JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

IV. Levha/Mahrem Mecazlar

Şimdi Nâbî’nin, Elifba düzenine göre sıralanmış gazellerin harf değişimlerinde araya bir rubai konmuş olan, “Türkçe Divan”ına uzanmanın tam vakti olsa gerek!..

Yalnız, garip gecelerde yıldızlar hep beni gözlerdi pencereden. Ay, nurunu göndermeye hasret, beklerdi mehtapta. Ben, maşukuyla vuslatı anlattığını, göz kırptığını sanırdım. Heyhât... Geceler ötelere açılan pencereler mi? Yoksa perdeler mi? Gece... Yalnızlık... Yalnızlık... Fânîlik ve ötesinde bekâ hissi…    

Her geçen gün kaybolurken dünya meyvelerinden yediğim tokat. Bir tarafta ümid, diğer tarafta dünya. Arıyorum, nerede Epiktetos’un aradığı atlet; “Rüyalarında bile mağlup olmayan yiğit.” Ben mezar-i müteharrik miyim?

Hayır! Hayır! Mezar taşları bile bir şey anlatır insana:

“Her nefis ölümü tadacaktır.”

Taşlar, rahmetin hazineleridir. Bu cihetle keşke, kalbim taş olabilseydi. Keşke şairin dediği gibi yağmuru bekleyen bir taş da ben olsaydım… O zaman gözyaşı damlalarımı barındırdığımı ümid ederdim. Heyhât... Hep gülen, oynayan kalbimin karasını “gönül yanıldığı” sanıyorlar. Oysa o, günah ateşinin bıraktığı istir.

Ne zaman Nâbî’nin; “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu…” uyarısını duysam, ne zaman “Nazargâh-ı ilâhîdir…” dediği, yeşil kubbeyi, “Makâm-ı Mustafâ”yı   görsem duygulanır,  kendimi mânânın müşfik kollarına atmış bulurum. Nasıl duygulanmam, bu uyarıya? Nasıl olur da bir çığ gibi gelişen, genişleyerek hudutların ötesinde bütün gönülleri fetheden sevgiden uzak bulunur, O’nun huzur ve sükûn bahşeden sözlerine yabancı kalırım? Nâbî ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Abdulkadir-i Geylânî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi büyük mutasavvıfların düşüncelerinden etkilenen sûfî meşrebli ve ehl-i tarîkat bir kişidir.

Anladığımız kadarıyla Nâbî, “ledün ilmini”, insanlığın ahlâken, fikren ve nefsen üstün bir seviyeye ulaşabilmesi için tavsiye etmekte; tasavvufu, zamana ve mekâna açık, dinamik bir hayat anlayışı olarak vasıflandırmaktadır. Bu durumda Nâbî, toplumsal meselelerin ıztırabını yaşarken, bu ıztırapların nasıl tedavi edilebileceğini de göstermiş olmaktadır.

Şairin, oğlu Ebu’l-Hayr’a “Fütûhat-ı Mekkiyye” yi hediye edip okumasını ve oğlunun bu eserdeki fikirlerle meşgûl olmasını istemesi, bu konuda çarpıcı bir örnektir. Bunu yaparken oğlunun şahsında Fütûhat-ı Mekkiyye’yi zamanın gençlerine tavsiye etmesi, Nâbî’nin dünya görüşünün esasen tasavvufî mahiyette olduğunu göstermektedir. Demek oluyor ki, Nâbî, toplumun o günkü sıkıntılarını kabul etmekte, bunun daha ziyade ahlâkî zaaf olduğuna inanmaktadır. Bütün bu zaafların giderilmesi, ona göre, ancak tasavvufî ahlâkla mümkündür. Bu dünya görüşü, Nâbî’nin düşünce sisteminin merkezini oluşturmaktadır.

Ninemin dudaklarından tasavvuf ilmini kendi iradesi ve temkinli karakteriyle kabullenmiş, tasavvufu en iyi yaşama tarzı olarak benimsemiş bir şair ve mütefekkir olarak karşımıza çıkan Nâbî’nin mısraları dökülürdü. Sonra da ağlamaya başlardı. Ağlar, ağlardı hep... Ömrüm boyunca onun kadar ağlayan birini bir daha hiç görmedim. Neden ağlardı, niçin ağlardı? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Öldüğünde kısmen çözülmüştü bu sır. Ölüm şekli ağlamasının sebebini az da olsa açığa çıkarmıştı. Ölürken bana bıraktığı miras onun gözyaşları oldu. Ben de ağladım. Belki de ömrümde hiç ağlamadığım kadar ağladım. Ama gözyaşlarım hep içime aktı... Onlar parçaladı içimdeki kayaları... Onlar can verdiler içimdeki bahçeye... Ağladım ve başka bir yönünü keşfettim hayatın. Sonra hasreti kuşanıp hüznü yanıma arkadaş kılarak gurbete çıktım. O gün bugündür gurbetlerdeyim. Yoksa gurbet mi benim içimde... Orası belli değil...

Zaten belli olan ne var ki? Gece diyorsun, gündüze çıkıyor yol, hayat diyorsun ölüme...

Hepsi birer yanılgı...

Hakikat nerede?

V. Levha/Benliğin İnşası

Sonsuzluk kafilesinin mümtaz bir siması olan Nâbî’nin, “Hikemî Dergâhı” benim için de bir kurtuluş dergâhı olmaz mı? Modernitenin tesiriyle robotlaşan, “Bir dünyanın reddi”ni eylemleştiren şehrin gürültülü havasında ezilen ruhumu “Hayriyye-i Nâbî”nin dergâhında, onun rayihalarına mest olan emsalsiz gülşeninde teskin edebilir miyim?

Yapayalnızım.

Az önce, köhne bir yapıyı bir an evvel çökertmeğe çalışan insafsız rüzgâr telâşındaki ciğerlerim, bu yorgun bedenimde hâl bırakmadı. Gözlerimdeki fer giderek tükeniyor. Siyah ve beyaz, bir küçük noktanın çevresinde sarmaş-dolaş.

Görememekten korkuyorum.

Ellerim titriyor...

Baştanbaşa haset ve isyanla geçen ömrüm, üzerlerine güneş doğan çiğ tanecikleri gibi zerrelere ayrılıyor; bedenim sere serpe, geçmişim çırılçıplak. Ruhum, hep o kahrolası eski tevekkülünde. İdrâkim, âciz; aklım, kendinden geçmiş. Durmadan su alan, her kıpırdanışında bir parçası kopup giden bu çürümüş kalıp uğruna tükettiğim yollarda sürünüyorum, gerisin geri…

Yine Nâbî’nin;

“Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı Yâ Rabbi şâd olsun.
Benim çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun.”

diyen hoşgörüsünü işitir gibi oluyorum bazen. Âh, evet, hoşgörerek yaşamak yine de güzelmiş!


VI. Levha/Mahrem Mecazlar

Bu düşünceye bağlananlar bu toprağın çocukları oldular…

Sabırla feragatle aşk bayrağını omuzlarından indirmediler. Bugün, bu bereketli topraklara serpilen feyizlerden ışık alıyoruz. Yollarımız, ecdadımızın ziyalarıyla aydınlanıyor. Aradan çok yıllar geçti. Devirler değişti, bu köprünün altından çok sular aktı. Acaba onlardan bize ne kaldı? Tarihin yapraklarını bir bir çevirsek içimizde kat kat olmuş asırlık yaraların derinden gelen sızılarını duyarız.

Bugünkü genç nesiller ruhlara aydınlık veren yolları arıyorlar… Asrımızın bunaltıcı atmosferinde hayat grafiğinin çizdiği zikzaklarla döne döne yorulan dimağlar vitrinlerde, özel kütüphanelerde mezara gömülen hak âşıklarının ferahlatıcı üslûplarında dinlenmek istiyor. Şimdi kurak toprağın genç fidanlarına su vermek zamanıdır. Neslimizin sararan çehresi, derinlerden sızmağa başlayan suların oluşturucu kudretiyle filiz verdi. Kuruyan dallar onun yeşilliğine haset ediyor.

Işığını kaybetmiş ve her yanıyla toz-duman bir dünyada yaşıyoruz.

Uygarlığımızı; yapma çiçeklerden ve sahte çimden, klima sistemleri ve floresan ışıklardan, açılmayan pencerelerden ve hiç susmayan fon müziğinden, yağmurun yağıp yağmaladığını anlayamadığımız günlerden, gökyüzünün hep aydınlık olduğu gecelerden, walkman ve watchmanden, eğlencenin ördüğü kozalardan, mikrodalga fırından pişirilen dondurulmuş yiyeceklerden, kafein, uyuşturucu ve sanrıları harekete geçiren uyuşuk yüreklerden oluşan sahte bir dünya üzerine kurmuşuz.

Diyorum ki bir ağlama bülbülü edasıyla başımı mum gibi önüme eğip bin bir isyan ve günahlarımı düşünerek öyle bir çığlık koparmalıyım ki bütün gök ehli ellerinde nurdan çerağlar bu ağlama şölenime koşup gelsin.

Çünkü ağlamak tabiatımın kendisidir. Bunun dışında bir haletim tabiatımın nikabıdır. Bir hakikatten başka her şeyin inkârıdır, bulutların yağmur vermesi nasıl mucize ise ağlamak da öyledir; mucizedir! Rahmetin ışığı, affın müjdecisidir gözyaşları!

“Bu Dergâh”a; “Murâât-ı edeb şartıyla gir”en Nâbî’ de, hilâli yoldaş edinen kervanın içinde en alımlı yıldızdır.

O’nun düsturunda olmak ne şeref!
Zira bütün saadet bu yolda olmakta gizlidir.  
VII. Levha/Kelâmı Düğümlerken yahut Zeyl Niyetine

Hatır-gönül bilmeyen bir dehşet içindeyim!

Tekvini andıran bir dehşet bu: Yıllarca suskun kalmış dağlar öfkeyle yarılıp gökyüzüne duman ve taş püskürüyorlar, yanardağlar susuyor, uçurumlar kapanıyor. Her mânâdan sıyrılmış ürkütücü bir sükûnetin batağına ağır ağır gömülmekteyim. Kalem de tutmuyor ellerimde.

Doğuda, güneş tanyerini ağartmak üzere...

Aynı zamanda Nâbî’nin

“Benden sorun hakâyık-ı esrâr-ı âlemi
Te’lîf-i râz-nâme-i dehr ezberimdedir.”

Bilgeliğine yine Nâbî’nin mısralarıyla cevap veriyorum:

“Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc u taht ister
Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pây-ı saht ister”

Yani ki; gönül ne mevki ve makam, ne de tac ve taht ister… Gönül, himmet yolunda yumuşak bir kalb ve dirençli bir ayak ister. Eğer bu talep insanın bütün ömrünü kuşatsaydı herhalde yolun sonu melekliğe çıkar; imtihan yurdu batıl olur giderdi…

Nâbî’nin hasbahçesinde korlaşan bu ateş sadâları, evine kapanarak penceresinin arkasından seyrettiği sosyal sarsıntılar toplumumuzu kaçınılmaz olarak “dış”a bakmaya ve “dışarı” çıkmaya zorlamıştır.

Bu “bakış açısı” ve  semboller, günümüzün kaskatı kaotiğine karşı insanı koruyacak savunma aletleridir. Mensubiyet, sembollerin birleştirici ve yapıştırıcı faaliyetine tanınan fırsat ırmaklarınca emzirilir, gürbüzleştirilir. Bu yüzden bu “bakış açısı” sembollerin merkezden çevreye mekânlaştırılmasının aklı olarak tabiatı kendi mizansenine, kendi heyecanlarının sahnesine iliştirmiştir. Bu dekoratiflik, dünya ikâmeti cihetindeki sahiciliğinin şeffaflaşmış delilidir halbuki ve bu yolla, hüküm sürmeyi bir müdahale fesahatinin cezbesine çevirir. Varlıkta dilin gövdesinde kıvranır durur... Tıpkı masallar gibi…

Yağmur yeniden deliriverdi…

Penceremi açtım.

Yağmur damlaları ışığa koşan pervaneler gibi üşüştüler ellerime...

Dudaklarımdan, Nâbî’nin, “Gül gülşeni terk eyledi sohbet sana kaldı…” mısraları dökülürken; merhametsiz rüzgârın sivri bir bıçak gibi önüne katıp kovaladığı çâresiz bir serçe gördüm, pencereme kadar gelebilmişti. Minik gagasını bir kere açıp kapadı. Gözlerini yumdu ve düştü.

Artık yalnız değildim. Serçeyi yavaşça avucuma aldım ve masum gagasından öptüm onu.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Nesneyi sürekli bölüp daha cüz’î mıntıkalarına inmek yöntemi ile özdeşleştirdiğimiz dar ve güdük bilgi ve bilim anlayışımız, bize, sentetik düşünme ve eyleme geçme yolunu tıkarken, bir parçalık nesneymiş gibi, insanlığımızı ve kendi öz toplumumuzu da bölme noktasına getirmedi mi? Evet, acı ama gerçek bu...

Biz, çılgın bir biçimde hep mikro düzeyde inceler ve bölüp biçerken, parçaların kendisinden değerini aldığı “Büyük Bütünü” unuttuk... Aklın, arsız ve inhisarcı dayatmalarını da nihaî ve sınırlayıcı gerçek gibi karşısına dikmiş olduğumuz kalbin bütün çağrılarına kulak tıkadık... Metalik ve yapışkan, cıvık tutkular enjekte ederek, kalbe de büyük tuzaklar kurduk... Kalbin ağladığı çağlardayız... Kalb ve manevî fakültelerimizin, “insan”ın tanımında bütün değerlere ve emir-nehiy kiplerine muhatap “öz”ü teşkil ettiğini, bir acayip ki, aymazlıktan geldik... Kendimizi ve geleceğe bırakacağımız, her neyse o “Büyük Miras”ı, uğruna feda etmeyi kabullendiğimiz bir aymazlık... Bir zamanlar bir yazarın da dediği gibi, bir tavşan gibi olduğunu düşünerek, bireyin içini ve kalbini temizler, metafizik değerlerden soyutlarsak, onu güya rahatlatacaktık!... Kendi öz yurdundan sürgün ve başka diyarlarda serseri kalbin ve ruhun feryadı, işte o zaman, bizi de tâ içlerine çeken bir bedbahtlık, hüzün, gözyaşı ve enînler tufanına dönüştü...

Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyâlarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedâsız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kainat ve dünya ile; Leyla’sız ve Mecnun’suz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile, sürgünde bir hayat... Sanki “Sizif”’in mitolojik dramı!... Ebedîlik Kitabı’nda İkbal; “(Yüzyılın) bilimi, düşünceyle sınırlı kalır; aşk ise yuvasını duyarlı ve tutkun kalbe kurar. Şayet bilim aşktan yararlanmazsa, bir düşünceler tiyatrosu olmaktan öteye geçemez. Gösteri de sadece, Samirî’ninkiler gibi bir büyüdür. İlahî Soluk olmadan, bilim sadece bir sihirdir. İlahî aydınlık olmadan, bilgi ve hikmet, yolunu bulamaz ve kendi hayallerinin altında parçalanarak ölür... Allah’ın ışığı olmadan, hayat acı ve çileli, akıl anlamını yitirmiş, din ise, baskıya dönüşmüştür:” derken, bu çağın temel karakteristiklerinden başkasına mı işaret ediyor? Hayır… İçinde hâlâ yaşamaya mahkûm edildiğimiz, “Karanlık Çağ”, özgün isimlendirmesiyle “Kali Yuga”... Varlığının temel amacı olması gereken manevîliği dünyasından kovan ve onu, “ayağına vurulmuş bir pranga” gibi kabul eden bu yüzyıl, “Samirî”nin hile ve tuzaklarını aratmayan sözde bilim ve ideolojileriyle insanın gözlerini boyayıp onları “Çağdaş Damgalı Kara Büyü ve Kara Bahtlar”a mahkûm etti. Kendi öz dünyalarından sürülmüş, tarihsiz, kimliksiz, benliksiz ve amaçsız, ruhsuz zombiler...

Marlow’un “Faust”unda bir sahne, sanki bu durumu ebedîleştirmiş gibidir. Dr. Faust, gökleri yere indirmiş ve gerçekliği plastikiteye hapsetmiş Rönesans Kültürünü temsil eden Helen ile karşılaşır. Faust der ki: “Helen, bir öpüşünle beni ölümsüz kıl!” Ve Helen onu öper. Şöyle der Faust: “Dudakları ruhumu tenimden çekip alıyor; bakınız, ruhum nasıl da kaçıyor? Gel, Helen! Ruhumu bana geri ver!..” Başta bilim olmak üzere, çağın bütün değer şemaları köklü biçimde değişmedikçe, bunalım sürecek! Maddî ve niceliklere, duyumların boyutlarına sıkışmış hayatın üstünde, biz insana yakışacak olan, yüce ve evrensel çaplı hedefler belirlemek... Günahlarımızın kefareti olacak çaplı, herkesi içine alacak bir mutluluk ve gerçek ilerleme kuşağı oluşturmak. Aşkın moral değerlerin, metafizik prensiplerin hayatımızı bir şehrâyine dönüştüreceği, soylu bir çağ... Çağların en hayırlısı olarak tanımını bulan, “Kur’ânî ve Nebevî çağa”, ruhen merbutiyetin gerçekleşeceği derinlikli kuşak...

Beşerî tasarım ve düşüncelerin ilâhlar gibi benimsenmesi, bütün insanlığı saptıran bilimle perçinleşti... “Bu dünya hayatının kaba realiteleri”nin verâ’sına iştiyak duymayan; kendi başına buyruk olduğu için hiçbir sınır ve ölçü benimsemeyen, İlahî bir anlayış ve şefkat, acıma ve re’fet hislerinden azade olduğu için, zakkûm ağacının meyveleri gibi ürünler veren bilim...

Dünya boyutunu benimsemesine karşın, ahiret boyutunu, gayb kuşağını ihmal ettiğinden, bir bilgisizlik, Kur’ânî ifadeyle gaflete dönüşen bilim...

Sırf dünyevî bilgi ve bilme demir atan, ötesini bilinmezliğe mahkûm edenleri Kur’ân’ın reddetmesi de, sırf dünyayla sınırlı bilgi ve bilimden kaynaklanmaz; zira, mü’minler de, dünyanın dış yüzüne ait bilgiye sahiptirler, hatta bu hak ve ödev, herkesten çok da onlara düşmektedir. Ama bunun ötesinde onlar, daha üstün bir idrak ve anlayış mertebesinde, dünyayı üst âlem ve varoluş realitesiyle bağlantılı kılarak, şeffaf ve insanî bir bakış geliştirmişlerdir... Bu görüş açısına göre dünya, ahiretin, Vechullâh’ın, bâkî değer ve özlerin devşirildiği kısacık bir aralık...

On yedinci yüzyıldan beri devam eden bir süreç içinde insanlık, Tanrı’yı öldürdü... Aslında Nietzsche, bunu bizim adımıza haykırmış gibi. Buna bağlı olarak, paylaşma ve bölüşme meziyetini yitirdi... Gerçekte ölense, insanın kendisiydi... Allah’ı unutanlar, kendilerini unutulmaya mahkûm ettiler... Onlar, “Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.” Temellerini yitiren insan, şimdi bir boşluğa, bir yokluğa, bir temelsizliğe mahkûm... Ruhundaki bu deprem, bilmine, ahlâkına, hayatına, edebiyatına, cinselliğine, siyasetine, ekonomisine, sanatına, vb. yansıdı... Gerçekte, bütün bunalımların kaynağı bu...

Yani, Allah’tan uzaklaşma sendromu...

Onu dünyamızdan itmeye çalışmamızın bizde meydana getirdiği ardı arkası kesilmeyen depremleri...

Şimdi, yeniden dirilişin tam vakti!

Ruhumuzdan dalga dalga yeryüzüne yayılan depremlerin, ana üssü, kuşkusuz, Allah’a, hem inanç hem de eylem olarak çok uzak kalışımız... Depremlerin durması, ruh ve madde olarak huzur ve sükûnete erebilmemiz, hayat, esenlik, güven, saâdet, bereket kaynağı olan Allah’la yeniden barışmamıza, O’nu kendi beşerî ve toplumsal dünyamıza, ama hem bilinç, duygu ve fikir olarak, hem de model, eylem, hayat ve oluş olarak davet etmemize; seküler kuram ve hayat tasarımlarını, profan olanın hükümranlığını dışlamamıza bağlı...

Bölümlenemeyen ve tek olan şefkatli   Allah’ın kulları olduğumuz bilinciyle dopdolu, aynı sevgilerle yıkanmanın, aynı imanı paylaşıp, ilahî evrensel kardeşlik bengisularında arınmanın işte tam zamanı…

Ne desem!..

III.Levha/ Vakti Kuşanmak

Âyin-i şeriftir!

Bu öyle bir hâldir ki ufkun iki adım ötesinde meleklerin “hay-hû”yu ve rûhânîlerin kanat sesleri duyulur. Nâbî’nin hac ziyareti sırasında edindiği izlenimleri anlattığı eseri olan “Tuhfetü’l-Harameyn”deki sırrın burcuna erenler için “Sidre” ile “Kâbe” iç içe bir vahit hâline gelir. “Zeyl-i Siyer-i Veysî”de; “Ravza”, “Firdevs”e örtü olur. “Evvel”, “Âhir”in rengini alır, “Zâhir”, “Bâtın”ın boyasına boyanır. Hisler dehşete düşer, ruh hayretler yaşar, beyan bir adım geriye çekilir. Gönül can diliyle konuşmaya durur ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.

Bestekârın kâinatı, “bir özge temâşâ ile” idrâk etmesidir. İdrâke sığmaz, fevke’l-beşer bir mânânın, beşer sathına ve idrâkine indirilmesidir. Mahcup bir gelinin yere korkarak basması gibi, çığırına mazbut bir edâ ile süzülür. Haykırmaz, seslenir. Şen kahkahalarla velvele etmez, tebessüm eder. Şekvâ bilmez, sitem eder. Aramaz, bulur!

İdrâkim: âciz; aklım, kendinden geçmiş…

Yokluğun narındayım…

Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyalarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedasız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kâinat ve dünya ile Leyla’sız ve Mecnun’suz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile sürgünde bir hayat yaşıyoruz...

Nâbî’nin, IV. Mehmed’in Lehistan Seferi ile ilgili izlenimlerini ve Kamaniçe Kalesi’nin alınışını anlattığı Gazavatnâme türü eserlerden olan “Fetihnâme-i Kamaniçe”de asude baharların yeşerttiği coğrafyaların adlarını hatırlamaya çalışıyorum tek tek. İçimdeki sonbahara inat harf harf yudumluyorum hepsini. Bir yayla şehrinde güneşin doğuşuyla hayata açtığım gözlerimi, şehrin bu gece vakti kapatmak geçiyor içimden.

Umudumun bağrına tazecik saplanmış artık firâk hançeri. Bir kurbanın tevekkülü var adımlarımda. Ayakları kan kokan ankebût ağır ağır örüyor heyûlayı. Karlar emre âmade. Âdeme giden, encama koşan necm misali; bin yıllık açlığını gidermek telaşındaki bin bir başlı ejderhanın dibinde nöbet tuttuğu kör kuyular gibi yutuyor her şeyi. Çeşmelerden ıslık ıslık akıyor vedâ âyininin ser taksimi. Vurgun yemiş üveyikler, konuşmuyor hiçbiri. Lâl olmuş yedi düvel, pürmelâl âlem-i seb’a. Temerküz ediyor serâ ve süreyyâ. Zira emir kesin:

“Kendi kitabını oku. Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.”

Birazdan, ufukta bir şehrâyin başlayacak; ölüm kadar ağır ve doğuş kadar hafif… Can çekişmekle doğum sancılarını birbirine karıştığı bir dünyâ, ufuktâ barışacak; doğmakla ölmek vahdet noktasında buluşacaklar. Şu insan kalabalığının uzağında ve fakat onlara rağmen bir mahşer yaşanacak. “Ne ağlayan belli, ne gülen belli…” diye düşünecekler olacak. Ve bir ses ona soracak: “Ağlayan kim, ağlatan kim, gülen kim, güldüren kim? Kim… Ve ne bâkî kaldı bu zuhûr cennetinde?...” Hürriyeti bulanlar “Hû” diyecekler. Diğerleri, şaşkın ve tedirgin, kafeslerinde çırpınacaklar.

Yaşanılan anın içinden geriye dönüp baktığımda her şey sis ve duman içinde görünüyor. Söylen(eme)miş bir söz, bir duruş, bir bakış, bir eda, delirten suskunluklar... Bazen öyle oluyor: Belleğim, olaylar, durumlar, söylenenler, yapılıp edilenler konusunda net fotoğraflar vermiyor.

Sözlerim uçuyor…

Cümlelerim dağılıp parçalanıyor, kırılıp dökülüyor… Dağılan kelimeleri toplayıp bir araya getirsem de, yeniden aynı anlama ulaşamıyorum. Ulaştığım anlam aynı anlam olmuyor. Yeni bir anlama ulaşıyorum. Bir duvar kendiliğinden büyüyor.
Suskunluğum, kendime kapanışım, insansızlaşmanın, faniliğin derin kuyusunda boğuluyor gibi olmanın ürkütücü sessizliği içinde... Şimdilerde okuduğun o yaralayıcı hikâyelerde de daha bir kesifleştiriyor içimdeki ıssızlığı.

Sözlerle, serzenişlerle, imalarla, gerçekliğin çarpıtılmış, değiştirilmiş, tersyüz edilmiş biçimleriyle kuşatıldığımı hissediyorum.

İletiler ve imalar beni çok incitiyor...

Ne diyor Nâbî;

“İzzetün kadrini idrâke sebep zilletdür.”

Ne yapsam boş…

Ne denli çaba gösterirsem de göstereyim önüne geçemiyorum incinmelerin. İncitmelerin de...

Ruhuma yöneltilmiş her fetih girişimi içini biraz daha yağmalıyor, talana çeviriyor. Suskun kırılganlıklarım, ilenmelerim, içlenmelerim, incelikli ve zarif öz öldürme törenlerimiz, onurumuz, yere göğe sığdıramadığımız gururumuz, müstehzi kıyıcılıklarımız... İçimde dalga dalga kabarıyor yüreğim. Bu kıyımlar, bu ölümler, içimde açılan çentikler değil, derin oyuklar, yarlar, yaralar benim.

Yaralar benim…

Yüreğim ıssız.

Tedirgin.

Mutsuz.

Yüreğimin götürdüğü yer neresi?  

Belli mi?

Bilmek istiyorum.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

I. Levha/Geniş Zamanların Dibâcesi

Hem nazarın hem de nazargâhın, bir aşk libasına büründüğü aşkınlıkta, kendi değer ve benliğimin yeniden keşfe muhtaç olduğunu hissettiğim bir “evsatü’n-nas” ve Nâbî’nin  “Münşeatı”nın sezgisiyle yazıyorum bu satırları. Ontolojik olarak değil, ama bilinç ışınımında varlık tayflarını aşarak kendi bilincime ulaştığım bu cömert ve bereketli zaman noktasında, varlık ile varoluşu bütün yanıp sönmeleriyle kendime doğru çeken bir merkez; her şeyin ötesindeki güç ve üstün prensip tarafından ele geçirilmiş de bambaşka bir dünyanın sahillerine varmışım sanki...

Hayat enstrümanlarına yöneliş, insanın tarihsel izleği boyunca yaşama formları içindeki yolculuğunun geçtiği mesafeleri verir.


İnsanın yeryüzündeki mevcudiyeti, bu yüzden hayat üsluplarının yeğlenme ve terk edilme hikayesidir. Bu yüzden bir hayattan diğerine sıçramak, ikamet etme stilleri içinde ilerlemektir de.

Bir yanda kozamdan yeni çıkmanın şaşkınlığı, diğer yanda bir günlük hayat kapımdayken gene de  Nâbî’nin, “Ebnâ-yı dehr her hünere âferîn verir…” diyen bir iklimin izdüşümünde kanat çırpıyorum: Bu dekoratif “âferîn”; dünya ikameti cihetindeki sahiciliğinin şeffaflaşmış delilidir halbuki ve bu yolla, hüküm sürmeyi bir müdahale fesahatinin cezbesine çeviren “Ne tükenmez hazinedir!...”

Gecenin on bir buçuğu. Yalnızım. Yağmur yağıyor.

Gökyüzünde gri karanlık, garip bir pembelikle hemâhenk. Yağmur damlaları bilinmeyen bir âlemden gelen sır dolu haberciler gibi kara gölgeler halinde uçuşuyor. Duymadığım ama bütün zerrelerimle hissettiğim nağmeler ve ritimler, uyuşukluk mu, esriklik mi bilemediğim bir iklime sürüklüyor benliğimi.

Sanki tennureler uçuşuyor gökyüzünde. Dünyâ da kudüme perestiş ederek semâ eylemektedir. Ağaçlar, dağlar, kayalar ve uçurumlar, bir daha erişemeyecekleri zihnî bir lezzet içinde hemâhenk semâ etmektedir. Penceremin buğulu ve küçük penceresinden, dağ doruklarında çatırdayan kırçiçeklerine kadar her varlığı ılık yorganı altında titreten gece de aşka gelmiş devreylemektedir.

Bir şulesi var ki şem-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın

Asumânın fânusuna sığmayan cân mumunun şûlesidir ki bilen bilir, duyan anlar, gören görür. Mâziden âtiye yazılmış bir nâmedir ki, okuyan okur, anlayan anlar...

“Mezra-ı aşkta mânende-i gendüm…”  diye istimdâd eder Nâbî…
Tadına; doyulmadan bir rü’-yânın son cümlesi, bir şehrâyinden arta kalan son parıltıdır. Uzun bir hikâyenin hatm-i kelâmıdır. Ayin-i şerifdir, semaidir, bestedir, şarkıdır; Acemi bir müsteşrik edâsıyla uzaktan seyrettiğimiz bir mânâ ikliminin şifresidir.

Bilen bilir, bilmeyen bilmez!

II. Levha/Özgürleşme ve Özdeşleşme Arasında Öznenin Direnişi

Nâbî’nin oğlu Ebulhayr Mehmed için Halep’te yazdığı; Ebulhayr’ın mutlu bir insan ve toplum içerisinde iyi bir birey olması için nasıl davranması gerektiğini anlatan “pendname” türünde didaktik “Hayrînâme” isimli mesneviyi okuyanlar kendilerine gerçekten biz, nasıl bir çağın bireyleriyiz sorusunu sormadan edemezler.

Kendi özel tarihimiz yanında, çağın bütün insanlarıyla paylaştığımız ortak paydalarımız nelerdir?

Bizden öncekilerin ve çağlarının, hakikaten gerçekleşmesini hayal ettikleri rüyâsı mıyız?

Acaba, gelecek kuşaklar bizi, tarihin huzuruna nasıl bir takdim ile çıkaracaklar?

“Atalarının hayat birikimlerinden çok şeyler aldılar, ama bu birikime çok şeyler de kattılar.” diye mi, yoksa “Bütün insanlık mirasından çok şeyler almalarına karşın, kendi çağlarının insanlarının ümitlerini kırdılar, düşlerini kararttılar; cıvıl cıvıl gökleri karanlık bulutlarla kilitlediler... Akıllar güdükleşti, hayaller ve ruh kanatlarını yitirdi!..” diye mi?

Belki birisi söze karışarak şöyle diyecek:
“Bu yüzyıl, şahidi olduğu büyük trajedileri yanında, akılları zorlayan değişimlerin, dönüşümlerin; keşif ve açılımların yaşandığı; o ana değin üretilmiş bilginin, hem nicelik hem de nitelik bakımından geometrik diziler halinde sıçrama yaparak çoğaldığı, bu sebeple de en yoğun biçimde bilgi ve teknoloji kullanımının yaşandığı muazzam bir çağ!..

Dünyanın keşfi ve fethinin tamamlanıp, kendi galaksimizle, Meta-galaksilerin ufuklarına doğru yol alınmaya başlanan, ışıl ışıl bir periyot!.. Hiçbir çağda görülmedik bir biçimde, dünyamızın iş arenası ve atölyesine, insanların da üst düzeyde birer üretken unsur haline geçtiği bolluk ve refah çağı!...

Ulusların kendi mahrem ve onlara özgü ve onları ‘kendileri’ kılan mevrus insanlık değerlerinin, yükselen yeni değer ‘küreselleşme’ ve ‘yeni bir dünya düşü’ne entegre oluşu; böylece de, bir Yeryüzü Ailesi’nin gerçekleşişi...”

Listesi daha da uzatılabilecek olan bu iyimserlik gerekçeleri arasında, acaba bizi tedirgin eden, fizik güvenliğimiz yanında, içsel huzurumuzla fizik ötesi gerilimlerimiz açısından bizi kuşkulara ve derin belirsizliklere sürükleyen olumsuzluk noktaları, daha başka bir ifadeyle, bu yüzyılın koynunda taşıdığı bir “hançer” yok mu? Kökleri ve besleyici kılcal damarları dün ile bugün içinde bulunan gelecekten emin olmamız, kendi özgür seçim ve eylemlerimiz yanında, biraz da bugünden emin olmamıza bağlı değil mi? Hem kendi gelecek nesillerinin hem de bütün evrenin geleceğine sunacağı “Büyük Miras”ı nedir bu yüzyılımızın?

Şurası bir hakikattir ki, bir ideolojiler, beşerî sistemler ve insanları, görünen, görünmeyen çok yönlü yöntemlerle köleleştirmeler yüzyılı olan “Yirminci Yüzyıl”, üzerimizden geçip gitti... Tabiat ve cehalet karşısında muzaffer insanlık, kendi ruh ve nefis mahbeslerinde, ideolojilerinin ve düşünce manzumelerinin esiri ve zebûnu mu hâlâ?…

Bir yanardağ gibi indifa eden sanayi devrimi ardından, semavî-manevî/geleneksel değerlerin bağlayıcılığından kaçış, bir özgürlük aldatmacasına dönüşürken, gelin görün ki yeryüzünde, özgürlük(!) tüten esir kamplarından geçilemiyor; sözde ilkel çağların aksine, zincirsiz ve bukağısız köleler, gerçek durum ve kimliğini kamufle etmeye çaba sarfeden medeni “Kunta Kinte”ler, derin haz ve bağlılık aşkıyla, neşideler yakıyor!...

Kapitalizm, üretim ve tüketim fonksiyonlarını, bütün yüzyılların yükselen değeri olarak vurgular ve hayata geçirirken, bu ilkeye olan sadakatinden olsa gerek, dünyayı tüketiyor; bir şaşkın ördeğe dönüştürdüğü insanı da yeni değerler şem’asına ve şablonuna göre, yeniden üretiyor...

Son günlerdeki moda ifadeyle, tarihin, başka çıkar yolun olmadığını, bu sebeple ancak kendisiyle sonlanacağını oldukça, canlı ve kanlı bir biçimde kafalara dank ettirmek için, o ganî(!) gönlünde, kendi antitezini bile üretiyordu... Bu, iki kere ikinin dört etmesinden daha somut, ama farkedilmesi de o nisbette zor bir olgu...

Moor’un “Utopia”sının, Campenella’nın “Civitas Solis”inin, Augustinus’un “De Civitate Dei”sinin, insanları başka alternatif arayışların peşine taktığı, onların ruhlarıyla birlikte akıllarını da kendi ateşinde yakarak, pervaneye döndürdüğü, beşerî alternatif sistemlerin hikmet-i vücudunun da bu olduğu şeklindeki söylem ise, hakikaten çok hoş ve eğlenceli...

Hiç, hayallerden gerçek çıkar mı?!...

Yüzyılın öncesinde çatırdayan, başlarında da yıkılan dengeler üzerine bir akbaba gibi tüneyen, hile ve zulüm kulesi... İkâme edilmeye çalışılan değerler sisteminin, bütün hayat ve insana yönelik bakış açılarının ve ahlâkının iflası, nihayet yaşanılan topyekûn iki dünya savaşı...

Avrupa’nın tâ göbeğinden dünyaya yayılan sınırsız ve bağlantısız özgürlük arayış ve hareketleri, nihilizm ve anarşizm, sapkınlık ve fıtrata yabancılaşma, iflas etmiş olan bu değerler sisteminin kül ettiği tarih, insanlık, kültür ve medeniyet makberlerinden, evet, onlardan esinlenmedi mi?! Onu, bir “Korku Çağı” olarak teşhis ederken “Camus” haksız mıydı?! Nükleer füze başlıklarının paradoksal dengesi ile kurulan, karabulutları bir karabasanlar sürüsü gibi hâlâ üzerimizde dolaşan bir plütonyum, uranyum soslu barış dumanı, göklerimizden ve gönüllerimizden uzakta mı ki?! Sırf nesnel dünyanın değil, ama bütün her şeyin çok küçük bir azınlık tarafından sömürüldüğü; tenlerin açlığa, ruhlarınsa bir hiçlik ve boşluk okyanusuna terk edildiği; dünya üzerinde açlar, yarı açlar ve toklar kamplarının ya da kuşaklarının oluşturulduğu bu çağ, sormak lazım, kimin için ve neden tekin olacak ki?

Bu çağın bize sunduğu en büyük dert: yalnızlık, ruhsal soğukluk, herkesçe paylaşılabilecek ortak değerlerin yokluğu!... Globalleşme mitos’u, bu yalnızlıkları, ayrı ayrı adacıklar halindeki toplumsal, kültürel oluşumları bir araya getirebilmek için icad edilmiş göz alıcı ve sihirleyici bir terim... Çok şaşırtıcı, sözü her edildiğinde, daha da bölünüp parçalanmaya, büyük balıklara yem olmaya dönüşen globalleşme...

Çağın bizden alıp götürdüğü ve bugün, yokluğunu derinden hissettiğimiz “îsâr”, “altruizm”, “diğergamlık”, “bizcilik...” İnançlara, kanaatlara, renklere, bölgelere, tarih ve medeniyetlere göre ayrımların somut birer gerçeklik olduğu çağ, tezatlar, tutarsızlıklar çağı!... Bütün evrenle birlikte insanlık âleminin de tekliği, tek menşe’ ve tek Yaratıcı’dan geldiği anlayışının besleyeceği sıcacık, baharımsı ve güneş renkli tebessümün yerini, insan cinsi adına, utanç tablolarının alması...

Bir balinanın ya da penguenin, deniz foklarının, her neyse, Avusturalya’nın hangi tür kangurularının kurtarılması, ya da insanın hayatı yanında hissiz bir güzellik olmaktan öteye geçmeyen ve zaten insan için var olan doğa unsurlarının korunma altına alınması için medyatik güçler küresellik içinde harekete geçer ve nabızlar aynı frekansta ritim vururken, “dîde-i ekvân” olan insana karşı, vicdanlar ölü ve suskun... “İnsan”, tıpkı kumsal üzerine çizilmiş siluetinin kıyıya vuran dalgalar tarafından silinip götürülmesi gibi yitik ve heba edilmekte... İniltilerini işittiğimiz binlercesi arasından, gözlerimiz önünde kan ırmakları oluşmuş.

Yüzyılın en büyük insan boğazlanışına ve kıyımına seyirci kalınarak, insan oluş haysiyeti ve bedenleriyle birlikte nehirlere akmış, kıyılara vurmuş; cesetleri set olup yollar kesmiş... Kimi kez açık, kimi kez de kapalı bir tarzda, “esir milletler ve medeniyetler kampları” oluşturulmuş... “Baskın, basanın elinde kalır.” özdeyişi, hukukun yerine geçen gücün kanunu olmuş... Haklarını arama peşindeki mağdurlara, onları gadre uğratanlar hâkim tayin edilmiş... Kuzulara şah olsa, kurt yapmazmış böyle bir düzenlemeyi... Bütün bunlar ve daha da çoğaltılacak olan başka şeyler, sanki bu bilgi ve bilim çağının ürünü değil mi? Biçimsel ya da nesnel, niceliksel bazı ilerlemelerin ötesinde, bizi birleştirecek bir “Genel Bilim Ahlâkı”na sahip miyiz? Ya da, bilimi ve onun üzerinde yükselen teknolojiyi, metafizik değerlerin ahlakî kayıtlarından bağımsız kılmakla, insanlığın gerçekten hayrına mı davranmış olduk?...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

/Bir şehri sevmek aşka sebep aramaktır/
A. Hamdi TANPINAR    

Her Şehir Biraz İnsan Demektir Aslında

İnsan, dünyayı değiştirirken ve kendine sınırlar koyarken esas görevi dünyayı güzelleştirmektir. Bu arada insanın dünyadaki serüveni, kendine bir mânâ, bir ad arayışından başka bir şey değildir. İnsan kendisini bir ideâle ya da bir şehrin hizmet yörüngesine sokarak bir anlam kazanmıştır.

Şehirlerse, medeniyetin beşiğidir; medeniyet şehirde doğar, yine burada kök salar. Maalesef artık günümüzde insanı ölçü alan şehir tasavvurumuz kayboldu. İnsana dâir hasletler ölçü olmaktan çıkınca, şehir mekanikliğe ve tek düzeliğe mahkûm edildi. Oysa şehrin de insan gibi bir iskeleti, bedeni, ruhu ve uzuvları vardır. Her şehrin miras olarak devraldığı bir kültürü ve kendisine has bir mimarisi vardır. Bir şehrin kültürü ve mimarisi, o şehre bir “ruh” verir. Bu yüzden her şehrin bir ruhu vardır; şehirler, tıpkı insanlar gibi ruhlarıyla yaşarlar. Günümüzde, şehirlerimiz ruhlarını kaybetmektedir. İnanıyoruz ve gayretimiz odur ki, hafızamızın yoklanması, yeniden hayatiyet kazandırılabilmesi de yine bu şehirlerimizde olacaktır.

Fark Etmek Zorunda Olduğumuz Gerçek: Şehrin Yerlileri
Yörede bir şehir kurmayı tasarlayan ve varsa o bölgede bu şehri kuran iradenin sahibi şehrin yerlisidir. Yerli insan şehre kimliğini, kültürünü, dünya görüşünü, eğilimlerini, rengini verir. Aidiyetlerinden, mensubiyetlerinden sağlam çiviler çakar o şehrin zeminine. Kendine benzetir. Kendine benzetmek için olağanüstü çabalar harcar. Arzın bomboş, insansız bir yöresini yurt edinmek tabiata karşı bir mücadele sonunda mümkündür. Daha önce başka insanların yaşadığı bir bölgeyi yurt edinmenin yolu ise savaşlar, işgaller, fetihler sonucunda gerçekleşiyor.

Şehir yeni yerlilerini severse büyür, gelişir. Ana dokusunu, hayat damarlarını bozmadan, daraltmadan serpilir, kendini hissettirir. Şehrin dokuları yerlilerinin genleriyle örtüşür ve hemhâl olursa eğer, o şehir yalnız kendi bölgesinin değil, bütün dünya tarihinin gözdeleri arasına girer.

Bu minvalde Erzurum, tarihî mirasını günümüze taşıyan stratejik bir vatan coğrafyasıdır. Erzurum, mensup olduğu medeniyetin en mümtaz numûnelerinin, modellerinin rahmini oluşturur. Şehir yüzyıllardır intizar ettiği bir kavmi bulmuş gibi seviniyor, bağrını onlara hasretle açıyordu sanki. O kavim de terk edip geldiği anayurdunun kokusunu almıştı bu şehirde. Şehir ve insan birbirine öyle uyum sağladılar ki bu şehrin yerlisi artık onlardı. Şehrin yerlileri Müslümandı. Önce mabedlerini inşa ettiler. Yıllardır oradan buraya göçüp duran bu kavim belli ki artık yerleşmeye, Erzurum’da ikâmete cidden niyetlenmişti. Şehrin güzelim merkezleri mabetlerle ziynetlendi. Onlar muvahhidlerdi. Anadolu toprağında Selçuklu’dan sonraki ilk selâtîn yapı Ulucamii, Cuma Mescidi maksadını ziyadesiyle tatmin ediyordu.

Şehrin ovasını ziraat için tarım,  sebzecilik, hayvancılık için ayırıyor, yamaçlarını ise mesken tutuyorlardı. Ferah mahalleler böylece doğuyordu: Sultan Melik, Yoncalık, Mahallebaşı, Hasanibasri, Şeyhler, vs… Osmanlı ile birlikte uluslararası bir önem ve değer kazanan Erzurum’un çarşıları, hanları oluştu. İpek Yolu’nun bu vazgeçilmez istasyonuydu. Taşmağazalar, Taşhan Rüstem Paşa Bedesteni’ni inşa eden ruh ve irade yalnızca ufuksuz düşünen bir zihniyete ait olamazdı. Alışveriş için değil Erzurum çarşılarında dinlenmek, eğlenmek için dolaşabilirsiniz. Ruh sıkıntılarınıza ilaç teşkil edecek bir mimarî yapıya sahiptir çarşılar.

Erzurumlu hakkında Evliya Çelebi’nin, Tanpınar’ın, Kaplan’ın ifâdelerini bilenler bir şehirde ağaçları söküp yerine asla beton binalar dikmeye kalkışmazlardı. Erzurum ne tropik ne de bir başka iklime özenecek sıkıntılı bir tabiata ve havaya sahip değildir ki kendi dokusunu bozacak zoraki farklılaşmalara kucak açsın. Belki de Erzurum’un ihtiyacı olmayan tek şey bir başka şehre benzemek veya özenmektir. Çünkü her bakımdan kendine yeten nadir şehirlerdendir o. Erzurum’u Erzurum yapan iradenin topuk izleri kimi taşlar üzerinde hâlâ mevcut. Kimi yapılar da şaşırtıcı incelikteki estetiğin verdiği okşayıcı nefeslerin en şaşmaz tanıkları… Mabetlerin kubbelerine asılı kalmış iç ezanlardan kimi ahenk parçaları da öyle. Çarşıların küçük mescitlerinde ipek yükü taşıyan hamalların alın terleri vardır.

Bir şehrin şemsiyesini kullanmak onun gölgesi altında kendini güvende ve mutlu hissetmek onun toprağına sevdalı olmak bir sorumluluk da gerektirir. Yerlilik bir bakıma bu sorumluluğun gereği bir sahipliktir de. Mensubu olduğunuz şehir size sahip çıkar, sizi gölgeler, oralı olmanın imtiyazı, fiyakası ve keyfini yaşarsınız. İşte bu yüzden yerliler onu daha çok korurlar. Kim keyfinin kaçmasını ister ki?

Erzurum’da Evvelzaman yahut  İmtiyazlı Zamanların Titreşimi

Tarihî olaylar yenilenmez. Yani tarih tekerrür etmez. Meydana geldiği zaman ve mekân içinde bir kez olup, biter. Ancak böyle oluyor diye tarihî olaylara dayanılarak gerçek değerlendirmeler yapılamayacağı da ileri sürülemez. Tarihî olayların ışığından yararlanılarak bugünkü hayatımıza, sosyal realitelerimize bakabilir, giderek bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Evet; bugün kahramanlık tarihinin matemli ufuklarına bakmakta olan Erzurum, yaslandığı Palandöken Dağları eteklerinden satvetli tarihinin şanlı ve menkıbe dolu sayfalarını çevirmekte, sanki zaferle neşenin, huzurla sevginin gerçekleştiği mutlu yılların engin ufuklarından tarihi tesellisini aramaya çalışmaktadır.

Erzurum; asırlar boyunca havasının ciyadeti, manzarasının letafeti, sularının şifa verici taraflarıyla sevilmiş, benimsenmiş; ruhumuza girmek sûretiyle, türkülerimizde, şiirlerimizde, edebiyatımızda yer almış; vatan bekçiliğinde önderlik etmiş ve bu haliyle gönlümüzde büyümüş eski, tarihî şehirlerimizden birisidir.

Bugün bize tarihimizin renkli krokilerini çizmiş, satvet ve azamet yıllarının engin manzaralarını seyrettirmiş, sade ve samimi ifadesiyle, maziyi olduğu gibi o füsunkâr kalemiyle aksettirebilme bahtiyarlığına nail olmuş, tarihine bağlı, rüyasına sadık Evliyamızın, ziyaret merkezlerinden biri olan Erzurum; şimdi muazzam ve satvetli tarihinin huşu ile dolu gölgelikleri içinde, geçen asırların yadigârı olan millî ve ruhanî bir hava içerisinde sanki yaşamakta ve geçmişte maruz kaldığı durumun vermiş olduğu hicranla, çektiği hüsranların belirttiği ıstırapları yenebilmek için, o günlerin tarihinden hız alarak, adeta kendi hayatına sahne olan “Erzurum, Kilid-i Mülk-i İslâm’ın” dan mülhem bir hisle, o da aynen sakinleri gibi bazen “Aziz-i şehir idik…” şeklinde hayıflanmaktadır.

Evvelzaman; Erzurum’da parıldayan âsûde bir yıldızdı. Seferler ve cenklerle geçen hareketli yıllar, asırların içinden kopup helezonik bir vakumlamayla kutlu kubbelerin altında toplanırdı. Rûhanîyetli toprağın da yatan mânâ erleri için ölümü bir mükâfata dönüştüren ve onlara “bir evliya talihi yaşatan” mânâ bu olsa gerek. Heybetiyle yükselen, semavatla her an buluşuyormuş hissi veren merkadlerin başucundayken düşünmeden edemeyiz; sandukaların kapakları bir an için açılıp da ecdat rüyalarında mahfuz gülbanklar, naralar, tekbirler ve tehliller bu berrak sessizliğin kristal çehresini damar damar çatlatır mı bilemiyorum. Zahiri celâlin dışında ilahî ikram vaki olup nice evliyanın kâmilleri bu şehirde vücut bulmuş ve irşad seccadesine oturmuştur; vatan coğrafyasının maddî zeminini bayındır kılan imâr hamleleri kadar, ruh iklimini zenginleştiren mânevî çabalar da nesiller boyu tesirini sürdüren bir büyük varoluşun eseridir.  Abdurrahman Gazi, Habib Baba, Hacı İbrahim Baba, Alvar İmamı Hacı Muhammed Lütfi Efendi, İbrahim Hakkı Hazretleri, Seyyid Hacı Mevlüt Baba, Erzurum eski Müftüsü Hacı Muhammed Sadık Solakzâde, Kadı Darir, Sümmani ve daha nice sayısız mânâ erini; Palandöken Dağları çerçevesinin ülke düzeyinde kayak ve kitle sporları turizminin birlikte geliştirilebileceği doğal kaynaklar, Fidanlık, Uzunoluk, Ilıca Kaplıcası, Dumlu Ilıcası, Pasinler Çermiği ve Madensuyu, Tortum Çağlayanı, Cinis, Avnik, Bardız (Gaziler), Tortum, Ağca, Azort, Üngüzel, Hasankale ve Van Kaleleri, Kotarus (Citharizon) Kenti ve Kilisesi, Erzurum, Hınıs ve Pasinler Ulucamileri, Hatuniye Medresesi olarak da bilinen Çifte Minareli Medrese ile Yakutiye, Ahmediye, Kurşunlu, Pervizoğlu, Şeyhler ve Kadıoğlu Medreseleri, Erzurum ve İspir Kale Mescitleri, Tepsi Minare (Saat Kulesi), Lala Paşa, Murad Paşa, Gülcü Kapısı (Ali Ağa), Boyahane, Caferiye, Kurşunlu (Feyziye), Pervizoğlu, Derviş Ağa, Gümrük, Bakırcı, Narmanlı, İbrahim Paşa, Şeyhler, Cennetzade, Topal Çavuş, Çarşı (Tuğrul Şah), Arslan Paşa, Sivaslı, Süleyman Han ve Bardız Camileri, Emir Saltuk (Melik Gazi), Karanlık, Gümüşlü, Cimcime Sultan, Rabia Hatun, Mehdi Abbas (Emir Şeyh), Evreni, Söylemez Ana, Söylemez Baba, Mısri Zinnun, Ferruh Hatun, Gülperi Hatun Kümbetleri, Taşhan (Rüstem Paşa) Kervansarayı, Gümrük, Cennetzade, Kamburoğlu ve Hacı Bekir Hanları, Boyahane, Lala Paşa, Kırk Çeşme, Murad Paşa ve Saray Hamamları, Çobandede, Derviş Ağa ve Küpeli Köprüleri, Aziziye, Mecidiye, Kiremitlik Tabyaları, Erzurum Arkeoloji, Çifte Minareli Medrese ve Erzurum Kongresi Müzeleri küllî bir rüyânın cüzleri olarak, mukimlerinizi rengârenk düşlere sevk etmektedir.

Etrafındaki çam ve akasya ağaçlarının hışırtısı, Palandöken’in tatlı esintileri, rüzgârlı yamaçları, taş evleri ve parkları, kol kola yaşayan çarşı, pazar ve dükkânların dipdiri nefesleri, Taş Mağazalar; Kavaflar, Oltu Taşı İmalatçıları, çeyizciler, kuyumcular, attarlarla gelecek zamana gülümsemekten hiç geri durmamaktadır.

Örtüye Bürünen Son Sözler

Şehirler ancak yaşadığı mekânlara azamî çıkar sağlayacağı nesne gözüyle bakmayan hemşehrileriyle birlikte değişir ve değişip yenilendikçe de hemşehrileri ile birlikte yaşamaya devam eder. Şehrin suyunu, toprağını, havasını, tarihini, doğal çevresini, evlerini, sokaklarını, anıtlarını, fabrikalarını kendi parçası olarak gören hemşehriler, yaşanan aktif sanatı ve inancı şehre taşıyarak; küllenen insanî duyguların yeniden canlanmasına öncülük edebilir.

Yeter ki Erzurum; Erzurumlu olmak sevdası ile yola çıkan kendi şehirlilerine kavuşsun. Erzurum şehri için endişesi olanlar bilmelidirler ki bu endişe, mensubu olduğumuz medeniyet tasavvurunun zamanımızdaki hayatiyeti için duyulan endişedir ve bu yüzden çok asil ve mukaddes bir ruh halidir. Erzurumlu olmak demek, bu şehri inşa ve imâr eden medeniyet tasavvurunu bilmek ve bunun asırlar boyu hayata geçirilmesi ile oluşan binlerce hatırayı paylaşmak demektir. Bilgi ölçeğinde gerçekleştirilen bu merhale, Erzurum gibi bir şehir için asla kâfi gelmez. Erzurum’a ait bir şehirli olmak için bu şehirdeki mânevî havayı teneffüs etmek, duygu ve zevk sahasında da eski Erzurumlular’ın devamı olan yeni bir Erzurumlu olmak icap eder.

Erzurum; şu son zamanlarda, artık serviliklerde yatan ve meleklerle dost, eski Erzurumlular’ın bilgisi, görgüsü, edebi ve zevki ile teçhiz ve tezyin edilmiş yeni ve genç şehirlilerini bekliyor. Bu yeni Erzurumlular’dır ki kendi köklerine sadık kalarak bu şehri gelecek zamanlara taşıyabilir ve dolayısı ile mensup oldukları medeniyetlerinin diriltici sesini, Erzurum mekânları üzerinden bu sese her zamankinden daha fazla muhtaç olan insanlığa duyurabilirler.     

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 15:23

DÜNYANIN UĞULTULU KIYISINDA YAŞAMAK

/İnsanoğlu kendi içinde küçük bir âlem olduğu için, dünyasında farkında olması ve gözetmesi gereken birçok varlık ve hadiseler vardır. İnsanın duyguları, düşünceleri, hayalleri ya şuursuz ve otomatik (arka beyin) tarzda yönetilir ya da ön beyinle temsil edilen şuurlu farkındalık (farkı fark etme) biçiminde kontrol edilir. İnsanın tabiî eğilimi, azamî tasarruf prensibi gereğince, mümkün olduğu ölçüde aşina olduğu şeylerle hayatını geçirmektir.

Bu münasebetle zihnî aktivite olarak, insanın bildiği şeylerle hayatını devam ettirmesi ile yeni şeyler öğrenerek hayatını sürdürmesi arasında mâliyet farkı vardır. Yeni şeyler öğrenmekle kazanılacak nimetler ve rahatlamanın faturası yüksek olduğundan, insan daha ucuz olan ve arka beynin kontrolünde bildiği şeylerin çerçevesinde hayatını sürdürmek ister. İnsanın tabiî eğilimlerinin tuzağına düşmeden,  ön beynin kontrolünde yeni şeyler öğrenme rampasında kalabilmesinin yolu; vücudundaki ve dış dünyadaki olup biten şeylere karşı şuurlu farkındalık geliştirmesidir…/

İlk gençlik yıllarının coşkulu “mucitlik” döneminden benim payıma da “devr-i dâim” makineleri düşmüştü. Aylarca, enerjisiz, itmesiz, bedavaya çalışabilecek bir küçük motor icat etmeye uğraştıktan sonra küçük bir problemi, bir ayrıntıyı hesaba katmadığım için maceram erkenden bitiverdi. Fizik öğretmenimin Newton’un üç temel hareket kanunundan sonra, belki hayıflanarak, belki “İşte her şeyi berbat eden şey.” dercesine dilinin ucuyla söylediği söz, sürtünme kuvveti, böylesi bir motorun icadına izin vermiyordu. Oysa ben onu aşabileceğime ne kadar da ümitlenmiştim. Ne de olsa, altı kalın çizgilerle çizili onca genel-geçer kanunlar, kuvvetler arasında bir gedik, bir kalıntı; büyük fizik dünyasının önemsiz, unutulmuş kıyılarından, köşelerinden biriydi sürtünme olgusu.

Oysa bu küçük ayrıntı şöyle bir tırpanlanabilseydi, dünya ne kadar da güzel olurdu. Sürtünme kuvvetine karşı koymak zorunda olmadıkları için yoluna yakıtsız devam eden araçlar, bileşenleri birbirine sürtünmediği için hiç kayıpsız, yüzde yüz randımanla çalışan ve hiç aşınmayan, eskimeyen motorlar. Eskimeyen elbiseler, köseleleri delinmeyen ayakkabılar...

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, yüzde yüz verimle, yakıtsız son hızla yoluna devam eden onca aracı durdurmak geldi aklıma... Hayret, hiçbirinin freni tutmuyordu! Sürtünmesiz dünyada ne balatalar tekerleklere hükmedebiliyor, ne tekerlekler yol zeminine tutunabiliyordu. Bir ara, iyi ki onca aracı hareket ettirmemişim diye düşündüm, yoksa sürtünme olmayınca, eylemsizlik ilkesine göre, tekerlekler ilk harekette patinaj yapıyor olacaktı.
Sonra tüm bu araçların ayakta duruşuna şaşırma sırası geldi: Sürtünme olmayınca somunu, cıvatayı, vidayı nasıl tutturabilir, parçaları nasıl birbirine yapıştırabilirdim? Derken, sürtünmesiz dünyamdaki cıvataların, somunların birden gevşediklerini, çivilerin yerlerinden çıktığını, tuğlaların, briketlerin, taşların, kiremitlerin kaymaya başladığını, tüm dikişlerin, ilmeklerin, örgülerin, sargıların birden çözüldüğünü gördüm. Sürtünmesiz dünyam tuz gibi dağılıverdi. Oysa o küçük ayrıntı, yani sürtünme olgusu, bu gerçek dünyanın merkezindeydi ve sürtünme olgusunun ortasında oturuyorduk.

Sonucun sebep için, sebebin sonuç için olmazsa olmaz olduğu, burnunun dikine giden, katı, yüz vermez, asık suratlı, şakadan anlamaz, Newton’un bir dediğini iki etmez deterministik dünyamın yasak kıyılarından, köşelerinden birini kendi payıma, bu fantezi ile keşfettiğimi söyleyebilirim. Şükür ki, içinde bulundukları dünyadan hoşnutsuzluklarını açıkça ifade edebilen, nedenselliğin, belirliliğin kantarına yaslanıp uyumayan birkaç gözü pek insan düşünüyor ve bugünlerde artık, relativiteden, kuantum dalgalarından, ışığın dalga-parçacık ikiliğinden, belirsizlikten, fraktal geometriden, kaostan ve daha nice ele avuca sığmaz, elle dokunup gözle görülmez şeylerden söz edebiliyoruz da düne kadar asıl dünyamızın kalıntıları, atıkları, parazitleri, küçük ayrıntıları sanılan şeyler arasına dalıyor; kıyılarda, kenarlarda kalmış olaylar arasında asıl “yaşanası” bir güzel dünyayı keşfetmeye başlıyoruz.

Ta başında bölünemez (atom), parçalanamaz, katı solid birimlerle başlayan dünyamız, önce maddenin korunumu kanunu, ardından maddenin korunmayışının anlaşılması; ardından enerjinin de korunmayışının anlaşılması derken bir buz katılığından adım adım çözülüp, sıvılaşmaya, akışkanlaşmaya başladı. Ardından, sıvının bulunduğu kabın şeklini alışı gibi, nihayet kâinatın da onu çözümlemeye çalışan insan aklının şeklini aldığı anlaşıldı. Yani, “kanunları dünyanın nasıl olduğunu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzü belirttiği” söylenir oldu. Oysa insanı mutlak bir gözlemci sayan klasik bilime göre, insanın duygularının, zaaflarının karıştığı gözlemler asıl gözlemlenen dünya yanında küçük birer ayrıntıydılar.

Ne ki Einstein, en az klasik biliminki kadar yaşanası relativite dünyasını bu küçük ayrıntı üzerinde yani insanın duygularının, algılarının kısıtlılığı üzerinde kurdu. Çok yakın geçmişte ise, varlık verdiğimiz şeylerin, örneğin temel parçacıkların, hatta biyolojik organizmaların yalnızca bizim “zihinsel tasarımlarımız” olduğu söylendi, hiçbir şeyin sabit bir temelinin olmadığı, her şeyin yalnızca ilişkilerden ibaret olduğu dillerde dolaşır oldu. Anlaşılan dünya akışkanlıktan da vazgeçip, buharlaşmaya doğru gidiyor!

Ne oldukları, nasıl oldukları bir yana, tüm bu aşamalarda, dünyamız her defasında, bir önceki anlayışın, modelin küçük pürüzler, ayrıntılar olarak gördüğü, unutulması, rötuşlanması gerekli istisnalar, parazitler olarak gördüğü kıyılara taştı, taşındı. Örneğin, uygun bir kaldıraç verilirse, dünyayı bile yerinden oynatmayı iddia edecek kadar burnu havada Newton fiziğinin başını ağrıtan bazı belirsizlikler, hesaba gelmez olgular, bugün artık Heisenberg sayesinde dünyanın merkezine taşındı. Öyle ki bu çağın fizikçisi acziyet içinde herkesi duaya davet ediyor: “Kuantum dünyasında her şey o kadar belirsiz ki onları lehimize çevirmesi için Allah’a her an dua etmeliyiz.”

Örneğin determinizmin asla tahammül edemeyeceği, kontrol edilemez, hesaba gelmez küçük ayrıntılar bir yaprağın düşmesi, bir kelebeğin kanat çırpması şimdilerde kaosçuların dünyasının merkezini oluşturuyor. Arjantin’de bir kelebeğin kanat çırpması, pekâlâ, Türkiye’deki hava durumunu etkileyebilirmiş. Yakın zamana kadar ölçümlerde, hesaplamalarda ihmal edilen, “sıfırlanan”, “yuvarlanan” küsuratlar üzerinde fraktal geometriciler yeni bir dünya kuruyor. Dinamikçilerin hesaplarını bozan, düzensizliğin, başına buyrukluğun egemen olduğu, girdaplar, çalkantılar, sapmalar, salınmalar, ani sıçramalar artık kaos biliminin temel olguları oldu.

Kısaca, canlılığın, dünyanın, düzenlilikler içinde, sabiteler, kalıcılıklar, kararlılıklar, süreklilikler içinde her an elimizin altında duran, kopartılmaya hazır bir meyve değil, kaoslar, kararsızlıklar, geçicilikler, girdaplar, çalkantılar arasında bir yerde saklı, tahterevallinin gidip-gelişi gibi sürekli hiçliğe ve varlığa uğrayıp duran, ele avuca gelmez, parmaklar arasında yitip gidebilen bir şey olduğunu anlamaya başlıyoruz. Bizim kararlılık, kalıcılık, düzenlilik diye bildiğimiz, gördüğümüz şeylerse, iyimser bir tahminle, belki asıl hayatın, asıl dünyanın bir küçük kıyısını, köşesini oluşturuyorlar veya belki de geçici birer yanılsamadan ibaretler, yakında silip süpüreceğimiz küçük ayrıntılardır.

Endişelenmeyin, ben de “Bunu söylemesi kolay!” diyenlerdenim. Yarın elbette, musluğu açtığımızda suyun akmasını, düğmeye bastığımızda ışığın yanmasını, kalemimizin hangi renkse onu yazmasını beklemeye devam edeceğiz. Günlük hayatımızda hiçbirimizin kaosa, belirsizliğe, çalkantılara ayıracak zamanı ve sabrı yok. Ama şunu söylesem ne zararı olur ki:

Hepimiz dünyanın kıyısında yaşıyoruz...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort