JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

A. Kamusal Alan

Kamusal alandaki kamu, sözlük anlamı itibariyle, amme veya umum ya da “Biz kimseye kin tutmazuz, kamu âlem birdir bize” diyen Yunus Emre'nin dilindeki anlamıyla “cümle âlem-herkes” olarak anlaşılabilir. Diğer deyişle insanın başkaları ile ilişki içinde olduğu her durum esasen kamusal bir durumdur ve bu türden ilişkilerin yaşandığı her mekân kamusal alandır. Buna göre “biz”e yani “cümle âleme” ait ortak alan kamusal alandır. Kamusal alan sosyolojik bir kavramdır ve bu anlamda kamu devlet değildir, kamusal alan da devlete ait alan değildir. Devletin kamusal alandaki görevi özgürlükleri korumak ve kamu düzenini sağlamaktır. Bu nedenle, kamusal alan kavramını bahane ederek temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak haklı ve meşru değildir. Kamusal alan-özel alan ayrımının derinleştirilmesi ve otoriter bir zihniyete araç edilmesi, sadece toplumsal barışı zedelemekle kalmaz, bu-gün Türkiye'de en fazla şikâyet edilen gayriahlâkî tutum ve davranışların da sergilenmesine sebep olur. Üstelik devlet adına ve kamu düzenini sağlamak gerekçesiyle bu yapılırken toplumsal barış bozulmakta ve sonuçta kamu düzeni yıkılmaktadır.


Yine bu sebeple aşağıda kamusal alan kavramı bir kamu (devlet) otoritesi alanı anlamında veya hukûki bir kavram olarak değil, ortak alan anlamında kullanılacaktır.


B. Ahlâk

Ahlâkın bazı temel özellikleri vardır:

1. Bir davranışın ahlâkî olup olmadığı o davranışın vicdanî olması ile doğrudan ilgilidir. İnsanı hayvandan ayıran ve insan yapan ilk özelliği vicdanıdır. Vicdan vahye muhatap olur. Bu sebeple bütün dinî inanışlarda, ilk insan, aynı zamanda vicdan sahibi ilk varlık ve vahyin ilk muhatabı yani Âdem Peygamber'dir. Yine bu sebeple din edeptir. Bir İslâm âliminin ifadesiyle “gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmektir.”

Dinin mükemmeli İslam'dır ve ahlâkın kemali de İnsan-ı Kamil olan Hz. Muhammed'de (asm) somutlaşır. Bu durumda ahlâkın kaynağı vahiy ve vicdan, yani fıtrattır. Dolayısıyla vicdansızca denilebilecek her davranış aynı zamanda ahlâksızcadır.

2. Ahlâki olmayan bir davranış, aynı zamanda, özünde dine de aykırıdır. Diğer deyişle fıtratın, vahyin ve dinlerin uygun görmediği her davranış ahlâka da aykırıdır.

Bu açıdan bakıldığında insanın kâinata karşı saygısızlığı ile insanlara karşı saygısızlığı arasında fark yoktur. Gerçekten eşyanın yaratılış amacını yok saymak veya inkâr etmek de bir ahlâksızlıktır. Mesela, ibadet etmek Allah'a olan teşekkürü yerine getirmektir. Bu hak Allah'ın hakkıdır, Hukukullah'tır. Ancak bu hakkın ihlâlinin dünyada bir müeyyidesi her zaman tezahür edemeyebileceğinden bu davranış bir din-inanış meselesi olarak görülür. Buna karşılık başkalarının veya toplumun hakkını ketmetmek, dünyevî müeyyidesi de olduğundan ahlâksızlık ve haksızlık olarak görülür. Bir kişi başkalarına ahlâksızlık yaparsa karşılığını hem Allah'tan hem de toplumdan alacaktır. Bu tür ahlâk ise hukuku'l-ibaddır.


3. Ahlâk insanın hem kendisi ile baş başa kaldığında karşı karşıya olduğu hem de başkaları ile ilişkilerinde uymak zorunda olduğu türden bir değer yargısıdır. Diğer ifadeyle ahlâk sadece kamusal alana ait bir kavram değildir. Zira insan sadece kamusal alanda değil, hayatının bütününde ahlâklı olmakla yükümlüdür. Ahlâkı kamusal alanla sınırlı tutmak, onun vicdanla bağını kesmek ve insanı ahlâkın temeli olan samimiyetten uzaklaştırmak demektir. Diğer ifadeyle insanın bütünlüğünü parçalayan seküler anlayış, insanı hem yaradılış gayesin den uzaklaştırır hem de ahlâkın temelini zayıflatır. Bugün özellikle kamusal alan denilen ortamlarda şahit olduğumuz ahlâki çöküntü, bir kutsala dayanmayan ahlâki anlayışın ne denli zayıf ve yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Sadece kanun korkusuyla ya da sosyal baskı ile insanları ahlâklı davranmaya zorlamak geçici bir süre için mümkün olsa bile daimi ve kalıcı olamaz.

C. Hukuk ve Ahlâk

1. Son zamanlarda şahit olduğumuz “etik yasaları” aslında toplumumuzda bir ahlâk ihtiyacını göstermekle birlikte, kanunla bireyleri ahlâklı kılmak mümkün değildir. Ahlâki fiiller iman nuruyla nurlanmış bir kalb ve vicdandan doğabilir. Dolayısıyla ahlâki davranış kalp ve vicdana seslenen kudsi bir kaynağın hissettirilmesiyle mümkün olabilir.

2. Ahlâka aykırı her davranış mutlaka bir düzeni bozar. Karıncanın hukukuna karşı ahlâksızlık kâinatın ve çevrenin düzenini bozar ve kâinatı tahkir eder. Ancak kamusal alanı ilgilendirmediği varsayıldığından bu ahlâksızlığa önem verilmez. Oysa asıl çevrecilik ve asıl varlık bilinci bu ahlâk normunu da algılamayı gerektirir.

İnsanın hukukuna karşı ahlâksızlık ise hem insanlar arası düzene ve hem de kâinatın düzenine aykırıdır. Diğer ifadeyle kamu düzeni de esasen kâinatın düzeninin bir parçasıdır. Bu tür ahlâksızlık ise kamusal alanın düzenine (kamu düzenine) aykırı olmakla kalmaz, kâinatın düzenini de tahrip eder.

3. Kamusal alanlarda görülen gayriahlâkî tutumlara karşı bireyleri dışlamayan, iyi olanı eylemleriyle gösteren bir tavır alınmalıdır. Bu zamanda ahlâksızlığa gösterilecek en güzel tepki, güzel ahlâkı hakkıyla yaşamak ve temsil etmektir. Nitekim Bediüzzaman'ın 1910 yılında İslam toplumunun hastalıklarıyla ilgili Şam'da Emevi Camii’nde vermiş olduğu hutbede belirtmiş olduğu üzere: “Eğer biz ahlâk-ı İslamiye'nin ve hakâîk-i imaniyenin kemâlâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet'e girecekler; belki kürre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet'e dehalet edeceklerdir...”
Saldırgan diye nitelendirilebilecek gayriahlâkî davranışlar konusunda ise hem yetkili merciler hem de toplumun duyarlı ve önleyici, fakat şiddet içermeyen tepkisiyle engellenmesi gerekir. Nitekim her hukuk düzeni bu tür mütecaviz hareketleri az ya da çok bir müeyyideye bağlamıştır.

4. Aslolan, insanların, devletin ya da toplumun uygulayacağı müeyyideden korktukları için değil, vicdanlarındaki yasakçının etkisi ile ahlâki davranmaya yönelmeleridir. Diğer ifadeyle dindarlık gibi ahlâkiliğin de makbul olanı, içten geleni, yani riyakârca olmayanıdır.

D. Ahlâk ve Değişim

Ahlâkın ölçüsü esasen vicdan ve vahiyle belirlidir ve evrenseldir. Ancak bir dönemde bir toplumda ahlâksızlık artınca bu değişiklik ahlâkın ölçüsünün değiştiği biçiminde yorumlanmaktadır. Bir toplumda, ideal ahlâk ile reel ahlâk ölçüleri arasındaki fark arttıkça toplumda çöküş de artıyor demektir. Postmodernizmin ahlâk anlayışı olarak nitelendirile bilecek “izafi ahlâk” kavramı olsa olsa ahlâki bozulmanın bir kılıfı olabilir. Müslüman toplumlarda değişken, belirsiz veya rölatif değil, esasen değişmez ama farklı çağ ve coğrafyalarda farklı tezahürler gösterebilecek ahlâki temellere ve normlara ihtiyacımız vardır. O halde toplum bu noktaya gelmeden tedbir alınmalı ve olumlu yönde bir değişim sağlanmalıdır. En önemli husus ümitli olmaktır. Ahlâksızlığın arttığı doğru olabilir. Ancak bu, artık kötü gidişin engellenemeyeceği ve kıyametin vaktinin geldiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Nitekim Sodom ve Gomore’den sonra da hayat devam etti. Ahlâksızlık bir sonuçtur, iman zayıflığının sonucudur. Hele hele bir Müslüman, dinini terk ederse, ruhunda kemâlâta medar olacak herhangi bir seciye kalmaz. Bu nedenle toplum, kendi iç dinamikleri yardımıyla imanı takviye etmelidir.

Toplumda iyiler örnek olmayı sürdürmeli ve yaygınlaştırmalıdır. Zira ahlâk esasen amel-i salihtir. Nefis terbiyesini, cebir ve tahakküm ile devlet değil, Kur'an eczanesinden ilaçlarla ders vererek ve iyi örnek olarak, daha önemlisi lütuf ile ıslah ederek, örnek insanlar yapabilir ve yapmalıdır. Örnek insanların kendi aralarında kuracakları (gevşek ya da sıkı yapıda) her tür organizasyonları teşvik edilmelidir.

Ahlâklı insanlar da en az ahlâksızlar kadar cesur olmalıdır. Devlete düşen de ahlâklı insanların iyi örnek olmalarını sağlayacak bir hürriyet ortamını tesis etmektir. Bu kapsamda Batı'nın ahlâksızlığının dünyaya yayılmasını engelleyebilmek için esasen İslam'ın öz malı olan gerçek hürriyeti tesis etmek gereklidir. Gerçek hürriyet imanlı hürriyettir. Allah'ı tanımayan ve O’na kul olmayı başaramayan, hiçbir maddi bağla bağlanmaz ve sosyal hayat için potansiyel bir tehlike olur.

Hapishanelerde vahye istinad eden iman ve ahlâk dersi verilmelidir. Karıncanın hukuku da insanın hukuku da ancak bu türden ahlâk dersleri ile teminat altına alınabilir. Aksi halde (sadece ceza müeyyidesi ile yetinildikçe) ahlâki seciyelerle donanmış insanların çoğunlukta olduğu bir toplum yapısı kurulamaz.
Özellikle reklâmlarda kadın istismarı engellenmeli, kadın hakları adı altında ahlâksızlığın özendirilmesine karşı durulmalıdır.
Şeairin (dinî toplumsal motiflerin) ahlâki gelişmeye olumlu katkısı nedeniyle, şeairin ihyasından taviz verilmemelidir.
Devlet (kamu) hizmetine talip olanların da ahlâki sınırlar içinde kalmalarını sağlayacak bir sosyal ve hukuki zemin kurulmalıdır.
Medya ahlâkı da en az diğer mesleklerdeki meslek ahlâkı kadar hatta temel hak ve özgürlüklerle ilgili olduğu için daha fazla önemlidir.
Meslek ahlâkını belirleyen “etik kodlar”, toplumun dini değer yargılarıyla ilişkilendirilmelidir.

Ahlâki davranıyor olmak, aynı zamanda, ahlâkîlik yönünden başkalarını değil, kendisini denetlemek demektir. Kusur araştırmak ve yaymak gerekli değildir.
Özellikle yirmi birinci yüzyılın bir özelliği olan; sosyal hayata ilişkin kavram kargaşası, sübjektif değer yargılarının çokluğu, çoğulculuk, belirsizlik, dünyevileşme, hazcılık ve özgürlük, ahlâk konusunda yeni yaklaşımları belirlemeyi gerektirmektir. Bunun için hazırlıklı olunmalı, bu türden çalışmalar yaygınlaştırılmalıdır. Tüm çalışmalarda özellikle ahlâkın giderek daha izafi bir kavram haline gelmesi, ahlâksızlığa hoşgörünün yaygınlaşmış olması ve dünyanın küresel bir köy haline gelmiş olduğu hususları nazara alınmalıdır.
Toplumsal barış ve mutluluk ancak, faziletli bir toplumla mümkündür. Faziletlerin ve ahlâki tutumun egemen kılınabilmesi modern çağda tekrar kutsal kaynaklara dönüşle mümkündür.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

7- Gerek Hz. Peygamber gerekse öğretici durumunda olan sahabiler meclislerinde hazır bulunan talebeleri usandırmama, ilgilerini canlı tutma ve onların ilme olan heveslerini kırmamaya dikkat sarf etmişlerdir. Resulullah’ın “Öğretiniz, kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.”1 hadisi onlar için düstur olmuştur.


Resûli Ekrem, sahabiler bir farizanın edası için Mescidu’n Nebi’ye toplandığında zaman zaman onlara ilmi meclisler akdeder, dersler verir, konuşmalar yapardı. İbn Mes’ud’un ifadesine göre Hz. Peygamber ashabına bıkkınlık vermemek için durumlarını gözetir, vaaz ve nasihatlerini fasılalı bir şekilde yapar, uygun olan gün ve saati kollardı.2


Sahabe de bu metodu takib etmiştir. Ebu Vail’in (ö.82/701)3  rivayetine göre Abdullah İbn Mes’ud her Perşembe onlara öğüt verir, ders yapardı. İçlerinden birini ona “Ya Ebâ Abdirrahman! Bizler senin hadis okumanı seviyor ve onu büyük bir istekle arzuluyoruz.4 Bizlere her gün hadis nakletsen…” demesi üzerine O, kendilerine hadis dersi yapmaktan sakınmadığını ve fakat bıkkınlık vermemek için bu şekilde hareket ettiğini söyleyerek Resulullah’ın yukarıdaki metodunu hatırlatmıştı.5

8- Yorulan öğrenci zihinlerinin dinlenmesi için hocanın yapacağı en uygun hareket konuyu değiştirmektir. Sahabe devrinde bu metoda dikkat edilmiş, talebelerin zihinleri yorulduğu zaman meclislerde şiir okunmuş ve cahiliyet devrinden bahsedilmiştir.6 İbn Abbas sahabilerle oturduğu zaman onlara bir saat hadis rivayet eder, daha sonra konuyu değiştirir, yanındakilere şiir okumalarını tavsiye ederdi.7


Hz. Peygamber de ashabına ahiretten bahseder, usandıklarını görünce ki bunu yüzlerinden anlardı hemen konuyu değiştirir dünya işleri ile ilgili hadisler söylerdi.8 Hz Ömer’in ise biraz daha farklı bir metot takib ettiğini görüyoruz. O da hadis rivayet eder, ders esnasında dinleyicilerin esnediklerini ve usandıklarını görünce, götürür onlara ağaç diktirirdi.9


Dinleyici ve öğrenci psikolojisini çok iyi kavramış olan İbn Abbas bu dersler için şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır:
“İnsanlara her cuma sadece bir defa ders yap. Eğer rağbet edip gelirlerse bunu ikiye çıkar. Gelmeleri yine devam ederse üç kere yapabilirsin. Dinleyicileri usandırma… Ders vermek için onların istekli oldukları zaman kolla.10 İbn Abbas’ın bu sözü çok yerindedir. Çünkü dinleyen konuşandan daha çabuk usanır. Zühri de (ö.124/741)” meclisin uzaması halinde şeytanın karışacağını söylemiştir.11

9- Sahabilerin eğitim ve öğretimini gerçekleştiren yegâne mu’allim ve mürebbi Hz. Peygamberdi. Herhalde bir öğretici ve eğiticiyi, talebelerinin yetişmiş olduğunu görmek kadar memnun ve bahtiyar edecek başka bir şey düşünülemez.
Resulullah (sav) zaman zaman bu ilim meclislerinde sahabenin bilgilerinin derecesini kontrol etmek için önlerine bir soru atar, durumlarını ve verecekleri cevabı dinlerdi.


Abdullah İbn Ömer’in (ö.74/693) rivayetine göre Hz. Peygamber bir gün onlara “Ağaçlar içerisinde bir çeşit ağaç vardır ki, onun yaprağı düşmez. Bu ağaç bu Müslümanın benzeridir. Bana söyleyiniz bakalım bu ağaç ne ağacıdır?” buyurmuş, oradakiler kırlardaki ağaçları saymağa başlamışlardı. İbn Ömer der ki: “Onun hurma ağacı olduğu hatırıma gelmişti. Fakat oradakilerin en küçüğü olduğum için12 söylemeğe utandım.” Daha sonra hazır bulunanlar “Nedir O? Ya Rasulallah! Bize söyle.” demişler. Resulullah da, onun hurma ağacı olduğunu söylemişti.13


Yine Mu’az ibn Cebel’i (ö./639) Yemen’e gönderirken denemiş, kendisine sorulan bir mes’ele hakkında Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünnetinde bir hüküm bulamazsa ne ile hükmedeceğini sorması üzerine O, “İctihad edrim” cevabını verince, Hz. Peygamber yetişkin sahabisinin bu durumun dan çok hoşnud olmuş ve Allah’a hamd etmişti.14


Bazen kendisine arz edilen bir mes’elenin halini bir sahabiden ister, vereceği cevabın ne olacağını öğrenmeyi murad ederdi. Böylece tecrübe sahibi olurdu.
Aralarında, anlaşmazlığa düştükleri kamıştan yapılmış bir ev hakkında bir grup, mes’elenin çözümü için Resulullah’a başvurmuştu. Hz. Peygamber ise aralarında hükmetmesi için onları Huzeyfe’ye (ö. 36/656)15   gönderdi. Huzeyfe verdiği hükmü gelerek Hz. Peygamber’e haber verince o, “İsabet ettin ve doğru söyledin.” buyurarak memnuniyetini gizleyememişti.16 Bir gün de Übeyy İbn Ka’b’a (ö.19/640) “Ya Eba’l-Münzir yanındaki Allah’ın Kitab’ından hangi âyet daha büyüktür? buyurdu. Ubeyy, “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedi. Hz. Peygamber tekrar aynı soruyu sordu. Bu sefer O, “Allâhu lâ ilâhe illâ Huve’l Hayyul Kayyûm…” ayetidir17 diye cevap verdi. Bunun üzerine Resuli Ekrem Onun göğsüne elini vurmuş ve “Ya Eba’l-Münzir! Vallahi ilmin sana mübarek olsun.”18 buyurarak yine memnuniyetini izhar etmişti.Hz. Peygamber sahabi talebeleri ile bizzat böyle meşgul oluyor, onlara konuşmalar yapıyor, dersler veriyor, sorular sorarak cevaplar alıyor, onların bilgilerini ölçüyor, bilmedikleri için Allah’a hamd ederek tebrik ediyor, böylece de takdir metodunu kullanarak yetişmelerini sağlıyordu.


3- Kadınların Eğitimi: Hz. Peygamber kadınların eğitimine önem vermiştir. O’nun el-Buhari’nin (ö.256/869) Sahih’i ve diğer hadis kitaplarında bulunan şu hadisi çok dikkate değerdir. “Cariyesi olan bir adam, ona en iyi şekilde yedirir, içirir, ona en iyi tahsil ve terbiyeyi sağlar, sonra da onu azad eder hür bir kadın olarak evlendirirse Allah bu kimseye çifte ecir verecektir.”19


Resulullah erkeklerin olduğu kadar kadın sahabiyelerin de eğitim ve öğretimini ihmal etmiyordu. Onlar da mescide hazır bulunabiliyor ve hadisleri dinliyorlardı. Bayram namazları gibi umumi toplantılarda kadınlar da Hz. Peygamber’in mev’ize ve konuşmalarını dinlemek için musallaya çıkarlardı. Hz. Peygamber bayram hutbesini erkeklerin saflarına irad ettikten sonra, kadınların saflarına geçer onlara da20  okurdu.


Ancak kadınların her zaman mescide Hz. Peygamber’le namaz kılarak O’ndan istifade etmeleri ve O’nun hadislerini öğrenmeleri mümkün olmuyordu. Bu durumu kendileri için bir eksiklik kabul ettiklerinden olacak ki, bir gün bir kadın sahabiye21 Resulallah’a gelerek “Ya Resulallah! Erkekler geliyor, Senin sözünü dinliyorlar, bizim için de bir gün tahsis et. O günde gelelim,   Allah’ın sana öğrettiklerini bize öğret.” dedi. Hz. Peygamber de onlara haftada bir gün ve yer tahsis ederek orada toplanmalarını söyledi. Onlara, işaret ettiği günde geliyor eğitim ve öğretimleri ile meşgul oluyordu.22 Hatta bu günlerden birinde idi. O, (sav) “Sizden herhangi birinizin takdim edeceği üç çocuk onun için cehennemle kendi arasında bir perde olur” buyurmuştu.
Bunun üzerine bir kadının “iki olursa” demesine karşılık Resûli Ekrem “iki de kâfidir”23  demişlerdi.


Kadın sahabiyeler en mahrem mes’eleleri bile çekinmeden Resulullah’a sorabiliyorlardı. Çünkü dini konuları öğrenmeye hayâ ve utanma engel olmazdı.24 Bilhassa Ezvâcı Tahirat’ın bu işte büyük rolleri vardı. Esasen Allah onlara bu vazifeyi yüklemişti: “Evlerinizde okunup duran Allah’ın ayetlerini ve hikmeti (diğerlerine) hatırlatın ve nakledin. Allah hâkimdir ve her şeyi hakkıyla bilir.25 “Gerçekten büyük bir fıkıh ve hadis âlimi olan Hz. Aişe’nin (ö.58/677) bu konuda sayısız hizmetleri olmuştur. O sadece kadın sahabiyelerin değil ve fakat sahabe büyüklerinin bile birçok mes’elelerde başvurdukları kimse idi.


Mesruk (ö.63/683) ashabın ileri gelen yaşlılarının Hz. Aişe’ye feraiz sorarlarken gördüğünü söyledi.26 Onun ilmi Hz. Peygamber’in diğer zevceleri dâhil bütün kadınların sahip oldukları bilgiden daha fazla idi.27 Urve İbnu’z-Zübeyr(ö.94/712) “Fıkıh ilmini Hz. Aişe’den daha iyi bilen kimse görmedim” der.28 Bir ifadesinde de “Helâl, haram, şiir ve tıb ilmini Aişe’den daha iyi bilen birini görmediğini söyler.29 Ebu Musa’l-Eş’ari de (ö.44/664) “Muhammed’in ashabının bize sorduğu herhangi bir hadisin içinden çıkmadığımızda Onu Hz. Aişe’ye sorardık ve onun yanında sorulan hadise ait muhakkak bir şeyler bulurduk.” 30 demektedir.


Bütün dini ilimlerde geniş bir kültüre sahip bulunan Hz. Aişe hadis ve sünnetin neşri, kadın sahabiyelerin eğitim ve öğretimini sağlama konusunda Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmuştur.Okuma-yazma bilen Hafsa (ö.41/661)   ve diğer zevcelerinin de kadınların eğitim ve öğretiminde hisseleri büyüktür.


İbn Hazm (ö.456/1064) sahabe devrinde fakih ve hukukçu olarak yetişen şu kadın sahabiyelerin adlarını vermektedir.32 Ümmü Seleme (ö.20/640), Ümmü Habibe (ö.44/664), Hafsa bint Ömer, Fatıma bintü’r-Resül Esmâ bintü’r-Resül (ö.11/632), Fatıma bint Kays33 Esmâ bint Ebi-Bekr (ö.73/692) el-Havla, Bint Tüveyt34 Ümmü Şerik Sehle bint Süheyl35  Ümük Eymen (ö. 11/632)36. Atike bint Zeyd37  Ümmu’d Derda38 Zeyneb bint Ümmü Seleme39 ve Ümmü Yusuf.40

 

Sonuç:


Tebliğ ettiği ve bütün insanlığa sunduğu mesajı ile hayatın her alanına ışık tutan Hz. Peygamber, hiç şüphesiz eğitim-öğretimle ilgili olarak da, birçok söz ve uygulamanın sahibidir. “Ben öğretmen olarak gönderildim.” sözüyle, yaptığı işin bizatihi eğitim-öğretim olduğunu vurgulayan Hz. Peygamber; ailede, camide ve diğer alanlardaki uygulamalarıyla da eğitim-öğretim faaliyetinin bizzat içinde olduğunu her zaman göstermiştir.


Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Vahyin geliş gayesi, zaman içerisinde bozulan fıtratları yeniden asli hüviyetlerine döndürmektir. Bu sebeple vahyi tebliğ ve teybin eden peygamberler vahyin eşliğinde insan eğitimine büyük önem vermişlerdir. Her hal u kârda onların düşünce dünyalarını eğitmeye, onu bütün kötü duygu ve düşüncelerden arındırmaya, insan yararına olan her şeyi hayır kapsamında değerlendirmişlerdir. Değerlerin yok olduğu bu dönemde vahyin destekleyip onayladığı değerleri, Hz. Peygamber'in yorumuyla benimseyip hayata geçirmek, Müslüman toplumun en büyük ideali olmalı, bütün ilişkilerini bu temel anlayış üzerine bina etmelidir.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

2. Eğitim ve Öğretim Metodları:

Bu devrin en yetkili mu’allimi Resûl-i Ekrem idi. Kendisinin bu vazife ile gönderilmiş olduğunu bizzat ifade buyurmuştur. Bunu görmüştük. Gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabilerin akdettikleri ilmi toplantıları için belli, daha önceden ta’yin edilen bir yer yoktu. Bir kere Resûllah’ın evi dahi, sahabesi ile beraber bulunduğu her yer, O’nun tarafından idare edilen birer eğitim ve öğretim meclisi idi. Evde, yolda, mescidde, pazarda ve seferde küçüğünden büyüğüne herkes istediği mes’eleyi gayet rahat bir şekilde sorup öğreniyordu. Böylece O, hayatı boyunca bulunduğu her yerde ta’lim ve tebliğ vazifesini hakkı ile ifade etmişti.

Sahabe devrinde eğitim ve öğretimle ilgili faaliyetlerin idare edildiği toplantıları iki isim altında toplamak mümkündür:

a) İlim Halkaları

b) İlim Meclisleri

 

a) İlim Halkaları :

Konu ilgili olarak bize gelen haber ve nakillerde bu iki kelime sık sık kullanılmaktadır. Meclisler, halkalara nazaran daha geniş manada kullanılmıştır. “İlim meclisleri her yerde özel olarak veya kendiliğinden kurulduğu halde, ilim halkaları mescid ve camilerde kurulmuştur. Diğer taraftan halkalar daha düzenlidir.

Yeri geldikçe görüleceği üzere kaynaklarımız, bazı hadisçi sahabiler tarafından hadis tedrisi için kurulan ilim halkalarından bahsetmektedir. Yine sahabilerin sabah namazını kılar kılmaz bazı halkalar teşkil ettikleri ve bu halkalarda Kur’ân okudukları, feraiz ve sünnetleri öğrendikleri nakledilmektedir.1 Muaz İbn Cebel (ö.18/639), pek genç olmasına rağmen Hz. Ömer zamanında Mescidu’n-Nebi’de bir halkada sahabiler tarafından sorulan soru ve mes’eleleri cevaplandırıyordu.2 Aynı şekilde Onun, Hıms Mescidi’nde de etrafında halka olan taleblerinin sorularını cevaplandırdığı ve onlara konuşmalar yaptığı nakledilir.3 Cündeb İbn Abdillah el-Beceli4 ilim tahsili için Medine’ye geldiği zaman Resûlullah’ın mescidine girmiş orada insanların Übeyy İbn Ka’b’ın (ö.21/642) idare ettiği bir halkada ondan ilim öğrendiklerini görmüştür.5 Sahabiler tarafından kurulan ve idare edilen bu ilim halkalarından Şakik (ö.64/683) de bahsetmiştir.6

Hz. Peygamber’in mescide oturduğu zaman sahabilerin etrafına halka oldukları, O’nun tarafından gayet açık ifadelerle söylenilen hadisleri üçer defa tekrar ederek ezberledikleri rivayet ediliyor.7

Bu ilim halkalarının gayet disiplinli ve düzenli olduklarını görmekteyiz. Bizzat Resûllah (sav) bu halkalarda oturma adabına işaret buyurmuş ve halkanın ortasına oturanları, şiddetle tenkid ve takbih etmiştir.8 Bir hadisinde de talebenin halkada gelişigüzel bir yere değil de boş olduğunu gördüğü bir aralığa oturmasını tavsiye etmiştir.9 Anlaşıldığına göre bu ilim halkalarındaki en küçük bir disiplinsizlik hoş görülmemektedir. Meselâ, bir defasında bir zat halkanın ortasına oturmuştu. Huzeyfe, Resûlullah’ın halkanın ortasına oturana beddua ettiğini hatırlatarak onu şiddetle tenkid ve ikaz etmiştir.10


b) İlim Meclisleri :

Halkalarda olduğu gibi ilim meclislerinde de düzenli bir disiplin hakimdi. Meclisi teşkil edenler karışık ve dağınık olarak değil de bir biri ardına otururlardı.11 Cabir İbn Semüre’nin (ö.74/693) naklettiğine göre Hz. Peygamber’in huzuruna gelen her sahabi meclisde bulduğu (boş) yere oturur,12 kimseyi rahatsız etmezdi. Esasen Resuli Ekrem (sav) aktedmiş olduğu meclislerinde birinin kaldırılarak yerine başkasının oturmasını men ediyor.13 İzinleri olmaksızın iki kişi arasını ayırarak (oturmayı) yasaklıyordu.14 Bununla beraber O, meclislerde yaşlıya, alime ve sultana yer açılmasını tavsiye ediyordu.15 Hz. Peygamber sahabilerine büyüklerle oturmayı ve âlimlere sormayı daimâ emretmiştir.16

Dinleyici talebelerin sayısı çok olduğunda mu’allim, meclisde bulunanların kendisini görebilmeleri ve konuşmalarını duyabilmeleri için yüksek bir yere otururdu.17

Sahabiler bazen gelen yabancıların da kendisini tanıması için Resûlullah’dan meclis akdetmesini isterler, O’nun oturması için bir kürsü yaparlardı. Hz. Peygamber bu kürsi üzerine, sahabede O’nun etrafına otururdu.18 Sahabilere hitabede bulunduğu bir sırada, bir yabancının dinin ne olduğunu öğrenmek için geldiği kendisine haber verilince O, hutbeyi yarıda bırakarak yabancının yanına gelmiş, hemen getirilen bir kürsiye oturmuş ve Allah’ın kendine öğretmiş olduğu bilgileri yabancıya öğretmeğe başlamıştı. Sonra da tekrar giderek hitabesini tamamlamıştır.19 Bu rivayet yapılan eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yüksekçe bir kürsiden yapıldığına örnek teşkil eder. Sahabilerin de eğitim ve öğretim faaliyetini yürütürken bu usulü tatbik ettiklerine dair misaller vardır.20 Tabiun nesli, yanlarına gelen bir sahabiden istifade etmek için hemen etrafında toplanırlardı. Sayıları çoğaldığı zaman bu sahabi yüksekçe bir yere çıkar, oradan da kendini dinleyen talebelerine hadis söylerdi.21

Bu ilim meclislerinde kalabalık bir topluluk halinde hazır bulunan sahabiler, söylenenleri sadece dinlemekle kalmazlar, meclisin hemen akabinde dinledikleri hadisleri iyice hazmedinceye kadar aralarında müzakere ederlerdi.22

Başta Hz. Peygamber olmak üzere meclisleri idare eden sahabilerin yerine göre karşısındakileri sert tenkidlerle ikaz ettiği oluyordu. Mesela Hz. Peygamber’in, bilgi edinmek için geldiği aşırı ve mübalağalı hareketlerde bulunan bir hey’ete karşı sert tutumu, bu konuda güzel bir örnektir. Beni Amir’den gelen bu heyet, Hz. Peygamber’e “En faziletlimizsin, en şereflimizsin, eşsiz ilmin kaynağısın...”gibi sözler söylüyorlardı. O; “Sözünüzü söyleyin fakat şeytana âlet olmayın.” buyurarak23 terbiye metodunda i’tidali gerçekleştirmeğe çalışıyordu.

Veki’ da ezbelemiş olduğu hadisleri yazdırdığı talebesi el-Hasen İbn Arafe’nin ağır yazdığı için elini tutar; “Devam et ey felçli!” der, yazmasına yardımcı olurdu.24

Talebeler, hocalarına karşı daima saygılı ve mütevazı idiler. Hz. Peygamber talebelerine vakar ve şahsiyet sahibi olmayı, bilgi öğrendikleri kimselere karşı alçak gönüllü davranmayı emir ve tavsiye ediyordu.25 Bir meclisten kalkarken, ayakkabılarını tutuveren bir çocuk için O, Allah’ın rızasını dilemişti.26

Sahabe devrinde tam bir ilmi hava hakimdi. Talebenin kendisinden ilim öğrendiği hocasına karşı herhangi bir konuda itiraz etmesinde bir sakınca görülmüyordu. İbn Abbas’ın, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd İbn Sabit’ten ilim ve hadis öğrendiği halde, onlara muhalefet ettiği olmuştur.27

Bu ilim meclisleri, aralarından birinin Kur’ân okuması ve dualara nihayet bulurdu.28

 

Bu kısımda genel olarak sahabe devrinde kurulan ilim halka ve meclislerinde takib edilen metodlar üzerinde durulacaktır:

1-Sahabe devrinde ders ve meclislerin besmele ile açılmış olduğunu görüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, “Allah’ın adı ile başlanmayan bütün işlerin bereketten yoksun kalacağını, sonunun gelmeyeceğini ve başarıya ulaşmayacağını” ifade buyurmuştur.29

2-Bu ilim halka ve meclisleri için ta’yin edilen kesin bir gün veya belli bir zaman yoktur. Ancak umumiyetle sahabenin sabah namazından sonra mescide meclisler kurduğunu ve ders yaptığını görmekteyiz. Ebu Musa e’l-Eş’ari’den rivayete göre, Resûlullah (sav) sabah namazını kıldığı zaman, sahabiler O’nun yanına sokulur, Kur’ân, feraiz ve ru’ya ile ilgili sorusu olanlar sorarlardı.30

Esasen Hz. Peygamber ilim öğrenmek için sabahın erken saatlerinin seçilmesini tavsiye ve emretmiş, bu saatleri ümmeti için mübarek kılmasını Allah’tan dilemiştir.31 Bunun için de gerek sahabiler gerekse onlardan sonraki nesiller32 ilim meclislerinin bu erken saatlerde kurulmasına bilhassa itina göstermişlerdir. Mesela sahabe, işaret ettiğimiz gibi, sabah namazından sonra teşkil ettikleri halkalarda Kur’ân, Feraiz ve sünnetleri öğrenme faaliyetini devam ettirmişlerdir.33 Daha sonraki alimler tarafından da, günün erken saatleri eğitim ve öğretim için en uygun zaman olarak vasıflandırılmıştır.34

Diğer zamanlarda da dersler yapıldığını görmekteyiz. Rivayete göre Ebu Hureyre mescide cuma namazından önce oturur, hatib minbere çıkıncaya kadar oradakilere “es-Sadık ve el-Masduk” olan Resûlullah’dan hadis tahdis ederdi. Abdullah İbn Mes’ud (ö.32/652) da yaptığı vaaz ve nasihatleri için perşembe günlerini tahsis etmişti.35

Bu ders ve müzakerelerin bazen sabah namazına kadar sürdüğü olurdu. Yerine göre geceler eğitim ve öğretim için en uygun zaman olarak değerlendirilirdi.36 Hz. Peygamber’in de bazen sahabileri ile sabahlara kadar sohbet ettiği, onlara geçmiş ümmetlerden bahsettiği Abdullah İbn Ömer (ö.74/693) tarafından rivayet edilir.37 Daha sonraları da bilhassa hadis ders ve müzakerelerinin geceleri yapıldığını ve bunların sabahlara kadar sürdüğünü görmekteyiz.38

3-Bu devirde etrafındakilere dersler veren Hz. Peygamber ve diğerleri, yerine göre en uygun takrir metodunu kullanmaktadır. Hz. Peygamber, bulunduğu bir mecliste konuştuğu zaman lüzumu halinde söylediği kelimeleri üçer defa tekrar eder, etrafındakilerin sözlerini iyice anlayıp ezberlenmesini sağlardı.39 Açık ve seçik konuştuğu için kelimeleri saymak mümkündü.40

4-Herhangi bir açıklama yaparken, soruyu soranın anlama ve kavrama seviyesini bilhassa göz önünde bulundurur, onun istidadına göre basit sorular sorarak müşkilini halletmesine yardımcı olurdu. Buna ait Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği güzel bir örnek vardır. Bunu aynen nakledelim:

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre karısı siyah bir oğlan doğuran ve bu çocuğun kendinden olmasını garipseyen bir bedevi41 Hz. Peygamber’e gelerek durumu arzetmiş ve aralarında şu konuşma cereyan etmişti:

Hz. Peygamber;

-Senin develerin var mı?

-Evet var.

-Develerin renkleri nasıl?

-Kırmızıdır.

-Bunların içinde beyazı siyaha çalar, boz deve var mıdır?

-Evet, vardır.

-O boz renk nereden oldu?

-Ya Resûlullah! Kendi soyunda bulunan bir damar, onu kendine çekip benzetmiş olabilir, dedi. Bunun üzerine Peygamber:

-İşte oğlun da kendi soyundaki bir asıl tarafından çekilip ona benzemiş olabilir, buyurdu.42 Bundan sonra bu sahabi kalbi mutmain olarak evine gitmişti.

 

Hz. Peygamber, bir mes’ele sorana sorulandan daha fazlası ile cevap verir,43 cevabın iyece kavramasına bilhassa dikkat ederdi.

 

5-Hz. Peygamber’in etrafındaki sahabiler, O’nu her zaman görme, O’nunla konuşma ve O’nun bu ince metodları sayesinde yetişme imkânı bulurken bir kısmı uzaklardan geliyor, kendilerini bir defa görüp gidiyor,44 O’ndan sormak istediklerini öğrenip tekrar kabilelerine dönüyorlardı. Resûlullah (sav) bu kısa müddet içerisinde onlara da öğrenmek istediklerini vermeğe azami gayreti gösteriyordu.

Malik İbn Huveyris’in (ö.94/712)45 rivayetine göre Hz. Peygamber onların beraberce geldikleri arkadaşlarına gerekenleri öğretmiş, emirleri bildirmiş, sonra da “Şimdi ehlinize dönünüz ve öğrendiklerinizi onlara da öğretiniz.”46 buyurmuştur. Böylece O, uzakta olan sahabilerin de eğitim ve öğretimini sağlıyor aynı zamanda hadislerin geride kalanlara da tebliğ ve neşrini emir buyuruyordu.

6-Bu ilim meclislerinde, dinleyiciler fazla olduğu zaman, bütün dinleyenlerin istifade ve öğretimini sağlayabilmek için aradaki münadiler tarafından konuşanın sözlerinin tekrar edildiğini görmekteyiz. Meselâ, Veda Haccı’nda (10/632) Hz. Peygamber’in söz ve hadislerini çok kalabalık sahabe topluluğuna tekrar ve tebliğ eden münadiler vazife görmüştü.47

 

1- Mecme’u’z-Zevâid, I, 132.

2- Tezkiretu’l-Huffâz, I, 20.

3- Siyeru A’la’mi’n-Nübelâ, I, 327

4- İbn Sa’d a.g.e. III, 501-502.

5- Mecme’u’z-Zevâid, I,181.

6- İbn Hazm, el-İhkâm, s.795.

7- İslâm Ansk. VIII, 47. Krş. ed-Dârimi, Sünen, I, 148.

8- Ebu-Dâvud, Sünen, IV,258 nr.

9- Ahmed İbn Hanbel, Müsned V, 219

10- a.g.e., V, 398-401; ety-Tirmizi, Sünen, V, 90 nr. 2753

11- et-Terâtıb, II, 217.

12- Tezkiretu’s-Sâmi, s. 146.

13- Wensunck, Mu’cem, I, 359.

14- (Tirmizi, Sünen, X, 211) den es-Sem’ânî, a.g.e., s. 126.

15- es-Sem’ânî, a.g.e., s.139.

16- Mecme’u’z-Zevâid, I, 125.

17- es-Sem’ânı, a.g.e., s.50.

18- Ebu-Dâvud, Sünen, IV, 225 nr. 4698.

19- A. İbn Hanbel, el-Müsned, V,80; Müslim, Sahih, II, 597 nr.876.

20- Bkz. Et-Terâtıb, I ,98-99.

21- es-Sem’ânî, a.g.e., s.50.

22- Mecme’u’z-Zevâid, I,161.

23- İbn Sa’d, a.g.e., VII, 34; A. İbn Hanbel, a.g.e., IV, 25, Usd, III,183.

24- es-Sem’ânî, a.g.e. s.16

25- Mecme’u’z-Zevâid, I,129.

26- es-Sem’ânî, a.g.e.,65.

27- et-Terâtıb, II,324.

28- es-Sem’ânı,a.g.e., s.48.

29- Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 359, bkz. Ebu-Dâvud, Sünen, IV, 261 nr. 4840; İbn Mâce, Sünen, 1 610 nr. 1894

30- Mecme’u’z-Zevâid, I,159; et-Terâtıb, II,278.

31- Mecme’u’z-Zevâid, I,132; bu had. İçin bkz. Tirmizı, Sünen, III, 517 nr. 1212; Müsnedu Ahmed, I,154; III,417; el-İlmâ’ s.51.

32- Meselâ rivâyete göre büyük âlim İmâm-Şâfi (2.104/819) sabah namazını kılar kılmaz ders halkasına oturur, önce Kur’ân talebelerine gelir, güneş doğuncaya kadar onlarla meşgul olurdu. Bundan sonra sırası ile hâdis; “müzakere ve’n-Nazar” usul; aruz, nahv ve şiir okumak isteyen talebeler için üç ayrı halka daha kurulur, öğle namazına kadar her birinin eğitim ve öğretimini sağlar, sonra kalkar giderdi. Mu’camu’l-Udebâ VI,383

33- Mecme’u’z-Zevâid, 1,132.

34- Teskiretu’s-Sâmi , s.73.

35- Fethu’l-Bâri,I,173.

36- Tezkiretu’s-Şâmi, s.144.

37- Ebu-Dâvud, Sünen, III, 322 nr. 3663; et-Terâtib, II, 238.

38- es-Sem’âni, a.g.e., s.39.

39- Bkz. el-Buhari, Sahih, I,34; Ebu Dâvud, Sünen, III,320 nr. 3653; İbn Mâce, Sünen, 1,530 nr. 1656; Teskiretu’s-Sâmi, s.39.

40- Fethu’l-Bâri, VII,389.

41- Bu bedevi erkeğin adı, Dam-dam İbn Katâde’dir. Kadının ismi bilinmiyor. Hedyu’s-Sâri, II,83 ve 103.

42- Sahihu Müslim Terc. IV, 475.

43- Fethu’l-Bâri, I,241.

44- İbn Sa’d, a.g.e., II,377.

45- Mâlik İbn Huveyris İbn Eşyem el-Leysi, bkz. el-İsti’âb, III, 1349 nr. 2261.

46- el-Buhâri, Sahih, I,32.

47- Bkz. Üsdu’l-Gâbe, II, 155; es-Sem’âni, a.g.e., s.85

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

1. Eğitim ve Öğretim Yerleri:

a)Evler :

Sahabe devrinde ilk defa eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılan yerler evlerdi. Hz. Peygamber (sav) mescid henüz inşa edilmeden önce yeni dinin esaslarını ashabına, kendine tabi olanlara öğretmek, inzal edilen ayetleri duyurmak ve onları yetiştirmek için el-Erkam İbn Ebi’l Erkam (Ö.13/634)’ın evini merkez edinmişti.1  Hz. Peygamber bu evde Kureyş’ten gizleniyor, İslam’a davet vazifesini yürütüyordu. Sahabe büyükleri bu evde Müslüman olmuşlardı. 2

Evlerin mekteb vazifesi için kullanıldığını Medine’de de görmekteyiz. Mu’allim sahabilerden biri olan Mus’ab İbn Umeyr (Ö.3/625) İslam’ı öğretmek üzere gönderildiği Medine’ye geldiği zaman Es’ad İbn Zürare’nin (Ö.1/622) evine inmiştir. Mus’ab öğretim vazifesini bu evde yürüttüğü gibi, ensardan muhtelif şahısların evlerini de dolaşıyor, buralarda Müslüman olanlara Kur’an okutuyor ve İslam’ın esaslarını öğretiyor, olmayanları ise dine davet ediyordu.3 Nakledilen bu haberden anladığımıza göre Medine’de mektep olarak kullanılan evlerin sayısı epey vardır.

Bazı evlerin ise “Daru’l–Kurrâ” olarak tanındığını ve tamamen Kur’an öğretimine hasredildiğini görmekteyiz. Mehrame İbn Nevfel (ö.54/673)’in4   evi Dârul’l–Kurra idi. Abdullah İbn Ümmi Mektum, Bedir’den kısa bir müddet sonra Medine’ye gelmiş ve bu eve misafir olmuştur.5 Ayni tarihte Medine’ye gelen Mus’ab İbn Umeyr de bu eve inmiştir.6

Habbab İbnu’l–Erett (Ö.37/657)’in ise bir evde Said İbn Zeyd İbn Amr ve Fatma bint el-Hattab’a Kur’an-ı Kerim öğrettiği, Hz. Ömer’in meşhur olan Müslüman olma olayı ile yakından ilgili olduğu bilinmektedir.7

b) Mescidler :

Hz. Peygamber’in belli bir öğretim yeri yoktu. Fırsat buldukça ve yeri geldikçe, uygun bulduğu her yerde ilim meclisleri aktediyor, sahabilerin yetişmesini sağlıyordu. Ancak umumiyetle sahabenin beş vakit namazda bir araya geldikleri Mescidu’n–Nebi O’nun tarafından bir eğitim ve öğretim merkezi olarak seçilmişti.8  Hz. Peygamber mescide oturduğu zaman sahabiler hemen etrafını çevirir, halkalar şeklinde otururlardı.9 Ebu-Vakıd el Leysi (Ö.68/687) Resûlullah tarafından mescide kurulan ilim halkalarından bahseder ve bir müşahedesini şöyle nakleder:


“Bir gün Resûlullah  (sav) Mescidu’n-Nebi’de oturuyordu, sahabiler de etrafında idiler. Üç kişi çıkageldi. İkisi Hz. Peygamber’e yaklaşarak selam verdi ve durdu, biri dönüp gitti. Ayakta duran iki kişiden biri “halka” da gördüğü bir aralığa, diğeri ise aradakilerin arkalarına oturdu. Resûlullah söyleyeceklerini bitirdikten sonra bu üç adamın durumunu oradakilere izah etmişti.10

Resul-i Ekrem’in mescidde sahabilerin ta’lim ve terbiyesini temin için kurduğu ilim halka ve meclislerinin misalleri çoktur. Eğitim ve Öğretim metodları, kısmında göreceğimiz üzere bu halkaların adap ve disiplini ile ilgili hadisleri mevcuddur.    

Hz. Peygamber’den sonra başta Medine’deki ilim merkezleri haline gelmesini tavsiye ve teşvik ettiği mescid11 olmak üzere fethedilen yerler dahil, kurulan bütün mescid ve camiler eğitim ve öğretimle ilgili rollerini canlı bir şekilde devam ettirmişlerdir.12  Hicretin 400. senesinde medreselerin kurulmaya başlamasından13 sonra bile aynı hizmeti sürdürmüşler ve bu yönü ile de değerlerini korumuşlardır.    
Medine’de bulunan Mescidu’n-Nebi’nin bir bölümünde mektep olarak da kullanılmak üzere kurulması bakımından “Suffe” ye de temas etmemiz gerekmektedir:

1-Suffe, mektep vazifesi de görmek üzere yapılan Mescidu’n-Nebi’nin bitişiğinde bulunan üstü kapalı bir yerdir.14  Buraya, kapalı bir mahal olduğu için “gölgelik saha” anlamına gelen “ez-zulle” de denmiştir.15

Mescidu’n–Nebi’nin kuzey tarafından bulunan bu suffeye intisab eden sahabilere ise “ehlu’s-suffe” denilmiştir. Sığınacak yerleri olmayan yoksul Müslümanlar buraya sığınıyordu.16  

2-Suffe ehli umumiyetle yoksul kimselerdi. Rivayete göre içlerinde bir gömlek veya doğru dürüst bir elbiseye sahip olan yoktu. Bir kısmı bacaklarını yarısına kadar, bir kısmı da topuklarına kadar örten peştemale benzer bir örtü bağlanırlardı.17

3- Suffede kalan sahabilerin bütün yeme içme ve diğer ihtiyaçları Resûlullah tarafından karşılanırdı.18  O, gelen sadaka ve hediyeleri bunlara sarfederdi. Kendisi bunlardan bir şey almazdı. Ancak gelen hediye ise, bir miktar alır ve yerdi.19 Hz. Peygamber akşam olduğu zaman onları çağırır, sahabeden durumu müsait olanlara muhtelif gruplar halinde taksim eder, bir kısmını da kendi yanında alıkor20  ve ev sahibi sahabilere şöyle buyururdu: “İki kişilik yemeği olan, suffe de bulunanlardan bir üçüncüsnü, dört kişilik yiyeceği bulunan bir beşincisini, beş kişilik yiyeceği olan ise bir altıncısını götürsün,21 çünkü tek kişilik yiyecek iki, iki kişilik üç ve dört, dört kişilik yemek ise beş ve altı kişiye yeter.”22 Bir gün böyle bir dağıtımda misafirlerini alan sahabiler gitmiş, orada kalan beş kişiyi de Resûlullah götürmüştü. Bunların arasında Ya’iş İbn Tahfe el-Gıfari23  ve babası da vardı. Hz. Aişe onları doyurduktan sonra Hz. Peygamber kendilerine geceyi ister burada geçiriniz, isterseniz mescide gidiniz” buyurmuş, onlar mescide gideceklerini söylemişlerdi.24

Sa’d İbn Ubade’nin (ö.14/635) her gece evine ehl-i suffeden seksen kişi ile döndüğü ve bunlara muntazaman akşam yemeği yedirdiği rivayet edilmektedir.25

Hz. Peygamber, suffe de kalan sahabilerin ihtiyaçlarını karşılamak için gayret sarfediyor, bazen sıkıntılara bile düştüğü oluyordu. Bir gün kızı Fatıma kendisinin ev işlerinde yorulduğunu, takatsiz kaldığını, binaenaleyh kendisine bir hizmetçi vermek sureti ile yardımda bulunmasını babasına söylediği zaman Resul-i Ekrem, “Ben henüz açlıktan karınları büzülen suffe ehlini doyuracak bir şey bulamıyorum.” diyerek kızının istediği red etmişti.26

4-Suffede kalanların adedi kesin olarak belli olmuyor, değişiyordu. Bazı rivayetlere göre yetmiş kişi27  olan bu sayısının diğer rivayetlerde doksanı aştığı, bazen daha yüksek olduğu hatta dört yüze kadar çıktığı nakledilmektedir.28 Ehli suffenin sayısındaki ihtilaf kabilelerden Peygamber’i görmeğe gelenlerin, herhangi bir sebeple yersiz kalmış olmalarından ve bunların sonraları ehlu’s-suffe sayılmasından ileri gelmektedir.29  Muhtelif yerlerden gelen misafirler Medine’de kalacak yerleri olmadığı zaman suffeye misafir oluyorlardı.30 Meselâ, Talha İbn Abdullah en-Nadri Medine’de kalacak yeri olmadığı için suffeye misafir olmuştu.31 Yine bir başkası Medine’de tanıdığı olmadığı için on iki gün ve gece ehli suffe arasında kalmış, ensar kardeşlerinin yardımları sayesinde yeyip içmişti.32  Bir defasında da, burada Temim’li seksen kişi misafir edilmişti.33 Ebu Nu’aym (ö.430/1038) ehli Suffeden olan yüzden fazla sahabinin adını ihtiva eden bir liste vermektedir.34 Huzeyfe İbu’l–Yeman (ö.36/656), Salim Mevla Ebi Huzeyfe Abdullah İbn Mes’ud (ö.32/652), Ebu Hureyre (ö.57-58/676-677), Vasile İbnu’l-Eska (ö.83/702), Abdullah İbn Ümmi Mektum, Abdullah İbn Ömer (ö.74/693), Ebu Zerr (ö.32/652), Ukbe İbn Âmir (ö.58/677), Ebu Kebşe ve meşhur sahabiler de verilen isimler arasında yer almaktadır.35

5-Ehlu’s-suffenin başta gelen mu’allim ve mueddibi Hz. Peygamber idi.36 Buradaki sahabiler, Kur’an okur ve onu aralarında müzakere ederlerdi. Bütün bir geceyi ilim tahsili ile geçirdikleri olurdu.37 Suffe arasında “Kurrâ” diye adlandırılan yetmiş kişi vardı ki, bunların bazı geceler Medine’de bulunan bir mu’allime gittikleri ve orada sabaha kadar ders yaptıkları nakledilmektedir.38

Ubade İbnu’s-Sâmit (ö.34/654) ehlu’s-suffeye Kur’an öğreten mu’allimdi.39  Onun burada yazı dersleri verdiği de rivayetler arasındadır. O, bu derslerle ilgili hatırasını şöyle nakleder: “Ehlu’s-suffeden bir takım talebelere Kur’an ve yazı dersleri verirdim. Bir gün onlardan biri bana bir yay hediye etti. “Önemli bir mal sayılmaz, onu Allah yolunda kullanırım.” diyerek aldım. Resûlullah’a gelerek durumu arzettim. Hz. Peygamber ateşten bir halkanın boynuna takılmasını istiyorsan bu hediyeyi kabul edersin.” buyurdu.40 Demek ki Hz. Peygamber, Kur’an öğreticilerine hediye kabul etmemelerini bilhassa tenbih ediyordu. Übey İbn Ka’b’ı Kur’an öğrettiği bir talebesinden aldığı hediyeden dolayı ikaz etmiş, Ubey’de hediyeyi iade etmişti.41 Mu’allim olab Abdullah İbnul Haris’in (ö.79/698) de bir şey almadığı nakledilmektedir.42
6-Hz. Peygamber, çeşitli belde ve kabile mensuplarına Kur’an öğretmek ve onları İslam  Dini’nin esasları hakkında bilgili kılıp yetiştirmek için gönderdiği mu’allim ve mübelliğleri ehlu’s–Suffe arasından seçiyordu.43 Resûlullah’ın istek üzerine mu’allim olarak gönderdiği ve fakat yolda şehid edilen yetmiş sahabi suffe ehlinden idi.44

1-A.Şelebi, a.g.e. , s.55
2-El-isti’âb.., 1,131 ; İbn Sa’d, a,g,e.,111,116.
3- İbn Sa’d, a.g.e., 111,118.
4-El-İsti’ab…,III ,1380 nr.2349
5- İbn Sa’d, a.g.e., IV, 205 ; et-Taberi, Târih, III,2347.
6- El-İst’âb, III, 997 nr. 1669
7- İbnu Hişâm, es-Siratu’n Nebeviye, I,368.
8- Bkz. Duha’l-İslâm,II ,52.
9- Mecme’u’z Zevâid, I.132
10- El-Buhâri, Sahih, ı,26 ve şerhi Fethu’l Bâri, II ,109; el-Muvatta, II, 960-61; A. İbn Hanbel ,Müsned,V,219;Tirmizi,V,73 nr.2724.
11-Hz. Peygamber Mescidu’n–Nebi’nin ilim merkezi haline gelmesini tavsiye ve teşvik ederek şöyle buyurmuştur : “Bir kimse benim şu mescidime hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelirse ,O Allah yolunda cihâd eden kimse derecesindedir…”
12- Ömer İbn ‘Abdi’l –‘ Aziz muhtelif yerlere gönderdiği yazısında, sünnetlerin ölüp gittiğini ehl-i ilmin sünnetleri ve ilmi mescidlerde yaymasını ve ihya etmesini istiyordu. Es-Sem’âni, Kitâbu’l – İmlâ’ ve ‘1-İstimlâ’, s.44.(Leıden 1952)
13- Duha’l İslâm, II,49-50; Medrese ta’biri sahabe ve tâbiun zamanında bilinmiyordu. Medreseler hicretin 400. ylından sonra ortaya çıktı. İlk medreseler Nisâbur’da yapıldı. Adı, “el medresetu’l-Beyhekıyye” idi. Aynı yer. Ayrıca Bkz. Tezkiretu’s-Sâmi’, s.213.
14-  Bkz. Mu’cemu’l-Buldân, III,402.
15-  İbn Sa’d, a.g.e. , I,305.
16-  es-Su’ûdî, Risâle fi hakkı Ehli’s Suffe, var.230 a. (Süleymaniye Fatih Ktb. Nr. 2266/7 ;Bunlara “Edyâfu’l-İslâm”da denir. A.İ. Hanbel, Müshed, II, 515; el-Bidâye,VI,102.
17-  El-Buhârı Sahıh, I, 120
18-  Bkz. El –Bidâye, VI, 120-121 ; Mecme’u’z – Zevâid, VIII, 305.
19-  İbn Sa’d, a.g.e., I, 388; el-Bidâye, VI,102.
20-  İbn Sa’d, a.g.e., I,255
21-  Fethu’l-Bâri, II, 215. O gün Hz Ebu Bekr 3, kendileri 10 kişi misâfir etmişlerdi. Aynı yerler A. İbn Hanbel, Müsned, 1,197-198
22- İbn Mâce, Sünen, II, 1084 nr. 3255.
23- el-İstiâb, IV, 1588 nr. 2820.
24-  A.İbn Hanbel, a.g.e., s.429-30.
25- Tehzibu’t-Tehzıb, III, 475 nr. 883.
26-  İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 25; krş. A. İbn Hanbel. a.g.e., I,79.
27-  el-Buhâri, Sahih, I, 120; Hılya, I,341; Burada Ebu-Hureyre Suffe ehlinden gördüğü 70 kişiye âlt müşâhedesini anlatır.
28-  Bazı Hadis Mes’eleleri üzerinde Tetkikler s.46.
29- Reckondorf, İslâm Ansk., IV,209; krş.Hılye, I, 340.
30-Mecme’u’z-Zevâid, X,323.
31-  İbn Sa’d, a.g.e., VII, 51.
32-  A. İbn Hanbel, a.g.e. III, 487.
33-  Ayni eser, III, 371.
34-  Hılye, I.337 vd. II, 3 vd.
35- Aynı yerler Ayrıca bazı isimler için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., I,305; IV,298,313,322.
36-  Hılye, I,342-43
37-  İbn Sa’d, a.g.e, III,514.
38-  A. İbn Hanbel, a.g.e., III,137
39-  Telkîh, Var., 19 a.
40-  Ebu-Dâvud, Sünen, III, 264-65 nr. 3416; İbn Mâce, Sünen, II, 729-30 nr. 2157 ; el-Hâkim, el-Müstedrek, III,356
41-  İbn Mâce, Sünen, II, 730 nr. 2158.
42- İbn Sa’d, a.g.e., VI, 305; Daha Sonraki devirde Hz. Peygamber tarafından eyâletlere ta’yin edilen devlet memurlarının maaşları devlet tarafından ödenmiştir. İslâm Peygamberi., II,78.
43- Makâlâtu’l-Kevseri,s.4-5.
44-  İbn Sa’d, a.g.e., III,514. Kaynaklar bize bu devirde çecukların eğitimini sağlamak, onlara yazı öğretmek için kurulan “küttâb” lardan bahsemektedir. İbn Hacer (ö.852/1448), Tâlif’de oturan Cübeyr İbn Hayye’nin orada bir mektebde mu’allim (mu’allimü küttâb), olarak vazife gördüğünü kaybeder. el-İsâbe, I,225,nr. 1090; Tehzibu’l-Tehzib, II, 62 nr.97. Goldziher de küttâbların asr-ı sâdette mevcud olduğuna işâret eder ve bunu isbât için şu delilleri ileri sürere :
1) Resullah’ın zevcelerinden biri olan Ümmü Seleme bir küttâb mu’allimine talebelerinden birkaçını yün atmak ve eğirmek hususunda kendisine yardım etmek üzere göndermesi için ricâda bulunmuştur.
2) İbn Omer ve Ebu-Useyd bir münâsebetle bir küttâbın yanından geçmişler ve öğrencilerin dikkatini çekmişlerdir.
3) Cidden pek erken bir zamanda kitâbet için hususı tahtalar mevcud idi. Ümmü’d Derdâ’dan rivâyete göre o, bu nevi birtakım tahta parçalarına kendisine okuma yazma öğrettiği bir öğrencisi içi hikmetle ilgili bir takım ibâreler yazmıştır. (Enclopaedia of Deligions and Ethics vp. 199) dan, Ahmed Şelebi, a.g.e. s.38.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Giriş:

İnsanoğlu için gerçek hayat, ancak ilim ve irfanla kabildir. Bu sebeple, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta dahi olsalar ölü sayılırlar. İnsanın yaratılışının gayesi, görüp bilmek ve bildiklerini başkalarına öğretmektir. Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nispetindedir. Akıl ve mantık ise, ancak ilim ve marifetle aydınlığa kavuşur ve kemale erer. Onun içindir ki, ilim ve marifetin olmadığı yerde akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir. Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını aydınlatmakla belli olur ve ortaya çıkar. Bilmediği halde öğrenmeyi düşünmeyen, öğrendikleriyle kendisini sürekli yenileyip başkalarına da örnek olmayan birinin, insanlıktan ne kadar nasipdar olduğu cidden düşündürücüdür. İlim ve marifetle elde edilen mevki ve paye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve daha uzun ömürlüdür. Zira ilim, sahibini dünyada fenalıklardan uzak ve faziletli, öbür âlemde de, irfanıyla aydınlattığı makamların temaşası içinde mest ve mutlu kılar. Buna karşılık, hakikat adına boş gönüller ve marifetten mahrum ruhlar, her türlü fena düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler.

Eğitimin tarihini araştırmak için eğitim işlemini analiz etmek gerekiyor. Bu işlemi ikiye ayırabiliriz; toplumsal eğitim ve kurumsal eğitim işlemleridir. Toplumsal eğitim, bireyin toplumun bir parçası olarak ailede başlamak üzere çevresindeki sosyal yapıdan aldığı eğitimdir. Bunun tarihi de insanoğlunun tarihi kadar eskidir. Hatta Kurân-ı Kerîm’de “ve Âdem`e bütün isimleri öğretti.” (Bakara 31) buyrulmuştur. Yani bu tür eğitim insanın varlığı kadar eskidir.

Kurumsal eğitimden bahsedecek olursak; eğitim kurumlarının en eskisinin nerede ve ne zaman bulunduğunu araştırmaya çalışan tarih, arkeoloji ve antropoloji uzmanları, farklı farklı tezler sunmaktadırlar. Ancak bütün bu tezler bir ortak noktada buluşmaktadır, o da eğitim ile din arasındaki bağlantı; yani eğitim işleminin ilk yapıldığı yerler ibadethanelerdir. Bir başka deyişle ibadethaneler, ilk eğitim kurumlarıdır. Bunun örneği de insanlık tarihinin en önemli buluşu olan yazının, ilk olarak M.Ö. 3200 yıllarında Sümer rahipleri tarafından kullanıldığı ve yazı ile birlikte de kurumsal eğitim başladığı bilinmektedir. Ayrıca Avrupa’daki modern eğitim sisteminin kökleri ortaçağ dönemine kadar gider. Ortaçağdaki okullar öncelikli olarak kiliselere bağlıydı ve din adamı yetiştiriyordu. İlk üniversitelerin çoğu Hıristiyan kökenliydi. Ancak 1088’de kurulan Bologna Üniversitesi ile eğitim ile din arasındaki bağlantı kopmaya başladı ve laik üniversiteler ortaya çıktı.

İslam medeniyetinde eğitimin yeri çok önemlidir. Kur’an’ın indirilen ilk kelimesinin “Oku” olması hasebiyle okuma, öğrenim ve öğretim bir dini vecibe olarak kabul edilir. Bu bağlamda Hz. Resulullah (sav) buyurdular ki: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Enes).
Mekke dönemine bakıldığında Araplarda bir eğitim kurumuna rastlanmazken Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra İslam tarihinde ilk düzenli eğitim kurumunun kurulduğu görülmektedir. O da Mescid-i Nebevî’dir. Orada Hz. Resûlullah’ın (sav) sahabelerle oturup ders verdiği bilinmektedir. Ayrıca Bedir Savaşı’nda Mekke müşriklerinin yenilgisinde esir alınanların fidyesinin on Müslüman okuma ve yazmayı öğretmek olması İslam eğitim tarihinde önemli bir olay teşkil etmişti.

Ayrıca İslam, sadece dînî ilimleri değil, her alandaki bilimleri öğrenmeyi teşvik etmektedir. Sahabelerden Abdullah Bin Amr Bin As ve Zeyd Bin Sâbit hazretleri Hz. Resûlullah’ın teşvikiyle Süryanice ve İbranice gibi yabancı dilleri öğrenmişlerdi. Erken dönemlerde eğitim işlemi sadece sözel olarak değil yazılı olarak da yapılıyordu. Bu iki sahabe de hem Arapçayı hem de bildikleri diğer dilleri yazabiliyorlardı. Bu da ancak sistemli bir eğitim sonucu yapılabilirdi.

Asr-ı Saadet’te yapılan fetihler sayesinde İslam dini, Arap Yarımadası’nın dışına taştı ve bu yeni dini öğrenmek isteyen çok sayıda insanın eğitime ihtiyacı oldu. Bu ihtiyacı karşılamak için Şam, Irak, İran, Mısır ve Kuzey Afrika gibi uzak memleketlerde camiler kuruldu ve bu camilere medreseler bağlandı. Bu cami ve medreselerin masraflarını karşılamak için de vakıflar kuruldu. Bunlar da İslam medeniyetindeki eğitimin temel kurumlarıdır. İslam medeniyetinde başka medeniyetlerde benzeri görülmeyen eğitim ile ilgili diğer bir özellik daha vardır, o da “rıhle” adıyla bilinen ilim tahsili için yapılan uzun yolculuklar. Yolculuk İslam dininin şartlarından biri içinde saklıdır. Hac ibadetini yerine getirmek için uzak memleketlerdeki Müslümanlar da aylarca süren yolculukları göze alarak Mekke’ye gider, ibadetini yapar ve memleketine döner. Bu uzun yolculuklar sırasında bazıları ilim tahsili için beğendiği medreselerde kalır ve hayatı değişir. Büyük âlimlerin çoğu bu şekilde yetişmişti. Tabii ki “Sadaka-yı Câriye” prensibi üzerine kurulan vakıflar ilim tahsili için hayatlarını adayan talebelerin masraflarını karşılardı.

Medreselerin tarihine bakıldığında ilk medrese zaten Mekke-i Mükerreme’deki Hz. Resûlullah’ın ikametgâhı ve Erkam Hazretleri’nin evleriydi. Bunlar Mekke hükümeti sayılan “Dârü’n-nedve” tarafından yasaklanan medreselerdi. Daha sonra İslam’ın ilk devleti Medîne-i Münevvere’de kurulduğunda Mescid-i Nebevî’de eğitim verilmeye başlandı. Orası da İslam’ın ilk resmî medresesiydi ve Müslümanlar fethettikleri her memlekette hem ibadet hem de eğitim için cami kurmuşlardı.

İslam tarihinde medresenin camiden ne zaman ayrıldığı tam olarak bilinmiyor ancak ‘tâbii’lerden Kuzey Afrika’nın fatihi Hassân Bin Numân Tunus şehrinde Hicri 79 yılında bir cami kurdurmuştu. Bu cami Katolik Kartaca şehrinin yakınında bir İslam ilim merkezi haline geldi ve Zeytûne adıyla hem cami hem de üniversite olarak hâlâ devam etmektedir. Zeytûne Camii’ne bağlı medresede ve Kuzey Afrika’nın hemen hemen her şehrinde bulunan şubelerinde hicrî ikinci asırdan itibaren bölgede aktif bir rol oynadı ve o asra ait bir eğitim sistemi vardı. Bu sistemin benzerleri üç asır sonra Fatımîler döneminde Mısır’da kurulan El-Ezher’de ve daha sonra Orta Asya’da Timur İmparatorluğu döneminde kurulan Semerkand ve Buhârâ medreselerinde ve hatta Endülüs medreselerinde görülmektedir.

Bu farklı dönem ve bölgelerdeki eğitim kurumlarının deneyimlerinden istifade eden Sulçuklu Devleti’nin Vezir-i Ekberi Nizamü’l-mülk, İran, Şam, Bağdat ve diğer bölgelerde kurduğu Nizâmiye medreseleriyle eğitim tarihinde yeni bir çığır açmıştı. Artık dünyanın ilk sistemli hiyerarşisi olan bir eğitim kurumu kuruldu. Bu medreseler bugünkü üniversitelerin temel taşıydı.

Avrupa karanlık çağını yaşarken İslam âleminin her tarafında medreseler açılıyor, her alanda ilim ve bilim adamı alimler yetiştiriliyordu. Avrupalılar beyzadelerini/evlatlarını Endülüs medreselerine tıp, matematik ve mühendislik öğrenmeleri için gönderiyorlardı. Farklı bilim dallarındaki muazzam kütüphanemizi Latinceye çeviren batı medeniyeti, temel taşlarını bizden almışlardı.

Eğitim metodolojisi ve eğitim teorisi gibi bilimler ise ilk olarak Zeytûne Medresesi’nde yetişmiş Abdurrahman İbn-i Haldûn tarafından önceki tecrübelerden istifade ederek “Mukaddime” kitabında bir bilim dalı olarak ortaya kondu.

Osmanlı dönemine gelince eğitimin hem kurumsal hem de teorik anlamda her ayrıntısı tamamlanmıştı. Osmanlı medreseleri bunun meyvesini biçti ve İslam aleminin birliğini 600    boyunca bir taraftan kılıçla diğer taraftan ilim ve eğitimle korudu. Ama ne yazık ki 19. yüzyılda Müslümanlar batı hayranlığına kapıldı ve batıdan eğitim, siyasi, ekonomi ve askeri sistemlerini ithal etmekle beraber çöküş başladı.

İnşaallah önümüzdeki ayki yazımızda Sahabe Devrinde Eğitim ve Öğretim Yerleri ve Metodları üzerinde duracağız.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort