JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 17 Aralık 2013 14:31

İSLÂM KARDEŞLİĞİNİ KUŞANMAK

/ Saf’ta olmak! /

Hayra davet eden, iyiliği emreden, kötülükten men eden seçkin sınıf, salih kimseleri yetiştirirse, âleme huzur gelir. Mahalle muhtarından devlet reisine kadar bütün ülkeye hatta dünyaya sulh ve sükun gelir. Yeter ki, inancı, ameli ve ahlakı düzgün vasıflı kimseler safı tamamlasın. 

Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz, “ilk safı tamamlayınız; sonra da arkadaki safları doldurunuz. Şayet eksik kalırsa, son safta kalsın” buyurur. Emr-i İlâhî’yi tebliğde de bir Peygamberin yerini, tayin buyurulan diğer bir Peygamber devralır. Böylece risalet safı tamamlanmış olur. Alemdeki nizam, safın intizamıyladır. Milyarlarca galaksinin, içinde barındırdığı güneşten büyük milyarlarca yıldız kümesinde meydana delen milimetrik sapma, evreni altüst eder. Güneş biraz yaklaşsa, dünya kavrulur, uzaklaşsa cihan donar. Yerde ve gökte çekimler değişse, ev- bark uçurtma gibi havada uçar.  

Vücudumuzdaki hücrelerin safı tam olmazsa göz ayağın altına, kulak da bel kısmına kayabilir. Burundaki kemik deriyi yırtar, el, ayak da yer değiştirebilir. 

/İslam Çağı, İslam Kardeşliği ve../ 
Allah’ın Rasûlü (sav) Mekke’yi fethedip de Kâbe’deki putları ‘Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Kuşku yok ki bâtıl yok olmaya mahkumdur’(17:81) âyetini okuyarak bir bir kırdıktan sonra Habeş asıllı Bilâl’e (ra), Kâbe’nin üzerine çıkarak ezan okumasını emretmişti. İslâm’ın Müslüman zihinlerde meydana getirdiği köklü inkılâbı kavramaktan uzak kimi müşriklerin ‘Bir siyahi Kâbe’nin üzerinde ha!’ mırıltıları arasında Bilâl’in okuduğu
ezan Hakk’ın bâtıl’a galebesini simgelemekle kalmıyor, aynı zamanda Cahiliye Çağının sona erdiğini ve İslâm Çağının başladığını tüm insanlığa ilan ediyordu. Bu inkılâbın asıl amacı; kalplerde çöreklenen putları kırıp zihinleri körelten cahiliye tortularını temizleyerek hayatın merkezine Allah’ı yerleştirmekti. “İslâm Çağı”nda, her şey Allah merkezli olarak yeniden tanımlanıyor, bütün iş ve ilişkiler Allah’ı merkeze alarak yeniden kuruluyordu.

Rasûlüllah’ın(sav) Mekke’nin fethinden sonra yaptığı konuşmaların bir bölümü şöyleydi: “...Ey insanlar, iyi biliniz ki, cahiliye dönemine ait olan ve övünme nedeni kabul edilen her şey şu anda ayaklarımın altındadır; hepsi kaldırılmıştır... Bütün insanlar Adem’dendir ve Adem topraktan yaratılmıştır...”; “İslâm Çağında cahiliye özelliklerini ortaya çıkarmayın. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı birdirler, bütündürler. Düşmanlarına karşı topluca hareket eder, birbirleriyle yardımlaşırlar...”

“İslâm Çağı”, cahilî anlayış ve değer yargılarını, cahili kimlik tanımlamalarını da çöp sepetine atmış, yerine “İslâm kardeşliğini” ikâme etmişti. Medine’de 120 yıldır birbirleriyle savaşmış olan Evs ve Hazrec kabileleri bu bilinçle “kardeş” olmuşlardı; bu birlikteliği kendileri için tehlikeli gören Yahudi Şemmas bin Kays’ın fitnesini de “Allah’ın İpi”ne yani Kur’ân’a sarılarak(3/103) boşa çıkarmışlardı...

/ Kardeşliğin temeli; İman /
Yüce Allah, Hucurat suresi 10. ayet-i kerimede “İnananlar ancak kardeştirler.” buyurarak inananların birbirinin kardeşi olduğunu ilân etmiştir. Peki bu insanları birbirine kardeş kılan bağ nedir? Diye bir soru akla gelebilir. Çünkü normalde insanlar birbirleriyle nesep ve kan bağı yoluyla kardeş olurlar. İşte İslam’da insanları kardeş kılan bağ, iman ve inanç bağıdır. Çünkü bütün inananlar bir Allah’a kulluk etmektedirler. Yani Rableri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, peygamberleri birdir. Bütün bu birliktelikler, inananları birbirine kenetleyen inanç bağlarıdır. Bu bağ çok kuvvetli bir bağdır. Hatta kan bağından da üstündür diyebiliriz.  

Yüce Allah, ayetin devamında “kardeşlerinizin arasını düzeltiniz.” buyuruyor. O halde Rabbimizin bize yüklemiş olduğu bir görev vardır. O da birbirine dargın olan küs olan kardeşlerimizin arasını düzeltmek ve onları barıştırmaktır. 

/ Kardeşliği Bozan Sebepler /
Ayetin devamında “Allah’tan korkunuz ki, size merhamet edilsin.” buyrulmaktadır. Yüce Allah, müminleri kardeş ilân ettikten sonra, bu kardeşliği zedeleyen ve kardeşliğe zararlı olan kötü huyları birer birer zikrederek mü’minlerin bu davranışlardan kaçınmalarını emretmektedir. Toplum düzenini bozan ve müminler arasındaki sevgi, birlik ve beraberliği ortadan kaldırmaya sebep olan manevî hastalıklardan bazılarını şöyle zikredebiliriz:

1- Alay etmek, 2- Ayıplamak. 
3- Kötü lakap takmak. 4- Su-i zanda bulunmak. 
5- Tecessüs, başkalarının ayıbını araştırmak. 
6- Dedikodu, gıybet etmek. 7- Haset etmek. 

“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında mü’minler, bir tek cesede benzerler. Vücudun bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını duyar.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 159, 203.) “Müslüman müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl değildir. Öyle ki birbirleriyle karşılaşırlar, biri bu tarafa, öbürü öbür tarafa bakıp geçer (birbirine selam verip konuşmazlar) onların en hayırlısı, ilk selam verendir.” (Buhari, Edeb, 57, 62; Müslim, Birr, 25.)

/ Hz. Peygamberin Kurduğu Kardeşlik; Medine Toplumu / 

Müslümanlar arasındaki İslam kardeşliğini tesis eden Hz. Peygamber (sav)’dir. Nitekim Peygamber Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman, orada iki büyük Arap kabilesi yaşıyordu. Bunlardan biri, Evs diğeri de Hazreç kabileleri idi. Bu iki kabile câhiliyye döneminde birbirlerine son derece düşman idiler. Aralarında savaşlar çıkmış, bu savaşlar aralıklarla 120 sene devam etmişti. 

Bunların en şiddetlisi, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden önce tam beş yıl devam etmiş olan “Buas Savaşı” idi. Bu savaşta her iki kabile de büyük kayıplar vermişti. Yahudiler bunları tahrik ediyorlar, aralarındaki düşmanlığı kızıştırıyorlardı. Çünkü bunların birleşmesi, güçlenmesi kendi aleyhlerine olurdu. Bu durum Hz. Peygamberin Medine’ye hicret edip bu iki kabilenin İslam ile müşerref olmalarına kadar devam etmiştir. Allah, İslam ile bu iki kabilenin arasındaki düşmanlığı giderdi, kalplerini birleştirdi. Hep beraber Allah’ın ipine sarıldılar. Allah’a imandan başka hangi bağ onları birleştirebilirdi? Hangi kuvvet onları kaynaştırabilirdi?

Yüce Rabbimiz Evs ve Hazreç kabileleri arasında önceden meydana gelen olaylara işaret ederek şöyle buyuruyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılıp bölünmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmandınız, Allah kalplerinizi birleştirdi de O’nun nimetiyle kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarındaydınız. Allah sizi ondan kurtardı. Allah doğru yolu bulasınız diye ayetlerini size böylece açıklıyor.” (Al-i İmran, 3/103.) 

/ Fitneye Mahal Vermemeli /
Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olmaları, İslam düşmanlarını her dönemde rahatsız etmiştir. Büyük müfessir İbn Kesîr bu ayetin tefsirinde şöyle bir olay anlatır: Yahudilerden biri, Evs ve Hazreç kabilesinin bir arada bulunduğu bir  topluluğa rastlar. Onları birlik ve beraberlik içerisinde görünce rahatsız olur, adamlarından birini onların yanına gönderir. Oraya varıp oturmasını, daha önce aralarında yıllarca devam eden harpleri hatırlatmasını söyler. Adam gider, kendine söylenenleri yerine getirir. Bir an câhiliyye duyguları kabarır, birbirlerine düşerler, kızarlar, kabilelerini yardıma çağırırlar ve silahlarını çekerler. Harre denilen yerde karşılaşmak üzere sözleşirler. Durum Allah Resûlüne bildirilince yanlarına gelir, onları teskin etmeye çalışarak:“Ben aranızda iken yine mi câhiliyye davası?” der ve yukarıda zikrettiğimiz Âl-i İmran Suresi 103. ayetini okur. Onlar da yaptıklarına pişman olurlar, barışırlar, silahlarını atarlar ve birbirlerinin boyunlarına sarılırlar. (bkz., İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, I, 389.) 

Hz.Peygamber’in Medine’ye hicret ettikten sonra yaptığı önemli faaliyetlerden biri de Mekkeden hicret eden muhacirler ile Medine’deki Ensar arasında gerçekleştirmiş olduğu kardeşliktir.

/ Muhacir ve Ensar’ın Kardeşiliği /
Mekke’li Muhacirler yurtlarından, yuvalarından kopmuşlar, kavim ve kabilelerinden ayrı düşmüşler, dinleri uğrunda mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmişler, böylece Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “muhacir” unvanını almışlardı. Medineli müslümanlar da onları en yakınlarına, hatta kendilerine bile tercih ederek her türlü yardım ve fedakârlıkta bulunmuşlar, bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de, belirtildiği üzere “Ensar/yardımcılar” vasfıyla anılmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de onların bu fedakârlığı hakkında şöyle buyrulur: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9.)

Bu kardeşlik anlaşmasının gayesi, Muhacirleri desteklemek, onların yurtlarından ve yuvalarından uzak düşmelerinin vermiş olduğu gariplik ve ıstırabı gidermek, mâlî sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafifletmek içindi. Resûlullah (sav)’in Medîne’de, Ensâr ve Muhacirler arasında tesis etmiş olduğu bu kardeşlik, maddî ve manevî yardımlaşma esasına dayanıyordu. Ensar, Muhacir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler, mallarına ortak yaptılar. Resûlüllah (sav)’e başvurarak: “Ya Resûlallah! Hurmalıklarımızı Muhacir kardeşlerimizle aramızda paylaştır”, dediler. Resûlüllah (sav):“Hayır, öyle olmaz.” Buyurmuş ve hurmalıkların mülkiyetinin kendilerine ait olmasını, Muhacirlerin de hurmaların bakımını yaparak çıkacak mahsulü paylaşmalarını söylemişti. (bkz., Kamil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, VIII, 57.) Hatta başlangıçta Muhacir ile Ensar birbirlerine vâris bile oluyorlardı. Bu durum Bedir muharebesine kadar devam etmişti. Bedir muharebesinden sonra nâzil olan: “Hısımlar, Allah’ın kitabınca birbirlerine daha yakındır.” (Enfâl, 8/75.) ayetiyle din kardeşleri arasında vâris olma durumu kaldırılmıştır.
( bkz., İbn Sa’d, Tabakât, I, 238.) 

/ Menfaate Dayalı Kardeşlik Yürümez /
İslam tarihine baktığımızda, Allah’ın emirlerine sarıldığımız, birbirimize sevgi, saygı ve hoşgörüyle bağlandığımız zamanlarda bu İslam kardeşliğinin, bizi daima zaferden zafere taşıdığını görmekteyiz. Osmanlı tarihi bunun canlı bir şahididir. Fakat ne zaman ki, İslam’ın emirlerini kulak ardı etmişiz, birbirimize karşı sırt çevirmeye başlamışız, o andan itibaren aramızdaki birlik ve beraberlik bozulmuş, kuvvetimizi kaybetmişiz ve perişan hale gelmişizdir. Müminler asla gönül ve kalp kırmamalıdırlar. Çünkü gönül Allah’ın Kabesi, nazargâhıdır. Bir gönül tamir etmek, Haccetmekten daha ileridir. Nitekim Mevlana, Mesnevisinde “Gönül almaya bak, bu en büyük hacdır. Bir gönül binlerce Kâbe’den üstündür. Çünkü Kâbe’yi Azer oğlu Halil yapmıştır. Hâlbuki gönül, Allah’ın yapısı ve O’nun baktığı yerdir.” demektedir. Mümin bir kardeşinin başına gelen felaketi gidermeye çalışmayan, onun düştüğü duruma sevinenler için şu ayeti kerime ne kadar ibret vericidir: “Mü’minler arasında fenalığın yayılmasını isteyenler için muhakkak dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır.” (Nur, 24/19.) 

Bütün buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılacağı üzere, mü’minler arasındaki kardeşlik menfaate dayanan kardeşlik değildir. Zira gerek Kur’an gerekse Hz. Peygamber (sav) menfaate dayanan kardeşliği reddeder. Böyle bir kardeşliği asla kabul etmez. Çünkü menfaate dayanan kardeşlik, menfaatlerin bittiği yerde son bulur. Batıdaki insanlar arasındaki ilişkiler menfaate dayanmaktadır. Dolayısıyla menfaat ve çıkara dayalı ilişkiler zayıf olmakta ve toplumu meydana getiren insanları birbirine yardımlaşma ve dayanışmaya sevk etmemektedir. Hâlbuki İslam’ın öngördüğü kardeşlik, inanç bağına dayandığı için hem daha kalıcı olmakta hem de daha kuvvetli olmaktadır. 

İnce ince kıllar bir araya geldiğinde, tonlarca ağırlığı olan gemileri dahi zaptedebilir. Hâlbuki tek kılı, karınca bile koparabilir. Ayrılığa düşüp, parçalanıp, kardeşliğimizi bozmamalıyız. Aramızdaki problemleri Allah’ın kitabı halleder, yeter ki ona müracaat edelim. Meselelerimizi ona başvurup çözelim kardeşliğimizi bozmamalıyız. Aramızdaki problemleri Allah’ın kitabı halleder, yeter ki ona müracaat edelim. Meselelerimizi ona başvurup çözelim.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 15 Mart 2013 19:37

GÜL MEDENİYETİ

Türkçe’ye “peygamber” olarak tercüme edilen kelimenin Arapça’da iki karşılığı bulunmaktadır; bunlardan birisi “Nebi” diğeri de, “Resul”dür. Hem “Nebi”,hem de “Resul” kelimesi Kur’an’da yüzlerce defa zikredilmektedir. Peygamberlik ise “risalet ve nübüvvet” şeklinde karşılık bulmaktadır.

İnsanlık tarihi boyunca, yaratıcıyı ve onun varlığını tanımak istemeyenler de çıkmıştır; bunlar, görünen gerçekliği Yaratıcı'dan müstakil olarak düşünmeye ve anlamaya yönelmişlerdir. Böylece insanlığın ilk dönemlerinden itibaren iki silsile oluşmuştur; bu silsilelerden birisi, Nübüvvet; diğeri ise, dindışı felsefedir. Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e (sav) kadar bütün peygamberler Nübüvvet misyonunu yerine getirirlerken, Yaratıcıdan bağımsız düşünenler dine itaat etmeyen felsefe yolunda toplanmışlardır. Filozofların bir kısmı da İlahi vahye itaat ederek Nübüvvet silsilesi ile aynı çizgide buluşmuşlardır. Hz. Muhammed, (sav) Nübüvvet silsilesinin son ve en mükemmel halkasıdır. İslam dini de onun söz ve fiillerinden neşet eden bir dindir; onu tanımadan/önemsemeden İslam dinini anlamak ve yorumlamak mümkün değildir.

Hayatı peygamberimiz kadar incelenmiş, her hali, her tavrı, her sözü, en küçük detay bile atlanmadan nesilden nesile aktarılmış başka bir insan yoktur yeryüzünde. Onun hayatını araştırmak, elbette sadece bir merak değildir. Ama bugün, insanlara hiçbir değer katmayan, hatta kimi davranışlarıyla kötü örnek olan ünlü simaların bile ne kadar merak edildiğini hesaba katarsak, Allah'ın “habibim” dediği bir zatı sırf merak için bile olsa bu kadar araştırmak, elbette boşuna olmazdı. Kimdi, daha doğmadan, mucizelerle kendisine karşılama töreni yapılan? Kimdi, “Sen olmasan, kâinatı yaratmazdım” denilen? Kimdi, asırlardır milyarlarca insanın peşinden koştuğu, örnek aldığı, rehberi kabul ettiği? Bütün bunları, sıradan bir pop yıldızının hayatına duyulan merakla kıyaslamanın abesliği ortada. Ama insanların, özellikle gençlerin neleri merak ettiğine, kimleri örnek aldığına bakarsak, bir yerlerde bir yanlış yapıldığını da görebiliyoruz. Belki bir ülfet, bir alışkanlık, denizde olup denizi bilmemek… Belki de, bunca kaynağa, bunca bilgiye rağmen, onu (sav) yeterince ve doğru şekilde anlatamamak… Sevmek tanımaktan geçer. Peki biz onu ne kadar tanıyoruz? O bir peygamber olduğu kadar, bir insandı da. Çocuktu, gençti, yaşı kemale ermiş bir insandı… Bir çocuğun da, bir gencin de, orta yaşlı bir insanın da ondan örnek alacağı çok şey vardı…

Bir tohum dua eder ve der: “Yâ Rab! Kendi sınırlı ve dar istidatlarımla senin bir isminin tecellisine mazhar olmak istiyorum. İçimdeki gizli hazineleri, san’atları şuur sahibi varlıkların gözlerine sunmak istiyorum. Bana güç ver. Sümbüllenip çiçekler açmama imkân ver.” Bu dua öylesine içten, öylesine ihlâslı bir duadır ki, o duanın kabulüyle toprak ve topraktaki sayısız mineraller tohumun emrine amade kılınır. Bulutlar belki binlerce kilometre ötelerden o küçücük tohuma su yetiştirmek için koşturulur. Koskoca güneş, sıcaklığı ile sanki o tohuma itaatkâr bir hizmetçi yapılır.

Her şeyi eksiksiz ve en mükemmel şekilde Yaratan Allah, bu duayı ezelî ilmiyle bilir ve kabulünün bir göstergesi olarak güneşi, dünyayı, toprağı, havayı, kısacası tohumun sümbüllenebilmesi için kâinattaki her şeyi onun hizmetine koşturur.

Bir arı yumurtasından çıkar çıkmaz öyle içten, öyle ihlâslı dua eder ve der ki: “Yâ Rabbi! Bana verdiğin bal yapma görevimi hakkıyla yerine getirebilmem için bana sayısız çeşit ve güzellikteki çiçeklerin dolduğu bahçeler ver. Yeryüzünü benim için çiçeklerle donat. Her bir çiçekten bal özlerini toplamam, geriye kovanıma şaşırmadan dönebilmem ve topladığım bal özleriyle tadı ve lezzeti benzersiz bal yapmamı nasip eyle!”

Ezel ve Ebed Sultan’ı olan Cenab-ı Mevlâ, o küçük arının o kâinat büyüklüğü ve değerindeki duasını işitir, karşılığını en mükemmel şekilde verir, âdeta her bir arıya bir dünya bağışlanır. İşte bu şekilde dünya üzerindeki her bir varlık kendi hâl diliyle dualar eder; her an ve her saniye yapılan dualara cevaplar verilir. O dualarda istenenleri fazlasıyla ikram ve ihsan edilir. Çünkü her şeyin sahibi, hâkimi olan, istediğini istediği şekilde yaratan Allah, aynı zamanda bütün dualara cevap verir. Hikmetine uygun şekilde yapılan duayı kabul eder, küçük olsun büyük olsun, kolay olsun zor olsun, hiçbir fark olmaksızın mutlaka karşılığını verir.
Bir çekirdeğin duasını ancak Allah işitebilir ve o duaya cevap verebilir. Bir arının neler istediğini ancak Allah duyabilir ve duasının karşılığını verebilir. Bir çekirdeğin, bir arının duasını kabul edip, onların emrine koca koca küreleri, yeri ve göğü verebilen Allah, iman şuuruyla dua eden mü’min kullarınının istek ve taleplerini elbette duyacak ve cevap verecektir.

Aslında dua bu açıdan kâinatın ve varlıkların da yaratılış sebebidir. Çünkü insan sonsuz acz ve fakirlik özellikleriyle donatılmıştır. Sahip olduğu her şeyi sınırlıdır. Sınırlı olduğu için de, ihtiyaçları hadsizdir. Eksik olan, ihtiyaç duyduğu şeyleri de ancak her şeye gücü yeten, her şeyi kudreti altında dilediği şekilde yöneten Allah’tan isteyecektir. Bir çekirdeğin ve bir arının dualarını kabul eden Allah, insan gibi en güzel ve en mükemmel yaratılışa sahip olan insanın dualarına da mutlaka cevap verecektir.

En küçük bir varlığın ihtiyaçlarını kolaylıkla yaratan, yoktan var eden Allah, varlıkların en büyüğü, en üstünü, en yücesi, en sevgilisi olan Resûl-ü Ekrem’in (sav) dualarını kabul edecek ve ne istiyorsa onu verecektir.

Çünkü bütün varlıkların, bütün kâinatın Mâliki olan Allah kâinattaki her icraatında sonsuz merhamet, rahmet ve şefkate sahiptir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bu hakikat kendisini gösterir. Peki, o büyük ve Rabbi katında en yüce makâma sahip olan Hz. Muhammed’in (sav) en büyük duası nedir?

Peygamber Efendimiz (sav) yediden yetmişe her yaşta ve her meslekteki kişilere sıcak bir alâka göstermiş, insanlar arasındaki ayrıcalıkları ortadan kaldırmış, oluşturduğu yeni toplumda herkese hakkını vermiştir. Müslümanları her gün daha mutlu, daha müreffeh bir hayat seviyesine ulaştırmak onun en başta gelen çabaları arasındadır. Mü'minlerin birbirlerini şefkatle bağrına basması, samimî bir sevgi ile birbirlerini sevmeleri, bir binanın tuğlaları gibi birlik içinde kenetlenmeleri, sıkıntıda ve neş'ede, darlıkta ve bollukta değişmeyen bir dayanışma hissiyle birbirlerini kucaklamaları ve desteklemeleri, birbirlerine haset etmemeleri, kim beslememeleri, gururdan kibirden kaçınmaları, gösterişten uzak durmaları, mahviyetli davranmaları onun başlıca tavsiyeleri arasındadır. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Peygamberimiz (sav)'in toplum ilişkilerine hakim kılmayı istediği prensipler "Adalet, şefkat, merhamet, müsamaha, cömertlik ve yardımlaşma..." gibi yüksek faziletlerdir.    

Peygamberimiz (sav), yoksullara çok yakınlık gösterir; zenginlere, mağrur olmamalarını, sahip oldukları maddî başarıların fakirlerin emeklerinin eseri olduğunu söylüyordu; "Alnının teri kurumadan işçiye ücretini ödeyiniz!" diyerek Müslüman işverenlere talimat veriyordu. İşçilere de yaptıkları işi en sağlam bir şekilde yapmalarını tembih ediyordu. Bir gün üst başlarından yoksul oldukları anlaşılan bir grup insan, peygamberimizi (sav)'i ziyarete gelmişti. Bu durumdan müteessir olan Peygamberimiz (sav)' derhâl ashabını harekete geçirdi ve yoksul kimselere gereken yardımın yapılmasını sağladı. Toplumla ilişkilerde hitabet, konuşma önemlidir. Peygamber Efendimiz (sav konuştuğu zaman ağır ağır, tane tane konuşurdu. O konuşurken söyleneni anlamamak mümkün değildi. Dinleyenler âdeta anlatılanları ezberleyebilirdi. Hitap ettiği kişiler sayıca az olsun çok olsun konuşmasında sade, zarif, tabiî ve samimî bir üslûba sahipti.    

Davetlere mümkün mertebe katılır, her fırsatta insanların içine girer, onlarla iç içe, her konuda sohbet ederdi. Nitekim ashaptan Zeyd bin Sabit Hazretleri: "Peygamberimiz (sav)'in toplum içine katılarak çeşitli konularda sahabesi ile sohbet ettiğini" belirtiyor. Katıldığı davetlerde sırf arpa ekmeği ve hurma bile olsa onu şevkle yer ve ev sahibine herhangi bir sıkıntı vermezdi.    

Peygamberimiz (sav) sık sık çarşıya çıkar, dükkânlara uğrar, bazen ölçüyü tartıyı eline alarak nasıl tartılıp ölçülmesi gerektiğini esnafa gösterir, alışverişte dürüst olmalarını tavsiye eder, üretici ve tüketicinin aldanmadan alışveriş yapmalarını sağlardı.    

Her müşkili olan kişi endişesizce Peygamberimiz (sav)'in huzuruna girer, sorusunu sorar, cevabını alırdı. Hastalarla ilgilenir, geçmiş olsun der, ağır ise telkinde bulunur, cenazeye gider, yakınlarına taziye verir, teselli ederdi. Komşuyu düşünmek imanın bir gereği idi. Peygamberimiz (sav), tabiatındaki yüksek nezaketin bir eseri olarak kadınlara da son derece nazik davranırdı, kadınlara ait meseleleri daha ziyade zevceleri vasıtasıyla öğretirdi.

Peygamberimizin ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ımız O’nun ahlâkını överek, şöyle buyurmuştur: "Yâ Muhammed! Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin."   

Peygamberimizin ahlâk ve yaşayışı Hz. Aişe annemize sorulduğu zaman "Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’an’dan ibâret idi."  diye cevap vermiştir.

Peygamberimiz (sas) Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz ediyordu: "Allah’ım! Beni ahlâkın en güzeline yönelt, kötü ahlâktan uzaklaştır."  Peygamberimiz, aile fertleri ile iyi geçinir, ev işlerinde yol gösterir ve onlara yardım ederdi. Bu konuda şöyle buyururdu: "En hayırlınız, ahlâkı güzel olanınız ve aile fertlerine en çok faydalı olanınızdır."  Peygamberimiz fakirlerin evlerine gider, onların hatırlarını sorar, onlarla beraber otururdu.

Arkadaşlarının arasında bulunduğu zamanlarda, dışarıdan gelen kimseler, oturduğu yer itibariyle O’nu ayırt edemezlerdi. Bir gün peygamberimizin ziyaretine gelen bir bedevî, Peygamberimizin huzurunda olmanın verdiği heyecanla, korkup titremeye başlamıştı. Bunun üzerine peygamberimiz, o kimseyi şöyle teskin etti: "Arkadaş kendine gel! Ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş’den kadid lokmasıyla geçinen bir kadının oğluyum." Peygamberimiz kendi işlerini kendisi görürdü. Arkadaşlarıyla beraber bir iş yapılacağı zaman, kendisi de onlarla birlikte çalışırdı. Bir yolculuk esnasında istirahat edilmiş, yemek hazırlamak için görev bölümü yapılmıştı. Peygamber Efendimiz "Öyle ise ben de yakacak temin edeyim." buyurmuştur. Arkadaşlarının, istirahat etmesi yönündeki ısrarlarına rağmen, onlara yardım etmiştir.     

Peygamberimizin özü sözüne uygundu. Hiç kimse ile alay etmez ve kimsenin dedikodusunu yapmazdı. Kimseye küsmez, küskünleri barıştırır, suçluları affederdi.

Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat gösterir; yetimlere, dul kadınlara ve ihtiyacı olanlara çok acır, onlara elinden gelen yardımı yapardı. Kadınların haklarına çok dikkat eder, komşu hukukuna riâyet eder, hayvanların hakları hususunda da büyük titizlik gösterirdi.

Tatlı dilli ve güler yüzlüydü. Hiç kimseye kötü söz söylemez, kötü davranışta bulunmaz, herkesi dinler, kimsenin sözünü kesmezdi. İnsanların gizli hallerini ve kusurlarını araştırmaz, daima haklıyı tutar, kimsenin kabahatini yüzüne vurmazdı.     

Karşılaştığı kimselere selâm verir, ellerini sıkar, hal ve hatırlarını sorardı. Hayâ, edeb, sabır, cesaret ve şecaat örneği idi. O, hayatı boyunca daima iyinin, doğrunun ve güzelin yanında olmuş; kötüden, şerden ve çirkin şeylerden son derece kaçınmıştır.

Peygamberimiz bütün kemâl ve güzellikleri kendisinde toplamış, örnek bir şahsiyettir. O’nun mükemmel ahlâkını ciltler dolusu kitaplarla bile anlatmak mümkün değildir. Bu yazımızda O’nun örnek ahlâkından bir numûne sunmaya çalıştık. Yüce Rabbimizden, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmayı hepimize hasip etmesini niyaz ediyoruz.     

İnsanlık, gerçek medeniyeti Hz. Muhammed (sas sayesinde tanıdı ve benimsedi. O’ndan sonra bu istikamette gösterilen her gayret, O’nun getirdiği esasları taklit ve ta’dilden öteye gitmemiştir. Bu itibarla da, O’na hakikî medeniyetin kurucusu demek daha uygun olacaktır.Tembele ve tembelliğe yüz vermeyen, çalışmayı ibadet sayıp, çalışkanı alkışlayan, arkasındakilere yaşadıkları çağın ötesini ve topyekûn insanlığa muvazene unsuru olma noktalarını gösteren, Hz. Muhammed (sas)’dir. Hz. Muhammed (sas), küfrün, vahşetin aleyhine celâdet ve belâgat kılıcı olarak ortaya çıkma, dört bir yanda avaz avaz hakikati ilân etme ve insanlığa gerçek var oluş yollarını göstermede eşi menendi olmayan bir Zât’tır.    

Yeryüzünde cehaletin, küfrün ve vahşetin sevmediği bir insan varsa, o da Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Ne olursa olsun, hakikati arayan ve irfana susamış bulunan gönüller, ergeç O’nu arayıp bulacak ve bir daha da O’nun izinden ayrılmayacaklardır. Din, namus, vatan ve milleti koruyup kollamayı, bu uğurda mücadelenin bir cihad, cihadın da erişilmez bir kulluk vazifesi olduğunu fevkalâde bir muvazene içinde insanlığa tebliğ eden, Hz. Muhammed (sas)’dir. Gerçek hürriyeti insanlığa ilk defa ilân eden, insanların hukuk ve adalette birbirine müsâvi olduklarını vicdanlara duyuran, üstünlüğü ahlâk, fazilet ve takvada arayan, zalime ve zalim düşünceye karşı hakikati haykırmayı ibadet sayan, Hz. Muhammed (sas) olmuştur. Fanilik ve ölümün yüzündeki perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin bekleme salonu olarak gösteren, her yaş ve her başta mutluluk arayan gönülleri Hızır çeşmesine ulaştırıp onlara ölümsüzlük iksiri içiren, Hz.Muhammed (sas)’dir.

Sonuç olarak, bütün varlık âlemlerinin yaratılma sebeplerinin başında kulluk, ibadet ve dua gelir. Başta bütün insanlık, sonra insanlık içindeki bütün Müslümanlar ve bütün Müslümanların başında bulunan Hz. Muhammed’in (sas) muazzam duası, âlemlerin yaratılma sebebidir. Yani, bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allah, Habibi Muhammed’in (sas)istikbalde insanlık namına, belki bütün varlıklar hesabına bir sonsuz saadet ve mutluluğa ulaşmak, sonsuz güzellik ve mükemmellikte olan İlahî isimlerin tecellîlerine mazhar olmak için yapacağı duayı işitmiş, kabul etmiş, bütün varlıkları, hattâ ebedî saadet yurdu olan Cenneti yaratmıştır.

Resul-ü Ekrem (sas) risalet ve elçilik vazifesiyle dünyanın kapısını açmaya vesile olduğu gibi, kulluğu ve duasıyla ebedî âhiret kapılarının, sonsuz mutluluk diyarlarının açılmasına da vesile olacaktır.

Yaralarımızı ancak O’nun sünnetiyle sarabiliriz. “Allah nasıl biri olmamızı ister, nasıl yaparsak bizi daha çok sever?” sorularının cevabı Efendimizdedir. Şeref ve izzetimiz, deva ve merhemimiz, hayat ve ışığımız, huzur ve rahatımız ancak sünnet-i seniyyededir.

Sana her günden  çok ihtiyacımız var ey Gül Medeniyeti!


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İnsan, İslâm dairesine bir “kelime-i şehadet”le girer. Ondan sonra İslâm içinde kişiliği inşa yolculuğu başlar. Müslüman şahsiyetinin, tıpkı, namaz gibi, oruç gibi olmazsa olmaz değerlerinden birisi,  infak etme-verme hassasiyetine sahip olmasıdır. Kur’an’ın ikinci suresinin ilk âyetleri içinde, “iyi Müslüman” diye niteleyebileceğimiz “müttekî”lerin temel özellikleri arasında, gaybe iman etmek ve namaz kılmakdan sonra “kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler” ifadesiyle “infak” sayılır.

Burada infak, “verilen rızık”la bağlantılanmıştır. Yani “vereceğiniz, zaten size ikram edilenden başkası değildir” denmek istenmektedir. Öyleyse infakın Müslümanın şahsiyet boyutuna katacağı ilk özellik, rızık ve infakın Allah’ın mülkünde bir tasarruftan ibaret olduğudur. Müslüman hiçbir ibadetinde olmadığı gibi, infakta da, kulluk çerçevesi dışında bir tasarruf düşünemez. Can da emanettir, Allah’ın tayin ettiği çerçevede tasarruf edilecektir, mal da...

Bu hatırlatmanın bazı telkinleri vardır insana:

Birisi, tereddütsüz vermektir. “Ver” diyorsa onu sana veren, vereceksin. “Vermek” bir müslümanın aslî karakteri olacak öyleyse... Veren bir yanı olacak insanın. Verebilmek çetin bir iş... Bir “Akabe - aşılması zor tümsek” Kur’an’ın ifadesiyle... Bir engel. İçinde bir direnç noktası var insanın, onu aşmak demek akabeyi aşmak... Verebilme terbiyesi edinecektir.  

İkinci olarak, bunun hemen yanında, verilecek alanın farkında olma uyanıklığı bulunur. Yani Müslüman, âdeta, infak alanı arayan bir inci avcısı gibi hissedecektir kendini... Her canlıya bir şey verebilme tutkusu hissedecektir içinde... Madem ki, “Günahkâr bir kadın, dili susuzluktan dışarı sarkmış bir köpeğe su içirdiği için cennetlik olmuş” yani, Allah’ın sevdiği bir kul haline gelmiştir, öyleyse karşılaştığı her varlıkta bir “rıza arayışı” içine girecektir. Yetimi, yoksulu, yolda kalmışı, esiri, isteyeni, isteyemeyeni görecektir. Aç sabahlayan komşusunu görecektir. kendisinden bir tebessüm bekleyen gözün farkında olacaktır. Üçüncüsü, tasarruf ettiğim mülk benim değildir, öyleyse bir malik gibi değil, emanetçi gibi hissetmeliyim kendimi, diye düşünmelidir. Bu hassasiyet, insanı, insanlara göstererek vermekten alıkoyar. Çünkü itibar arayışı yoktur vermekte, iktidar arayışı hiç yoktur, büyüklenme hiç... Veznedarın öderken övünmesinin anlamı var mı?  

Namaz nasıl, hayatı belirli zamanlarda durdurup, Allah’ın huzuruna durma, Oruç nasıl, yeme-içme ve cinsel ihtiyaçta Allah için imsak disiplini getirirse insana,  infak-zekât-sadaka da, insanın en temel içgüdülerinden biri olan sahip olma duygusunu, Allah’ın mutlak malikiyyeti karşısında izafi hale getirir. Bilirsiniz ki verilmiştir, verilmeyebilirdi. Verilmeyen de bir sınavdadır, verilen de... Eğer veren “verilmeyene -Kur’an ifadesiyle mahrûm olana- ver” diyorsa, ona ittibadan başka yol yoktur... Yani net bir ubûdiyyet şuuru. Dördüncüsü, madem ki Allah’ın mülkünde bir tasarruf imkânı tanınmıştır, öyleyse onu, o titizlik içinde yerine getirmeliyim, diye düşünür. Veren’i idrak, bunu gerektirir. Üstelik veren sanki kendisine “karzı hasen” verilmiş gibi niteliyorsa yapılan infakı, hatta “Sadakaları Allah alır” diyorsa çok daha hassasiyet gerektiren bir verme eylemi söz konusu olmalıdır. Sevdiğinden vereceksin onun için. Kendinin burun kıvırarak yediğin, içtiğin, kullandığından değil. Sevda haline gelen mal tutkusunu, malı-mülkü-parayı dağlar gibi yığanı sevmiyor Allah Teâlâ... Sonra başına geçip sayarak bir tür tatmin arayanı... Sonra malda bir ebedileşme boyutu olduğunu sananları... Sevmiyor...

İnfak’ın özel bir boyutu olan zekât, “arınma” anlamını da taşıyor. Malı “Fukara hakkı”ndan arındırırken, yüreğinizi de “masiva”dan, yani mal tutkusundan, Rezzak-ı Âlem’e olan güvensizlikten, azalma korkusundan,  cimrilikten arındırıyorsunuz. İnfak insanı nasıl bir insandır diye sorulduğunda belki tüm şu vasıfları hatıra getirecektir: “Öteki”nin farkında olan, onu önemseyen, ona sahip çıkan, ona ulaşmayı görev bilen, verirken itina eden, olumsuzluklardan arınma duyarlılığına sahip...

İnfak toplumu nasıl bir toplumdur diye sorulduğunda da akla, rahmetin ve şefkatin, damar damar en uç noktaları sardığı ve muhabbetin derinden yaşanan bir iklim haline geldiği bir toplum hatırlanır. Belki kuş evlerinde, sadaka taşlarında, sebillerde, yüreğin sıcaklığını yansıtan imaretlerde, vakıflarda, iftarlarda, bayram bayram yaşanan tebessümlerde, musafahalarda, yetim başı okşamalarda, çocuk yüzü sıvazlamada, anne eli öpmede, selâmlaşmalarda ifadesini bulan bir kerem medeniyeti...

İslâm güvercin narinliğindeki, ipek zarafetindeki, kelebek ahengindeki  bu insanı, bu toplumu ve bu medeniyeti kurdu, asırlarca yaşattı... Bakın İslâm tarihine... Bir gece altınla sabahlamayan Peygamber istiğnası... Allah Rasûlü (s.a.) “Evinde ne bıraktın?” diye sorduğunda, “Allah ve Rasûlü’nün sevgisini bıraktım” diyen bir Ebubekir adanışı akar gelir 14oo küsur yıl boyunca... Allah rızası için kervanı sebil eden bir Osman cömertliği, evliyaullah’ın  yarına mal bırakmayı tevekküle aykırı bulan bambaşka hassasiyeti dalga dalga sarar İslâm coğrafyasını...

Sonra insanın erozyonu başlıyor.

İslâm coğrafyasını bile yaralayan insan erozyonu...

Kur’an’da bir âyet var, infak hassasiyetinden yoksun tipi anlatan:

“Ey Muhammed! Çok yemin eden, alçak, çok kınayan, daima koğuculuk eden, hayrı durmadan engelleyen, saldırgan, çok günahkâr, pek katı kalbli, bunlarla birlikte soysuz olan hiçbir kimseye, mal ve çocukları var diye sakın itaat etme.” (Kalem Suresi, 68 / 10-14)  

Birbirinden kopuk gibi sanılan vasıflar, hangi kişilikte bir araya geliyor, bu âyeti biraz böyle okumalı... Bir başka sûrede “Dini yalanlayanı gördün mü?” sorusuyla başlanır ve onun “yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen” (Maûn Suresi, 107 / 2-3) insan olduğu ifade edilir. Din rahmettir, şefkattir çünkü ve ondan ötesi, insani planda aşınmadır. Kalbin katılaşması, mahrumiyete duyarsızlık, dahası, ulviyetin erozyonu...

“İnsan insanın kurdudur” çağları, dinin, ilâhi olanın hayat dışına itildiği pozitivist çağlar, din dışılığın egemen olduğu ruhaniyetsiz laik çağlar, insanlığı getirip katılaşmış kalplerle başbaşa bıraktı. Bir yanda açlık sınırının altında yaşayan 2.5 milyar insan, diğer yanda aşırı tüketim hastalığının tedavisi için servet harcayanlar... Düşünün ki, bir yerde susuzluktan ölenler, diğer yerde su gibi harcanan yığılmış servetler... Bu da öteki dünyanın kurduğu medeniyet...

Allah Kur’an’da, “Mal, sadece içinizdeki zenginler arasında dönüp dolaşmasın” (Haşr, 59 / 7) diyor. Faiz dahil her türlü sömürüyü yasaklıyor. Ama şimdi akıyor dünyanın serveti belli kanallara... Düzen böyle kurulmuş ve bir yanda servet, öteki yanda sefalet birikiyor... Dünyanın kuzey-güney ekseninde müthiş bir uçurum oluşmuş. Şöyle bir yukardan kuşbakışı bakabilse insanoğlu, güneydeki insanların etinin soyulup, kuzeydekilere yamandığını düşünecek... Ya da uyuşturucu, vurgun, soygun hangi yolu bulursa insanın, insanın kanını emdiğini görecek...

Bu çağa Muhammedî merhametle yetişmiş bir insanın eli değmeli... İslâm’ın eli değmeli bu çağa... Zekât dolaşmalı yüreklerde, arındırmalı orada birikmiş mal kirini... Karunca duyguları...

Görmeli insanlar komşunun açlığını... Afrika’nın çığlığını duymalı Amerika - Avrupa... Ebubekir’in insan sevgisi dolaşmalı 21’inci asrın damarlarında...
21’inci asır ne kadar tırmanırsa tırmansın bilim ve teknoloji zirvelerine, ona utanç olarak yüzünde sinekler uçuşan bir Afrikalı bebek görüntüsü yeter.
Ona insani erdemleri taşıyacak bir ruh arayışından kurtulamaz 21’inci asır.

Bill Gates, Afrika’yı görünce bilgisayar imparatorluğunu unuttu. Çünkü içindeki insani damar depreşti. O damar, Ebubekir arayışıdır. Yüreğine yansıyan infak medeniyeti çağrısıdır.

İslâm bugün de beklenendir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 13 Şubat 2013 08:37

TEVAZU ve MERHAMET SENFONİZMASI

Tevâzu ve vakar


Tevâzu, sözlükte alçak gönüllü davranmak, gururunu kırmak, "alâ" harfi ceriyle (... de, hakkında) anlaşmak, uyuşmak, hemfikir olmak anlamlarına gelir. İsmi fail kalıbında mütevâzi olmak, sıradan, önemsiz miktarda ve az anlamlarında kullanılmaktadır.


Ahlâkî bir davranış olarak tevâzu, alçak gönüllülük, kendisinden aşağıda olanlara küçük muamelesi yapmamak, onları hor ve hakir görme mek ve onlara büyüklük taslamamak demektir.


Mütevâzilikte aranacak en önemli özellik vakur olmaktır. Vakar; ağırbaşlılıktır, mevki ve haysiyetini gereği gibi korumaktır.


Vakarın bulunmadığı mütevâzilikte zillet ve meskenet vardır. Mütevâziliğin bulunmadığı vakurlukta ise kibir ortaya çıkar. İslam, tevâzu ve vakar sahibi olunması hususunda birçok tavsiye ve öğütte bulunmaktadır.


Mütevâzi olmak, çirkin ve kötü davranışlara tahammül göstermek, aşağılanmalara razı olmak; zalimlere gösterilen zillet ve meskenet değil, zayıflara gösterilen af, merhamet ve müsamahadır. Korkarak boyun eğeceğimiz tek varlık Allah’tır: “Allah katında en değerliniz, en çok Allah’tan korkanınızdır.” (49:13). İnsanların ne birbirlerine karşı büyüklük taslaması, övünmesi ne birbirlerini hor ve hakir görmesi ne de zillete ve meskenete razı olması doğru değildir. Kendisini överek ve böbürlenerek yaşayanları ne Allah sever ne de kulları. Allah, “Siz nefislerinizi övmeyiniz, kimin müttakî olduğunu Allah daha iyi bilir.” (53:32) buyurarak insanların mütevâzi olmasını istemektedir.

Merhamet varlığın ilk mayasıdır

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, her şey bir bulamaç ve kaostur. Her şey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir. Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla, yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür.

Makroâlemden mikroâleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir. Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şûlefeşândır. Titreyen havanın letâfetinde, raks eden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî rahmeti görmemek mümkün mü?


Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler binbir taraka ile, o gizli rahmetten muştular getirir. Ve âlem her şeyiyle 'Rahmeti Sonsuz' adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler; ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur. Şu solucana bakın! Ayaklar altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprakona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu/kökü yakan nâdânlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir...!


Bir de binbir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için bu koçyiğitlerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi? Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü...?


Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va'deder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi...


Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan talihsiz ruhlara...!


Kerem takvada, şeref tevazuda

Peygamber-i Zîşan (sav) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Tevazu sahiplerini ne zaman görürseniz; onlara karşı mütevazı olunuz. Kibirlilere karşı kibirli olunuz ki, alçaklıkları ve aşağı oldukları meydana çıksın.”


Tevazu bir insandaki faziletin en bariz belirtisidir. Mütevazı insanlar çevrelerindeki sevgi-saygı halkasını; her mütevazı davranışlarıyla biraz daha genişletirler.


Tevazu büyük insanda görülür. Büyük insanın düşmanı çok olur. Ama tevazu, düşmanları dost eyler. Bunun en güzel misâlini Peygâmber-i Zîşan (sav) Efendimiz’in hayatında görürüz: Efendimiz’in yahudi olan kadın komşusu, Efendimiz’e her gün diliyle hakaretler yağdırıyordu. Hiç bir cevap alamayınca işi azıttı yahudi kadın. Bu defa Efendimizin mübarek yoluna dikenler, çalılar koymaya başladı. Bu dikenler Efendimiz’i (sav) rahatsız ediyordu ama; O, güzel ahlâk timsâli hiç bir kötü mukabelede bulunmuyordu. Bir gün yahudi kadın hastalanmıştı. Resûli Zîşan (sav) sanki bir şey olmamış gibi yahudi komşusuna ‘geçmiş olsun’a gitti. Yahudi kadın gözlerine inanamıyordu. Diliyle ve eliyle bunca eza, cefa ettiği o büyük İnsan ziyaretine gelmişti. Yahudi kadın hasta yatağından kalkarak Peygamberi Zîşan (sav) Efendimiz’in ayaklarına kapanarak af diledi ve Müslüman oldu.


Bu ibretli olay bize tevazunun zaferini gösteriyor. Aynı zamanda şunu da anlıyoruz ki; komşularımız ne kadar kötü olurlarsa olsunlar biz onlara karşı tevazu gösterir, gerektiğinde ziyaretlerine gidersek; kötüleri kendi nefislerinden utandırmış oluruz. Bununla beraber kibirli, yine de kibirliliğine devam ederse; elbette vakârımızdan bir şey kaybetmeden yukarıdaki Hadîs-i Şerif’e uyacağız.


Tevazu yüce ruhlu insanların vasfıdır. İnsan ve diğer canlıların yaşaması için anasır-ı erbaa dediğimiz dört nesneye ihtiyaç vardır. Bunlar: Güneş, hava, su ve topraktır. Su; yüce dağlardan çıkar ama enginlere doğru akar, vadilerde sakinleşir ve alçacık denize ulaşır.

İnsandaki en yüce kaynak da İman'dır. İman'ın doruğu teslimiyet'dir. Teslimiyetten tevazu doğar. Mütevâzi insan; sevgi vadisinde gönül deryasından İlâhî Rahmet incisi olan merhamet saçar çevresine.

Aç olanı doyurmak, susuz olanı içirmek, çıplak olanı giydirmek, işsize iş bulmak, câhile ilim öğretmek, manevî körlere hakikat ve saadet yolunu göstermek, dertlilerin derdine göre deva bulmak, borçluya borcunu ödemede yardımcı olmak, zâlime dur deyip mazluma yardımcı olmak, İlâhî emre itaat edenlere gayret vermek, karşı gelenlere mani olmak ve en başta nefsinin meşru olmayan arzularına gem vurmak. İşte bunların  hepsi  merhametin  belirtisidir.

Güneş dağların arasındaki vadilerden doğar sabahları. Doğarken ısı ve ışığı azdır. Yükseldikçe ısı ve ışığı artar, ürünleri olgunlaştırır ve dolgunlaştırır. Yükseklerden gelen güneşin ışık ve ısısı. İşte, mütevâzi insan, zenginleştikçe fakire yaklaşır, yardımlarıyla fakirin karanlık dünyasını aydınlatır. Mütevâzi insan, ilimde yükseldikçe; cahili horlamaz da bilâkis ona yaklaşarak karanlık gönlünü aydınlatır. Mütevâzi insan mevkide yükseldikçe gönlünü alçaltarak her insanın işini görerek esas tahtını gönüllerde kurar.


Havasız yaşanmaz, hava gözle de görülmez. Ama her nefeste varlığı hissedilir. İşte mütevâzi insanın da ne gözle görülür makamı ne de üzerinde nişanı yoktur. Ama çevremizde mütevâzi insanlar olmasa hayatın kahrı çekilir mi? O mübarek insanların varlığı; her güzellik ve iyilikte hissedilir. Çünkü bütün manevî güzellik ve iyilikler onların eseridir.


Anasır-ı erbaa'nın dördüncüsü topraktır. Her türlü pisliği toprağa atarız. Bununla beraber hayatımızı devam ettirmek için her şeyi topraktan temin ederiz. İşte mütevâzi insan da; her şeye bedel olan tek şeyi memnuniyet ve rızayı yalnızca Allah’tan bekler de İnsanlardan gördüğü her türlü kötülük ve hakarete karşı, yine insanlar için maddi ve manevi bütün gücüyle çalışır. Gücü hiçbir şeye yetmezse hayır duada bulunur.

Bu husustaki en güzel misâli yine yüce Peygamberimiz Efendimiz’de (sav) görüyoruz:

Taif dönüşü: Taif’liler çapulcularını toplayıp O, ulu Allah sevgilisini taşlatmışlardı. Bu yüzden mübarek ayakları kan içinde kalmış, yürüyemez hale gelmişti. Bütün bunlara rağmen “Yüce Rabbim, onlar hakikati bilmiyor onlara hakikati göster” diye hayır duâ etmişti. Meyveli ağaçların meyvesi olgunlaştıkça dallarını yere sarkıtır meyvesiz kavağa inat. Kafası ilim, kalbi iman, gönlü hikmet dolu kutlu kişiler; bunlardan mahrum bomboş kibirlilere inat herkese tevazu kanadını açarlar.

Çınarı ululaştıran asırlık yaşı değil; tevazu ile yanlara uzattığı dallarının altında serinleyerek ferahlayanların çokluğudur. Bütün yaratıklar tevazu ile; yaratan Yüce Rablerine tevazu ile tenzih ve tesbih ederler.

En güzel ve açık misâli bitkiler de görürüz. Asırlık çınarlardan, boyu güzellere sembol olan selvilere, narin/küçücük maydonoz dalına kadar hiçbir ağacın dalı dimdik değildir. En doruktaki dallara bile dikkat edecek olursak muhakkak sağa ve sola eğik olduğunu görürüz. Tefekkür edenler için bunda ne büyük hikmetler gizlidir.

Bitkiler de böylesine gözle görülür tevazu olursa; Yüce Rabbimizin nimetlerine sayılamayacak kadar çok fazla mazhar olan biz insanların daha fazla tevazu göstermemiz gerekir. Ve tevazunun en üstününe benlikten kurtulup; Yüce Rabbimîzin emirlerini yapmakla ulaşırız. Mütevâzi insan Rabbinin emirlerini yerine getiren insandır. Çünkü yukarıdan beri saydığımız tevazu ve merhametin belirtileri hepsi de Rabbimizin emirlerinin içinde toplanmıştır.

Mevzuumuzu şu hadis-i şeriflerle tamamlayalım:

“Kerem takvada, şeref tevazuda, zenginlik iyi tanımaktadır.”

“Acizlikten değil, bile bile tevazu yapana, topladığı malı günaha harcamayana, düşkünlere acıyanlara, âlimler ve akıllılarla oturanlara saadetler olsun, müjdeler olsun.”

Yüce Rabbimiz cümlemizi yukarıdaki Hadis-i Şerifte belirtilen sıfatlara mazhar olacak kullarından eylesin. Amîn!..


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 15 Aralık 2012 20:40

MİRAC VE ETRAFINDAKİ MANA

Beşeri ıztırapların ağırlığı, düşünen kafalara bir balyoz gibi indiği zaman, kurtuluşun tek çaresi, Hakk’ın lütuf kapısına ilticadır. Vacib Teâlâ, yarattıklarına karşı çok Rahim olduğu için onları nihayetsiz re’fetine garketmekte gecikmez. Onları, gönderdiği peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla selâmet kıyısına çeker. Bu sese kulak verenler, katı kalplerin, vicdansız sinelerin büyük işkencelerine hedef olabilir. İşte böyle anlarda Allah, hem Peygamberinin nübüvvet ve risaletini te’yid hem de O’na bağlananların kalplerini takviye maksadıyla Peygamberinin eliyle bir takım mucizelerin zuhurunu murad eder.


Bu mucizelerden biri de peygamberlerin hayatında görülen ve felâsife tarafından müstehîl sayılan seyr’i melekûttur. Beşeriyet bataklığından yükselen buharlar, bu nâsut âleminin ufuklarını kapladığı müddetçe, nübüvvet ve risaletin en büyük mucizesi olan (Mirac) hadisesini anlamak müm kün değildir. Çünkü seyr’i melekût, nübüvvetin en derin sırlarını taşır, Peygamberlerin rûhani hayatını işgâl eden bu hadiseyi idrak, bugünkü görüş ve düşünüşümüzle mümkün değildir. Bu noktada, beşeri bilgiler iflas eder; Felsefenin girdabı, mantığın bataklığı ve hudut içerisinde ulaştığımız müspet ilimlerin yerini, bizi yüzde yüz hakikate ulaştıran keşif ve müşahede ile hâsıl olan “Hakkel yakîn” işgal etmelidir ki mi’rac ve etrafındaki bütün manayı anlayabilelim. Bu hususta eski ve yeni felsefenin münakaşaları bizi yanıltabilir. Kuvvetli bir iman her şeyi olduğu gibi hal’ü fasletmeğe kâfidir. Havsalanın almayacağı olayların künh’ü hakikatin sahibine bırakmak en çıkar yoldur.
Vehim ve zan girdabına düşenler, “İsra” karşısında ne diyeceklerini şaşırıp kimi hülya kimi rü’ya derken, Hz. Ebu Bekir gibi metin imana sahip olanlar da, “0, ne demişse doğru söylemiştir.” diyerek mahsusâtın dışında cereyan eden bu hadise karşısında O’nu tasdikte gecikmedi. Hz. Ebu Bekir’deki bu devha’i imana mukabil ilhad ateşinin vehimlerinde büyüttüğü, tereddüt kâbusu içinde kıvranan Ebu Cehillerin şaşkınlığı bir kat daha arttı. Esasen vehme kapanmağa hiç lüzum yoktur. Çünkü göklerin esrarına vakıf olmak yalnız Fahr’ı Kâinat’ta görülmüş değildi. Önce geçen Peygamberlerin hayatında da seyr’i melekûta rastlanır. Ezcümle; “İşte biz, İbrahim’e böyle semâvat ve arzın melekûtunu gösterdik.” Kur’an; Yakub, rüyasında yerden göğe doğru yükselen bir merdiven ve bu merdivenden meleklerin inip çıktığını gördü. Yakub, merdivenin başından bir ses işitti.  “Ben; İshak ve İbrahim’in Rabbi olan Allah’ım!” -Tevrat- Hz. Musa, da Tur Dağı’nda Hakk’ın tecellisini gördü. Buda’nın ve Zerdüşt’ün hayatında da taraftarlarının, dillerinde destan olan bu türlü olaylara rastlanır.


Bütün kâinat, Allah’ın kahr-u galebesindedir. O, bir an için tabiat kanunlarını tatil eder, has kullarını “harem’i akdes”ine kabul eder. Orada O’na vahyedeceğini eder. Tekrar O’nu yeryüzüne indirir. Tatil edilen tabiat kanunlarına da devam etmelerini buyurur. Buna kim ne diyebilir. Mülkünde mutlak tasarruf sahibi O’dur. Peygamberimizi bir gün “Zaman nice nice döndükten sonra, Allah’ın, yeri-göğü yarattığı ilk günkü vaziyete dönmüştür.” buyurmuştu. Sanki O, yeryüzünden ilk tevhidi mabedinin putlardan temizlenmesini, dini hanif’in yeniden hayat bulmasını, dine dayanan ilahi adaletin yeryüzünde hükümranlığı gibi esaslı tahavvülatın müjdesini gök ehline ulaştırmağa memurdu. Bunun için davet edilmişti belki de.


En sağlam ve güvenilir kaynaklara göre mi’rac, hicretten 5 yıl önce 26 Recep gecesi vukû bulmuştur. Kur’an-ı Kerim bu esrar dolu hadisenin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmını şöyle ifade eder : “Tenzih O Sübhan’a ki; bir gece kulunu Mescidi Haram’dan, o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götürdü. Âyetlerimizden O’na gösterelim diye. Hakikat bu O’dur. O işiten ve gören.” (İsra:1)


Bundan sonrasını Peygamberimizden dinleyelim.


Peygamberimiz bir gece Hatim’de-Kâbe’nin son tamirinde dışarıda bırakılan, zeminden yüksekçe bir yer- yatarken. Yarı uyku ve yarı uyanık bir halde tavanın açıldığını, birkaç melekle Cibril’in girdiğini gördü. Onlar, Resûl-i Ekrem’i zemzem kuyusuna götürdüler. Göğsünü açıp kalbini yıkadılar. Sonra Cibril, hikmet ve imanla dolu bir leğen getirdi. Efendimiz’in kalbine doldurdu ve göğsünü kapadı. Bundan sonra Peygamberimize Burak-merkepten büyük, katırdan küçük, adımları ufukta gözün alabildiği kadar geniş, beyaz bir hayvan- takdim edildi. 0, bu hayvana binerek Mescidi Aksa’ya geldi. Binitini, daha önce geçen Peygamberlerin binitlerini bağladıkları halkaya bağladı ve Mescid-i Aksa’ya girerek iki rekât namaz kıldı. Burada Cebrail, kendisine süt ve şarap dolu iki kâse sundu. O, sütü tercih etti. Bunun üzerine Cebrail: “Fıtratı seçtin ya Muhammed, şarap kadehini alsaydın ümmetin yollarını şaşırırdı” buyurdu. Sonra Cibril ve Peygamberimiz birinci kat semaya geldi. Cebrail birinci kat semayı açtırmak istedi ve kendini tanıttı. Yanında kim olduğu soruldu. O’da Muhammed (sav) dedi.” O gönderildi mi?’’ denildi, Cebrail “evet” dedi. Melek birinci kat semayı açmış ve “gök ehli bu müjdeden memnun olacaklar” demişti. Peygamberimiz, oraya girince sağında ve solunda gölgeler bulunan, sağına baktıkça gülen ve soluna baktıkça ağlayan bir adam gördü. Bu zat, Efendimiz’e, “Merhaba ey Salih peygamber, ey Salih evlat” dedi. Resûli Ekrem bu zatın kim olduğunu sordu. Cebrail: “Âdem peygamber, dedi. Sağındakiler cennete girecek evladının, solundakiler de cehenneme gidecek çocuklarının ruhlarıdır. Onun için sağına baktıkça gülüyor, soluna baktıkça ağlıyor.”
Peygamberimiz burada iki ırmak gördü. Bunlar Nil ve Fırat’ın membaları idi, ileride bir ırmak daha gördü ki kenarında inci ve zebercedden bir köşk vardı. Bunu
Cebrail’e sordu. O da “Kevser ırmağıdır ve senin için yaratılmıştır.” dedi.


Sahibi Mi’rac Efendimiz, ikinci kat semada iki teyze çocuğu Yahya ve İsa’ya, üçüncü de Yusuf peygambere, dördüncü kat gökte Hz. İdris’e, beşinci kat semada Harun Aleyhisselâm’a, altıncı kat gökte de Musa Aleyhisselâm’a kavuştu. Bunların hepsi de O’nu hoş karşıladı ve “merhaba ey Salih Peygamber ve Salih Kardeş” demişlerdi. Hz. Peygamber buradan geçerken Musa Kelimullah ağladı. Bir ses O’na niçin ağladığını sordu. Musa da: “Yarabbi benden sonra Muhammed’i (sav) peygamber olarak gönderdin. Fakat O’nun ümmetinden cennete girecekler benimkinden daha çok” dedi. Yedinci semada İbrahim peygamberi gördü ve sırtını Beytul Mâmur’a dayamış oturuyordu. Buraya her gün 70.000 melek giriyor ve bir daha oraya dönmüyorlardı. Bundan sonra O’na cennet gösterildi...


Sonra öyle bir makama geldi ki burada kudret kaleminin cızırtısını duydu. Buna müteakip Sidret el-Münteha’ya erdi. Allah’ın emriyle aydınlanan bu makamın tarifi mümkün değildi. Yerden göğe yükselen ve gökten yere inen her şeyin yeri burasıydı. Burada O, Cebraili asli hüviyetiyle  gördü. Allah, esrar perdesini kaldırdı, Peygamberini Harem’i Akdes’e alarak O’na dilediğini vahyetti.


Burada, kurtarıcımıza, ümmetini de memnun edecek üç atiyye verildi:


1-Bakara sûresinin sonundaki iki ayet.
2-Ümmeti Muhammed’den Allah’a şerik koşmayanların cennete gireceği.
3-Her gün elli vakit namaz.

Rabbi tarafından bu kıymetli hediyelerle dönen büyük peygamber, Musa Aleyhisselâm’a uğradı. Musa (as), Allah’ın ne emrettiğini sordu. O, Elli vakit namaz emredildiğini haber verdi. Hz. Musa, “Ben, İsrailoğullarını tecrübe ettim. Ümmetin buna tâkat yetiremez. Rabbine dön ve bu farîzanın hafifletilmesini iste” dedi. Peygamberimiz Huzûr-ı Kibriya’ya döndü. “Ya Rab! Ümmetim zaif ve âcizdir” dedi. Cenâb-ı Hak farîzanın onunu indirdi. Efendimiz dönüşte yine Musa ile karşılaştı ve durumu anlattı. Musa yine dönmesini söyledi. Resûl-i Ekrem yine Allah’a yalvardı, on fariza daha indirdi. Peygamberimiz (sav) tekrar yalvardı yalvardı. Böylece farzlar beşe indi. Cenâb-ı Musa, bunların da tahfifini istemesini söyledi O’na. Fakat O, “Rabbimden utanırım” buyurdu. Bunun üzerine “Ya Muhammed! Bizim emrimiz değişmez. Farzlar beş olacak, fakat onlara elli vaktin ecri verilecektir.” diye bir ses duyuldu.


Resûl-i Ekrem oradan Kudüs’e geldi. Orada Enbiya kafilesiyle karşılaştı. Musa ve İbrahim ibadet ediyorlardı... Musa esmer, uzun boylu, kıvırcık saçlı idi. Hz. İsa kırmızı yüzlü, beyaz, orta boylu, saçları düz ve uzundu. Hz. İsa ashabdan Urve bin Mes’ud-el-Sakafı’ye, İbrahim ise, bizzat Fahr-i Kâinat’a benziyordu. Bu sırada namaz vakti gelmiş, Efendimiz Enbiyaya namaz kıldırmıştı. Namazdan sonra bir ses ‘Ya Muhammed! Cehennemin muhafızı burada O’na selâm ver!” demiş, Resûl-i Ekrem de dönmüş, cehennemin muhafızı O’nu selâmlamıştı.


Peygamberimiz bütün bu akıl namaz menzilleri tayy ederek sabahleyin Harem’de uyanmıştı. Peygamberimiz anlatılan bu seyri melekûtun feyzinden ümmetinin de nasip almasını istediği için, Mirac’ı şümullendirmiş, Molla Cami’nin şu beyitlerle:

O, arş ovasında teni bir hırka gibi bıraktı,
Lâmekâna sancağını hırkasız olarak dikti.
(Mekândan da hâli bir makam buldu ki oraya ten de mahrum değildi, can da)
İfade ettiği o âlemden mü’minlerin miracı olan namazı getirmiştir.


Ayeti celîlede tasrih edilen kudret alametlerini görmek herkesin bildiği adi bir rü’yet değildir. Öyle olsaydı müşrikleri şaşırtan bu hadise güpegündüz herkesin gözü önünde cereyan ederdi. Bu basiret denilen Rabbani bir nur vasıtasıyla rü’yettir. Bunun için gecenin sessizliği, kâinatın uykuyla büründüğü bir zaman seçilmiştir.


İnsan tabiatı, acaip ve garip şeylere fazla mütemayildir. Bundan dolayı Peygamberlerin ruhani hayatı hakkında efsaneleşmiş bazı rivayetlere rastlanır. Durum ne olursa olsun, Peygamberân-i izâm’ın mucizelerini ve seyr-i melekûta ait nakledilen delilleri inkâr mümkün değildir.


Yuhanna İncili ruhi mükaşefeler için 22 fasıl ayırmıştır.
M.Ateş, İslam’ın ilk Emri Oku  1962

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort