JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 20 Ocak 2014 15:01

ANADOLU İNSANI

I/Hüznümüz sabit elhamdülillah, şükrümüz baki…

O kendi öz yurdunda, bitmez tükenmez, sılasız bir gurbettedir. Gurbet ve sıla, Anadolu insanı’nın kaderinde ayni noktada tecelli etmiştir.

O aslında sıladadır ama kader onu sılada gurbet çilesine mahkûm etmiştir.

Bu çile, bir türlü ayağa kalkamayan, içindeki gurbeti bir türlü yere çarpamayan, ama onu türkü türkü, nefes nefes dışarı sızdıran Anadolu insanının mistik çilesidir.

Bu çile, yok olmamak için direnen, ama günden güne eriyen, tükenen bu eriyişte de bir türlü kendisini kendi öz sevincine kavuşturamayan Anadolu insanının destanî çilesidir.

Bu çile binlerce yıllık bir tarih yükünün Anadolu insanından hesap sormasıdır. Tarih Anadolu’dan, ona bıraktığı muhteşem mirasın hesabını soruyor.

Bu, bir bakıma, bu dünyadaki bir hesaplaşmadır. Bir de bu tarihin yapılarının, öte ve mutlak dünyada soracağı hesap vardır.

Anadolu insanı, bu hesaplaşmada her şeyiyle şaşkın, sadece,  “Hayır, bunu böyle yapan, kendimi böyle kendime yabancı kılan ben değilim”, demeye çalışıyor…

Çalışıyor ama bunu açıktan ve bütün gücüyle diyemiyor. Belki bunu diyebilse, bu şuura ulaşabilse, kurtuluş çizgisine biraz daha yaklaşacak. Anadolu insanı bunu ancak dolaylı yollardan, meselâ, bir türkünün, tarihin kültür mirasından af dileyen sesinde dile getirebiliyor: “Yadeller aldı beni..’’

Anadolu’da dağ taş eski muhteşem günleri arayan gözlerini Anadolu insanına dikmiş, soruyor… ve adeta diyor ki: “Acaba sen, tekrar dirilebilir, kendine, kendi öz sevincine dönebilir misin?’’

Sorular yıllardır tekrarlanıp duruyor ama sonuç, uzayan ve uzadıkça boşlukta eriyen umutlardan başka bir şey değil…

Güneşin her doğuşunda Anadolu’da binlerce yıllık bir tarihin imzası olan kültür mirası tâ kökten titriyor, ümit yüklü bakışlarının tekrar insanımıza çeviriyor. Ama cevap yine yoktur ve Akif’in dediği gibi, “ yok der bir seda ” dahi yoktur.

Bu, aslında tüm Ortadoğu insanının veya daha geniş bir deyişle, İslam insanının acı kederidir.

Burada Anadolu insanının, özel bir durumu vardır: O, İslam insanının çilesini tek başına kendi şahsında yaşıyor….

O bütün çağların çilesini, tek başına omuzlamış, bu muhteşem yükün altında ezilirken dahi, “başkaları” kelimesi üzerinde biraz durmamız gerek. Bu, kendi kardeşi için “yabancı”nın kullandığı bir kelimedir. Onun için bu cümleyi şöyle değiştirelim:
Anadolu insanı, çağların ve hesap isteyen muhteşem tarihin altında ezilirken dahi, kardeşlerinin sözcülüğünü yüklenmiş durumda…

Öyleyse Anadolu insanın, Yaratılış-Gaye, Gurbet-Sıla, Biz-Yabancılar ilişkilerinin şuuruna varması ve sesini (arkasına binlerce yıllık tarihi, taşıyla toprağıyla Anadolu’yu alarak) duyurması kardeşlerinin de kurtuluşu olacaktır. İşte burada karşımıza yazarımızın durumu çıkıyor:

Bizim yazarımız, mutlaka “ idealist ” olmak zorundadır. Yazar, çile çekmek, hesap vermek ve çilekeş Anadolu insanının şahsında mazlum İslam ümmetinin sesini haykırmak zorundadır.

Bizim yazarımız, dilediği gibi yazamaz.

O, mutlaka İslâm insanın istediği gibi yazmak zorundadır. O, ezilmiş, kendi yurdunda gurbet çilesine mahkûm edilmiş, kendinden olmayanların tahakkümünde inletilmiş ve nihayet, yabancı değer mefhumlarıyla prangaya vurulmuş İslam insanının kurtuluşu için yazmak zorundadır. Ancak böylece o, ezilmişlerin, mazlumların “ Diriliş ” savaşında üstüne düşeni yapmış sayılabilir.

II/ Yeryüzünde ezanın okunduğu yer, neresi olursa olsun, onun vatanıdır.

"Kim bu Anadolu insanı? Misyonu ve vizyonu nedir? Gücü nereden kaynaklanıyor?"

Benim büyük bir misyon yüklediğim Anadolu insanı, aslında "Hicaz" insanının Anadolu, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Endülüs'te uç vermesidir.

Anadolu insanı "Vahiy" kültürü içinde yoğrulmuş bir "Hicret" insanıdır. Onun hayatı evinden başlayan bir yolculuktur. O kendini yeryüzünde bir yolcu gibi görür.

O Doğu'dan Batı'ya çıktığı büyük yolculuğa ardında camiler, medreseler, türbeler ve kervansaraylarla donattığı şehirler bırakarak devam ediyor.

Onun yeni "Kızılelma"sı, Roma, Viyana, Paris ve Londra değil, New York, Los Angeles, Tokyo ve Pekin. O her zaman evini, işini, şehrini ve ülkesini adaletle yönetenin yanında yer almış. Canı pahasına olsa da hakkı savunmuş.

Anadolu insanı her gittiği yerde haksızlıkların giderilmesine çalışmış. Onun ana misyonu kötülükleri önleme ve iyilikleri özendirme olmuş. Bu yüzden buğday tanesi gibi, hep el üstünde tutulmuştur.

O bütün sorunların adaletten uzaklaşmaktan kaynaklandığını bilir. Çünkü adaletin olmadığı yerde huzur olmaz. Huzursuz ortam da kimseye güven vermez.

Anadolu insanının ruhu Medine toprağıyla yoğrulmuş. Bunun için, Anadolu'dan Yunus'lar ve Mevlana'lar hiç eksik olmaz.

Bütün dünya Anadolu insanının ülkesidir. Yeryüzünde ezanın okunduğu yer, neresi olursa olsun, onun vatanıdır.

O adil yöneticinin adının "Ömer" olmasa bile, yolunun Halife Ömer'in yolu olduğunu bilir.

Onun tarihi, adalet ve güvenliği sağlama yolunda verilen savaşların tarihidir.

O geçmişte olduğu gibi, yeni yüzyılda yeniden dünyaya açılıyor.

Onun bir eli Orta Asya'da, bir eli ise Balkanlar'da, yeryüzünü bir hilal gibi kuşatıyor. Hilalin yıldızı Avrupa'daki Anadolu.

Avrupa'daki Anadolu şimdi Atlantik yolunda. Avrupa'yı camilerle donatan Anadolu insanı Amerika'ya uzanıyor.

O ezanlarla bütün insanlığı kurtuluşa çağırıyor

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 14 Ocak 2014 15:42

KENDİNDEN OLANI BİLMEK

İnsan ruhunun derinliklerinde, sonsuzu bulmak ve sonsuz olana kavuşma, ebedi olana eğilim ve yönelişler vardır. Onun bu özelliğini her davranışta görmek ve iç gözlemlerimizle de tespit etmek mümkün. Ruhi yönümüz o kadar akıcı, renkli ve değişken ki, benliğimizin derinliklerinden gelecek sesi dinleyebilmek için de rikkat zamanlarını beklemek ve değerlendirmek gerekiyor. O anki ifadeye sığmaz kıymetler bir sır gibi saklı içinde. Bu sırrı çözebilmek ise insana mutluluğunu müjdeliyor. Bir dua hali içinde sonsuzluğu kucaklamak ve onda kaybolmak… Allah’a (cc) bağlılığın manasının gerçekleştiği an. Her kayboluş ve silinişte insan yeniden vücûd buluyor ve hayat yolunun devamında kaynağa dönüş denemeleri ile yeniden güç kazanarak yoluna devam ediyor. Kaynağı unutmadan ve ondan kopmadan istikbale koşmak… İşte insan hayatındaki en asil noktalar ve bu asil noktaların meydana getirdiği dosdoğru yol.

Bu yolun dışındaki bütün yollar ise birer çıkmaz sokak. Oradan dosdoğru yolu bulmak ve ona kovuşmak da son derece zor. İnsan ya orada kalmak veya başka bir çıkmaz sokağa dalmak suretiyle çırpınışlarına devam edeceğe benziyor. Çıkmaz sokak mütehassısları ise geceyi gündüze katmış yeni eserlerini (!) insanlığın hizmetime sunmak için çalışıyorlar. Her alın teri insanlığı mutlu etmek iddiası ile dökülüyor. Şeytanın ayak izinden gidenler bile aynı iddianın rakipsiz sahipleri. Ama asrın insanı mutlu değil. Her an başına bir felaketin geleceğini düşünerek ızdırabını devam ettiriyor. Adımları rastgele, ulaştığı her nokta tesadüfün bir sonu. Tefekkürden eser kalmamış. Düşünceleri her an bir yön değiştiriyor ve her defasında içine kan öğünüyor. İnsanlar uyku halindedirler ve insan kendisinden, kendi gerçeğinden kaçıyor. Şartlandırılmış genç adam ise kendisine bakmadan inandığı batıl ile insanlığı kurtarmak iddiasının edebiyatı ile meşgul. Sıfırın mini alanı üzerine bozuk plak gibi aynı şeyleri zırlayan taze beynin, idealin en son noktasında kurtarıcılığın aktörlüğüne özenmesi de ne kadar acı…

Gecenin sessizliği, günün doğacağını müjdeleyen anlar, loş, yarı aydınlık mabetler, ezan sesleri insanlığı kendisine çağırıyor. Bir kelebeğin narin yapısı, kâinatın azameti, yıldızların birbirlerine göz kırpmaları, kuşların cıvıltısı dosdoğru yolun işaretleri.

Tek yol ve yollar… Tek olana koşmak O’nu arzulamak ve sonsuzluğa... O’nda kucaklamak… Dosdoğru yolu bulmak, onun yolcusu olmak ise o kadar zor. Her şey bizi ondan koparmaya ve çıkmaz sokaklarda kalmaya mecbur olduğumuzu bize kabul ettirmeye çalışıyor. İnsan yalnızken bile yalnızlığın tadını bulamıyor. Asrın insanı yalnız olamıyor ki. Her şey onunla beraber, onunla iç içe.

Zaman, mekân ve madde, onun benliğinden bir şeyler koparmakla meşgul. O ise son derece zayıf. İşte ebedi olmak isteyen insanın düzenin çıkmazındaki savaşı… Denk olmayan kuvvetler ve işte önceden bilinen netice. İnsanın neticede perişan olacağını bildiği bir savaşın içinde kendisini bulması ve buna zorlanması ise düzenin kuklalarının alnındaki en büyük leke. Şimdilik her şey insanlığın mağlubiyetini belgeliyor. Ve insan içtiği esrarın tesirinden damlayı deniz, zifiri karanlığı sonsuzluk, müteakip hayalindeki ışıkları da tek yolun işaretleri kabullenerek ruhundaki boşluğu doldurmaya çalışıyor. İçine düştüğümüz bu çatışma, başarma güzümüzü kemiriyor ve kendimizi çıkmaz sokakta bitkin buluyoruz. Tekrar dua halini bekliyor, sonsuzluğa varmak için, tekrar yola koyuluyoruz ve hareket devam ediyor.

Her an hareket halinde olabilmek nefs muhasebesi içinde eğlenirken uzaklaşmak, bütün kâinatı tefekkür ile yegâne yaratıcı ve mutlak kudret sahibi ile iç içe olmak. Ruhun saflaştığı, takviye edildiği boşluktan kurtularak sonsuzluğa erişi… Hareketsizlik ve bocalama ise en büyük bela. Akarsuyun temizliği, durgun suyun ise her türlü pisliği kabullenişi gibi… İçinde bulunduğumuz durumu değerlendirme, ızdırab duyabilmek, kimsenin görmeyeceği göz yaşlarımızı içimizi dökebilmek ise harekete geçebilme, kaynaktan kopmadan O’na koşabilmenin tek sâikı.

Mutsuzluğumuzu hazırlayan birikimler devamlı çoğalmakta. İmam sanki büyük bir labirentin içine düşmüş. Bardağı taşıracak son damla her an beklenmekte. Beslediğimiz kinler, düşmanca bakışlar, saldırganlık duyguları, şehvete esir oluşumuz, fakirin sabırsızlığı, zenginin doymazlığı ve sorumsuz sorumlular, hepsi, hepsi büyük engeller. İnsan ise mutlu olacağı günü bekliyor.

“Kavuşmak, sonsuzluğu kucaklamak istiyorum. Koşuyorum bütün gücümle, koşmaya çalışıyorum. Çölün kızgın sıcaklığında hayatıma mana verecek suyu arıyorum. Gözlerim kapalı, gönlümdeki ışık yolumu çiziyor. Engelleri yıka yıka ilerliyorum. Kaynaktan kopmadan onu unutmadan O’na koşuyorum. Sonsuz mutluluklar içinde eriyorum, kayboluyorum. Ben kayboluşta gerçekten yaşadığımı, hayatımın manasını tekrar anlıyorum.”

İnsan kendinde olanı arama denemeleriyle nefsini (kendi hakikatini) tanıyacak ve Rabbini tanımayı gerçekleştirecektir. Rabbim, “Bizleri doğru yola ilet.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 Ocak 2014 10:59

DÜNYANIN DÜĞÜNÜ VE SAKSI ÇİÇEĞİ

Kış vazifesini ifa edip gidiyor ve kış boyunca sabırla bekleyen tohumcuklar da havaların ısınmasıyla “Bismillah” diyerek toprağı çatlatıp, gün yüzüne çıkıyorlar. Ağaçlar yemyeşil elbiselerini giyinip yamaçlar renklenir, papatyalar mis kokularını yayarlar, gelincikler renkleriyle göz doldurmaya başlıyorlar. Sokaklar cıvıl cıvıl kuş sesiyle şenlenirken kelebeklerin uçuşup kâinatın cuşu huruşa geldiği, envai çeşit kokunun duyulduğu, “Cemil” ve “Latif” isimlerinin lezzetle okunduğu zamanlar gelip kuruluyor gözlerimizin önüne.

Bahar ve yaz ayları Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin en latif, güzel nakışlarının sayfasıdır âdeta. Bu mevsimleri de hikmetli ve sanatlı iş yapan yaratıcının, antika sanatının en süslü ve şaşaalı bir sanat sergisi olduğu için sevmek, bu şekilde görmek, Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmektir aslında. Yani Mevlânâ gibi; “Kış mevsimi geldi, yaprakları döktü diye şikâyetler ediyordun. Şimdi kalk da gül bahçesine gel! Bahar’ın gelişiyle kış mevsiminin nasıl bozguna uğradığını, kaçıp gittiğini gör! Gök gürlemesinden davul seslerini duy! O sesler ‘Dünyanın düğünü var; bağlar, bahçeler çeyiz hazırlıyor’ demek istiyor. Gel, gel de padişahın meclisini gör; toprağın nasıl neşelendiğini, güldüğünü seyret” cümleleriyle bu gülücükleri seyre dalmak, farkındalık ve şuurluluğun işaretleri olsa gerek.

O hâlde, gönül bahçemizde açılan yeni goncalarla maddî ve manevî gelişim için yaz aylarında daha gayretli, şevkli ve azimli tutunabilmeliyiz hayata. Ancak çoğu zaman ruh hâlimiz hiç de böyle olmuyor. Bizde oluşmasını beklediğimiz şevk ve gayret yerine tembellik, yorgunluk ve gaflet hâli arzı endam etmeye başlıyor ki sonu herhâlde şâirin “Beni bu güzel havalar mahvetti” sözünü söyletir. Oysa bilmeliyiz ki yaz aylarının verdiği gaflet, ruhun bir nevi kış hâlidir. Bütün yaratılmışın coştuğu bir mevsimde, bizim isteyip yapamadıklarımız, düşünüp ifa edemediklerimiz, çelişkilerimiz, çatışmalarımız, imanımız, isyanımız, hülasa gerçek dünyamız henüz ölü toprağını atamamışsa, durumumuz bayağı vahim demektir.

Sabahın alaca karanlığında, açılan perdelerin arasından her sabah bana tatlı tatlı gülümseyen saksı çiçeği; gülmeyi unutmuş insanların arasında, onların ellerinde büyüdüğünüz halde siz neden konuşuyorsunuz. Öyle senli benli? Konuştuğunuzu neden bizden saklıyorsunuz? Siz saklasanız da ben biliyorum ne dediğinizi. Her zaman, birbiri için yaratılmanın müşterek mutluluğunu, doyum olmayan sohbetlerle paylaşıyorsunuz değil mi?..

Ne güzelsin sen şu halinle. Büyümeni istemiyorum âdetâ. Büyüyünce solacağından, o güzelim yapraklarını dökeceğinden, kuru bir kazık kalacağından korkuyorum. Nerde kaldı damlar boyu uzayan hemcinslerin? Nerde kaldı devirlere adını veren ecdâdın?... Onlar da o devrin o büyük insanları ile birlikte mâzide kaldı değil mi? Hava zehir oldu, su zehir, toprak zehirli, ateş zehir; evet yaşamak değildir. Onun için korkuyorum senin kurumandan. Çünkü daha evvel senin gibi nice filizler kaybolup gitti aldatıcı zamanın karanlık boşluğuna…

Yere bakma, dalında şaklayacak bülbülün yok artık. Havaya bakma, baharda uçurtma uçuran bir çocuğun uçurtması, gazete adı verilen paçavralardan müteşekkildir de senin doğru nazarını yanlış yolara çevirir. Evet, saksı çiçeğim. Sen kendine bak ve kendi güzelliklerini seyrederek yetişmeye çalış. İşte o zaman sen asıl değerine kavuşacak ve kıymetini bulacaksın.

Somurtkan suratların, mutsuz insanların doldurduğu bu koskoca apartmanlarda, gülen bir tek sen varsın, saksı çiçeği. Evet, sensin pencereleri dolduran. Çirkin suratların, kararan vicdânların, rûhsuz yapıların, buram buram mânâ kokan tek canlısı. Sen de canlısın saksı çiçeği. Kenarlarını saran saksının çeperlerini taşamasan da sen de canlısın. Etrafını saran mezar-ı müteharriklerin, mânâsını, rûhunu öldürmüş bedbahtların içinde belki de hakiki canlı sensin. Saksının çeperlerini taşmana hâcet kalmadı. Çünkü oralarda, eskilerden eser kalmadı. Çok gül fidânları gonca yerine diken açtı. Sarmaşık güllerinin yaprakları arasında yılanlar, çıyanlar dolaşıyor. Gel, biz İslam Dîninin emirleri içinde, siz de saksınızın toprakları
içinde kendimize hayat hakkı, yaşama kaynağı arayalım.

Dirseğimizi dayayıp, mahlûkâtın ilâhi zikrini dinleyerek yorgunluğumuzu giderecek pencerelerimiz yok artık… Aralanan perdelerden dışarı bakan gözlere zehirli oklar saplanıyor. Elvedâ mehtâb, elvedâ yıldızlar, elvedâ ayın gülümseyen sîmâsı. Mânevî havamızı karanlık sisler kapladı. Sizler artık hayâllerin pembe ufukları arkasında canlanıp vücûd bulmaya gidin. Kuruma saksı çiçeği. Kışın bürûdetiyle, soğuyla katılaşan vücûdların kalbini baharlaştıran sensin. Kuruma!... Kuruma ki rûhsuz yapılar iyice mânâdan mahrum kalmasın.

Kuruma!… Bir gün sana seni soran olursa o zaman asıl vazifeni anlatırsın. Üzerinde taşıdığın “SÂNİ-İ ZÜLCEMÂİN” san’atının cilvelerini gösterirsin. Mânâsız, maddî tekâmülünün karlı, buzlu zirvesinde, mâneviyatın sıcak izlerini arayan insana, mânâya giden yolu gösterirsin.

Büyü saksı çiçeği. Çiçeğin, sadece desenlerden ve nakışlardan ibaret olmadığını göster. Büyü, çiçeği desende arayanlar, insanlığın “insan” isminden ibaret olmadığını anlarlar ve onun arkasındaki gerçekleri görürler. Böylece san’atlarda SAN’ATKÂRI bulurlar ve kurtulurlar… Büyü saksı çiçeği… Büyü…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hiç şüphesiz İslamtoplumunun en güzel örnekliği  Saadet Asrı ile ortaya konmuş ve vahiyle dile getirilen iddialar farazi ve nazari bir kurgulamanın ötesinde canlı, yaşayan bir topluma dönüşmüştür. Bu  toplumun temel özelliği Hz. Peygamberin (as) ellerinde yoğrulmuş ve vahyin şekillendirdiği bir toplum olmasıdır. Diğer bir deyişle bu toplumun öğretmeni, mürebbisi Hz. Peygamberdir. O’nun mürebbisi de Allah’tır. Buna işareten Efendimiz (as.: “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi en güzel şekilde yaptı.” (Suyuti, Camiu-s Sağir, 1/14) buyurur. Efendimizin (as) bu durumunu Allah da: “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin” (68 Kalem,4) diyerek izah eder. Öte yandan Kur’an Hz. Peygamberin (as) aramızdaki konumunu ve bu konumun ona yüklediği misyonu dile getirirken: “Ümmiler arasından kendilerine ayetleri okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O (Allah)‘dur.” (62 Cum’a,2) diye ifade eder.

Kısaca dile getirilen bu terbiye seyrinin ortaya çıkardığı bizimde üzerinde dikkatle durmamız gereken bariz olgu, Medine İslam toplumu ve o toplumu oluşturan sahabe neslidir. Bütün İnsanlık tarihi boyunca benzerine rastlanması mümkün olmayan bir nesil (Allah hepsinden razı olsun).

Dünya, nice nice zamanlar ona hayat veren, hayatına ve insanlarına ulviyet bahşeden büyük vahiy düzeniyle şereflendirilmişti. Dünya insanlığının mutluluğu ve ebedi kurtuluşu için muhatabı olduğu ilahi düzenin temsilcileri tüm peygamberler vasıtasıyla daima iyiliğe ve güzelliğe davet edilmişti. Fakat dünyanın milyonlarca seneden beri beklediği o mutlu gün henüz doğmamıştı. Bütün mukadderat, bütün eşya, ziya fışkıran güneş, ışık serpen ay, esen rüzgâr, yağan yağmur, güzel sema ve Hz. İbrahim’in tevhidi, Eyyub’un sabrı, Yakub’un hüznü ve kederi, Yusuf’un güzelliği, Musa’nın mucizeleri, İsa’nın diriltici nefesi… Bütün bunların hepsi İslam nizamının günün birinde doğacak olan büyük liderlerine hizmeti bekliyordu.

9 Rabiülevvel (20 Nisan) 571 yılında vahiy düzeninin son tebliğcisine harikulade hadiseler ve olaylarla dünyaya teşrif ettiler. Dünyadaki azılı küfrün ve disiplinsizliğin, zulmün, tahakkümün, sömürünün, sınıflaşmaların ebedi sonunun yaklaştığını anlatan mucizeler birbirini takip ediyordu. Bu doğuşla Hz. Âdem’le başlayan tevhid güneşi, mutluluk düzeni tekrar yeniden canlanmıştı artık. İnsanlığın ahlakına ve yaşayışına ilahi bir gölge yeniden kanat geriyordu.

Yetim doğan kâinatın ebedi lideri, sütannenin yanında, sonra ihtiyar dede Abdulmuttalib’in terbiyesinden müteakiben Amcası Ebu Talib’in himayesinde o devir cahiliyetinin bütün gayri insani ve gayri mantıki adet ve inanışlarının tamamen dışında büyümüştür. Doğruluk, fazilet, merhamet, akrabaya yardım, fakire, yetime ikram, kölelerini azat, emanete riayet, onun şahsiyetine, böyle her yönüyle çirkef ve zalim bir düzende kokuşmuş bir sistemde bütün insanları kendisine hayran kılmıştı. Bütün hayatı onların yaşayışlarına uymadığı için “Muhammed el-Emin” lakabını tereddütsüz, kuşkuya düşmeden içten gelerek ona layık görmüşlerdi. O, Emin’di. Mekke şehrinin en güvenilir ferdiydi. Herkes onu sevmekte, ona hürmet etmekte kusur etmezdi.

İnsanlığa ilahi düzenin tebliğ zamanı gelmişti. Olgunluğun sembolü kırk yaşında “Oku, her şeyi yaratan, insanı kan pıhtısından meydana getiren, Rabbi’nin adıyla oku. Kalemle (yazıyı) öğreten, insana bilmediklerini bildiren, nihayetsiz kerem sahibi olan Rab’in hakkı için, oku.” (Alak suresi 1–5) fermanı ile vahiy düzeni ilk mesajını insanlığa sunmuştu artık. Kâinatın yaratıcısı, kendi ilahi düzeninin insanlığa son tebliğcisiyle muhatap olmaya başlamıştı.

Mutlu ferdlerden oluşturulmuş mutlu bir toplumun nüveleri yavaş yavaş bu insanlığın liderleri etrafında kümeleşmeğe başlamıştı.

Mekke’deki sosyal, hukuki ve iktisadi düzenden bezmiş; usanmış her türlü cahiliye adetlerinin dışına çıkmayı, adaleti, güzelliği, kurtuluşu ve mutluluğu arayan insanlar, ilahi nizamı kabul ediyor; o kâfir ve mevcut Mekke düzenine “Hayır” diyordu…

Mekkeli Müslümanların Verdikleri Kavga:

Hakk adına, adalet adına, güzellik ve mutluluk adına kurtuluşa susamış ve bunun kavgasını vermeye hazırlanmış, İslamcı kitle kadrolaşma hareketini Mekke’nin eteklerindeki büyük sahabi ve cesaret timsali Hz. Erkam’ın evinde gerçekleştiriyordu. Mekkeli zalimlerin zulmüne son verecek; sınıf farklarını ortadan kaldıracak, bütün kabile imtiyazlarını kökünden sökecek, zulmün kaynağını, faizi yok edecek, zalime karşı mazlumun yanında, haksıza karşı haklının yanında, zayıfın hakkını alıncaya kadar kuvvetliye karşı, zayıfın, ezilmişin yanında olan bir düzen; vahiy düzenini, İslam düzenini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.

Ama zalim Mekke düzeninin cambazları, zalimleri, kuvvetlileri, fuhuşçu ve tefecileri bu düzenin her türlü batıl ve ilkel yaşayışlarına karşı çıktığı ve son vermek istediği, menfaatlerine dokunduğu için tüm gayretleriyle İslam düzenine karşı koyuyorlardı. Müslümanlara her türlü eza ve cefayı reva görüyorlardı.

İnsanlığın en yüksek sıfatları; sarsılmaz azim, kuvvetli irade, kesin harekettir. Bunlar doğru hedeflere yöneltilirse başarıya ulaşacağı muhakkaktır.

Bir toplumda tahakküm yalnız zayıflar ve kimsesizler üzerine kurulursa o toplumun zulüm derecesini mutlaka aksettirir.

İslam düzeni yayılmağa başlayarak Resul-i Ekrem ve bazı ashabının mensup oldukları kabileler tarafından himaye gördükleri zaman, Kureyş idaresi bütün zulmünü bu gibi himayelerden mahrum, bedbaht ve mazlum Müslümanlar üzerinde tatbik etmişti. Bu himayeden mahrum insanlar arasında bir takım köle ve cariyeler, Mekke’de yeni yerleşmiş taşralılar, zayıf kabilelere mensup kişiler vardı. Kureyş zulmü bunlara karşı son haddini buluyordu. Bu o kadar hunharca bir hareketti ki, cihan tarihinde bu kadar zulüm ve vahşet gösteren bir topluma rastlanamaz.

Kureyş’in bütün Müslümanları topyekûn yok etmesi zor bir iş değildi. Fakat bu onların hiddetini dindiremezdi. Onları, ancak insanlık zulüm tarihinin görmediği işkenceleri uygulaya uygulaya tekrar bu mazlumları putperestliğe döndürmek istiyorlardı.

Kureyş’in Müslümanlara uyguladığı işkenceler ne elim sahnelerdi. Bu Müslümanlar, bir volkan gibi ekvator bölgesi sıcaklığının gökten yere döktüğü ateşlerle kumları alevleşen güneşin altında yerlere serilir, göğüslerine ağır taşlar yığılır, hareketsiz kılınır, çıplak vücutlarının her tarafı kızgın demirlerle dağlanırdı.

Bütün Müslümanlar küfre ve batıla, zulme ve adaletsizliğe sırt çevirdikleri için hep alaya alınır ve işkence edilirlerdi. Yalnız bu zayıf ve kimsesiz olanlara yapılan zulümler daha değişikti. Bunlardan Habbab bin Eret, Kureyş tarafından korlar üzerine yatırılır göğsünün üzerine adam çıkar, korlar sönünceye kadar zavallı Habbab’ın her tarafı yanardı.

Sonra Hz. Bilal de efendisi, Mekke’nin ileri gelen şeflerinden Ümeyye bin Halef’in türlü türlü işkencelerine katlanırdı. O aşiyane eziyetler içerisinde kıvranırken vahiy düzeninin sembolü “Allah birdir, Allah birdir” kelimelerini tekrar eder dururdu. Ümeyye, Bilal’in boynuna bir ip bağlar onu şehrin içinde dolaştırır, yerlerde sürüklerdi.Buna rağmen kuvvetli imandan gelen sesler; “Allah birdir, Allah birdir” sesleri oluyordu.

Bunlardan başka bayılıncaya kadar dövülen Ammar bin Yasir ve Kureyş’in işkenceleri ile öldürülen yaşlı babası Yasir...Süheybi Rumi kendinden geçinceye kadar Kureyşliler tarafından dövülürdü.

Ayrıca bu mazlumlar halkasına eklenen Ebu Fukayhe, Hz. Ömer’in cariyesi Lübeyne ve Zinnine en büyük zulme uğramışlardı. Hz. Ömer Müslüman olmadan evvel AlÜbeyne’yi yoruluncaya kadar döverdi. Zinnine ise bu işkencelerde bir gözünü kaybetmişti.

Ayrıca Mekke’nin ileri gelenlerinden olmalarına rağmen birçok Müslümana bile eza ve cefalar uygulanmıştı. Zubeyr İbni Avam, Sa’ad İbni Ebi Vakkas bunlardandı.

Fakat bütün bu zulümler, bütün bu hunharca baskılar, bütün bu tedhişler ve yıldırma hareketleri tek bir Müslüman’ı bile yolundan çevirememişti.

Bütün İslam tarihi boyunca küfrün baskıları Müslümanları yollarından çevirememiş ve bugün de çeviremeyecektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine, o vadide kayaları yontan Semûd kavmine, kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a! Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Oralarda fesadı/kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.”  (Fecr : 6-14)

Batı kaynaklı bir kavram olan "küreselleşmenin, Batı dillerindeki karşılıkları kelime olarak şöyledir: İngilizce'de; globalization, Fransızca'da; mondialization, İspanya ve Latin Amerika dillerinde; globalizacion ve Almanca'da; globalisierung. Kelimenin lügat anlamı, genel olarak dünyamız olan yerküreye, dolayısı ile de "yaygınlığa" işaret eder. Bugün ki konuşma dilinde ve yazılı ifadelerde Amerikan kültürünün bir uzantısı olarak kullanılan "global" kelimesi aslında Türkçe'de "cihanşümul" kelimesi ile karşılığını bulmaktadır. Bu yüzden bu kavram aslında hiç de yeni olmamakla birlikte "bütün dünyayı içine alan" ya da "bütün dünya için geçerli olan" anlamında kullanıla gelmektedir. Kelimenin, Türkçe ve diğer dillerde de, benzer lügat anlamlarıyla yaygınlık kazanmış olması, olgunun yaygınlığını ve etkisini anlamak açısından önemli ipuçları sunar. Bugün bu kavramı dikkate almadan, herhangi bir konuda çalışma yapmak, bir sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir. Kainatta binlerce, milyonlarca küre şeklinde gezegen ve yıldızlar mevcuttur. İlmin bugünkü seviyesinden anlaşıldığına göre, sadece yerkürede insan hayatından bahsedilebilmektedir. Ve insan kendini uzun bir zamandan beri bu gezegenin misafiri veya sahibi durumunda hissetmektedir. İnsanoğlu yaşadığı gezegenin şeklini ve uçsuz bucaksız olmadığını sonunda idrak etmiştir. Ve yerküreye hakimiyeti noktasında yoğun mücadeleler cereyan etmiş, ancak her millet ve devlet gücü nispetinde bir yer işgal edebilmiştir. Buna rağmen hayaller oldukça genişti; yani "dünya bir sultana geniş, iki sultana dardı."

"Islah" kelimesine gelince Arapça da "salaha" fiilinden türetilmiş bir kelimedir. Düzeltmek, yaradılış gayesine uygun hale getirmek, dengelemek gibi anlamları ifade eder. İmanın eyleme yansıması anlamına gelen "salih amel", dini, ahlaki ve kültürel konularda iyi ve güzeli yaymak, ilimde doğruyu ortaya çıkartmak, ekonomide faydalı ve yararlı olanı üretmek, siyasette ise adaleti tesis ederek sosyal hayatta barış ve dayanışmayı sağlayan iş ve eyleme salih amel denilmektedir. Kuranda iman ile salih amel birlikte zikredilir. Çünkü  salih amel, imanın işe ve eyleme yansımasıdır. Barış mânâsına gelen "sulh" kelimesi de "salaha" fiilinden türetilmiştir. İslam inancı ve Müslümanların dünya görüşüne göre sosyal hayatta esas olan sulhtur (barış). Savaş, sulhu ihlal eden, insanın tercih özgürlüğünü ortadan kaldıran, temel hak ve özgürlükleri ihlal eden ve haksızlık yapanlara karşı baş vurulan arzı bir yol ve yöntemdir. Müslümanların bütün iş ve eylemleri sulha, yani barışa yol açar. Bundan dolayı Allah’a ve ahiret gününe inanlar barışçıdırlar. Onlar yer yüzünü ıslah etmeye çalışan barış severler, yani "muslihlerdir"

"Islah" kelimesinin zıddı "ifsat" kelimesidir. İfsat, "fesede" fiilinden türetilmiştir. Bozmak, zararlı hale getirmek ve bir şeyi asıl gayesinin dışına çıkarmak gibi anlamlar ifade eder. Geniş anlamda "ifsat", dini, ahlakî ve kültürel konularda kötü ve çirkinlikleri yaymak, ilimi konularda yalan ve yanlışları bilgi diye insanlara sumak, ekonomide faydasız ve yararsız mal ve hizmetleri üretmek, siyasette ise adil olmayan ve haksızlık yapan bir yönetim sergilemeye ifade denir. İfsat kelimesinin Türkçe karşılığı bozgunculuktur. Bozguncular, insanlar arasında haksızlık yaparak sürekli fesat çıkartarak çatışmaya yol açarlar. Bundan dolayı onlara bozguncular, yani "müfsitler" denir. İfsat bir bakıma doğal dengeyi bozma ve karmaşa oluşturma eylemidir.

İnsan bedeni ile kainat düzeni arasında, çok eski zamanlardan beri hissedilen bir benzerlik vardır: Hipokrat'tan beri; saçlar ormanlara, kemikler kayalara, damarlar nehirlere benzetilir. Bu korelasyonları kuvvetlendirecek pek çok ipuçlarına semavî kaynaklarda da rastlanır. Bu hakikate binaen tasavvufta da insan küçük bir kainat, kainat ise büyük bir insan olarak ifade edilmiştir. Bu noktadan hareketle, küreselleşme kavramı ile insan beyni arasında da bir ilgi kurulabileceğini düşündük. Bedende beynin ve korteksin oluşumu, ferdiyetten sosyal hayata geçişe, iletişim imkanlarının gelişmesi sonucunda dünyada bir bütünlük oluşmasına ve ileride gezegenler arası bir bütünlük oluşması haline oldukça benzer özellikler taşımaktadır.

Modernite tartışmaları yıllarca hep muğlak bir modernite mitinden, herkesin kendi keyfine ve konjonktüre uygun belirlediği modernite tanımlarından çok çekti. Sonuçta, farklı modernite biçim ve etkileri olduğunu göremedik. Çünkü, aynen küreselleşme gibi modernite de bir durum olarak algılanmış ve ideolojik kutuplaşmalara konu olmuştu. Hatalardan ders almak gerekiyor. Bunu için de küreselleşme konusunu tekrar tartışılabilir kılmak gerek. Belki bu tartışmaların getireceği katkı, bu sürece bazı grupların ya da ülkelerin değil, genel olarak insanlığın hayrına bir çizgiye götürür. Uğraşmakta fayda var...

Milletler için en tehlikeli anlar, mânâ ve mefhumların alabildiğine birbirine karıştığı devirler olsa gerektir. Her devirde insan varlığına bitişik, ondan hiç ayrılmayan beşerî değerler, ölçüler vardır. Bunlar insanla birlikte varolmuşlardır. Bu, doğuştan gelen, var oluşun getirdiği bir beraberliktir. İnsanı bunlarsız düşünmeye imkan yoktur. Bu değerler insan varlığının, yaratılışının sırrıdır, hikmetidir. Zaten uzun tarihi boyunca yeryüzünde boy göstermeye başladığı andan itibaren, bu mefhumları ayakta tutmak için insan elinden gelen gayreti göstermiştir. Mücadele etmiş, vurmuş, vurulmuş, harplere girmiş. İnandığı, bağlandığı üstün değerler uğrunda kendi varlığını harcamaktan çekinmemiştir. Çünkü içten gelen, fıtratının derinliklerine kök salmış bir düşünce ve his birliği, yekpâreliği içinde bunlarsız yaşanamayacağını anlamış, idrak etmiş. Cahilliyenin insan hayatına bütünüyle hakim olduğu devirlerde bile parça parça, yer yer fazilet ve kahramanlığa at üstün mânâlardan cemiyet hiçbir zaman mahrum kalmamıştır. Denebilir ki, insan varsa, veya başka bir ifâde şekli ile, insan yaratılşta kendine mahsus bir husussiyet taşıyorsa, hayatıyla beraber ondan hiç ayrılmayan değerlerin, kıymetlerin, vazifelerin bulunmasıda şarttır.

Bu sebeple mânâ ve mefhumların birbirine karıştığı, hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün arasını kesinlikle ayıran çizgilerin, ölçülerin ortadan kaybolduğu devirler insan için tehlikelerle doludur. Çünkü cemiyeti ayakta tutan, insan haysiyetinin timsâli olmuş değerlerdeki karışıklık  içtima hayatı felce uğratır. Zihinlerin anarşi havası içinde kıvrandığı cemiyette fikir ve sanat hayatı hastadır, perde ihilaç içindedir. Fikri otorite olmadığından kimin neye inanacağı belli değildir. Daha doğrusu herkes, kendi düşünce ve idrak kapasitesine göre bir yol tutmaya çalışır. Fikirler başka, hisler başka; gayeler ayrıdır. Vazife ve mes’uliyet şuuru istikametini kaybetmiştir. Herkesin inandığı, hürmet ettiği, üstünlüğünün kesin olarak kabul ettiği bir fikir nizamı olmadığından tenkid de yoktur. Böyle bir cemiyet ikliminde hak da, batıl da aynı şekilde yaşama hakkına sahiptir. Halbuki, batılın yaşama hakkı yoktur. O, ölüme mahkûmdur. Ve yahut ona verilen yaşama imkânı hak hesabına bir tavizdir. Batılın varlığı kendi hesabına değildir. İnsana bir mukayese unsuru vermek içindir. Mukayese ve muhakeme neticesinde doğruyu bulmak, güzele varmak ve hakkı tercih içindir. Çünkü çirkinlik belli olunca güzelliğin kıymeti artar. Gündüzün kıymeti geceye göredir. Geceye olan ihtiyaç, onun dinlendirici sessizliği gündüze göredir. Bunun gibi bahardaki güzellik, yeşilin ihtişamı, yepyeni bir uyanışın, dirilişin iç açıcılığı, hoşluğu, hep yaprak dökümüne, sonbahara ve kışa göredir. Hayat da ölüme göre değer ve renk kazanır. Ölüm, hayata nazaran, hayatın dinamizmine nisbetle tam bir hareketsizlik belirttiği için yaşama istiyakını kamçılar. Hayatın kıymetini artırır. Tıpkı iyi yaşanırsa hayatın da ölümün değerini arttırdığı gibi.

İşte, cemiyet içindeki fikri değerler de böyledir. Mânâ ve mefhumların, ilmi tabirlerin delaletleri tereddüte mahal kalmayacak  şekilde tespit edilmelidir. Ta ki ilim namına konuşan, ilmin sınırlarını aşamasın. İlim namına cehaletin, sapıklığın çığırtkanlığını yapamasın. Tarihe mal olmuş hadiseler tarih ilminin metoduna uygun şekilde tefsir edilsin. İçtimai doktrinler, fikri mezhepler iyice anlaşılsın. Aralarındaki farklar belli olsun.

Yirminci asırda insan cemiyetlerini yaşanmaz hale getiren doktrin mücadeleleri hızlarını biraz da herkes tarafından iyice bilinemeyişlerinden almaktadır. Bu hal anarşiyi arttırmakta, buhranı içinden çıkılmaz bir kesafete doğru sürüklemektedir. Marksizmin bir sınıf diktatoryası olduğuna şüphe yoktur. Kanunen yasak olduğu memleketlerde farklı kisveler altında cemiyetleri ifsat etmek için nasıl çalıştığı artık herkesin malumu olmalıdır. Buna mukabil kapitalizmin de esas itibariyle bir zümre hakimiyetinden başka bir şey olmadığı gerçektir. Hayata bakışları, insana verdikleri değer bakımından iki sistem arasında fark yoktur. İkisi de istismarcıdır. Biri emeği, diğeri sermayeyi istismar eder. Materyalist karakterleri icabı ikisi de insan ruhuna, fıtratına aykırı rejimlerdir. İnsan için bunlardan birini tercih etmeye imkân yoktur. Beşerî kütleleri bir rakam kalabalığından ibaret gören, keyfiyet yerine kemiyyet hesaplarıyla meşgûl demokrasi tatbikatlarını zikretmek lüzumsuzdur. O halde, geçirilen bunca tecrübelerden sonra beşer mahsulu idare şekillerinin insan ruhuna yabancı vasfı tereddüde mahal kalmayacak şekilde açıkça idrak edilmiş olmalıdır. Azametli bir şahlanışla, nefsini İslam’ın kurtarıcı ellerine teslim edeceği gün, insan, elbette ki kaybettiği, boşuna harcadığı zamana acıyacaktır.

Büyük değişikliği ancak şimdi hissedebiliyoruz. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, elimizden, avucumuzdan çıkıp giden, etimizden, kemiğimizden koparılcasına sökülüp alınan değerlerin hazin boşluğunu, şimdi daha iyi idrak edebiliyoruz. Herşeyin kaybolur gibi olduğu bir anda, bir baygınlık anında, soğuk suyun derine temasına eş bir ürperişle yepyeni bir dirilişin eşiğine ayak basar basmaz etrafımızı çeviren yabancı dünyanın farkına varır gibi olduk. Gerçekle yalan arasındaki altadıcı yakınlığı, rengarenk ışıkların arkasında gizlenen sahte dünyayı, yakıcı bir şuurun aydınlığında, şimdi daha iyi görebiliyoruz. Yavaş, yavaş, hadiselere bakışımızın manası değişmektedir. Vak’aları, yepyeni bir tefsir usulüyle değerlendirmenin zaruretini derinden derine duymaya başladık. Yüzümüzü çirkinleştiren, kendi öz dünyamızı yaşanması imkansız bir mahrumiyet iklimi halinde önümüze seren yabancı gözlükleri çıkarıp atarak, gerçekleri, ruhi değerlerimize mahsus ölçülerin keskinleştirdiği bir dikkatle araştırmaya, bulmaya çalışmaktayız. Bu, bir silkinme, kendini bulma davasıdır. Bir uyanıştır. Kendine geliştir. Bir Milletin varlığını hissettirişidir. Bir antitez olmaktan kurtulma gayretidir. (Tez) leşmedir. Buraların ve ötelerin hesabını vermeyi deruhte eden üstün bir nizama liyâkat kazanmanın sancılarıdır.

Çünkü asırlarca süren bir mücadele hengamında cepheden gelen hücumları cesaret   ile, meharetle karşılayan bir milletin yeni bir strateji il, bir planın muhtelif safhaları halinde, topyekün karanlıklara itilmesi icap ediyordu. Herşeyden evvel, şahsiyetimizi meydana getiren hasletlerin, yavaş yavaş yıkılışına şahit olduk. Kaybettiklerimizin yerine garbın yıpranmış, pörsümüş, kendi medeniyetine ait dünyaları avlamak için şeytanî bir deha ile icat ettiği sloganlar, basmakalıp klişeler kaim oldu. Sanat ve kültür hayatımız, medeni mirasımız hoyratça talan edildi. Kelime ve mefhumlar arasında meydane getirilen anarşi, sistemli şekilde körüklenmek suretiyle içtimai varlığımız temelinden sarsıldı.Düşünce hayatımız keşmekeş içinde kaldı.

Herkesin kendi idrak ve kültür seviyesine göre, kelime ve mefhumlar yeni ve farklı manalar kazanınca fikir dünyamız bir (kaos)tan farksız oldu. Kimin ne dediği belli olmadı. Her kafadan bir ses çıktı. Fertleri birbirine yaklaştıran müşterek bağlar koptu. Cehalet, tarihte benzerine rastlanan pek az bir korkunçlukla, cemiyete hakim oldu. San’at tarih ve kültür hayatımız baştanbaşa cehaletlerle doldu. Adeta cehaleti meslek halinde benimseyen bir nesil meydana getirildi. Dışta, kabukta kalan, mes’elelerin derinliğine inmekten korkan ilim adamları yetiştirdik. Garbı bilmeyen, şarktan tamam ile habersiz, tarihsiz bir siyaset kadrosu sahip olduğu bir kudretle bir milleti topyekün cehaletin karanlığına atmakla sözde ilim adamlarıyla elele verdi. Derken herşeyin yıkıldığı, ümitlerin tamamiile kaybolduğu bir zamanda yepyeni bir uyanışın ilk müjdecileri yavaş yavaş varlıklarını hissettirmeye başladılar.

Karanlığın, cehaletin dehşetini yaşadıktan sonra, artık kendimizi bulmanın zamanı gelmiştir.bütün unsurları, aklın, ilmin, vicdanın teftişinden geçmiş aydınlık bir dünyaya ihtiyacımız vardır. Orada kelimelerin manası bellidir. İlmin hudutları tespit edilmiştir. İçtimai değerlerde anarşi yoktur. Cemiyet hayatının her sahasında şaşmaz ölçüler hakimdir. Her hadise, aklın ve ilmin kritiğinden geçtikten sonra değer kazanır. İstismar bütün şubeleriyle ortadan kaldırılmıştır. Siyaset, topyekün insanlığı kuşatıcı, “cihanşumul” karakteriyle hak ve adaleti hakim kılmanın mesleğidir. Tarih bir laboratuardır. İçtimai hadiseler orada tetkik edilerek neticelendirilir. Adalet, hiçbir beşerî otoritenin bulunmadığı mahallelere kadar teşmil edilmiş, vicdanların en güzel süsü halinde cemiyetin temel taşı mesabesindedir. Suç ve suçluluk asgari hadde indirilmiştir. İnsanları suça götürücü bütün vasıtalar ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar beyyine ile yaşarlar ve yine beyyine ile ölürler.  

İfsad ve dağılma, ister içeriden ister dışarıdan gelsin, her iki halde de cahiliyye söz konusudur. 1300’lü yıllardan sonra kitap merkezli bir ümmet ve yönetim mekanizmasından söz etmemiz müşküldür. Ama o tarihlerden bu yana gerek gelenekçi gerek modernist sapmalara karşı, ümmeti yeniden itikad ve amel alanında Kur’an nassları ve sünnet örnekliğinde diriltmek için ıslah amacıyla ıslahat çabaları ve ıslahat önderlerinin mücadeleleri olmuştur. Islahat çabaları öze dönüşü ve ümmeti vahyi temelde yeniden yapılandırma azmini yeşertmiş ve İslam’ın yaşayan gücü olmuştur. Bu çizginin belirli bir çevrede yaşamaktan ve insan olmanın sınırlılığından kaynaklanan içtihadi hataları dışında, taşıdıkları değerler bizim sahih geleneğimizi ifade etmektedir. 20. yüzyılda yeniden yükselişe geçen İslamî diriliş, sadece Batı yayılmacılığı karşısında bir tepkiyi değil, zalimler karşısında direnişle birlikte gerek geleneğin gerek modernizmin muharref değerlerine ve ifsadına karşı bir ıslah, ihya ve öze dönüş gayretini de ifade etmektedir.             Islahat çabalarının bize getirdiği miras, Kur’an’dan yararlanma yöntemleri, sahih sünnet, dinin aslını ifade eden tevhidi değerleri tanıklaştırma cehdi ile birlikte vahyi bilinçlenme sürecidir.

İnsanlığın bir an evvel uluslararası ifsat şebekelerinin kontrolünde ve küresel gücün desteğindeki küresel kapitalist sermayenin baskısından, “küresel sermaye”nin “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” türü dayatmalarından kurtulması gerekiyor. Bu ise maddeci ve menfaatçi “mimsiz medeniyit”in dünyevileşmeyi ve hırsı azdıran ifsadıyla hiç olmaz...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort