JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

12- İhtilâf, Müslüman Cemaati   Zayıflatır ve Yok Eder:

İhtilâfın Müslümanları zayıflatıp yok etmesi gibi, Allâh’a dâvet emrini yerine getiren Müslüman cemaat de zayıflar ve yok olup gider. Bu yüzden, Müslüman cemaatin içine düştüğü her sıkıntı, onları darmadağın eden yerilmiş ihtilaftır. Öyle ki, her grup kendini hak ve doğru, diğerlerini ise yanlış ve sapıklık içinde görmektedir. Hepsi de kendisinin davayı üstün tuttuğuna inanmaktadır. Heyhat! Bu gruplaşma ile, darmadağın olmakla ve bu çirkin ihtilâfla mı dava ilerleme kaydedecek? Bu parçalanmışlık üzerine davanın çatılması ütopyadan (hülya, boş ümitler) başka bir şey değildir. Oysa şeytan, tarafların gözlerinde bölünmeyi çekici kılıp, parçalanmışlığın davalarının yararına olduğunu onlara inandırmaya çalışmaktadır.

Cemaat arasında vâki ayrılık, cemaati zayıflatmakla kalmaz, insanlar arasındaki etkinliğini de zayıflatarak yüz çevirenlerin cemaati hükümsüz kılma eylemlerine ivme kazandırır. Ve şöyle derler; “İslâm insanlara İslâm ahkâmını emrediyor, birlik ve beraberliğe çağırıyor, ayrılık ve uyuşmazlıktan men ediyor. Cemaat ise, parçalanmış imajıyla bu emre aykırı davranıyor. Her grup yekdiğerini yeriyor, yalnız kendisinin hak üzerine olduğunu iddia ediyor. Daha sonra, durum daha da vahim bir hal alarak önce cemaatin toplumdaki nüfuzu siliniyor, sonra da yıkılıp gidiyor. Yerini ondan ayrılmış gruplar halinde yeni cemaatler alıyor. Bütün bu söylediklerimizi uzak ve yakın tarihte cereyan eden hâdiseler desteklemektedir.”

13- Helâkten Korunmak, İhtilâftan Kaçınmakla Olur:

Ayıplanan ihtilâf yasak edildiğine, ümmetin ve Müslüman cemaatin zayıflamasına, sonra da yok olup gitmesine sebep olduğuna göre, onu kökünden koparıp atmak şer’an vaciptir. Nitekim ondan korunmak da sebeplerinden korunmakla olur. O halde bu ihtilâftan korunmanın yolları nelerdir?

14- İhtilâftan Korunmanın Yolları:

İhtilâfın çeşitlerine göre, korunma yolları da değişiklik arz etmektedir. İhtilâf, bazen yöneticilerle yönetilenler arasında, bazen de Müslüman cemaatin üyeleri ile diğer İslâmî cemaatler arasında meydana gelir. İleride, bu durumdaki ihtilâftan kurtulmanın yol ve çarelerini anlatacağız ki, ihtilâf meydana gelmesin, varsa ortadan kalksın. Böylece korunma sağlanınca, ihtilâf kalksın, yahut büyük ölçüde azalarak etkinliğini kaybetsin. Hatta tamamen ortadan kalksın. Korunma yolları, hastalık gelmesin diye alınan perhiz ve geldikten sonra tedavi için kullanılan ilaç gibidir. Ya her iki durumda veya bunlardan birinde fayda verir. Hatta, bazen tamamen fayda vermezken, bazen kısmî bir fayda sağlar. Bütün bunlar, bir takım sebeplerle olan şeylerdir.

15- Birincisi; Yöneticilerle Yönetilenler Arasındaki İhtilâftan Korunma:

Halife/idâreci ve bürokratik yapı içindeki diğer yöneticiler, devleti ilgilendiren konularda kendi hüküm ve kanaatları yönünde, Müslüman kitlenin yararına muvafık emretme ve yasaklar getirme yetkisine bizzat sahiptirler. Bu, hakkında şer’î delil ve nass olmayan konularda böyledir. Çünkü hakkında nass (şer’î delil) bulunan konulara, halife ve diğer yönetici kadronun bağlı kalmaları vaciptir. Zira, nass bulunan yerde içtihâd olmaz. İçtihâd, nass olmayan yerde geçerlidir. Böyle bir içtihad, emir sahipleri için câizdir. Hatta, bazen başkaları onların emrettikleri ve yasak kıldıkları konularda onlara muhalefet edebilirler. Ve bu aykırı görüş sahipleri, bir veya birkaç fert de olabilirler. Veya İslâm’a dâvet eden bir cemaat da olabilirler. Bazen, emir sahipleri doğru olup muhalifler hatalı olurken, bazen de tersi bir durum gerçekleşebilir. Her halde fertlerin ve Müslüman cemaatin, muhalif veya destekçi olarak emir sahiplerinin icraatı hakkında, emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i an’il-münker kaidelerine uygun bir şekilde görüş ortaya koyma hakları vardır. Bu kaidelerden bazıları şunlardır: Ümmet fertleri veya Müslüman cemaat, veliyyu’l-emrin öngördüğü içtihada dayalı konularda dediğimiz gibi görüş beyan edebilmenin yanında, onu inkâr ve red yolunu benimsememelidir. Ayrıca kendi görüşlerine hak ve doğru, uygulamaya konulması gerekli görüş olarak değer vermeleri de doğru değildir. Bir muhalif, veliyyu’l-emre tutarsız ve kesin hatalı bir görüş beyanında bulunsa, onun uygulamaya konulması câiz olmaz. Çünkü hukukî kuraldır: İçtihad, diğer bir içtihâdla bozulmaz. Hâkimin hükmü, içtihada dayalı (hakkında nass bulunmayıp re’y ve yoruma açık) konularda ihtilâfı ortadan kaldırır. Veliyyu’l-emr kendi görüş ve kanaatıyla, ictihâdını inkâr ederek bir başka içtihâd ortaya atan muhalifini tutup cezâlandırırsa üzerine düşeni yapmış olur. Böyle bir kimse isabet etmiş olup hatasızdır. Öyleyse veliyyu’l-emri red ve inkâr, insanları onun aksi bir görüşte toplamak ve ona baş kaldırmayı mubah saymak câiz değildir. Muhaliflerin tavrı, ihtilâf dairesi içinde kalmalıdır. Bu durumda İslâm cemaatine düşen, ayıplanan ihtilâfı iyice kavrayıp öyle çirkin ve sevimsiz bir ayrılığa düşmemeleridir. Dinî yükümlülüklerini bilerek, tersi bir durumda buna bağlı olarak cezâya çarptırılacaklarının şuurunda bulunmalarıdır.

A- Zâlim İdâreciyle Olan İhtilâf:

Halifenin ümmetle ilişkilerindeki kanunî konumu, vekillik ve naipliktir. Müslüman kitle onu Allâh’ın kanununu yürütmek, idâre-i maslahat etmek, şer’î ölçüler çerçevesinde haklarını korumak için kendi adına vekil tâyin etmiştir. Ne var ki, bazen halife bu görevini aksatabilir. Bu durumda onun ve yardımcılarının yapıp ettikleri zulüm olabilir. Örneğin, insanların haklarını inkâr edebilirler veya gasbedebilirler yahut da önce vermesi gereken haklarını sonra, sonra vermesi gerekeni de önce verebilirler. Bütün bu durumlarda, halifenin bu uygulamalarından rahatsızlık duyan Müslüman kitleye, bu kitlenin her bir ferdine ve Müslüman cemaatlere yaraşan, yaptıklarından tamamiyle vaz geçinceye kadar halifeyi tekrar tekrar kınamalarıdır. Fakat ne Müslüman kitlenin, ne idâre makamının uygulamalarından zarar görenlerin ne de Müslüman cemaatin insanları idâreye isyan ettirmeleri, silahla karşı çıkmaya teşvik ederek fitneyi körüklemeleri câiz değildir. Çünkü idâreciye karşı böyle bir hareket, ümmeti güçsüz bırakır, onu düşmanın kucağına atar. İdârecinin veya yardımcılarının zulmünden zarar gören kişinin yapacağı iş, hâkime baş vurmak suretiyle onların adâletle muamele etmelerini sağlamaktır. Hâkimin de herhangi bir sebepten dolayı adâleti temin etmemesi hâlinde, ne onların ne de bir başkasının, umumî bir maslahatı hususi maslahata tercih ederek, yönetime isyân etmeleri, devlete baş kaldırmaları câiz değildir. Zâlim yöneticiyi sürekli kınamalarla kadıya mürâcaatta bulunurken, devlete isyân etmeyip sabretme makamında kalmalıdırlar. Müslüman kitlenin ve zâlim idâreciden zarar görenlerin bu asil davranışı bayağılık olmadığı gibi, zulmü benimseme anlamına da gelmez. Bu sadece ağır davranıp özel fayda karşısında genel faydayı tercih etmektir. Nebevî sünnet de bu yönde cereyan etmiştir. İmâm Buharî’nin (194/810) rivâyet ettiği hadîs bu kabildendir.

Allâh Resûlü (as) buyruyor ki: “Emîrinden (idarecisi) hoşlanmadığı bir fenalık gören kimse ona sabretsin. Çünkü cemaatten bir karış ayrı kalarak ölen kimse cahiliye ölümüyle ölmüştür.”1  Bu hadîsin şerhinde: “Hadîs, zâlim de olsa idâreciye karşı gelmeyi terk etmeye bir delildir.”2  denilmiştir.

Buharî’nin, Ubâde b. Sâmit’den diğer bir rivâyetinde şöyle denilmiştir:

“Nebî (as) (Akabe gecesi) bizi (Ensar’ı) biat için dâvet etmişti. Biz de biat ederek O’na söz verdik. Ubâde diyor ki, Resûlullâh’ın Ensar üzerine bir borç olarak bizden aldığı ahd ü misakta şöyle biat  ettik: Allâh’ın ve Resûlü’nün emirlerini dinleyip onlara hem neşeli hem kederli zamanımzda; hem zor hem kolay hâlimizde itaat etmek ve âmirlermiz kendi arzularını nefislerimize tercih de etseler, hakkında yanınızdaki   Allâh’ın Kitab’ında var olan kuvvetli delilinizle açık küfürlerini görmedikçe onlara itaat etmek, onlarla tartışmamak.”3

İmâm Müslim’in (261/875) Ebû Hureyre’den rivâyet ettiği hadîste ise Resûlullâh (as) şöyle buyurmuştur:

“Zor ve kolay zamanında, neşeli ve kederli anında itaat etmen, (Beni de) kendi üzerine tercih etmen gerekir...”4  

Nevevî (676/1277) bu hadîsin şerhinde şöyle demekterdir: “Âlimler der ki, bu hadîsin anlamı; kimsenin hoşlanmadığı, fakat günah ve isyân olmayan sıkıntılı durumlar karşısında emir sahiplerine itaat etmek vacibtir. Günah olan şeylerde emir sahiplerine itaat olmaz. (والأسرة): Bir şeyi kendi için seçip ayarın, dünya işlerini tercih etmek demektir. Yani, emirler dünya işlerini tercih etseler ve haklarınızı vermeseler de itaat edin, demektir. Bütün bu her dâim itaati öngören hadîslerin irad edilmesinin sebebi, Müslümanlarda dava birliğini sağlamaktır. Çünkü ihtilâf ve uyuşmazlık, dünya ve âhiretteki durumlarının bozulmasının sebebidir.”5

Bu hadîsler ve âlimlerin bu konudaki sözleri, bölünme ve çekişmeye meydan vermemek için İmâma (devlet reisine) itaatin, onun zulüm ve işkencelerine sabır göstermenin vacib  olduğunun açık delilidirler. Mazlumların ve yönetimin zulmünden zarar görenlerin bu sabrı, zilleti kabullenme ve zâlimlerin zulmüne râzı olma anlamına gelmez. Bu bir “isâr”dır. İsâr demek; şahsî maslahat karşısında kamu menfaatını tercih etmektir. Burada kamu menfaati, cemaatin birlik üzere kalması, yönetime isyân ederek dağılmaması ve Müslüman kitlenin zayıflamasına sebep olacak kişisel çatışmalara yol açacak ferdî çekişmelere meydan vermemesidir. Yoksa, yöneticinin zulmüne sabretmek, onun zulmüne rıza gösterip sessiz kalmak demek değildir. Bundan maksat, sadece devlete silahla baş kaldırmamaktır. Çünkü bu “bağy”, yani âdil yöneticiye başkaldarın demek olur ki, sultanın, zulmünden dolayı irtikâp ettiği günahıyla ona silahlı baş kaldırının günahı bir  olmaz.

B- Kâfir İdareciyle İhtilâf:

Ancak, devlet başkanının ve diğer yönetici durumundakilerin sapmaları, açıkça küfre düşecek tarzda ise, bu takdirde, ferdiyle, Müslüman cemaatiyle ümmete düşen, nasihat fayda vermez.  İslâm’a dönmeleri de sağlanamazsa, o idâreciyi görevden uzaklaştırmalarıdır. Ubâde b. Sâmit’den (ra) rivâyet edilen hadîste şöyle deniyor: “Nebî (as) bizi neşe ve sıkıntılı, zor ve kolay hâlimizde itaat etmek, âmirlerimizin istek ve tutkularını üzerimize tercih etmeleri durumunda bile onlarla, hakkında yanınızdaki Allâh’ın Kitab’ında var olan kuvvetli delilinizle açık küfürlerini görmedikçe münakaşa etmemek üzerine biata dâvet etmişti.”

Demek ki, idâreyi elinde bulunduran yöneticilerle kavgalı olunmaz ve onlarla husûmete girilmez. Ancak ne zaman ki Müslümanlar onların, âyet ve hadîsten bildikleri yoruma kapalı açık delillerle (nass)  belirlenmiş alenî küfürlerini görürlerse bu durumda onlara itaat câiz olmayıp aksine onlarla mücadele ve güçleri varsa onları görevden uzaklaştırmaları vacibtir.6

16- İkincisi; Ümmetin Diğer Fertleriyle İhtilâf ve Bundan Sakınmak:

İhtilâf bazen ümmetin fertleri arasında olabilir, ki bu çirkin bir ihtilâftır. İhtilâf ettikleri mevzuda şerîatın öngördüğü hükmü gördükten sonra bu uyuşmazlığı ortadan kaldırmaları ve buna düşmekten sakınmaları gerekir.

Mezhep mukallidleri arasındaki ihtilâf, taklit edenlerle taklidi kabul etmeyenler arasındaki ihtilâf ve mutasavvıflarla İslâm hukukçuları arasındaki ihtilâf da çirkin, sakınılması vacib olan ihtilâf nevindendir. Bir sonraki sayımızda bu ihtilâfların genel karakterinden ve korunma yollarından bahsedeceğiz inşaallah.

1- el-Askalânî, age., c.13, s. 5.
2- age., c.13, s. 7.
3- a.g.e., c.13, s. 5.
4- Nevevî, age. c.12, s. 224.
5- age., c.12, s. 224-225.
6- el-Askalânî, age., c.13, s. 7-8.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

17- Müslüman Cemâatin Yardımı:

Müslüman cemâat, Allâh’a ve O’nun şerîatını hâkim kılmağa dâveti yürütmede mü’minlere yardım konusundaki sünnetullâh’a (Hak-Bâtıl Mücâdelesinde sünnetullâh) boyun eğer. Öyleyse, bu cemâatin, yardım unsurlarını hazırlaması gerektiği gibi, yardımı önleyen durumlardan da kaçınması gerekir ki, bâtılı bertaraf ederken hakkın zaferi ve İslâm devletinin ikâmesi gerçekleşsin.

Müslüman cemâat, üstün gayreti ve şerefli cihadında, hasımlarınca bâtılla suçlanabilir, ithamlara ve insanlar tarafından engellenmelere mâruz kalabilir. Cemâat, bunları bilip hesaba katmalı ve bütün suçlamalara sabırla göğüs germelidir. Kaldı ki Müslüman cemaat, Allâh’a, resullerinden daha sevgili olmadığı gibi, ihlâsça peygamberlerden daha samimî, delilce de daha kuvvetli değildir. Peygamberler ezâ ve cefâ gördüler, yalanlanıp boş şeylerle meşgul olmakla suçlandılar.

Fakat bütün bunlara rağmen, Allâh (cc) nasıl emretmişse öylece sabrettiler. Bunun sonucunda da Allâh’ın yardımı gelmiştir. Allâh (cc) buyuruyor ki: “Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihâyet onlara yardımımız yetişti. Allâh’ın kelimelerini (yardım va’dini) değiştirebilecek kimse yoktur.” (En’am/34)
Âyetteki değişme söz konusu olmayan “Kelimetullâh”tan maksat, bir başka âyette ifade edilen: “Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” (Saffât/171-172) yardım va’didir. Bu âyette mü’minlere şöyle bir müjde veriliyor: Allâh, peygamberlerine va’dettiği yardımı, mü’minlere de va’detmiştir. Zaten Allâh (cc), sünnetinin sürekli ve peygamberlerle onlara tâbi olan mü’minler hakkında kat’î olduğunu ifade buyurmaktadır: “Elbette Biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem de şahidlerin (şahidliğe) duracakları günde yardım ederiz.” (Mü’min/51)

Netice olarak diyoruz ki, mü’minlere yardım hususundaki “sünnetullâh”, yardım sebep  ve şartlarına sarıldıkları müddetçe Müslüman cemâat için de geçerlidir.

18- Müslüman Cemâatte Olması Gereken Kuvvet:

Müslüman cemâatin, rakiplerinden daha güçlü olmaya, İslâmî anlayışı insanlar arasında neşredip gönüllerinde yerleştirmeye, temiz ve dürüst mü’minleri saflarına çekmeye gayret göstermeleri gerekir. İslâmî anlayış yayılıp, toplum içerisinde yerini bulunca, bütün toplum kesimlerini kapsayacak şekilde alanı genişleyince, cemâat üye sayısı artıp yardımcıları çoğalınca, Müslüman cemâat güç kazanmış, böylece de Allâh’ın yardımını biraz daha hak etmiş olur.

19- Müslüman Cemâatin Çekişmelerden Kaçınması Gerekir:

Müslüman cemâatin, yardıma engel olan unsurlardan kaçınması gerekir. Ki, cemâat üyelerinin birbirleriyle yahut cemâat lideriyle çekişmesi ve görüş ayrılığına düşmesi, yardımı önleyen hâllerdendir. Bu  durumdan, daima Allâh’ın (cc) murakabesinde bulunduğunu hatırda tutarak, niyyet ve kasdı sırf Allâh’a tahsis ederek, nefsi, arzuların kirinden arındırmakla kurtulmak mümkündür. Bu da tek başına yetmez. Aksine cemâatin, faaliyetini yürütmesi için hassas, tavizsiz ve bağlayıcı bir tüzüğünün bulunması, cemâat üyelerinin bu tüzükte yazılı ilkelere bağlı olması, liderlerinin de bir takım hak ve yükümlülüklere sahip bulunması gerekmektedir. Cemâat, şûrâ meclisinin istişâresinden sonra gücü nisbetinde çalışma yetkisini cemâat liderine havâle etme kararı alınca, üyelere, liderin şer’î ölçüler dâhilindeki buyruklarını dinleyip itaat etmek düşer.

Şûrâ meclisinin çoğunluğunun kararıyla kaleme alınan tüzük, cemâat liderini de bağlamaktadır. Bu durumda cemâat lideri, şûrâ meclisinin ekseriyetinin, şer’î ölçüler dahilindeki görüşlerini dikkate almak; cemâat üyeleri de liderin, meclis kararıyla uygulanmasını istediği buyruklarını dinleyip itaat etmek durumundadır. Ancak bu bağlılık örneğiyle cemâat yürür ve uyumlu, ihtilafsız, çekişmesiz ve herhangi bir dengesizliğe meydan vermeyen gerçek bir cemâat olarak çalışmasını sürdürür.

Cemâatin bu durumu, kimi çalışma aşamasında herhangi bir hata söz konusu olsa bile onun için zorunludur. Çünkü cemâatin uyumlu çalışması -ki bu birleştirici faktördür- kusurlu dahi olsa, bu kusur, abartılı olarak söylersek cemâat için, içinde çekişme ihtilaf ve tefrika bulunan bir takım doğru/hatasız çalışmalardan daha az zararlıdır. Büyük zararı def için az zarara tahammül edilir. Bu da “İki büyük zararın def’i, en küçüğüne katlanmakla mümkündür.” kaidesine dayanmaktadır.

20- Cemâatin Riyâ ve Şüphelerden Kaçınması Gerekir:

Cemâatin, çalışmalarında riyâdan kaçınıp mutlaka insanları râzı ve hoşnut etmenin gayreti içinde olması gerekir. Çünkü riyâ, cemâat üzerindeki Allâh’ın rızâ ve desteğini yok eder. Öyleyse cemâat, insanlar istemese de Allâh’ın hoşnut olduğu şeyleri yaparak O’nun rızâsını almaya gayret etmeli, şayet yaptığı şey Allâh’ın rızâsına aykırı ise, insanlar istemiş olsalar da, ondan uzak durmalıdır. Fakat bu, insanların hoşnutsuzluklarından çekinilmez, onları memnun etmeye rağbet gösterilmez, demek değildir. Faraza, insanların cemâate güvenmeleri istenen, zorunlu bir durumdur. Fakat cemâatin, Allâh’ın hoşnutsuzluğuna karşılık insanları râzı etme isteği doğru değildir. Cemâatin, aslında mübah olanı terk etmesi gerekir ki dâvayı ortadan kaldırmaya çalışanların îma edip durdukları  ve insanlar arasına saldıkları şüpheleri kendisinin tüzel kişiliğinden uzaklaştırsın. Evet, cemâat şüphelerden sakınır, mübahları terk eder ki yapılması düşünülen gerekli hususlarda insanların kendisine  olan güvenleri sarsılmasın.

Allâh Teâlâ’nın İslâm dâvasını ortadan kaldırmak isteyen kâfirler; “Bu Kur’ân’ı (Muhammed), geçmiş kitapları mütâlaa ederek öğrendi.” demesinler diye Peygamberi’ni okuma yazmadan uzak tutması, bu söylediğimize delil olmaktadır. Allâh (cc) buyruyor ki: “(Ey Muhammed!) Sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman Allâh’ın sözlerini boşa çıkarmaya çalışan (iptalciler) kuşkulanırlardı.” (Ankebût/48)

Bu âyetin tefsîrinde: “Şayet sen okuma yazma bilmiş olsaydın dâvana zarar vermek isteyenler şüpheye düşecek, ihtimal ki; ‘Geçmiş peygamberlerden esinlenerek kendi eliyle yazmıştır.’ diyeceklerdi. Oysa onlar bilmiyorlar ki O (as) okuma yazması olmayan bir ümmîdir. Aralarında henüz vahyin gelmediği uzun bir zaman yaşadığı yıllarda dahi ne okur ne yazardı. Daha sonra bu mu’ciz  (okuyan ve yazanı âciz bırakan) Kitab’ı (Kur’ân) getirince şaşırıverdiler. Aralarında gün geçirmiş biri olarak daha önce okuma, yazma bilseydi zaten şüpheye mahal kalmayacaktı. Geçmiş kitaplardan esinlenmiş diyeceklerdi. Fakat ümmî olarak Kitab’ı getirince şaşırıp kaldılar...”1 denilmiştir.

1- Tefsîr-i Zemahşerî, c.3, s.458; İbn Kesîr, age., c. 3, s. 417; Tefsîr-i Râzî, c. 25; s. 76; Fîzilâl, c. 20, s. 9.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

5) Sabır, Mukavemet ve Düşmanın Gözetlenmesi:
Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar, sabredin, direnip (düşmanlarınıza) üstün gelin, nöbet bekleyin ki, başarıya eresiniz.” (Âl-i İmrân/200)

Yani, düşmanla çatışmanız durumunda başınıza gelen eziyete sabırla direnerek üstünlük gösterin. Üstünlük sağlamak, hak dâvayı sonuçsuz bırakmak için size karşı koyan düşmana mukavemet edip dirençli olun, ama onlardan daha az sabırlı olmayın. “Müsâbere”, sabır meydanında düşmana veya hasma mukavemet göstermek, karşı koymaktır.

“Rabidû: Nöbet bekleyin”, yani sınırlarda savaşa hazır ve soğukkanlılıkla düşmanı gözetleyen atlı birlikler bulundurun ki memleketinize sızmasınlar. Zamanımızda, memleketi ve hudutlarını düşmandan korumak için atlı birlikler ve nöbetçilerle beraber gerekli son model silahlar bulundurulması gerekir.

“Allâh’tan korkunuz”, yani siz, takvâ olmaksızın cihadla emrolunmadınız. Sabır düşmana mukavemet, İslâm ülkelerinin hudutlarında nöbet tutmak, günahlardan sakınmak suretiyle Allâh korkusu ve O’nun razı olduğu şeyleri  işlemek, bütün bunlar dünyada düşmana karşı yardım âmillerindendir ki, bunlar da güzel niyyet, hakkı, adâleti ve mü’minin savaş ve cihadında ahirette kurtuluş sebeplerinden olan Allâh’ın dinini (İslâm) ikame etmeyi amaçlamakla olacak şeylerdir.

Sabır, mukavemet ve sınırlarda nöbet emrini, müfessirler, düşman ve düşmanla savaş yönünde tefsîr etmiş olsalar da, âyetin zâhirinin gerek savaş sahasında gerekse diğer alanlarda olsun, düşmanla olan her türlü ilişkiye şümûlu vardır. Bu ise, düşmanla mücadele, bâtıl yanlılarının ehl-i hakka eziyetleri ve İslâm yurdunda, boykot ve ambargoya tâbi tutmak gibi, düşman tarafından hak davetçilerinin başlarına gelecek hallere karşı sabrı ve onlara karşı direnişi beraberinde getirir.

Sabrın Yardımcı Faktörleri ve Düşmana Karşı Tahammül:
Sabır ve düşmana mukavemete yardımcı olan faktörlerden birini şu âyet hatırlatmaktadır:

“Eğer size (Uhud’da) bir yara dokundu ise, o topluluğa da (Bedir’de) benzeri bir yara dokunmuştu.” (Âl-i İm-rân/140)
Allâh (cc) bu âyette, mü’minlere isabet eden yaranın veya yara acısının düşmanla olan cihad ve mukavemetlerinde onların cehdü gayretlerini yok etmemesi gerektiğini belirtmektedir. Çünkü onlara isabet eden şeyin aynısı daha önce düşmanlarına da dokunmuştu. Onlar bâtıl inançları ve kötü âkıbetleriyle beraber savaşta aldıkları yaradan ötürü gevşeklik ve zaaf götermiyorlarsa, sizler inananlar olarak, mutlu son ve nihaî üstünlüğünüz ve Hakk’a olan bağlılığınızla birlikte, savunmada ve aldığınız yaradan ötürü mukavemette gevşeklik ve zaaf göstermemeye daha layıksınız.1

Sabır ve düşmana mukavemete yardımcı olan unsurlardan birini de şu âyet hatırlatmaktadır:

“O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acıyı çekmektedirler. Üstelik siz Allâh’tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. Allâh bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisa/104)

“Gevşeklik göstermeyin”, zaaf ve gevşeklik göstermeyin, ağırayak olmayın, “O topluluğu takip etmekte...”, savaşta kâfirlerle karşılaşma durumunda, “Eğer siz acı çekiyorsanız..” , yani savaşta acı ve elemin varlığı her iki tarafın da başına gelebilecek müşterek bir durumdur. Savaşta, acı çekme korkusu, onların sizinle çarpışmasına engel olmuyorsa, ey mü’minler, sizin da çektiğiniz acı ve ızdırapların onlarla savaşmanıza engel olmaması gerekir.

“Onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız”, sizin inandığınıza onların inancı olmadığı için, ummadıkları sevabı cihadınıza karşılık umup duruyorsunuz. Ey mü’minler, sabır ve gayret göstermeye, onlarla çarpışmada soğukkanlı olmaya siz daha layıksınız.2

6) Allâh’ı Hatırlamak:
Mü’minler için yardım faktörlerinden birisi de Allâh’ı çokça anmaktır. Allâh (cc) buyruyor ki: “Ey inananlar, bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allâh’ı çok anın ki başarıya erişesiniz.” (Enfal/45)

Yani: Ey îman edenler! Kâfir düşmanlarınızdan bir bölükle karşı karşıya kaldığınızda, savaş âsileriyle de öyle, onlara karşı sebat edin ve önlerinden kaçmayın. Çünkü sebat, mânevî bir güç (kuvve-i mâneviye) dür. Ki bu, çoğu zaman yardım ve üstünlüğün diğer bir sebebidir.

“Allâh’ı çokça anın”, savaştan önce de, savaş esnasında da Allâh’ı çokça zikredin. Kudretini, peygamberlerine ve mü’minlere yardım, sabreden mü’minlere özel nimet va’dini, belâ her ne kadar çetin ve şiddetli olsa da, size olan ümitsizlik yasağını ve yardımın yalnız Allâh’ın elinde olduğunu, dilediğine yardım eden Kavî (güçlü) ve Azîz (Üstün) olduğunu hatırlayarak kalbinizde O’nu zikredin. Bütün bunları hatırlamak suretiyle O’nu zikredeni, Allâh’ın, düşmanından daha güçlü olduğuna îmanından ötürü, düşmanın kuvvet ve hazırlığı korkutamaz.

Allâh’ı çokça anmanın emredilmesinde, Müslümanların Rablerini kalben ve fikren zikretmek konusunda gevşeklik göstermemeleri gereğine işaret eden âyetin sonunda. “Ki başarıya erişesiniz” denilmektedir. Bu sâyede kurtuluşunuz mukadder olabilir. Kurtuluşunuz iki şeye dayanır: Sebat ve zikrullâh. İkisi de kurtuluşun ve dünyada yardımla başarıya erişin, sonra âhirette sevaba nâil oluşun sebebidirler.3 Allâh’ı zikir emri, ehl-i Hakk’ın, yani Müslümanların ve Müslüman cemâatin bâtıl ehliyle yaptığı savaş esnasında, onları bertaraf ederken Allâh’ı çokça anmalarını gerektirir.

7) Korunma Tedbirleri Almak:
Korunma tedbiri, yardıma ulaşmada istenilen etkendir. Allâh (cc) buyuruyor ki: “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. (Namazda olanlar), secdeye vardıklarında arkanıza geçsinler, bu kez namaz kılmayan öteki bölük gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar, korunma tedbirlerini ve silahlarını da alsınlar. İnkâr edenler istediler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet etseniz de birden size baskın yapsalar. Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Koruma tedbirlerinizi alın (uyanık bulunun). Şüphesiz Allâh, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisa/102)

Bu âyette hitap, Resûlullâha’dır (as). Bu âyet, Müslümanların savaş esnasında kılacakları namazın keyfiyetini belirtiyor. Mâna şöyledir: Ey Peygamber (as), Müslümanları iki kısım yap. Onların bir kısmı seninle birlikte bulunsun, onlara namazı kıldır. Onlar secdeye varınca, diğer namaz kılmayan bölük geride nöbet beklesinler.

“Korunma tedbirlerini ve silahlarını da alsınlar”. “El-hizr”, Müslümanların savaşta kullandığı tedbirli ve müteyakkız olmada işe yarayan harp aletidir. Bu sebepledir ki, silahların alınmasıyla “tedbirli olmak” ifadesi birleştirildi, ve şöyle buyruldu: “Korunma tedbirlerinizi alın”, yani, Allâh (cc) mü’minlere, yağmurun yağması ve hastalık durumunda silah bırakmaya ruhsat verince, bu defa, düşmanın bir hîle ile saldırısına meydan vermemek için uyanık olmayı, aşırı korunmayla tedbirli davranmayı emrediyor. Ve âyet harpte düşmana karşı tedbirli olmanın vacip olduğuna işaret etmektedir. Bu da, zarar verme ihtimali bulunan şeyler karşısında tedbirli ve uyanık olmanın vucubiyetine  delalet etmektedir.4

“Allâh, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır”: Görülüyor ki kâfirlere isabet edecek ihanet edici azap, Müslümanların, Allâh’ın düşman karşısında yardım sebeplerini hazırlamalarına dair emrini yerine getirdiklerinde onlara karşı zafer ve gâlibiyetleridir.5

Müslüman Komutan, Tedbir ve Diğer Yardım Unsurlarının Kuşanılmasını Emreder:
Müslümanların, Allâh’ın (cc), yardım sebeplerine tutunmaya ve düşmana üstünlük sağlamada etkin olan âmillere yönelik emirlerini iyice kavradığı ân, Müslüman komutanın, askerlerine bütün bunları emretmesi gerekir. Şam’ın fethi sırasında Rumlarla yapılan Yermük Harbi’ni anlatırken, İbn Kesîr’in (774/1373) bahsettiği şey buna bir örnektir.

İbn Kesîr diyor ki: “İki topluluk karşılaşıp birbirleriyle savaşa tutuşunca İslâm ordu komutanı Ebû Ubeyde askerine şu öğütlerde bulunuyordu: “Ey Allâh’ın kulları! Siz Allâh’a (dînine) yardım edin ki, O da  size yardım etsin, ayaklarınızı pekiştirsin. Ey Müslüman topluluğu, sabırlı olun; çünkü sabır küfürden korur, Rabbı râzı eder, Hak yolunda utanmayı kaldırır.” dedi, sonra devamla “Mızraklarınızı doğrultunuz, kalkanlarınızı siper ediniz.  İnşâallâh, ikinci bir emre kadar -içinizden Allâh’ı zikretmeniz hariç- susunuz.”6

Ebû Ubeyde’nin (ra) “Kalkanlarınızı siper ediniz.” sözü, meşru korunma tedbirini almayı emreden bir ifadedir. Savaş meydanında alınması gerekli her meşru tedbir buna kıyas edilir. Zaten Ebû Ubeyde’nin nasihatında da yardım unsurların ve sabır, zikrullâh, Allâh’ın yardımına azmetmek gibi alınması lüzumlu tedbirleri hatırlatma bahis konusudur.

15- Yardımı Önleyen Unsurlar:
Yardım hususundaki ilâhî kural, mü’minlerin yardıma mâni unsurlardan kaçınmalarını, söz konusu unsurları nefislerinden ve davranışlarından uzak tutmalarını gerekli kılar. Çekişme ve ihtilaf, komutana karşı gelme, gurur ve riyâ bunlardandır.

A- Çekişme ve İhtilâf: Allâh (cc) buyuruyor ki: “Ey insanlar, bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allâh’ı çok anın ki, başarıya erişesiniz.” (Enfal/46)

“Korkuya kapılırsınız” ifadesinin “düşmanınızdan korkar, onlarla savaşta za’fiyet gösterirsiniz” şeklinde, “devletiniz gider”  ifadesinin de “kuvvet ve devletiniz gider” şeklinde tefsîr edilmesi, söylediğimizi izah eder mâhiyettedir. Âyette “devlet” işlerinin yerine getirilmesinde, rüzgâra ve rüzgâr esintisine benzetilmiştir.7

B- Gurûr ve Riyâ: Gurûr, gösteriş ve çalımla, şımarık bir eda içinde savaşa çıkmak da yardımı önleyen unsurlardandır. Allâh (cc), ancak kendi rızâsını ve dîne yardım etmeyi arzulayarak savaşa çıkana yardımını bahşeder. Bu sebepledir ki, Allâh (cc) bu tavırla savaşa çıkmayı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allâh yolundan meneden (şu kâfirler) gibi olmayın.” (Enfâl/47)

Riyâ, böbürlenmek ve taşkınlık demektir.                İnsanların şecaat ve mertlikle övgülerine layık olmak için savaşa çıkarlar, demektir. Âyet, gösteriş ve şımarıklıkta kâfirler gibi olmaktan mü’minleri men etmiş, onların takvâ ve ihlâs sahibi olmaların emretmiştir.8

16- Yardım Ancak Allâh’tandır:
Allâh’ın mü’minlere yardım hususundaki kanununun sürekli olup asla değişmeyeceğini; yardım unsurlarının oluşması, engellerinin bulunmaması durumunda gerçekleşeceğini; Müslümanların, bu yardım unsurlarına sarılıp engellerinden, Allâh’ın emrettği gibi, kaçınmaları gerektiğini; ama bununla birlikte onların, Allâh’ın emrettiği gibi hazırladıkları ve tutundukları yardım sebeplerine değil, Allâh’a bağlanıp, yalnız O’na tevekkül etmeleri gerektiğini söylemiştik. Söylediklerimize şu âyet delil olmaktadır: “Siz Rabbiniz’den yardım istiyordunuz, O da: ‘Ben size birbiri ardınca bir melek ile yardım edeceğim.’ diye duanızı kabul buyurmuştu. Allâh bunu ancak müjde olsun (sevinesiniz) ve kalbiniz bununla yatışsın (güvene ve huzura kavuşsun) diye yapmıştı. Yardım, yalnız Allâh katındadır. Allâh daima üstün ve hikmet sahibidir.” (Enfal/9-107)

“Ve kalbiniz bununlar yatışsın diye...”, “Allâh bunu ancak müjde olsun diye...”: Allâh’ın melekler vasıtasıyla size yaptığı yardım, ancak va’dettiği gibi yardım edeceğinin müjdesidir. “Ve kalbiniz bununla yatışsın diye...” Yani, kalbin, tutulduğu sarsıntıdan sonra sükûn bulması için. “Yardım yalnız Allâh katındadır...”  Ne meleklerden ne de sebeplerden. Maddî ve mânevî sebepleri bulundukça, yardımın gerçek fâili Allâh’tır (cc). Çünkü O, sebepleri boyun eğdirendir.9

1-  Tefsîr-i Râzî, c.9, s.14.
2- Tefsîr-i Râzî, c.11, s. 31.
3- Tefsîr-i Zemahşerî, c. 2, s. 226; Âlûsî, age., c.10, s.14; Tefsîr-i Menâr, c.10, s. 21.
4- Tefsîr-i Râzî, c.11, s. 25-26.
5- Tefsîr-i Menâr, c. 9, s. 375.
6- İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 7, s. 7.
7-  Âlûsî, age., c.10, s.14.
8-  age., c.10, s.14; Tefsîr-i Menâr, c.10, s. 25. Ihtilâfta Sünnetullâhtan bahsederken Yönetici ve Kumandana Muhalefetten söz etmekle beraber,  ihtilafın etraflıca a- çıklamasını “İhtilâf ve İhtilâf Edenler Hakkında Sünnetullâh” bölümünde yapacağız.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Allâh’ın Dînine Yardım İçin Cemaatleşmek:

Geçen bölümde Zemahşerî’nin “Kendisine yardım edene Allâh elbette yardım eder.” âyetinin tefsîrinde “Allâh’ın dînine ve dostlarına yardım eder.” dediğini; er-Râzî’nin de; “Siz Allâh’a yardım ederseniz O da size yardım eder.” âyetinin tefsîrindeki görüşlerin birinde “Allâh’ın hizip ve taraftarlarına yardım ederseniz...” dediğini belirtmiştik.

Allâh’ın dînine yardım, cemaatleşme ile olmalıdır, diyebilir miyiz? Yani Allâh’ın mü’minlere yardım şartının gerçekleşmesi için, O’nun dînine yardımda isteneni sağlayacak cemaati oluşturmak gerekli midir?

Cevap: Bütün mü’minlerden istenen, şerîatın ikamesi için gayret göstermek suretiyle Allâh’ın dînine yardım hususunda çalışmaktır. Ki, Allâh da cehdü gayretleri oranında onlara yardım etsin. Fakat, şüphe yok ki, İslâm Dîni için cemaatleşerek çalışmak, İslâm’ın istediği ve Kur’ân’ın işaret ettiği bir durumdur.

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun; İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân/104).

İki alanın birinde (Emr-i Mâruf veya Nehy-i Münker) vazifeli kitleden maksat, tamamı değil, bir kısmıdır.39

Âyette “ümmet”ten maksat, Allâh’a dâvet edecek; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker yapacak; yani, dîne yardımda bulunacak Müslüman topluluktur. Cemâat, toplumsal bir organizedir. Düzenli bir topluluk olarak dîne yardımda bulunur. Bu tür bir çalışma, Müslümanların tek tek, ayrı ayrı çalışmalarından daha yararlı ve randımanlıdır. Fertlerin gayretlerini birleştirecek cemâat olarak çalışmaları, kişisel çalışmalarına oranla sonuca daha kolay götürücüdür. Kaldı ki, cemaatleşerek çalışmak, Allâh’ın hoşlandığı ve İslâm’ın kesin olarak öngördüğü dîne yardım edecek ümmet (Müslüman kitle) oluşturma emrinin gereğidir. Bu mânâda Allâh’ın “İyilik ve  takvâ üzere yardımlaşın.” (Mâide/2) şeklindeki buyruğunu da hatırlıyoruz.

Yardımlaşma, her iki tarafın, gayretlerini birleştirmeleri demektir. Bu ise, yani İslâm cemaati oluşturma, istenen iyiliğin -ki iyiliğin en büyüğü dîne yardımdır- gerçekleşmesi içindir.

Buna göre, şöyle demek  mümkündür: Cemâat tanzimi, şer’an istenen, âcil  derecesinde bir  emirdir. Bundan  maksat dîne yardımdır. Böyle bir cemâatin oluşumu, bazen bâtılın güçlü olması durumunda ve bâtıl ehli de Hakk’a ve Hak taraftarlarına düşmanlıklarında aşırı iseler, vaciptir.

Bâtıl ve bâtılı savunanlar bu derece güçlü olunca, hak ehlinin mücadelesi kişisel değil, topyekün olması gerekir ki, ya onlardan çok güçlü veya onlara denk olsunlar. Bu, dîne yardım ve bâtılla mücâdele yolunda düzenli bir İslâm cemaati tanzim etmeleri hususunda, gayretli çalışmaların birleştiği, Müslümanların desteklediği organizeli bir cemaatin oluşmasıyla mümkündür. Bu cemâat, Allâh’ın “İçinizden hayra davet edecek... bir ümmet bulunsun” emrini gerçekleştirdiği için Allâh’ın taraftarı (hizbullâh), fertleri ise O’nun dostudurlar.

Ümmetin, yani Müslüman kitlenin varlık sebebi, Allâh’ın yardımıdır. Öyleyse, Allâh’ın dînine yardım adına o cemâatte yer almak güzel bir davranıştır. Zîra bu dîne yardım, her erkek ve kadın Müslümana vaciptir.

4) Kuvvet Hazırlığı ve Cihad:

Mal ve can ile cihad, İslâm’ın emrettiği mücadele türlerindendir. Ancak hepsi demesek bile, neredeyse Müslümanların bir çoğu tarafından unutulmuş bir farzdır. Kaldı ki cihad, yardım yolu, şeref vesilesi, Allâh’ın dîninin ortaya konulması, bâtılın sökülüp atılması ve Hakk’ın rızâsına nâiliyet demektir. Cihad’ın terki, bâtılın ve bâtıl yanlılarının üstünlüğüne, mü’minlerin perişanlığına, kuvvetlerinin gitmesine ve devletlerinin elden çıkmasına sebebiyet verir.

Allâh (cc) buyuruyor ki: “Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bâzan hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey hakkınızda kötü olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara/216).

Yani cihad, uymakta zorlandığınız, hoşlanmadığınız bir konudur. (ىسع) kelimesi, Allâh için kullanılınca vücup ve kesinlik ifade eder. Bu durumda mâna şöyle olur: Cihaddaki hoşlanmadığınız meşakkat ve zorluk, düşmanınıza üstünlük sağlamanız, zafer kazanmanız, ganimet elde etmeniz ve böylece sevapla mükâfatlanmanız bakımından hakkınızda hayırlıdır. Ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir: Yani, rahatlığı tercih ve savaşı terk etmeniz, mağlup olmanız, kuvvetinizin gidip perişan bir duruma düşmeniz bakımından şerdir. İmâm Kurtubî (671/1273) şöyle diyor: “Şüphesiz bu doğrudur. Endülüs’te Müslümanlar cihadı bırakmak hususunda karar aldılar. Savaştan korkup kaçtılar. Düşman da ülkeyi istilâ ederek esir aldı, öldürdü, kan akıttı. Biz Allâh içiniz O’na döneceğiz. Bu, insanların kendi hazırladıkları ve kazandıklarıydı.”40

A- Cihadı Terk Etmek Azâba Sebeptir:

Geçen bölümde, cihadı terk etmenin mü’minlere zillet ve perişanlık getireceğini anlattık. Buna şu âyeti de ekleyebiliriz: “Eğer topluca savaşa çıkmazsanız, (Allâh) size acı (bir şekilde) azap eder ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir. O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allâh her şeyi yapabilendir.”

İmâm İbn Arabî el-Malikî (543/1148) bu âyet hakkında şunları söylemektedir:

“Bu âyetin gereği olarak, cihada çıkmak ve Allâh’ın dâvasını yüceltmek için düşmanla çarpışmaya katılmak vaciptir. Dünyadaki “elem verici azap” düşmanın, yenemediği kimseye (mü’minlere) üstün gelmesi tarzında olurken, âhiretteki “azap” da cehennem ateşi ile olacaktır. Dahası, yerinize bir başka milleti getirmesi de acı bir azaptır.”41

Şehîd Seyyid Kutub diyor ki: “Mü’minleri tehdît eden azap, yalnız âhiretle ilgili değildir. Aynı zamanda bu, dünya azabıdır da. Cihada çıkmayanlara isabet edecek olan bu azap, mü’minlere karşı düşmanın zaferi, mâl ve ganîmetten mahrumiyet ve zenginliklerin düşman tarafından sömürülmesi şeklinde tezahür eder. Cihadı terk eden hiçbir millet yok ki, Allâh onlara zillet ve perışanlık damgası vurmasın. Düşmana karşı durma isteğinin kat kat cezâsı olarak, hor ve hakir bir şekilde düşmanına boyun eğdirilmesin.”42

B-Cihada Katılmayanlara ve Tembellik Gösterenlere Yönelik Hitap:

a- Cihada katılmayanlar ve tembellik edenler şu şekilde ikaz edilmişlerdir: “Ey insanlar, size ne oldu ki; ‘Allâh yolunda topluca savaşa çıkın!’ dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi, âhiretin yanında pek azdır.” (Tevbe/38)

Kim Allâh yolunda cihad davetine icabet etmez, yahut ağır davranarak tembellik gösterirse ona bir hatırlatma olarak “Âhirete karşı dünya hayatına mı razı oldunuz?” denilir. Yani, cihad sâyesinde kavuşacağınız sürekli ve tam olan âhiret mutluluğuna karşılık, geçici ve noksan olan dünya hayatına mı razı oldunuz?  “Âhirete karşı dünya metaı (geçimi) azdır.”

Peygamber Efendimiz (as), âhiret nimetine oranla dünya nimetini süre ve zaten azlığı itibariyle, denize parmağını sokup daha sonra çeken kimseye benzeterek buyurdu ki: “Bakın (parmak) ne ile geri dönüyor”*

b- Tembellik yapan ve cihaddan geri durana, Resûlullâh’ın (as) cihad ve mücâhidler hakkında dediği, ilim erbâbının da cihadla ilgili Allâh’ın Kitabı’ndan ve Resûlullâh’ın sünnetinden anladıkları şeyler söylenir. Peygamberimiz’in (as) şu sözü bu kabildendir: “Yeryüzünde bulunanların aynısı kendisine verilmişken, şehitlerden başkası cennete girdikten sonra dünyaya geri dönmeyi arzulamayacaktır. Onlar, şehitliğin faziletine ermek için, dünyaya geri dönüp defalarca savaşmayı arzu ederler.” (Buhârî)

İbn Battâl, bu hadîsin şerhinde der ki: “Bu hadîs şehitlik hakkında gelen haberlerin en hoşudur. İnsanların güzel ameller içerisinde, uğrunda, cihaddan başka cân-fedâ ettiği bir şey yoktur. Bu sebepledir ki, cihadın sevabı daha büyüktür.”43

İmâm Ahmed bin Hanbel (241/855) der ki: “Farzlardan sonra, ameller içinde, cihaddan daha faziletli bir şey bilmiyorum. Düşmanla çarpışan mücâhidler, İslâm’ı ve onun şerefini müdâfaa etmektedirler. O halde, hangi amel bundan daha üstündür? İnsanlar güvenli ve korkusuz yaşarken, onlar İslâm’a saldırı hususunda endişelidirler. Allâh yolunda öz nefislerini fedâ ederler.”44

İbn Teymiye, düşmanın, İslâm ülkesine sızabileceği ve hücum edebileceği yerler olması hasebiyle, hudutlarda ve İslâm diyârının sınırlarında nöbet beklemek hakkında şöyle demektedir:

“Allâh yolunda sınır nöbeti tutmak, Mekke’ye, Medine’ye ve Beyt-i Mukaddes’e komşu olmaktan sevapça daha üstündür.”45

C- Cihad İçin Kuvvet Hazırlamak:

Cihad için düşmanla çarpışmaya ve İslâm diyârını müdâfaa etmeye koşmak tek başına yeterli değildir. Aksine, cihad için gerekli hazırlığın da yapılmış olması gerekir. Nitekim Allâh (cc) böyle buyurmaktadır: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allâh’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allâh yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfâl/60)

Kuvvet, hazırlığı yapanın, harpte kendisiyle güç sağladığı her şey demektir. “Cihad için bağlanıp beslenen atlar”, Allâh yolunda hazır kıta bulunan atlara “er-Ribât” denir. Bu kelime atlar için kullanılır. Çünkü onlarla güç elde edilir. “Bununla Allâh’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka...”, hazırladığınız bu kuvvetle Arap kâfirleri ve Yahudilerden olan düşmanlarınızı püskürtürsünüz. “...Ve onlardan başka sizin bilmediğiniz...” ve düşmanlığı bilinmeyen diğerlerini (püskürtürsünüz). “Allâh yolunda ne harcarsanız...”, Müslümanların hudutlarını korumak hususunda az veya çok, aynî veya nakdî harcamalarla güç yetirdiğiniz kuvvet hazırlamışsanız, Allâh, size onun mükâfatını noksansız verecektir.46

D- Kuvvet Ne Demektir?

Âyeti kerimede “Gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın” deniyor. Kuvvet, nekre (belirsiz) bir kelime olup, herhangi bir kuvvet türüne has bir kelime değildir. Ondan bir tür olarak “Ribatü’l-hayl” , “sınırda koşturulan atlar” denilerek kendisiyle güç sağlanan atlara mahsus olmuştur. Şüphesiz Müslümanların kendisiyle düşmana karşı müdâfaa imkânı bulduğu “kuvvet”, her zaman ve her mekânın savaş araç çeşitleri ve sayısını da kapsamaktadır. Fakat, Müslümanlardan istenen “kuvvet”, düşmana üstün gelmek, şerlerini defetmek ve müdafaa için hazırlanan kuvvet midir? Savaşın ve düşmanla çatışmada bi’l-fiil kullanılan silah sayısına mı mahsustur? Ve “kuvvet”i sırf çatışmada kullanılan silahlar mânasında anlamak mümkün müdür?

“Kuvvet”in mânalarından ve kullanılışından benim anladığım, başkaları istesin istemesin, güç sahibinin, iradesini yürürlüğe koymasıdır. Bu icraatın istendiği irade, bazen başkasının bertaraf edilmesi, uzaklaştırılması, ortadan kaldırılması ve mahkûm edilmesiyle ilgilidir. Hüküm ve dayanağı ise, bir şeyin ortadan kaldırılmasıdır. Bu güç de, gâye ve maksatlarının gerçekleştiği fonksiyonla tahakkuk eder ki o da, sahibinin, iradesini yürürlüğe koymağa yetirdiği güçtür. Bu güç, bazen ehliyetli komutanlık,  ordunun yiyecek, giyecek ve kale temini gibi hazırlıklarla, devletin ekonomik bakımdan yeterli olması kadar, asker için silah hazırlamak, harp yeteneği kazandıran teknik bilgiler vermek, Allâh için savaşa hazırlayan îman fonksiyonlarını öğretmek ve o yolda şehitliğe teşvik etmekle gerçekleşir. Yine bu güç,  ilim ve o gücün elde edebilmesi için zarurî bilgi ve ilim adamlarının bütün alanlardaki -meselâ, ziraat ve sanat dallarındaki- buluşları sâyesinde tahakkuk eder. Îman fonksiyonları üzere nefislerin terbiye edilmesi hariç, bütün bu anlattıklarım zaman ve zeminin değişmesiyle değişiklik arzedebilir.

E- Kuvvet Hazırlığı, İslâm’ın Farzlarındandır:

Kuvvet hazırlığı, hakkında emir bulunması bakımından “kuvvet”in açıkladığım anlamına göre, İslâm ümmeti için, İslâm’ın farzlarından bir farzdır. Emirde aslolan, mâni karine (ipucu) bulunmadıkça vücûb ifâde etmesidir. Burada ise karine bulunmamaktadır. O hâlde, kuvvet hazırlamakla ilgili emir vücûba delâlet eder:
“Onlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet... hazırlayın”. Bu emirle muhatab olan tüm Müslüman kitledir. Onların yerine vekâleten bu emri yerine getiren ise “halife/devlet başkanı”dır. Müslüman kitle, devlet başkanını bütünüyle kendisine ait şer’î hükümlerden muhatab olduğu şeylerin, kendi adına, yerine getirmesi için seçip başa geçirmiştir. Kuvvet hazırlama da böyle bir şer’î hükümdür. Devlet başkanının (veliyyü’l-emr) bu husustaki ihmali mazur görülemez. Bu durumda tüm fertleriyle ümmete, özellikle “ehl-i hal ve’l-akd” de denilen âlimler zümresine düşen, halifeden İslâm devleti için böyle bir hazırlığın olmasını istemektir.

Değişik alanlarda dünyevî ilimlerin dahi öğrenilmesi bazen zarurîdir, hatta vaciptir de. Çünkü vacibi tamamlayan şey de vaciptir.

F- Eğitimli Ordu Hazırlığı da Kuvvet Hazırlamak Kabilindedir:

Eğitimli ordu hazırlığı, kuvvet hazırlamak kabilinden olunca; askerin İslâm inancının gerektirdiği prensiplere göre îman fonksiyonlarıyla hazırlanması, çeşitli silahların kullanılması, savaş tekniği, askerî maharet ve eğitimin icrası için fizikî hazırlık, yahut ordunun öğrendiğini unutmaması için sık sık tatbikatların yapılması gerekir. Bu söylediğimin delil ve dayanağı Peygamberin (as) şu ifadesidir: “Atıcılığı bilip, sonra terkeden bizden değildir  (veya âsi olmuştur).”47

G- Müslüman, Düşmana Korku Salacak Nisbette Güçlü Olmalıdır:

Bahsi geçen âyette, Allâh (cc), kendisinin ve bizim düşmanımıza korku salmak için kuvvet hazırlamayı emretmektedir. Anlaşılıyor ki, hazırlanan kuvvetin, düşmanı korkutması gerekir. Bu da ancak düşmanın gücünden daha büyük güce sahip olmakla mümkündür. Bu güç, düşmanın, Müslümanlar ve onların devletleriyle uğraşmalarına mâni olacak, ayrıca Müslümanlara ve devletlerine saldırı ve taarruz imkânı bırakmayacak, onlardan şerri savacak büyüklükte olmalıdır. Düşmana korku salan böylesi bir gücün hazırlanması kaçınılmazdır. Bundan geri durmak veya tembellik göstermek doğru değildir. Yoksa onlardan intikam almamız için, “Biz hak, onlarsa bâtıl üzeredir.” dememiz yetmez. Öyleyse hakkın, mutlaka koruyan, bâtıl ve bâtıl yanlılarını korkutan ve onların İslâm devletine saldırılarını önleyecek gücünün olması gerekir.


39- age., c.1, s. 396.
40- Tefsîr-i Kurtubî, c. 3, s. 38-39.
41- İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, c. 2, s. 937-938.
42- Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, c.10, s. 224.
* Dünya nimetinin azlığı ve geçiciliği anlatılmak istenmektedir.
43- el-Askalânî, Sahîh-i Buharî Şerhi, c. 6, s. 32-33.
44- Ibn Kudâme, el-Muğnî, c. 8, s. 348-349.
45- İbn-i Teymiye, age., c. 28, s. 418.
46- Âlûsî, age., c.10, s. 26; Tefsîr-i Menâr, c.10, s. 61.
47- Müslim rivâyeti, Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 2, s. 539, Ha: 8862
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Müslümanların Başına Gelen Hâdiseler, Allâh’ın, Haklarındaki Yardım Sünnetini Bozmaz:
Allâh’ın haberi ve Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesiyle öğrendiğimiz “mü’minlere yardım” hakkındaki sünnetullâh, hakkında zerrece şüphe edemiyeceğimiz kuvvetli bir sünnettir. Öyle ki, mü’minlerin yenilgileri, düşmanları tarafından perişan edilişleri ve yardımsız kalışlarıyla sünnetullâh bozulmaz ve sarsılmaz. Çünkü “sünnetullâh” mü’minlere yardım için devrededir. Mü’minler ise, Allâh’ın kitabında, Resûlü’nün sünnetinde ölçü ve niteliklerini açıkladığı mü’minlerdir. Yoksa kendi ölçülerinin, hayâl ve kuruntularının gereği inanan “mü’minler” değil. Bu takdirde onların bâtıl gürûha galebe çalmaları söz konusu olamaz. Çünkü onlardan istenen, îman ve bu îmanın gereği olan nitelikler ve icraattır. Bu da onlarda yoktur. Üstelik onlar, Allâh’ın va’dettiği yardıma müstehak olamazlar. Şu halde onlara yaraşan, hal ve gidişatlarını,  hatalarını ve mevcut eksikliklerini düzeltip anlayarak kendilerine gelmeleri, îman üzere kalıp îmanlarının gereğini yapmaları, “Mü’minlere yardım etmek bize haktır!” haberiyle ilgili Rabbânî kanunun şümulüne girmek için de îmanın mâna ve inceliklerini gönüllerine yerleştirmeleri, meyvelerini de dış dünyalarına sunmak suretiyle vaziyeti düzeltip kaybedilenin tedarikine bakmaları gerekir.

A- Îman ve Fizikî Yardım Unsurları:
Bil ki, îman, tek başına savaş durumunda, savaş için asker sayısı, donanım vesâir gerekli görülen harp vasıtaları gibi maddî yardım unsurlarının yerini tutamaz. Harb alanı dışında da, yani diğer cihada konu olan alanlarda ve bâtılla bu sahada mücadelede de durum aynıdır. Bunun içindir ki, Allâh (cc) bize, maddî kuvvet hazırlamamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın...” (Enfâl/60).

Çünkü İslâm, gerçek dîndir. Yardım sebeplerinde îmana destek olan güç ve fizikî etkenlerden habersiz kalamaz. Fakat bunun da, Allâh’ın belirttiği belli bir normu vardır. Ta ki, düşmanlarımıza mağlûb olmamak, hesap ve ölçülerimizde hata ve yanılgıya düşmemek için, aşırı gitmeden, takdir ve kıymet ölçüsüne riâyetle her şeyin hakkını verelim.
Az olmalarına rağmen, mü’minlerin üstün geleceklerine işaret eden âyet şöyledir:

“Ey peygamber, mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa (onlar), kâfirlerden iki yüz kişiyi yenerler. Sizden yüz kişi  olsa (onlar), iki yüz (kâfiri) yenerler.  Çünkü o kâfirler anlamaz bir topluluktur. Şimdi Allâh sizden yükü hafifletti, sizde zaaf bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden bin kişi olsa Allâh’ın izniyle iki bin (kâfiri) yenerler. Allâh sabredenlerle beraberdir” (Enfâl/65-66).

Birinci âyette Allâh (cc), Resûlullâh’ın ashabı olan mü’minlere sabırlı yirmi kişinin, kâfirlerden iki yüz kişinin hakkından geleceğini haber veriyor. Bu bir kolaylıktır, hafifliktir. Allâh Teâlâ, sabırlı mü’minlerden yirmi kişi, iki bin kişiye gâlip gelecek demiyor. Çünkü sabırlı mü’minlerin îmanları, kâfirlerin yüreklerindeki küfür kuvvetinden daha güçlü olsa da, îman kuvvetinin küfür kuvvetini yenmesinde belli bir ölçü vardır. Allâh (cc), îman gücünü, bir mü’minin on kâfire, yirmi mü’minin iki yüz kâfire üstün gelecek tarzda vermiştir.

Fakat, kâfirler bin kişi olsa, Allâh’ın, yirmi mü’minin bin kâfire üstün geleceğine dair haberi yoktur. Aksine âyet işaret ediyor ki bu durumda mü’minlerin sayısı gâlibiyet için adeden yeterli değildir. Bunun anlamı şudur: Fizikî gücü, asker sayısı da buna dahil, rolü inkâr edilemez. Öte yandan, mü’minlerin topyekün bir ümmet olarak bu hususa ibretle gözlerini açması, kendi güçleriyle düşmanlarının gücünü eşitleyerek veya onların güçlerine yakın olacak şekilde ince hesaplar yapmaları gerekir. İşte o zaman mü’minler, îman gücüyle düşmana ağır basar ve Allâh’ın izniyle, gâlibiyet mü’minlere nasip olur.

B- Fizikî Gücün Yüreklerdeki Tesiri:
Bil ki, fizikî gücün -hakk ve bâtıl ehlinin çokluğu- yüreklerde tesiri vardır. Mü’minlerle kâfirlerin yüreklerinde bu, eşit orandadır. Bir tarafın, fiziksel yönden kuvvetli gördüğü tarafa kendi gücünü belli ettirmesi, diğer tarafın da hasmını azımsaması bu tarz bir etkidir. Nitekim mü’minler, azim ve sebatla yardım âmillerine sarılıp, sabırla düşmana karşı harbedecek ve hücuma geçebilecek cesareti kendilerinde bulmaları için kâfirleri azımsarlardı. Silah türü ve bunun çokluğu gibi diğer fiziksel güç unsurlarının çokluğu da, savaşçıların çokluğu ve onların kuvvetin azlığı ve çokluğunu belli ettirecek tahrik girişimleri gibidir. Anlattığım bu gerçek; fert fert, ümmet ve cemaatler olarak, özellikle Müslüman cemaatlar, mü’minleri, fiziksel gücün çok yönlü olup tek bir türle sınırlanmadığı şu asırda, maddî güç bakımından düşmanlarından daha kuvvetli olmaya dâvet ediyor.

Şu âyetler, fiziksel gücün, mü’min ve kâfir muhariplerin yüreklerinde bıraktığı ize işaret etmektedir:
“Allâh, sana onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz ve  (savaş) işinde birbirinizle çekişirdiniz. Fakat Allâh, sizi bundan kurtardı. Çünkü o, göğüslerin özünü bilir. Karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılmış bir işi yerine getirsin. İşler hep Allâh’a döndürülecektir.” (Enfâl/43/44).

Bu iki âyetin tefsîrinde “Allâh (cc), Bedir Savaşı’nın başlamasından biraz önce, Peygamberi’ne rüyasında kâfirlerin sayısının az olduğunu  gösterdi. Resûlullâh (as) bu  durumu ashabına haber  verdi. Bu haber onlar için, düşmana karşı sebat ve şecaat kaynağı oldu. Allâh bu durumu Nebîsi’ne şöyle açıkladı: “Size onları çok gösterseydi” Yani, sana düşman sayısını çok gösterseydim, “çekinirdiniz” Yani, kâfirlere hücûm ve yönelme hussunda mü’minlerle korkuya kapılırdınız “ve birbirinizle çekişirdiniz” Yani mü’minler arasında görüş ayrılığı ve çatışma çıkar, parçalanma baş gösterir ve gerisin geri çekilir, savaşamazdınız. Sonra düşmanla karşılaşınca Resûlü’nün rüyasını doğrulasın, verdiği haberi bizzat gözleriyle görsünler, îmanları artsın ve savaşta daha sebatlı olsunlar  diye Allâh onları mü’minlere az gösterdiğini açıkladı: “Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu” Yani, kâfirleri cesâretlendirecek şekilde mü’minleri az gösteriyordu. Daha sonra da mü’minlerden beklemedikleri ve fark edemedikleri çokluğu ansızın görünce paniğe kapılıp can kaybına uğrarlar. Böylece mü’minler üstünlüğü ele geçirmiş olurlar.” denilmektedir.31

Bu iki âyet ve tefsîrinden anlaşıldığı gibi, fizikî gücün -burada askerlerin azlık veya çokluğu söz konusudur- meydana atılma ve cesâret yönüyle yardımlı ve yardımsız kalma bakımından yüreklerde bir tesir ve izi vardır. Çünkü bir taraf hasmının sayıca azlığını fark edince, bu onun saldırıya geçmesine cesaret verici olur, sebatını ve üstün gelme gayretini artırır. Aksine hasmının sayıca çokluğunu fark edince, bu onu çarpışmada tereddüte sevkeder, direncini kırar. Aynen bunun gibi, silah ve türleri, silahın azlığı veya çokluğu ile güç elde etmek ve savaşın diğer donanımlarıyla kuvvet sağlamak, savaş meydanında ve diğer cihad alanlarında mücadele etmek de yüreklerde iz bırakır.

2) Allâh Korkusu:
Allâh (cc) buyruyor ki: “O zaman sen mü’minlere: ‘Rabbiniz’in, size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?’ diyordun. Evet, sabreder, (Allâh’ tan) korkarsanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım eder.” (Âl-i İmrân/124-125).

Bu âyetin tefsîrinde: “Göründüğü kadarıyla, yardım ve destek, ihtiyaç durumunda melekler orduya karışırlar. Çatışma esnasında onlara ihtiyaç olmayabilir de. Onların yalnızca bulunması, kalbin güçlenmesi için kâfidir. Beş bin meleğin gelmesi içinse, üç şey şarttır: Sabır, takvâ ve kâfirin âni taarruzu”32 denilmiştir.

Meleklerin, mü’minlere yetişmesi, onların takvaları sâyesinde idi. Çünkü mü’minlerin sabırları, takvalarından kaynaklanıyordu. İbn Teymiyye’nin (662/1263) dediği gibi: “Takvâ, Allâh’ın emirlerini yapmakla, nehiylerini terk etmeyi bünyesinde toplar.”33 Sabır ise Allâh’ın emridir. Sonra meleklerin desteği, kâfirlere karşı mü’minlere yardımın gerçekleşmesi içindir. Böylece takvâ, Rabbânî kural gereği, mü’minlere yardımı kesinleştiren ve sağlama alan etkenlerden kabul edilmiştir.

Hz. Ömer’in, Askerlerine Takvâyı Tavsiye Etmesi:
Hz. Ömer (ra), Irak savaşında bulunan Sa’d b. Ebî Vakkas ve askerlerine yaptığı vasiyyetinde şöyle diyordu:
“Sana ve askerlerine, her halükârda Allâh’tan korkmanızı emrediyorum. Çünkü takvâ, düşmana karşı yapılan hazırlıkların en üstünü ve harpteki hîlelerin en güçlüsüdür.

Sana ve askerlerine, kendinden ve düşmanlarından yana günaha girmek konusunda dikkatli ve uyanık olmayı emrediyorum. Çünkü askerin günahı, kendileri   için düşmanlarından daha korkunçtur. Müslümanlar yalnız Allâh için düşmana saldırınca yardım görürler. Böyle olmasa, bizim onlara karşı bir gücümüz olamaz. Çünkü sayımız ve hazırlığımız onlar kadar değil. Günahta onlarla aynı olursak, kuvvet bakımından üstünlük onlara geçer. Allâh’tan korkarsanız, onlara karşı koyulur ve gücümüz sâyesinde mağlub olmayız. Biliniz ki, yol esnasında, üzerinizde Allâh tarafından koruyucu melekler vardır. Onlardan hayâ ediniz. Allâh yolunda, Allâh’a isyan etmeyiniz.

Düşmanımız bizden daha şerlidir. Kötülük de etsek, onlar bize musallat olmazlar, demeyiniz. Nice milletler var ki, daha şerlileri onlara belâ oldular. Nitekim Allâh’ın hoşnut olmadığı şeyleri yaptıklarından dolayı İsrailoğullarına Mecusî kâfirler (Babilliler) musallat olmuştu da memleketin her köşesini talan etmişlerdi. Böylece Allâh’ın va’di yerini bulmuştu. Düşmanlarınıza karşı yardım istediğiniz gibi, Allâh’tan kendiniz için de yardım isteyiniz. Aynı şeyi ben de, kendim ve sizin adınıza Allâh’tan istiyorum.”34

3) Dine Yardım:
Allâh’ın bâtıl ve bâtıl ehli ile mücâdele eden mü’minlere yardımındaki sünnetullâhta etkili kıldığı yardım âmillerinden biri de, onların bütün güçleriyle İslâm Dîni’ne yardım hususunda seferber olmalarıdır. Allâh (cc) buyuruyor ki: “Ey insanlar, eğer siz Allâh’ın dînine yardım ederseniz (Allâh da) size yardım eder; ayaklarınızı (hakkı koruma yolunda) sağlam tutar.” (Muhammed/7).

Bu âyetin tefsîrinde şöyle denilmiştir: “Allâh’a yardım ederseniz” Yani Allâh ve Resûlü’nün dînine yardım ederseniz, Allâh da düşmanlarınıza karşı size yardım ve fethi müyesser eder, harb meydanlarında veya İslâm caddesinde ayaklarınızı sabit kılar.”35 İmâm er- Râzî (544/1149) tefsîrinde: “Allâh’ın yardımı konusunda birkaç görüş vardır:

1- Allâh’ın dînine ve yoluna yardım ederseniz,
2- Allâh’ın taraftarlarına yardımcı olursanız.”36 demektedir.

Allâh’ın dînine yardım, Müslümanın kendini tamamıyla Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslim etmesiyle tahakkuk eder. Öyle ki, bu hususta O’na tam ve mutlak teslimiyetten başka bir şey kalmaz. Bu boyun eğiş ise, Allâh’ın şerîatına tam bir teslimiyetle kendini gösterir. Bu hal, mü’minin kendinde, yaşantısında ve bütün âzalarında görülür. Böylece, yeryüzünde Allâh’ın, insanlar arasındaki ilişkileri kontrol ve idâre eden şerîatını ikame etmek için Müslümanın daimî cihadı sayesinde, O’nun dînine yardım edilmiş olur. Öyle ki, Müslümanlar, ancak onun kanunuyla muhakeme olur, ancak O’nun hakemliğini kabul ederler.

Diğer çok önemli bir mesele de, er-Râzî’nin “Allâh’ın taraftarlarına ve O’nun yoluna yardım ederseniz, Allâh’ın yardımı gerçekleşir.” diye işaret ettiği husustur. Mâlumdur ki, Allâh’ın taraftarları (hizbullâh) O’na, O’nun dînine, şerîatını yeryüzüne yerleştirmekle, yardım edenlerdir. Kuşkusuz, mü’minlerin, Allâh’ın şerîatını ikame etmek için koordineli olarak cihadı yürütmeleri ve bu şerefli dâvada birbirleri sâyesinde Allâh’ın dînine yardım tam ve şer’î mânasıyla gerçekleşir. Öyleki, tek tek de yapsalar, Allâh’ın yardım va’dine nâil olmak için O’nun şart kıldığı şeyler onlar eliyle gerçekleşir. Böylece, Allâh’ın dînine yardım ettikleri, O’nun yolunda cihada koştukları ve cihad için çaba sarfettikleri oranda, Allâh’ın koyduğu sünnetullâh gereği, mü’minlere yardım gerçekleşir.

Bu hususta bir diğer âyeti celîle de şöyledir: “Allâh kendi (dînine) yardım edene elbette yardım eder. Şüphesiz Allâh, kuvvetlidir, gâliptir.” (Hacc/40).

Fahri Râzî, bu âyetin tefsîrinde şöyle der: “Allâh, durumu böyle olanlara yardım va’dediyor.”  Zemahşerî de “Elbette dînine ve dostlarına37 yardım edene Allâh yardım eder.38”  demektedir.

Müslümanın, Allâh’a nasıl yardım edeceğini açıkladık. Bu, Allâh’ın dînini yeryüzünde ikame etmek için olanca gayreti sarfetmekle olur. Böylece “dîn”, beşerin bütün iş ve tasarruflarında egemen pozisyona gelmiş olmuş olur.

DİPNOTLAR:
31- Tefsîr-i Zemahşerî, c. 2, s. 224-225.
32- Râzî, age., c. 8, s. 228.
33- İbn Teymiye, age., c. 8, s. 526.
34- Ebû Amr Ahmed b. Muhammed b. Abdu Rebeh, Ikdu’l-Ferîd, c.1, s.130.
35- Tefsîr-i Zemahşerî, c. 4, s. 318.
36- Tefsîr-i Râzî, c. 28, s. 48.
37- Tefsîr-i Râzî, c. 3, s. 41.
38- Tefsîr-i Zemahşerî, c. 3, s.160
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort