’an’da geçtiği her yerde tamamıyla yerleşik hayatı ifade etmek üzere kullanılır.

Klasik tarihçiler ve dil bilimciler çoğunlukla Ka’be ve Mekke’yi bir arada anarlar: bu da iki terim arasında kurulan iç içe ilişkiyi göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Ezraki, konuyla ilgili bütün İslam tarihinde birinci derecede kaynak kabul edilen eserinde Ka’be ve Mekke’nin kırk civarında ismini tespit eder, ayrıca otuz tanesi İbn Zahire’nin bir şiirde zikrettiğini kaydeder.

Bundan çıkan sonuç şudur: Ka’be ve Mekke zaman bakımından dünya üzerinde inşa edilmiş bütün şehir ve yapılardan çok daha eski bir tarihe sahiptir.
Hz. Muhammed (S. A. V.)’den aktarılan bir hadis’te bu düşünce doğrulanır: “Mescit olarak inşa edilen İlk Ev, Ka’be’dir.”

Buna rağmen gerek yukarıya aldığımız ayetler, gerekse andığımız hadis, meseleyi kesin bir sonuca bağlamak yerine özellikle Kur’an tefsircileri ile tarih araştırıcıları arasında yeni bir tartışmaya yol açıyor.

Ünlü hukukçu Maverdi ile Ünlü Kur’an tefsircisi Kurtubî konuya ilişkin farklı görüşleri aktarırlar. Buna göre, Hasan b. salih ve bir grup bilgine bakılırsa, Ka’be inşa edildiğinde ondan önce pek çok bina vardı. Ka’be’nin ayetle “insanlar için kurulan İlk Ev” şeklinde tanımlanması onun “Hidayet ve bereket kaynağı, sembolü” olması dolayısıyladır. Bu yönde Hz. Ali’den de bir görüş aktarılmakla birlikte, yine Hz. Ali’ye dayandırılan aykırı bir görüşe rastlamamız bu konuda onun hangi görüşü tercih ettiğini müphemleştirir. Karşı görüş olarak Mücahit ve Katade’den aktarılan bilgilere göre ise Ka’be inşa edildiğinde yeryüzünde ondan önce inşa edilmiş tek bir bina yoktu. Hatta Mücahit Ka’be’nin yaratılış olayını dünyanın yaratılışından iki bin yıl öncesine kadar götürür.  Ki, burada gerek yıl sayısı gerekse yaratılış farklı sembolleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Biz bu sembollerin neye işaret ettiklerini ileride açıklamaya çalışacağız.

Ka’be’nin tarihte inşa edilen ilk ev olmadığını öne süren görüşe ilişkin önemli kuşkular var. İleride de göreceğimiz gibi, Ka’be yalnız ve tek bir defa da değil, en az yedi defa ve her defasında neredeyse yeni baştan inşa edilmiştir. Hatta bu rakamı on bire çıkaranlar bile var.Öyleyse Ka’be inşa edildiği zaman, ondan önce de pek çok evler ve şehirler vardır düşüncesinde olanları, tarihin herhangi bir devrinde Ka’be’nin bir defasında yeniden inşa edilmiş olması gerçeği yanıltabilir. Nitekim Hz. Adem ve oğlu Şit’ten sonra tufandan beri yeryüzünde görünen hiçbir izine rastlanmayan Ka’be’yi bundan dört bin sene önce Hz. İbrahim’in oğlu İsmail ile inşa ettiği tarihi olarak biliyor ve tespit ediyoruz. Kur’an’da vurgu konusu olan İbrahim’in temellerini bularak Ka’be’yi yeniden inşa etmesidir. Bu durumda Hasan B. Salih gibi Ka’be’nin insanın yerleşik şehir hayatına geçişinden çok sonra ortaya çıktığını öne sürenler, eğer bundan dört bin sene önceki inşa olayını temel ve ilk başlangıç alıyorlarsa, bu düşünce doğrudur. Fakat gerek diğer bilginlerin görüşleri, gerekse kadim sözlü geleneğe ek olarak Kur’an’ın doğrudan “İlk Ev” şeklinde tanımlaması bizi bu yöndeki görüşlerin zayıflığı konusunda fazlasıyla inandırıyor.

Metodolojik açıdan Kur’an ayetlerinden sonuç çıkarmaya çalışıldığında, ilk, açık ve hemen kendini ifade eden anlam ve hükmün tercih edilmesi, karmaşık ve dolaylı (müteşabih) yorumlara başvurmak suretiyle sonuçlara gitme yöntemine daima tercih edilir. Ka’be ve Mekke’ye ilişkin ayetlere baktığımızda, daha ilk bakışta Kur’an’ın Ka’be’yi “yeryüzünde kurulan ilk ve en eski ev” ilk Mekke’yi de “Şehirlerin Anası” yani “ilk”i kabul ettiğini hemen anlıyoruz.

Sözlü gelenek, mitoloji ve literatürde İsrailiyat diye tanımlanan bilgiyi ve haber kaynaklarına gelince kuşkusuz bunlar son tahlilde doğru ve kesin bilgi elde etmemizde güvenilir ve otantik kriterler teşkil edemezler, ama bir olay çok çeşitli gelenekte sık sık tekrarlanıp kesintisiz bize kadar geliyorsa bunda bir “gerçeklik payı”nın olduğunu da tümden görmemezlikten gelemeyiz. Kur’an’da “Esatir” olarak kadim sözlü gelenek, mitolojik haber ve hikâyeler İsrailiyat’la karışmış bilgiler yığını  özenle araştırıldığında, bunların gerisinde anlamlı bir “sembolik anlatım”ın gizlendiği keşfedilir. Sözlü gelenek ve mitolojinin yanıltıcı tuzaklarından korunmanın en güvenilir iki yolu, bilgi kaynağından kuşku duymadığımız doğru haber (haber-i sadık: vahy) ile somut insanı ilmî çabaların bu yönde (arkeoloji, antropoloji, tarih vb.) artık genel geçer kabul gören nesnel bilgilerle bunları doğrulamak, sağlamalarını yapmaktır.


Sözlü gelenek ve mitolojik anlatımlar kadar olmasa da bugün “bilimler” adı altında gelişen bir takım disiplinler de zaman zaman yanıltıcı olabiliyorlar. Sözgelimi arkeolojinin kurulan antik kültürlerle ilişkin verdiği bilgilere kesin doğru gözü ile bakılamaz; çünkü benzetme, karine, karşılaştırma, kurgusal yürütme, ipuçlarından istidlâllerde bulunma bu bilimde hayli etkilidir. İnsanın kültür geçmişini ve bu geçmişin gelişimini araştıran antropoloji ise, geçen yüz yılda amaçlarının sömürgecilik; öncülerinin korsanlar ve sömürgeci devletlerin ön-keşif kolu misyoner ve oryantalistler olması bir yana, ilerleme ve gelişme gibi batının çokça benimsediği paradigmalar uygun düşen “malzemeler” bilinçle bir araya getirilerek geçmiş “bir şekilde” adeta yeniden tanımlanmaktadır. Bu, mitolojik anlatım kadar, bugünkü bilimler karşısında da ihtiyatlı davranmamızı gerektiren önemli bir durumdur.

Bu araştırmada biz sözlü geleneğin bilgi malzemesini haber-i sadık: vahy ve ilmî verilerle tartma, böylece sonuca gitme yöntemini izleyeceğiz. Kullanacağımız bilgi araçları ile izleyeceğimiz yöntemin varolan “ilmi gerçeklik” kavrayışı içinde “garip” bir yerde duracağını biz de biliyoruz. Nitekim amacımız, varacağımız sonuçları “ilmi bir gerçeklik” olarak başkalarına dayatarak benimsetmek değil, fakat şimdiye kadar kullanılma gereği bile duyulmayan “farklı bilgi kaynakları”nı “farklı bir yöntem”le konuyla bağlantılı olarak “yeniden üretmek” olacaktır.

Şimdi çok farklı, değişik ve modern ilmî mantalite içinde kavranışı oldukça zor bir düzleme geçiyoruz. Bir süre sembolik bir dil kullanarak, metakozmik bir alanda varolan somut, tabii dünyaya doğru gezinip şehir ve medeniyetin insan türünün tarihinde ilk defa “nasıl” ve “ne zaman” ortaya çıktığını araştırmaya çalışacağız.

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort