JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 27 May 2014 16:31

HER GÜNÜ FELÂH BİLİRDİ BABAM

/Sen artık suskunlar vadisinde yatıyorsun. Ama eminim ki beni duyuyorsun. Konuşmasan da sağır ve dilsiz hatipsin. Vasiyetini tuttum, cenaze törenine yetiştim. Sekili odadaki sekinin üstünde boylu boyunca yatıyordun. Yüzündeki örtüyü açtım, alnından öptüm. Hatırlar mısın hani ben senin Yusuf’undum, sen ise benim Yakub’um…/

I/ Bir Gün Babanızın Resmi de Ölür

Çoğumuz, babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba, “baba” demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz: Annemize, “Babam bugün niçin gecikti?” diye sorarız; kardeşimize, “Babam yine su istiyor.” der ve dertleniriz; bazen de, “Babama hangi yalanı uydursam?” diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde, bize biraz uzak, biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o “biraz” yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile. Oysa ilkin ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilkin ve hep onun saçları ağarır, ilkin ve hep o öksürür. Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar; bunu da fark etmeyiz. İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin. Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık. O iki bağcık da, hiç ummadığımız bir vakitte, hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunlukları orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder. Biliyor musunuz? Babamız bir gün gerçekten ölür!

Babamız bir gün gerçekten ölür, ama biz, onun ölümünü bile birden değil parça parça kavrarız. Eve geç kaldığımızda duyduğumuz tedirginlik, yerini garip bir boşluğa bırakır mesela; annemiz, “Babanız duymasın.” demez olur. Ütü masasında eksik bir giysi vardır artık. Sabahları ceketini tuttuğumuz telaş, akşamları kapısını açtığımız yorgunluk bizi terk etmiştir. Yaşarken bir alışkanlığa kurban giden babamızı, öldüğü günden sonra tekrar toplamaya, bir araya getirmeye başlarız. Onun, yırtık bir resim gibi günlerimizin şurasına burasına dağılmış ne çok yüzü varmış meğerse. Haber izleyen, kızan, surat asan bıyık altından gülen baba yüzlerinin hepsi de neredeyse bir tek kavşakta birleşmektedir ama evde. Bizim babamız bir ev adamıdır. Aslında onlarca yıl hâkimi değil, mahkûmu olmuştur yaşadığı evin. Son bir gayretle yaşadığı konağı ve toprakları terk etmeye çalışan Tolstoy’un deliliğine soyunamayacak kadar karısı ve çocukları tarafından teslim alınmış, inceden inceye tutkusuzlaştırılarak vasat bir adama dönüştürülmüş ve hayatının yeknesaklığı içinde bir gün, kefen parasını biriktirmiş olmanın huzuruyla evine veda etmiştir. Artık içimizden hiç kimsenin, bize veda eden babanın yerine baba olamayacağını, vaktin çıkıp çıkmadığını onun sesiyle soramayacağını anladığımızda, çaresizce bir şey yaparız: Kendimizi babamızın hiç ölmediğine, şeceremizin hiç dağılmayacağına inandırmak için, onun en sevdiğimiz fotoğrafını büyüterek, annemizin ya da en büyük kardeşimizin odasındaki duvarın yerine konduruveririz. Konduruveririz ve o resme bakarken ilk kez babamızın yüzüyle yüzleşiriz. Böylelikle ilk kez, babamızın gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını görürüz; saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunu görürüz. Görürüz ki, onun alnı yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynıdır. Sanki hiç mola verilmemiş bir savaşın cephe yerine benzeyen bu alın aslında bizzat hayatın alnıdır. Onu yeniden aramıza çağırmakla, yüzünü her gün görebileceğimiz bir yerde ağırlamakla, bir süreliğine de olsa, ölü babamızla ilk kez içtenlikle baba-evlat haline geliriz. Konuk ettiğimiz insanlara anlatırız onu, kim olduğunu soran çocuklara; öyle ki, onun kim olduğunu sormayanlara içlendiğimiz bile olur. Duvarda, bazı yanlarını yeni yeni hatırladığımız, çerçeve içinde bir babamız vardır artık.    

Ama gün gelir, mevsimler duvardaki fotoğrafı da soldurmaya başlar. Babamızın gözaltlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kere daha unutkanlığımız tarafından kopmaya terk edilir. Aramıza heyecanla çağırdığımız sevgili ölümüzün yüzü, mahkûm olduğu çerçevenin içinde tekrar bir gölgeye, bir alışkanlığa dönüşür. Bir evden bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir durur; yeni evimize uygun olup olmadığını düşündürecek kadar uzaklaşır aramızdan. Nihayet, yeni evlerimiz, bu yakışıksız yabancının resmini duvarları için uygunsuz bulmaya başlar. Yeni evlerimizin duvarları, su kenarlarını, tarlaları, yorgun işçi tulumlarını, bir memurun çantasını, bir askerin kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez olur artık. Bir gün, biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de devrilir babamız; ikinci kez ölür!..  (AYÇİL/Kovulmuşların Evi)

II/ Göğüne Kuşlar Kalkardı

En uzun yoldu babamın içi
Irmak dolanırdı çöllerine

Ellerinde denizin dipleri
Bir hüzün avcısıydı yollarda

Issız sesine harfler basar
Mavi bir zamana gülümserdi

Erdemli göğüne kuşlar kalkar
İçtenliğini sözden kazırdı

Bir dağ serinliği bırakırdı
Yunus kokardı geçtiği yerler

Bahçeler sarkardı dillerinden
Aynası temiz bir suydu yüzü

Bir bilge usta duyarlılığında
Her günü felâh bilirdi babam

III/ Babama Mektup

“Bilmezdim kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu” demişti ya şair. İşte aynen öyle benimkisi de... İlk defa yazarken bu kadar titriyor ellerim… İlk defa gözyaşlarım mürekkep oluyor kalemime… İlk defa hançeremi iki parçaya biçiyor sözcükler, mısralar… İlk defa adının yerine hangi kelimeyi yerleştirsem yüreğim isyan ediyor... İlk defa öncelik vermiyor sözcükler bu denli birbirine...

Evet, benim melek Babam! Evet, benim dünyalar iyisi Babam! Evet, benim Mekârim-i Ahlâk sahibi Babam..!

Bir kuş gibi uçup gittin ellerimizden... Ebediyete rihlet ettin çarçabuk. Aceleni de biliyordum; yetişmek için bir an önce O En Sevgili’ye... Gözyaşı döktüğünü de biliyorum şehadet ederek...

Lakin, ben ne yapacağım Baba..! Lakin, ben nasıl alışacağım sensizliğe.. Lakin, bu kadar mı muhtaç olurmuş elli dört yaşında biri Babasına.

Hani, ben bu yaşta bu kadar muhtaçken sana, senin daha iki yaşındayken babasız kalışın gitmiyor düşlerimden. Yüreğim eziliyor, içim paramparça oluyor. Teselli buluyorum O  Rahman’ın gökleri yırtan vahiy sesi ile;

“Elem yecidke yetîmen feâvâ  - O seni yetim bulup barındırmadı mı?”

Evet, şehadet ederim ki; O, seni bulup barındırdı. Güzel ahlak sahibi yaptı. Fazilet ve erdem sahibi yaptı...

Hani, seni yolculadığımız günün gecesi var ya; işte o gece sabaha kadar uyumadım Baba!.. Hayatım bir düş gibi geçti gözlerimin önünden… Hani, daha çocukken, beni omzuna almanı, hani, beni taklit edip kızdırmanı, hani, sevinmem için elinden geleni yapmanı düşündüm…

İlkokula “heveslidir” diye, beni erken yazdırmanı, okul dönüşlerinde “üşür” diye kucaklayıp götürmeni… Her okul açılışında Sümerbank’tan ayağıma, bir numara büyük yarım botlardan almanı… Bir maaşla hem evi geçindirip, hem de üç çocuk okutmanı…

“Yeter ki okuyun; üzerimdeki gömleği satar sizi okuturum.” demeni düşündüm... Hani, karneleri alırken son hızla sana koşmayı... Senin de işyerinin kapısından bizim sana koşmamızı dört gözle beklemeni düşündüm... Karne hediyemiz olan bir adet ‘beş’lik veya ‘on’luğu çoktan hazırlamış olmanı... Karneye iliştirdiğimiz teşekkür veya takdir belgesiyle nasıl da gururlandığını düşündüm... Hani evde akşamları otururken herkesin konuşup gülmesini isterdin. Birimizin suratı asılsa için acırdı biliyorum. Zorla gülüp eğlendirirdin düzeltmek için bozulan morallerimizi... Hani o çocukluğumuzdan beri gece kalkıp üzerimizi örterdin. Bir de bir buse kondururdun yanaklarımıza. Bu yaz gelişimde de gece yine kaç kez örtmüştün üzerimi... Yine eskisi gibi eğilip öpücük kondurmuştun yanağıma. Nasıl hoşuma gitmişti bir bilsen Baba? Kocaman kocaman evlatlarını nasıl da çocuk gibi sevip koklardın? Nasıl severdin? Nasıl özlerdin onları öyle? Hani seni yolculadığımız günün gecesi var ya, işte o gece sabah kadar üşüdüm Baba...

Hep seni bekledim örtersin üzerimi diye… Belki şefkatle bir de öpücük kondurursun diye... Kıvrandım durdum sabaha kadar... Gelmedin Baba..!

“Kışlalar doldu bugün
Doldu boşaldı bugün
Gel gardaş barışalım
Ayrılık oldu bugün…”

Hatırladın mı Baba? Bu türkü, evimizden bir türkü olmuştu..

Ne çok severdin dinlerken… Efkârlanırdın, gözlerin dolardı. Askerlik ocağını düşünürdün, kışlaların dolup boşalmasını. “Kışlalar doldu” mu bilmem ama “ayrılık oldu bugün” Baba..!

Evet Baba; sevdanın şafağı sökmüştü ve diyardan diyara salmıştık seni..

Ne güzel anlaşırdın çocuklarınla... Babalık yerine yarenlik ederdin… Onlarla dosttun, arkadaştın, sevgiliydin...

Ne güzel bir babaydın sen öyle...

Ne güzel bir arkadaş… Ne sıcak bir dosttun öyle...

Biz çocuklarını hiç incitmedin... Giderken de incitmedin...

O meret hastalığın acısına dayanamazken nice insan, sen hep “hamdolsun” dedin... Hiç şikâyet etmedin… Hani, ecel kapıya dayanmışken artık, suskunluk hakimken ortama bir gece vakti, ayağının yanlışlıkla değip devirdiğin sandalye için başını kaldırıp “Kusura bakmayın.” demeni hiç unutmuyorum Baba!

Neden bu kadar iyiydin?... Neden bu kadar ahlak sahibiydin?.. Neden bu kadar naziktin? Nasıl unutacağım Babalığını ben şimdi?  Nasıl sönecek yürek acım?.. “Toprağın yüzü soğuktur.” derler… “Unutursunuz.” derler… Doğrudur.. Allah verir sabrını.. Amenna… Ama, nedense her geçen gün özlemim katlanıyor Baba… Geleceksin bir yerlerden diye gözlerim arıyor… Her köşeden “oğlum” diye bir ses işitir oldu kulaklarım...

Nasıl becerdin çocuklarında “Baba” kelimesinin karşılığının bu kadar dolu dolu olmasını..

Nasıl ettin? Nasıl yaptın? Söyler misin Baba?

Bu bayram da ellerini öpemeyeceğim baba... Bu bayram da namazdan sonra ellerim gitmeyecek telefona... Çok aradım ellerini öpmek için… Çok aradım sana sarılmak için...

Geçen gün vedaya geldim başucuna... Toprağını kucakladım… Sımsıcaktı... Mis gibi kokuyordu... “Allah’a ısmarladık baba!” dedim. İlk defa bana cevap vermedin. İlk defa konuşmadın benimle... Ama biliyorum yapabilseydin kalkıp sarmak isterdin beni Baba... Kalkıp öpüp okşamak isterdin beni..

N’olur arada gir rüyâlarıma… Tekrar uzat ellerini, öpeyim hasretle e mi?

“Ba’s-ü Ba’d-el Mevt!” Dirileceğimiz o günde yine bana Baba ol, e mi? Ben dua ediyorum, tekrar senin çocuğun olarak buluşmayı... Sen de ellerimi hiç bırakma e mi?

Hangi ahlakla yaşadıysan öyle de öldün...Mekânın cennet olsun Baba.. Makamın Firdevs..

Seni çok seviyorum...

Seni çok seviyorum Baba…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çocuk Aile Televizyon

Çocukların en çok zaman ayırdığı eğlence ve oyalanma aracı olan televizyon; çocuklar için bir nimet midir? Aslında bu soruyu aileler ve toplumlar için de sorabiliriz. Her televizyonlu ailede, bütün gözlerin takılıp kaldığı köşe, televizyona ayrılan köşedir.

Teknik ilerlemeler, insanlığın onurunu yüceltecek cinsten olursa, faydalıdır. Aksi düşünülürse, insanlığın ortadan kaldırılması söz konusu olmaktadır. İnsanlık bunun şuuruna varabilmiş midir? İnsan; kendisini zehirleyen bu araç karşısında ne yapabilmektedir? Şaşkınlığını gizleyebilmiş midir? Elbette ki bu soruların cevabı bugüne kadar verilebilmiş değildir. Ancak bazı neticeler şimdiden sezilebilmiştir denebilir...

Çocuklarını yıl dönümlerinde düşünen, onların acılarını yürekten duyamayan toplumlar; çocuklarını ateşe attıklarının farkında değillerdir. Her türlü maddî donatımın olduğu bir ortamda başıboş bırakılan çocukların, bu ilgisizliği eğlence ile doldurmaktan başka yapabilecekleri bir hareket yoktur. Eğlence aracı olarak karşılarına çıkan televizyona sıkıca sarılan çocukların dünyası; her an yıkılmakta, her an çözülmektedir. Aile kontrolünden uzak kalan çocuğun yapabileceği, başvurabileceği bir yol yoktur. Ailenin başıboş bıraktığı çocuk, tek başına kendini kurtaramaz. Her gördüğünü taklide yanaşır. Televizyon kültürü ile şekillenen beyinlerin; hürmet, ilgi ve dostluk gibi hiçbir kuralı tanımadığı düşünülürse; çocukların televizyondan ne kadar etkilendiğini tahmin etmek mümkün olur. Ailesinden öğreneceği çok şeyi olan bir çocuğun, kendi başına terkedilmesi, onu; inançsızlığa ve değer tanımamazlığa kadar götürür.

Belki de üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur: Televizyon yayınlarında; çocuk veya büyük ayırımı yapılsa bile, seyretmede böyle bir ayırma mümkün değildir. Çünkü çocuk programlarının büyükler tarafından seyredildiği gibi, büyüklere hitap eden programların da küçükler tarafından seyredilmesi söz konusudur. Tehlikenin önemli yanını da burası ortaya çıkarmaktadır.

Her çocuğun kendisine göre bir dünyası vardır. Onun görmek ve duymak istediği her şeyin, özlemleri ile eş değer olması gerekir. Kendine has psikolojisi ile hayata ve dünyaya açılır. Dolayısıyla; ne büyük yerine geçebilir ne de büyük olmaya özenebilir. Bunları yaptığı anda, toplumda; problemli ve kompleksli bir insan olarak yer alır. Doyumsuz bir iştahı olur. Doymak bilmez. Her sahaya başvurur. Tatmin olmak için şöhret ister. Geçimsiz bir tip olur. Arkadaşlarını çekemez. Cemiyet ile birlikte yaşamak istemez. Kendi köşesinde; büyüklüğüne inanarak, kendisine değer verilmesini ister. Bu bakımdan; çocuğun dış dünyaya ve hazmedemeyeceği    kültür birikimlerine dalması, yanlış dünya görüşleri arasında bocalamasına, sebep olur.

Ailelerin yapabileceği ise çocuklarını, radyo, televizyon, ve basının zararlı tesirlerinden kurtarmaya çalışmaları olmalıdır. Güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıracak hale gelmeden, çocuklar; kendi arzuları ile baş başa bırakılmamalıdırlar. Değişik inançların sergilendiği yayıncılığın tüm toplum fertlerini herhangi bir tercihi yapmağa mecbur bırakması toplum bakımından en tehlikeli bir özelliği üzerinde taşır.

Toplumumuz açısından düşünülecek olursa; durum bütün tehlikeli yanları ile ortadadır. Eğitim imkânlarından eşit oranda faydalanamayan bir toplumda; kültür ve kavrama durumu elbette değişik periyodlar gösterecektir. Kültür değerlerinin tam anlamı ile ortaya konamayışı ile bu durum daha da tehlikeli boyutlar kazanacaktır.

Toplumumuz için büyük önem taşıyan genç kuşaklar bakımından acil olarak değerlendirilmesi gereken husus şudur; televizyonun “Yayın Planlaması” yapılırken kendi kültürümüz esas alınmalıdır. İnsanın problemlerini çözmek için hiçbir başka yol geçerli değildir. “Bugün televizyon seyreden bir çocuğun on beş yıl sonraki durumu ne olacaktır?” Sorusunun cevabı bu ilkenin içindedir.

Mankurt Efsanesi ve Televizyon

Televizyonun kısa, orta ve uzun vadede nasıl ortaya çıktığını fark edemediğimiz vahîm neticeleri, tarihin derinliklerinde kalmış; fakat birilerinin hâlâ birçok topluma uyguladığı Mankurt Efsanesi’ni hatırlatmaktadır.
Televizyon, icat olduğu günden beri, insan hayatı üzerindeki tesirini devam ettirmektedir. Onu icat eden(ler), muhtemelen insan hayatına bu kadar güçlü tesir edeceğini bilmiyordu. Albert Einstein’in atom bombasının tesirinin ne olacağını önceden bilemediği gibi...

Başlangıçta önemsiz gibi görünen bu teknolojik âlet, 20 ve 21. yüzyılda dikkate alınması gereken bir güç olmuştur. Tv karşısında oturan milyonlarca kişi, aynı anda tesir altına alınabilmektedir. Bazı programları milyarlarca kişi aynı anda izleyebilmekte ve bu programlardaki kişiler, hadiseler ve mesajlar evimize girmektedir. Evlerimizin başköşesine kurulmuş bu kutunun tesirinde kalmadan yaşamak, 21. yüzyıl insanı için neredeyse imkânsızdır. Tv’nin kişi, aile ve toplum hayatına tesirleri, şimdilerde daha çok konuşulmaya başlandı. Ancak bu gücü elinde bulunduranlar, ne yazık ki, onun tesirleri hakkındaki bilgileri kamuoyuna aktarmamaktadır.

Tv’nin tesirlerini; kısa, orta ve uzun vadeli olmak üzere üçe ayırabiliriz. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının tesirleri ile bu tesirler daha iyi izah edilebilir. Atom bombası ilk atıldığında yüz bin insan öldü. Bu, katliamın kısa vadedeki en şiddetli tesiri olmuştu. Orta vadede o şehirler yaşanamaz hale geldi ve Japonya, savaşı kaybetti. Uzun vadede ise, radyasyon sebebiyle kolsuz, bacaksız çocuklar dünyaya gelmeye, başta kanser türleri olmak üzere çeşitli hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. Kısacası atom bombasının tesirleri yıllar sonra bile hissedilmekteydi.

Televizyonun kısa, orta ve uzun vadede nasıl ortaya çıktığını fark edemediğimiz vahîm neticeleri, tarihin derinliklerinde kalmış; fakat birilerinin hâlâ birçok topluma uyguladığı Mankurt Efsanesi’ni hatırlatmaktadır. Tv’nin Mankurt Efsanesi’ne benzeyen yönlerini okuduğumuzda onun zararlarını fark edip, ona daha mesafeli olacağız.

Efsaneye geçmeden önce, Tv’nin niçin bu kadar tesirli olduğunu cevaplamaya çalışalım. Bunun için ilk olarak, “Acaba kaç saat Tv karşısında kalmaktayız?” sorusunun cevabını arayalım. Yapılan çalışmalar, birçok kişinin saatlerce Tv karşısında kaldığını veya Tv bulunan bir ortamda çalıştığını göstermektedir. Birçok yerde hayat, Tv’nin görüntüsü veya sesi ile devam etmektedir. Çocuklarımız Tv karşısında saatlerce çizgi film veya farklı programlar izlemektedir. İnsanın gördükleri ve duydukları şuuraltında bir tesir bırakır. Şuuraltı beslenmesi ise, insan hayatına çok mühim neticeleriyle derinden tesir eder. Öyleyse Tv görüntü ve seslerinin hayatımıza tesiri var mıdır? Sağlıklı düşünen her insan bu soruya “evet” diye cevap verecektir. Bir kişi Tv seyretmese bile, çevresinde Tv seyredenler olduğu için, dolaylı bir tesir altında kalmaktadır. Televizyon, bilhassa çocuk ve gençlerin şuuraltına, davranışlarına ve zihnî fonksiyonlarına tesir etmekte ve onların hayatı algılamalarını ve davranışlarını değiştirmektedir. Kısacası hayatın her köşesinde Tv ve buna bağımlı olan insanları bulmak mümkün olmaktadır.

Mankurt Efsanesi tarihin derinliklerinde Müslüman Türk kavimlerine uygulanan bir işkence ve asimilasyon şekli olarak bilinmektedir. Bu efsaneye göre kafasına ıslak koyun derisi geçirilen kişi, güneşin altında günlerce bekletilmekte, ıslak deri yavaş yavaş kurumakta ve kişinin kafasına müthiş bir basınç yapmaktadır. Güneşin altında kafası gittikçe sıkılan kişi, yapılan işkencenin dayanılmaz tesiriyle kendisini, geçmişini, ideallerini ve şahsiyetini şekillendiren birçok değeri kaybetmektedir. Bu şekilde mankurtlaşanlar, şuuru kaybolmuş, yönlendirilmeye açık, kendi geçmişine ve benliğine hissiz, duygulardan yoksunlaşmış, sahibine şartsız olarak bağlı birer robot haline gelmektedir.

Mankurt haline getirilenlerin maruz kaldığı değişme ile Tv kıskacındaki kişilerin yaşadığı değişme arasında büyük benzerlik vardır. Tv karşısındakiler de belki koyun derisinin yaptığı ağrı ve işkence hali yoktur; ama bu iki hadise karşısındaki değişme tarzı benzerdir. Tv karşısında saatlerce savunmasız bir şekilde kalan kişiler, gördüklerinin tesiri altında kalmakta, hayat ve olaylara Tv’nin istediği gibi bakmakta, ekranda gördüklerini model alarak giyinmekte, buna göre eğlenmekte ve yaşamaktadır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Gece...

Yalnızlık... Yalnızlık...

Fânîlik ve ötesinde bekâ hissi…    

Her geçen gün kaybolurken dünya meyvelerinden yediğim tokat. Bir tarafta ümid, diğer tarafta dünya. Arıyorum; Nerde Epiktetos'un aradığı atlet, “Rüyalarında bile mağlup olmayan yiğit.” Ben mezar-i müteharrik miyim?

Hayır! Hayır! Mezar taşları bile bir şey anlatır insana:

“Her nefis ölümü tadacaktır.”

Taşlar, rahmetin hazineleridir. Bu cihetle keşke, kalbim taş olabilseydi. Keşke şairin dediği gibi yağmuru bekleyen bir taş da ben olsaydım… O zaman gözyaşı damlalarımı barındırdığımı ümid ederdim. Heyhât... Hep gülen, oynayan kalbimin karasını “gönül yanıldığı” sanıyorlar. Oysa o, günah ateşinin bıraktığı istir.

Hz. Pîr’im,

Ne zaman isminizi duysam, ne zaman altında medfûn olduğunuz yeşil kubbeyi görsem duygulanır, kendimi mânanın müşfik kollarına atmış bulurum. Nasıl duygulanmam, isminizi işitince? Nasıl olur da bir çığ gibi gelişen, genişleyerek hudutların ötesinde bütün gönülleri fetheden sevginizden uzak bulunur, sizin huzur ve sükûn bahşeden sözlerinize yabancı kalırım?

Esasen bu mümkün değil.

Aynı sevgi, aynı mânevi havanın beni de sarıp kucakladığını ne kadar hissetmişimdir. Bu kuşatıcılığın verdiği derin, doyulmaz mânevi haz içerisinde mest olur, hayatımın en mes’ut demlerinin geçtiğine şahit olurum.

Şimdi ey aşk ustam söyler misiniz?

Sonsuzluk kafilesinin mümtaz bir siması olan dergâhınız, benim için de bir kurtuluş dergâhı olmaz mı? Modernitenin tesiriyle robotlaşan, “Bir dünyanın reddi”ni eylemleştiren şehrin gürültülü havasında ezilen ruhumu sizin dergâhınızda, sizin rayihalarınıza mest olan emsalsiz gülşeniniz de teskin edebilir miyim?

Yapayalnızım.

Az önce, köhne bir yapıyı bir an evvel çökertmeğe çalışan insafsız rüzgâr telâşındaki ciğerlerim, bu yorgun bedenimde hâl bırakmadı. Gözlerimdeki fer giderek tükeniyor. Siyah ve beyaz, bir küçük noktanın çevresinde sarmaş-dolaş. Görememekten korkuyorum. Ellerim titriyor. Baştanbaşa haset ve isyanla geçen ömrüm, üzerlerine güneş doğan çiğ tanecikleri gibi zerrelere ayrılıyor; bedenim sere serpe, geçmişim çırılçıplak. Ruhum, hep o kahrolası eski tevekkülünde. İdrâkim âciz; aklım, kendinden geçmiş. Durmadan su alan, her kıpırdanışında bir parçası kopup giden bu çürümüş kalıp uğruna tükettiğim yollarda sürünüyorum, gerisin geri. “Niçin ağlıyorsun?” diye sorduğunuzu işitir gibi oluyorum bazen. Âh, evet, yaşamak yine de güzelmiş!

Size bağlananlar bu toprağın çocukları oldular. Sabırla feragatle sizin aşk bayrağınızı omuzlarından indirmediler. Bugün, bu bereketli topraklara serpilen feyizlerden ışık alıyoruz. Yollarımız sizin ziyanızla aydınlanıyor. Aradan çok yıllar geçti. Devirler değişti, bu köprünün altından çok sular aktı. Acaba sizden bize ne kaldı? Tarihin yapraklarını bir bir çevirsek içimizde kat kat olmuş asırlık yaraların derinden gelen sızılarını duyarız.

Sizden yedi sekiz asır sonra yaşayan bugünkü genç nesiller ruhlara aydınlık veren yolunuzu arıyorlar. Asrımızın bunaltıcı atmosferinde hayat grafiğinin çizdiği zikzaklarla döne döne yorulan dimağlar, vitrinlerde, özel kütüphanelerde mezara gömülen hak âşıklarının ferahlatıcı üslûplarında dinlenmek istiyor. Şimdi kurak toprağın genç fidanlarına su vermek zamanıdır. Neslimizin sararan çehresi, derinlerden sızmağa başlayan suların oluşturucu kudretiyle filiz verdi. Kuruyan dallar onun yeşilliğine haset ediyor.

Ey sonsuzluğun sırrına ve ebedi olmanın süruruna ermiş Pîr’im!

Işığını kaybetmiş ve her yanıyla tozduman bir dünyada yaşıyoruz. Uygarlığımızı; yapma çiçeklerden ve sahte çimden, klima sistemleri ve floresan ışıklardan, açılmayan pencerelerden ve hiç susmayan fon müziğinden, yağmurun yağıp yağmadığını anlayamadığımız günlerden, gökyüzünün hep aydınlık olduğu gecelerden, walkman ve watchmenden, eğlencenin ördüğü kozalardan, mikrodalga fırından pişirilen dondurulmuş yiyeceklerden, kafein, uyuşturucu ve sanrıları harekete geçen uyuşuk yüreklerden oluşan sahte bir dünya üzerine kurmuşuz.

Diyorum ki bir ağlama bülbülü edasıyla başımı mum gibi önüme eğip bin bir isyan ve günahlarımı düşünerek öyle bir çığlık koparmalıyım ki, bütün gök ehli ellerinde nurdan çerağlar bu ağlama şölenime koşup gelsin.

Çünkü ağlamak tabiatımın kendisidir. Bunun dışında bir haletim tabiatımın nikabıdır. Bir hakikatten başka her şeyin inkârıdır, bulutların yağmur vermesi nasıl mucize ise ağlamak da öyledir: Mucizedir! Rahmetin ışığı, affın müjdecisidir gözyaşları!

Siz, hilâli yoldaş edinen kervanın içinde en alımlı yıldızsınız. Sizin yolunuzda olmak ne şeref! Zira bütün saadet sizin yolunuzda olmakta gizlidir. N’olur lütfunuzu unutmayın benden ve beni de piştiğiniz hicran kabında pişirin, aşk potanızda eritin!

Hatır-gönül bilmeyen bir dehşet içindeyim Sultanım!

Tekvini andıran bir dehşet bu: Yıllarca suskun kalmış dağlar öfkeyle yarılıp gökyüzüne duman ve taş püskürüyorlar, yanardağlar susuyor, uçurumlar kapanıyor. Her mânâdan sıyrılmış ürkütücü bir sükûnetin batağına ağır ağır gömülmekteyim. Kalem de tutmuyor ellerimde.

Doğuda, güneş tanyerini ağartmak üzere...

“Gel, gel, yine gel!
Ne olursan ol yine gel!
Burası ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel!”

Çağrınıza Sezai Karakoç’un mısralarıyla cevap veriyorum:

“Sana geldim.
Ayaklarına kapanmaya geldim.
Af dilemeye geldim.
Affa layık olmasam da...”

Kar yeniden deliriverdi. Penceremi açtım. Kar taneleri ışığa koşan pervaneler gibi üşüştüler ellerime. Merhametsiz tipinin sivri bir bıçak gibi önüne katıp kovaladığı çaresiz bir serçe gördüm, pencereme kadar gelebilmişti. Minik gagasını bir kere açıp kapadı. Gözlerini yumdu ve düştü.

Artık yalnız değildim.

Serçeyi yavaşça avucuma aldım ve masum gagasından öptüm onu.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Ey Hicran Yolcusu!

Hem nazarın hem de nazargâhın, bir aşk libasına büründüğü aşkınlıkta, kendi değer ve benliğimin yeniden keşfe muhtaç olduğunu hissettiğim bir sezgi ile yazıyorum bu satırları size. Ontolojik olarak değil, ama bilinç ışınımında varlık tayflarını aşarak kendi bilincime ulaştığım bu cömert ve bereketli zaman noktasında, varlık ile varoluşu bütün yanıp sönmeleriyle kendime doğru çeken bir merkez; her şeyin ötesindeki güç ve üstün prensip tarafından ele geçirilmiş de, bambaşka bir dünyanın sahillerine varmışım sanki...

Bir yanda kozamdan yeni çıkmanın şaşkınlığı, diğer yanda bir günlük hayat kapımdayken gene de sevgi ve hoşgörü ikliminizin izdüşümünde kanat çırpıyorum.

Gecenin on bir buçuğu. Yalnızım. Kar yağıyor.

Gökyüzünde gri karanlık, garip bir pembelikle hemâhenk. Kar taneleri bilinmeyen bir âlemden gelen sır dolu haberciler gibi kara gölgeler halinde uçuşuyor. Duymadığım ama bütün zerrelerimle hissettiğim nağmeler ve ritimler, uyuşukluk mu, esriklik mi bilemediğim bir iklime sürüklüyor benliğimi.

Tennureler uçuşuyor gökyüzünde. Dünyâ da kudüme perestiş ederek semâ eylemektedir. Ağaçlar, dağlar, kayalar ve uçurumlar, bir daha erişemeyecekleri zihni bir lezzet içinde hemâhenk semâ etmektedir. Penceremin buğulu ve küçük penceresinden, dağ doruklarında çatırdayan kırağılara kadar her varlığı soğuk yorganı altında titreten gece de aşka gelmiş devreylemektedir.

Bir şûlesi var ki şem-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın

Asumânın fânusuna sığmayan cân mumunun şûlesidir ki bilen bilir, duyan anlar, gören görür. Mâziden âtiye yazılmış bir nâmedir ki, okuyan okur, anlayan anlar...

Bir harfi benim değil bu kıyl-ü kâlin
Şîr-ü gazelim cenâb-ı cânân söyler

diye istimdâd eder şair. Tadına; doyulmadan bir rü'yânın son cümlesi, bir şehrâyinden arta kalan son parıltıdır. Uzun bir hikâyenin hatm-i kelâmıdır. Ayin-i şerifdir, semaidir, bestedir, şarkıdır; Acemi bir müsteşrik edâsıyla uzaktan seyrettiğimiz bir mânâ ikliminin şifresidir.

Bilen bilir, bilmeyen bilmez!
Ayin-i şeriftir!

Bu öyle bir hâldir ki; ufkun iki adım ötesinde meleklerin “hay-hû”yu ve rûhânîlerin kanat sesleri duyulur. Böyle bir sır burcuna erenler için “Sidre” ile “Kâbe” iç içe bir vahit hâline gelir. “Ravza”, ”Firdevs”e örtü olur. “Evvel”, “Âhir”in rengini alır; “Zâhir”, “Bâtın”ın boyasına boyanır. Hisler dehşete düşer, ruh hayretler yaşar, beyan bir adım geriye çekilir. Gönül can diliyle konuşmaya durur ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.

Bestekârın kâinatı, “bir özge temâşâ ile” idrâk etmesidir. İdrâke sığmaz, fevkelbeşer bir mânanın, beşer sathına ve idrâkine indirilmesidir. Mahcup bir gelinin yere korkarak basması gibi, çığırına mazbut bir edâ ile süzülür. Haykırmaz, seslenir. Şen kahkahalarla velvele etmez; tebessüm eder. Şevkâ bilmez, sitem eder. Aramaz, bulur!

İdrâkim âciz; aklım, kendinden geçmiş…
Yokluğun narındayım Hünkârım…

İnançlara, kanaatlara, renklere, bölgelere, tarih ve medeniyetlere göre ayrımların somut birer gerçeklik olduğu, tezatlar, tutarsızlıklar çağındayız! Çağımızın bizden alıp götürdüğü ve bugün, yokluğunu derinden hissettiğimiz “îsâr”, “altruizm”, “diğergamlık”, “bizcilik..” artık geçer meta kavramlar değil. Bütün evrenle birlikte insanlık âleminin de tekliği, tek menşe’ ve tek Yaratıcı’dan geldiği anlayışının besleyeceği sıcacık, baharımsı ve güneş renkli tebessümün yerini, insan cinsi adına, utanç tabloları almış...

Hz. Pîr’im,

Kalbin ağladığı çağlardayız. Kalb ve manevî fakültelerimizin, “insan”ın tanımında bütün değerlere ve emir-nehiy kiplerine muhatap “öz”ü teşkil ettiği, bir acayip aymazlıktan geldik... Kendimizi ve geleceğe bırakacağımız, her neyse o Büyük Mirası, uğruna feda etmeyi kabullendiğimiz bir aymazlık...

İçimizi ve kalbimizi temizler, metafizik değerlerden soyutlarsak, onu güya rahatlatacaktık! Kendi öz yurdundan sürgün ve başka diyarlarda serseri kalbin ve ruhun feryadı, işte o zaman, bizi de tâ içlerine çeken bir bedbahtlık, hüzün, gözyaşı ve enînler tufanına dönüştü...

Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyalarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedasız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kâinat ve dünya ile Leylasız ve Mecnunsuz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile sürgünde bir hayat yaşıyoruz...

Hz. Pîr’im,

Asude baharların yeşerttiği coğrafyaların adlarını hatırlamaya çalışıyorum tek tek. İçimdeki sonbahara inat harf harf yudumluyorum hepsini. Bir yayla şehrinde güneşin doğuşuyla hayata açtığım gözlerimi, şehrin bu gece vakti kapatmak geçiyor içimden.

Umudumun bağrına tazecik saplanmış artık firâk hançeri. Bir kurbanın tevekkülü var adımlarımda. Ayakları kan kokan ankebût ağır ağır örüyor heyûlayı. Karlar emre âmade. Âdeme giden, encama koşan necm misali; bin yıllık açlığını gidermek telaşındaki bin bir başlı ejderhanın dibinde nöbet tuttuğu kör kuyular gibi yutuyor her şeyi. Çeşmelerden ıslık ıslık akıyor vedâ ayininin ser taksimi. Vurgun yemiş üveyikler, konuşmuyor hiçbiri. Lâl olmuş yedi düvel, pürmelâl âlem-i seb’a. Temerküz ediyor serâ ve süreyyâ. Zira emir kesin:

“Kendi kitabını oku. Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.”
Şimdi, menzilinize uzanmanın tam vakti!

Bölümlenemeyen ve tek olan şefkatli Allah'ın kulları olduğumuz bilinciyle dopdolu, ayni sevgilerle yıkanmanın, ayni imanı paylaşıp, ilahî evrensel kardeşlik bengisularında arınmanın, işte tam zamanı...
Menzilinize uzanan yol öylesine pürüzsüz ve ışıklı ki, bir ney’in bağrında uçuşan nazenin peşrevin engin sedâında titreyen ruhum, hüzünle semtinize doğru kanat çırpmaktadır.

Hz. Pîr’im,

Birazdan, ufukta bir şehrâyin başlayacak; ölüm kadar ağır ve doğuş kadar hafif… Can çekişmekle doğum sancılarını birbirine karıştığı bir dünyâ, ufukta barışacak; doğmakla ölmek vahdet noktasında buluşacaklar. Şu insan kalabalığının uzağında ve fakat onlara rağmen bir mahşer yaşanacak. “Ne ağlayan belli, ne gülen belli…” diye düşünecekler olacak. Ve bir ses ona soracak: “Ağlayan kim, ağlatan kim, gülen kim, güldüren kim? Kim?..” Ve ne bâkî kaldı bu zuhûr cennetinde? “Hürriyeti bulanlar “Hû” diyecekler. Diğerleri, şaşkın ve tedirgin, kafeslerinde çırpınacaklar.

Hz. Pir’im,

Yaşanılan anın içinden geriye dönüp baktığımda her şey sis ve duman içinde görünüyor. Söylen(eme)miş bir söz, bir duruş, bir bakış, bir eda, delirten suskunluklar... Bazen öyle oluyor; belleğim, olaylar, durumlar, söylenenler, yapılıp edilenler konusunda net fotoğraflar vermiyor. Sözlerim uçuyor. Cümlelerim dağılıp parçalanıyor, kırılıp dökülüyor. Dağılan kelimeleri toplayıp bir araya gelirsem de, yeniden aynı anlama ulaşamıyorum. Ulaştığım anlam aynı anlam olmuyor. Yeni bir anlama ulaşıyorum. Bir duvar kendiliğinden büyüyor.

Ne yapsam boş…

Suskunluğum, kendime kapanışım, insansızlaşmanın, faniliğin derin kuyusunda boğuluyor gibi olmanın ürkütücü sessizliği içinde... Şimdilerde okuduğun o yaralayıcı hikâyelerde de daha bir kesifleştiriyor içimdeki ıssızlığı.
Sözlerle, serzenişlerle, imalarla, gerçekliğin çarpıtılmış, değiştirilmiş, tersyüz edilmiş biçimleriyle kuşatıldığımı hissediyorum. İletiler ve imalar beni çok incitiyor...

Ne denli çaba gösterirsem de göstereyim önüne geçemiyorum incinmelerin. İncitmelerin de.

Ruhuma yöneltilmiş her fetih girişimi içini biraz daha yağmalıyor, talana çeviriyor. Suskun kırılganlıklarım, ilenmelerim, içlenmelerim, incelikli ve zarif öz öldürme törenlerimiz, onurumuz, yere göğe sığdıramadığımız gururumuz, müstehzi kıyıcılıklarımız... diyorum. İçimde dalga dalga kabarıyor yüreğim.

Bu kıyımlar, bu ölümler, içimde açılan çentikler değil, derin oyuklar, yarlar, yaralar benim. Yaralar benim. Yüreğim ıssız. Tedirgin. Mutsuz.

Yüreğimin götürdüğü yer neresi? Belli mi? Bilmek istiyorum.

Yalnız, garip gecelerde yıldızlar hep beni gözlerdi pencereden. Ay, nurunu göndermeye hasret, beklerdi mehtapta. Ben, maşukuyla vuslatı anlattığını, göz kırptığını sanırdım. Heyhât... Geceler ötelere açılan pencereler mi? Yoksa perdeler mi?

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

/Kostantiniyye, suların ortasında şavkıyan bir Alaaddin Lambasıdır. Yürüdükçe kaçan, kaçtıkça uzaklaşan, kovalandıkça yakalanamayan bir meret sevgilidir adeta. Cilveli ve işveli bir masal perisidir sanki, düşlerin pembeliklerinde mavi kanatlarını çırpan... Bir esişi, bir gidişi, bir bakışı, bir gülüşü, duruşu var ki... Dağ gibi yüreklerde zelzele koparan... O'na varmak ve O'nu tutmak için kimler düşmedi ki yollara... O, kaç yiğidin özlemi, kaç bahadırın sılası olmadı ki?... Kaç âteşin cengâver O'nun hasretine yanmadı ve rü'yasına yatmadı ki?... Ama O, hep uzakta, uzakta, uzakta kaldı. Uzaktadır O. Çok yakında oluşun uzağında, ama varılmak için yol bulunmaz O'na. Ama yol bulunur varılmak için O'na. Derken bir on dokuz yaş inancı çağladı, çağın bağrından, çağların bağrına çağlayanlar gibi. Gümrah mı gümrah... Bir şimşek irade şavkıdı köhne sularda ateş yalımı izler bırakan. Yakıcı mı yakıcı... Sabrın sularına Kur'an'la açılan bir Ebu'l-Feth kıyam etti çağa, çağlara. Vakur mu vakur... Nurlu Peygamberin kutlu sözünün doğruluğuna şahitliğe çağrıldı çağa Fatih. Adil mi adil... Bu bilindi ve bu sezildi ilkin Peygamber varisleri tarafından. Ve o zaman O'na, "İşte o sensin, beklenilendin sen" dendi. "Fatihsin sen, fetihler de senin içinde, buna inan, inan buna " dediler. "İmanınla yürü" dediler O'na. İşte kirli düşünceler, daha küflü zamanlar... "Sultani uykuları terket. Ve diril ve doğrul ve çağla" dediler. "Bir mutantan mehter ol, sal kaside dağlara... Sadanı gür tut ki, emr-i bülend taze şafaklara şehbal açsın" dediler./


Fetih yıldönümlerinde düşünülmesi gereken şey, Sultan II. Murad'ın oğlu II. Mehmed'i «Sultan Mehmed», hem de «Fâtih Sultan Mehmed» yapan vasatın nasıl olduğudur. Asırlardan beri birçok kavim ve milletlerin hayâlini süsleyen, ama bütün çabalara rağmen bir türlü onların kabzasına teslim olmayan Kostantiniyye’ye fethetme şerefini O'na sağlayan vasat nasıldı?

İşte, hiç olmazsa Mayıs ayında, tabiattaki uyanışın şu ilk günlerinde, fikrî uyanışı da sağlayacak düşünce bu olmalıdır. Bu düşünce olmadıkça, Mayıs aylarında yapılacak fetih yıldönümleri, gönül âlemimizdeki fikri yolculuğumuz, seferi namazı gerektirecek kadar bile uzun olamayacaktır. Böyle olunca bir günlük heyecanlar, birkaç saatlik nutuklar, bilmeyiz, gök kubbede kayboluveren bir sadâ olmaktan öteye geçebilecek, mânâ âlemimizin semâsındaki ilk bulutlara bile ulaşabilecek mi?

Halbuki asıl üzerinde durmamız, târihî analizler yapmamız gereken sır, bizce, Fethi hazırlayan, ikinci Mehmed'i, «Fâtih» yapan vasat'dır. Biz ona vasat, biz ona ideâle muvâsalat diyoruz. Göz ve gönüllerde, ilimle, irfânla, kültürle, san'atla, sevgiyle, saygıyla, birlikle, beraberlikle, kardeşlikle, eşlikle meydana getirilecek vasat, yeni fetihlere muvâsalatı sağlayacaktır. Bunun için de, yeniden ihyâ, yeniden irşâd, yeniden uyanış, yeniden diriliş. Bu ruh, bu sır, bu karar olmadıkça, bütün kutlamalar, şenlikten öteye bilmeyiz geçebilecek mi? Bu fetih sırrını, Fâtih'in kendi hayâtında seyredelim: Fâtih, etrafını kuşatan hocalarına bir gün sorar : «Efendilerim; acaba, Cenâbı Hakk'ın, Kur'ân-ı Kerîm'deki (Ey îmân edenler;    Allah'a ve Resûlü’ne îmân ediniz) diye, hem de mükerreren buyurmasındaki sır nedir? îmân edeni, Allah'a ve Rasûlüne îmân'a çağırıştaki hikmet-i İlâhî acep ne ola?»

Meclisi şereflendiren bir Ulu, şu cevâbı verir : «Sultanım; Sizin bu sorunuzun cevâbını (o sırada dışarıdan gelen davul seslerini işâretle), davullar veriyor; Duyduğunuz gibi, tokmağın her inişiyle davullar, (Düüm, düüm!..) diye ses çıkarıyorlar; Yani (Dal, vav, mim), ile (devam, devam), (devam ediniz) diyorlar. Binâenaleyh, o ayeti kerîmelerden murâd-ı İlâhî, îmâna devam etmemizin arzû edilişi olsa gerektir. Bizden istenen, îmânımıza delîl olan ameller; bizim yapmamız gerekenler, îmânımıza güç verecek fiillerdir.»

Fâtih, bu cevâb ve îzâh tarzı önünde mest olur...

İşte böyle yeni fetihlere ve bunu belgeleyen uyanışlara muhtâcız. İlimde, irfânda, teknikte, ahlâkta, fazilette, Millet ve Memleketimize hizmet yarışına girmekte. Yeni dirilişler, yeni uyanışlar, yeni şahlanışlar.

Fetih yıldönümlerine hâkim olmasını gönülden arzuladığımız bu şuura kavuşmamızı, «Müfettih'ul Ebvâb» olan Rabb-ı Zülcelâlimizden niyâzdan sonra, II. Mehmed'i, «Fâtih Sultan Mehmed» yapan vasatı, üç ana maddede toplayarak, bize tahsis edilen sayfalarımızın çekebileceği kadariyle şerhedelim; Bu üç ana madde:

ÂİLE:
Fâtih’i, Fâtih yapan unsurların başında, âile vasatı gelir. Yerli yabancı herkesi bu gün de hayran bırakan âile terbiyesi. Babası, onu, kendisinden sonra Osmanlı tahtına geçme ihtimâli en kuvvetli bir kişi olması hasebiyle, en iyi şekilde yetiştirir. Şahsiyet kozasını örmekle meşgûl oğlunun, koza ipliğine «İ'lâ-yı Kelimetullah» lifleri hazırlayan babadır. Annesi de, yavrucuğu Mehmedciği'nin kulağına ta kundaktaki günlerinden beri, «Ya şehîd, ya gâzî» fısıltılariyle yıkayan ve onu Müslüman aile terbiyesiyle yetiştirip, oğulcuğunun, mânâ beşiğinden sultanlığa; maneviyât eşiğinden fâtihliğe erişmesinde en büyük âmil olan asîl Müslüman annesidir.

Bir mütefekkir : «Beşiği sallayan el, dünyâya hâkim olur.» der. Yavrusunu böylesine yüce beşikten ve eşikten geçiren annenin yetiştirdiği Mehmed, Muhammed (sav)'in yolunu izlemez mi? Böyle bir Mehmed, Kostantiniyye'ye hâkim olmakta niye âciz kalsın; Kostantiniyye elbette feth olunacaktır. Bizans'ın bu târihî şehri, başkenti, elbette İslâm'ı bol belde; Müslümanların İstanbul'u olacaktır. Bütün ehl-i küfr ve ehl-i salîb'e rağmen...

OKUL:

Devrin bütün eğitim yuvalarına, okullarına, yüce mânâlar hâkim. Buralar, ilim ve irfân kumaşını dokumakla meşgûl tezgâhlar durumunda. Tel tel mânâ; yumak yumak ilim, fikir ve san'at; renk renk hikmet; makara makara mâ'rifet; masara masara fazilet, gayret ve himmet. Bütün bunları taraklayıp dokuyan büyük âlimler, müderrisler, san'atkârlar, ulu mânâ erleri, erenler, evliyâlar, Anadolu’muzu aydınlatan önderler. Kalite, kalite, kalite ve ardından da kantite...

Öğretilenler; dîn, ilim, irfân, marifet. Adım adım insanlık; yudum yudum Müslümanlık.

Öğretene prensip olan ölçü : «Bildiğini saklayandan daha zâlim kim vardır?»dan ömür boyu ürperircesine, gece gündüz demeden, isteyen herkese vermek, her tâlibi boş döndürmemek.

Öğrenene hâkim olan rûh : «Bana bir harf öğretenin kölesi olurum»a, ömür boyu teslîm olmak.

Büyüğe saygı ve bağlılık; küçüğe sevgi ve şefkat.

TOPLUM:

Fertler, birbirinde yok olurcasına, bağlı. Kenetlenmişler. Sanki duvarı meydana getiren tuğlalar; birbirine dayanmışlar; sanki bir elin parmakları; birbirlerini tamamlıyorlar, destekliyorlar; yekdiğeriyle yardımlaşıyorlar; sanki devlet ve millet transatlantiğini, rıhtımdaki babalara bağlayan tel tel kendirlerden müteşekkil, ama birbiriyle kucaklaşınca, kaynaşınca çelikleşmiş kalın halatlar lokma lokma halkalardan meydana gelen, ama birbirini tamamlayınca, kalın zincirleri meydana getiren bağlar.

Bir örnek kâfî; Fethin arefesi. Sultân II. Mehmed, vezîri ile tebdîl-i kıyâfet yaparak, halkın böyle büyük bir fethe, rûhî hazırlık derecesini anlamak için sabah erkenden çarşıya çıkarlar. Kapısı yeni açılan bir dükkâna girip, üç okka tuz isterler. Tartılır, alınır. Dört okka da bulgur ister. O esnaf, bu kim olduğunu bilmediği müşterisine der ki : «Ben, tuz satışımla bu günkü siftahımı yaptım; Bulguru da, şu karşıdaki, dükkânını yeni açan ve henüz siftâhını bile yapmamış komşumdan alınız, lütfen.»

Tebdîl-i kıyafetli Sultan, tuzun parasını verip, vezîriyle çıkar, karşıdakine gider. Dört okka bulgur ister. Tartılır; Beş okka da şeker... «Lütfen» der, esnaf, «şekeri, ilerideki komşumdan alınız; O da siftâhını yapsın.».

Dükkândan çıkan Sultân, alınanları kucağında taşıyan vezirine der ki: «Böyle asîl bir milletle ben, bir değil, beş Kostantıniyye olsa bile alırım; Beylerime emrimi hemen ulaştırınız; Muhasara hazırlıklarına başlasınlar.» Saraya dönüp, hazırlıklarına hız verirler.

İşte, Feth-i Mübîn'i hazırlayan rûh ve seviye bu.

Yeni fetihleri gerçekleştirecek, mânâ ve mâneviyât da bu olacaktır.

Bu âile hayatında doğan, bu okulda yoğrulan, bu toplumdan çıkan orduların önünde, Kostantıniyye'nin taş surları nasıl ayakta durabilir? Kayser'in örümcek tutmuş tahtı bu seli nasıl durdurabilir? Bu aydınlığa sâhib Hilâl'in önünde salîb'in kolları nasıl dayanabilir?...

Bir İslâm velîsine, bir murâî, boynunu riyâkârlıkla yana eğerek sorar: «Efendim, bu Ümmet-i Muhammed'in hâli ne olacak; Ne zaman kurtulacak?...»

Bu riyâdan tiksinen Allah dostu, bir dostu ararcasına etrafına şöyle dikkatlice bir göz gezdirdikten sonra, ona şu eritici cevâbı verir :

«Ben göremiyorum; Hani Ümmet-i Muhammed'i göster; Sana, kurtuluşumuzu gün, saat ve sâniyesiyle söyleyeyim...» der ve yürür, gider.

İşte bütün mesele bu espri ve bu noktada; Ümmet-i Muhammed, Muhammed Ümmet'i olabilmekte, yânî gerçek Mü’min, hakîkî Müslüman olmakta; «Ümmet-i - Vâhide» sırrına erebilmekte.

Bu sırra erişmedikçe, bu rûh kavranılmadıkça, bu cehd elde edilmedikçe, fetih yıldönümlerinin, bir festivâl havasını aşamayacağından dolayı üzülürüz. Nutuklar, bildiriler, andlar, vaâdlar, törenler, günlük heyecan olmaktan öteye geçebilecek mi?

Siz, fethi hazırlayan âile, okul ve toplumun ilim, irfân ve mârifet, birlik, beraberlik, kardeşlik, yardımlaşma havasını ciğer ve gönüllere doldurunuz; Bakınız analar ne fâtihler doğuracaktır…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort