JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 11 Şubat 2014 10:37

KİTAPLARA İMAN -1-

İnandığımız peygamberlerin tebliğ ettiği ve tebliğ edildiği topluluklar için hayat nizâmı olmuş, bâtıl felsefeler ve beşerî doktrinler karşısında Rabbimiz’in kanunlarını oluşturan kitaplara inanmak da zarûrat-ı dîniyedendir. İslâm’ın inanılması kaçınılmaz, tasdik edilmedikçe îman gerçekleşmeyecek kadar vazgeçilmez olan değer yargılarındandır.

İnsanın yaratılışı, bilebildiğimiz en hârika makineden daha mükemmel ve daha karmaşık bir yapıya sahiptir. İnsan denen bu eşsiz makinenin bir madde kısmı, bir de rûh ve mâna kısmı olup bu her iki kısmın da muhtaç olduğu birtakım gıdalar, vitaminler, mineraller vardır. Bu makinenin daha rantabl çalışabilmesi, bu ihtiyaçların en iyi bir biçimde karşılanmasına bağlıdır. İnsanların kendileri dahi bu muazzam makinede olup bitenlerin belki henüz yüzde birini bilebilmektedirler. Öyleyse bu makine onu iyi tanımayan insanın eline bırakılırsa kısa zamanda bozulur, randımansız hâle gelir, iki kısmından biri devre dışı kalabilir. İşte semâvî kitaplar bu makineyi yapan Zât’ın, bunun nasıl çalışacağını göstermek için gönderdiği broşürlerdir. Tıpkı aldığımız elektronik cihazın yanısıra bize verilen kitapçık gibi. Eğer biz cihazı bu kitapçığa göre kullanmazsak, cihaz kısa zamanda bozulur, ya da ondan istenilen randımanı alamayız. Çünkü o cihazın çalışmasını sağlayan bizim görmediğimiz bir güç vardır. Cereyan denen bu güç hiç bulunmazsa, ya da düşük voltajla bulunursa, cihaz ya hiç çalışmaz ya da motor yakar. İşte insan makinesinin muharrik gücü Allâh’ın öğrettiği dîn, o makinenin broşürü de bu ilahî kitaplardır.

Allâh’ın, kullarının dünya ve âhiret mutlulukları için, içlerinden dilediğini seçtiği bir kısım insanlara vahiy yoluyla gönderdiği ve diğer bütün insanlara bildirmek üzere emirlerine, yasaklarına ve hikmetlerine ait birçok bilgilerin toplandığı kitaplara ilahî ve semâvî Kitaplar denir.

Kitaplar lütuf ve rahmet eseri olarak Allâh tarafından peygamberlerine indirilen vahiylerin yazılmasından meydana gelmiştir (Duhân/6).

Allâh Teâlâ tarafından vahiy yoluyla indirilen bu kitaplar, insanların bu âlemde mutluluğa erişmeleri için itikâd ve ibâdete, edep ve ahlâka dair hükümleri beyan etmişlerdir. Bu hükümlere uyanlar saâdete ermek için hiçbir zorluk çekmezler, uymayanlar ise büyük bir azâba katlanmaya râzı olmuş kimselerdir.

“Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yûnus/47) âyetinden anlaşılacağı gibi, her millete doğru yolu göstermek için bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberlere de gönderildikleri insanlar arasındaki ihtilâfları halletmek için bir kitap verildiği şu âyette bildirilmiştir: “İnsanlar bir tek ümmetti (kimi îman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle) ihtilâfa düştüler. Böylece Allâh (rahmetinin) müjdecileri, azabının habercileri olmak üzere (onlara) peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için, hak ve gerçek kitaplar da indirdi.” (Bakara/213)

KUTSAL KİTAPLAR

1) TAHRÎF OLMUŞ (BOZULMUŞ) KUTSAL KİTAPLAR

Her millete bir peygamber ve her peygambere de bir kitap veya suhûf (ilâhî mesajlarla yüklü birkaç sahifeden ibaret kutsal belgeler) verildiğini Kur’ân’ın kendisi haber vermektedir1.  Bu sahifelerdeki hususlardan bazıları Kur’ân’da yer almıştır. Fakat bunların miktarı ve neler olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bilinmesi de zaten dînen istenen bir şey değildir. Bu sahifelerin 10’u Hz. Adem’e, 30’u Hz. İdris’e, 50’si Hz. Şit’e ve 10’nu da İbrahim’e (Aleyhimüsselâm) verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri zikredilen ve her peygamberin kendi diliyle gönderilen2 daha hacimli kutsal kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allâh kelâmı olduğunu onaylamak gerekmektedir. Böyle bir inanca sahip olmayanın îmanından söz etmek mümkün değildir.

Allâh tarafından insanlığa hidâyet vesilesi/yol haritası olarak gönderilen bu kitaplar şunlardır: Hz. Mûsâ’ya vahiy yoluyla verilen Tevrat3,  Hz. Davud’a indirilen Zebur, Hz. İsâ’ya verilen İncil ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (as) Cebrâil vasıtasıyla indirilmiş bulunan son ve en mükemmel ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Tevrat veya Ahd-i Atik denilen kitaplar topluluğu amel, itikâd ve hukuk öğretilerinin yanında vaaz, kıssa ve İsrailoğullarının âdetâ “siyasal tarihinin hikâyesi”ni içermektedir. Biri İbranice, diğeri Yunanca ve üçüncüsü Süryanice olmak üzere bugün üç nüshası bulunmaktadır.

Tevrat genellikle şiddetli ve sert hükümler ihtiva etmektedir. Cezâ ve kısas hâkim unsurdur. İncil (Ahd-i Cedîd), içinde yumuşak, hoşgörülü, af ve sevgi havası egemen olan, fakat itikadî ve amelî hükümlere az rastlanan “mistik” karakterli bir kitaptır. Daha çok hikmet ve ahlâka ilişkin söz ve nasihatleri muhtevi olup Süryanice idi4.  Hz. İsâ ve bağlıları Tevrat’taki amelî ve itikadî hükümlere tâbi oldukları için bugün Yahudilerce mukaddes sayılan Ahd-i Atik aynı zamanda günümüz Hristiyanlarınca da kutsal olarak kabul edilmektedir. Hristiyanlar önce Tevrat’ı, sonra İncil’i okurlar. Bu durumdan tabiî olarak anlaşılmaktadır ki her Hristiyan aynı zamanda bir Musevîdir. Hristiyanlar kendilerini Musevîlere bu derece yakın kabul gördükleri hâlde, Yahudiler geleneksel alışkanlıkları gereği tekelci tutumlarını sürdürmüş, onların bu bağlılıklarını kabul etmemişlerdir. Bu tutumlarına gerekçe olarak da Tevrat’ın son ilâhî kitap olduğunu, Hz. İsâ’nın peygamberliğini kabul etmeyişlerini ve İncil’in semâvî bir kitap olmadığını ileri sürerler. İşte Yahudi ve Hristiyanları barıştırmayan veya yekdiğerine hasım yapan temel ayrılık noktası budur5.  Zebur, dört büyük kitabın en küçüğüdür. Yüz elli sûre (mezmur) ve yüz sahife olup, hiçbir ahkâm (şer’î hükümler) ihtiva etmemektedir. İçerisinde yalnızca duâ, ilâhî, lirik şiirler ve yakarışlar yer almaktadır. Bu kitapla amel eden bir millet bulunmadığı gibi, bugün bu kitabın bir nüshası da bulunmamaktadır. Ancak Mezmurlar adıyla Kitab-ı Mukaddes’in (Eski Ahit) içinde varlığını sürdürmektedir6.

Davud (as), Zebur’da bulamadığı bahislerde Tevrat’a göre amel etmiştir7.

a)Tahrîf ve Sebepleri

Tahrîf, bir şeyi başka bir şeyle değiştirmek, kendi arzusu doğrultusunda kalem oynatmak, var olanı yerleşik mânâsından kaydırmak demektir ki bu da üç şekilde olur:

1)Tahrîf-i te’vîl: Meşru ve mâkul olmayan yorumlarla yapılan çarpıtma.
2)Tahrîf-i tebdîl (yatay düzlemde bozulma): Yerleşik ibâre ve metni, mânâyı bozacak biçimde, başka bir ibâre veya metinle değiştirerek yapılan tahrîf.
3)Tahrîf-i tağyîr (dikey düzlemde bozulma): Var olanı kökten bozmak, hükümleri kısmen veya tamamen kaldırmak sûretiyle yapılan tahrîf 8.

Yahudi ve Hristiyanlar tahrîfin her üçünü de yapıp dînlerini ve kitaplarını tanınmaz hâle getirerek yozlaştırdıklarından dolayı, Kur’ân’da şiddetle yerilmişlerdir. Tarihsel süreç içerisinde Müslümanlar için sadece birinci tahrîf çeşidi söz konusu olmuştur; ama son ikisi Kur’ân için aslâ geçerli olmamıştır, olmayacaktır da. Çünkü onu bu tür tahrîflerden koruyacağı yönünde Allâh’ın güvencesi vardır.9  Sınırlı bir zaman diliminde sadece belli bir süre geçerli olacakları ve Hz. Muhammed’e (as) gelecek hukuk sistemiyle hükümsüz kalacakları için derin hikmet sahibi olan Allâh10 (cc) Tevrat ve İncil gibi kutsal kaynakları korumayı üstlenmemekle birlikte, gelecek her nesilde kitabını ve peygamberinin mirasını koruyan, dînini yenileyen kişiler göndermeyi de garanti etmemiş; fakat bu koruma görevini o kitapların bağlılarına vermiştir (Mâide/44). Böyle bir garantinin olmadığı da zaten onların günümüze kadar bozula gelmişliğinden ve içlerindeki tutarsız/çelişik ve bütünlük arz etmeyen ifâdelerden anlaşılmaktadır11.

Kuşkusuz, tezatlar (çelişkiler) tahrîfin en önemli delilidir. Tevrat, Zebur ve İncil’in de aslında vahye dayanan ilâhî kaynaklı kutsal kitaplar olduğuna her Müslüman inanmakla yükümlüdür. Fakat el-ân mevcut olan Tevrat ve İncillerin önemli bir kısmı tahrîf edilerek ilâhî hüviyet ve ulvî mahiyetlerini (kaynağının sağlamlığı ilkesi) kaybetmiş, bir İncil yerine, birbirini tutmayan birçok Tevrat ve İncil nüshaları hâline getirilmiştir. Bu bakımdan, hâlen Yahudi ve Hristiyanlar’ın ellerinde bulunan ve birbirlerine uymayan; böylece insanlığa şifa olmaktan çıkmış, en küçük sosyal bir grubu dahi idare edecek hikmet ve hükümden mahrum, mistik karakterli Tevrat'ı ve mistik niteliği ağır basan İncilleri ilâhî ve mukaddes kitaplar olarak kabul edemeyeceğimiz gibi, onlarla amel etmekle yükümlü de değiliz.

Buna mukabil, her şeyi en güzel bir biçimde açıkladığını, Allâh’ın yüce dînini en mükemmel hâliyle insanlığa sunduğunu ilâhî kitaplar arasında yalnız Kur’ân-ı Kerîm iddia ve daha önceki kitapların hükümlerini kaldırdığını ilân etmiştir. Nitekim şu âyetler bu gerçeği ortaya koymaktadır: “Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim.” ().

“Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa ondan bu dîn asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Nisâ/85)

Tevrat, İncil12  ve Zebur gibi ilâhî kaynaklı kitaplar bugün Allâh’tan geldiği orijinde olmayıp bozulmuş şekilleriyle mevcutturlar. Bu kitaplarda, çeşitli sebeplerle insanlar tarafından birçok değişiklikler yapılmıştır. Bu sebeplerden bir kaçını şöylece sıralayabiliriz:

1) O kitapların, peygamberlerden başkası tarafından ezbere bilinmemesi.
2) Yazının ve yazı malzemesinin yeterli derecede bulunmayışı.
3) Şifahî geleneğe daha çok ehemmiyet verilmesi.
4) Yangın, sel felâketi ve Hz. Mûsâ’nın (as) vefatından sonra İsrailoğularının sonu gelmez savaşları (ki, meşhur yetmiş yıllık Babil esâretinde Yahudilerin Tevrat’ı korumaları mümkün değildi.) ve göçleri gibi felaketler.
5) O kitapların bütün insanlığın kitabı olmaması.
6) Dîn adamı pozisyonunda olanların (ruhbân sınıfı, konsiller), kendi düşüncelerine göre birçok şeyleri silmiş, çarpıtmış veya ilave etmiş olmaları.
7) Allâh Teâlâ’nın Kur’ân için tanıdığı garantiyi (Hicr/9) diğer kutsal kitaplar için tanımamış olması.

Bütün bu sebepler yüzünden Tevrat’ın asıl nüshası kaybolmuş, fakat asırlar sonrasında Buşiyâ adlı Yahudi hükümdarı zamanında yaşayan Ezrâ adındaki bir kâhin13 Tevrat’ın asıl nüshasını Kudüs’te bulduğunu ilân etmiştir14.  Hatta sözlü (şifahî) geleneğe dayanarak Tevrat’ı yeniden derlediğini söyleyenler vardır. Ama gerçekte bu, onun bizzat yaşadığıydı. Mûsâ’dan (as) on bir asır sonra yazılan bu nüshanın ise gerçek Tevrat olduğunu iddia etmek mümkün değildir15.  

Bunun gibi, üç senelik peygamberliği esnasında ancak on iki havarisi bulunan Hz. İsâ’nın (as) göğe çekilmesiyle İncil de aslî hüviyet ve sâfiyetini kaybetmiş, havârileri ve onların talebeleri (piskoposlar) tarafından ilâhîliği (kaynağın sağlamlığı) bozularak, kutsal rûhun ilhâmı iddiasıyla, işlerine geldiği biçimde yazılmıştır16.

1-Kasas/47, Nahl/44, A’lâ/18, 19, Fâtır/25.
2-"Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle [vahyedilmiş bir mesajla] gönderdik ki, [hakkı] onlara açık (ve dolaysız) bir biçimde ulaştırabilsin" (İbrahim/4). (M.Esed, Kur'ân Mesajı).
3-Hz. Mûsâ'ya Tevrat'ın inişi, ancak Firavun'un boğulmasından sonra İsrailoğullarını yanına alıp Tur Dağı'nın eteğine ulaşmasından sonra başlamıştır (Kasas/43).
4-Ali Arslan Aydın, İslam İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelam), s. 432-438.
5-Geniş bilgi için bak. S. Uludağ, İslâmda İnanç Konuları, s. 211
6-Bak. DİA., c. 1, s. 498; c. 10, s. 517
7-Bak. Elmalılı, Hak Dini, c. 3, s. 1528; Bilsel, Allah Vardır, s. 95
8-Bak. el-Akk, Usûlu’t-Tefsir ve Kavâiduhu, s. 307
9-Bu konuda bak. En’âm/115, Ankebût/48-49, Yunus/15-17, Hıcr/9, Hakkâ/40
10- Ra'd/39. ayeti gereği Allah kitaplarından dilediğini imha eder, dilediği ahkâmı da sâbit kılar. Ancak bunun böyle olması, ebedî / sürekli ve genel / evrensel bir hukuk düzenini kabule henüz uygun bir süreçte bulunmadığı hikmetine binâen olmalıdır.
11- Bir dîn kitabında olması gereken şartlar ve özellikler için bak. Ebû Zehre, Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, s. 131, 132; Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, s. 179
12- İncil’in muteber ve güvenilir olmamasının sebepleri için bak. Mevdudî, Hz. Peygamberin Hayatı, c. 2, s. 99
13- Bu zatın Hz. Üzeyr olduğu rivayet edilir ki bu yüzden Yahudi mezheplerinden olan Sadukîlerce ona “İbnullâh/Allâh’ın oğlu” vasfı verilmiştir. Musâ’dan sonra kavminin Allah ile olan misakını yenilemesi ve şeriatı yeniden tesis etmesi yüzünden de Üzeyr onlarca II. Musâ’dır (İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Tevbe/30, not 7).
14- Hâlim Bilsel, Allâh Vardır, s. 94; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi,s. 202.
15- Aydın, age., s. 227; İslam İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelam), s. 430-432; Akseki, İslâm, s. 114
16-  el-Butî, İslâm Akaidi, s. 207

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 10 Şubat 2014 14:24

MESCİDLERİN FONKSİYONU VE CAMİ KÜLTÜRÜ

Bizim kültürümüzde câmi, toplayıp yeni bir millet ve yepyeni bir medeniyet oluşturan müstesna bir sosyal kurumdur.

Siyer kitaplarına ve ilgili yorumlarına bakacak olursak Efendimiz (as) zamanında mescidin/câminin şu işler için kullanıldığını görürüz:

1)İbâdet yeri.1

2)Millet meclisi, siyasî, idarî ve askerî mese’elelerin müzâkere edilip karara bağlandığı kamu yönetimi merkezi.2

3)Milletlerarası siyasî görüşme salonu; Benî Sakîf ve Necrân heyetlerinin burada karşılanması buna bir örnektir.3

4)Eğitim-öğretim ve kültür merkezi (okul); mescid en çok bu iş için kullanılmıştır.4

5)Kimsesizler yurdu, geçici barınak. Suffe ashabının durumu buna en güzel örnektir. Ayrıca, çeşitli sebeplerle evinden ayrılanlar da geçici olarak mescidte kalırlardı.5

6)Sosyal yardımlaşma ve dayanışma merkezi.6

7)Mahkeme salonu; genellikle dâvalara burada bakılır ve hükme varılırdı.7     

8)Geçici hastane, kızılay merkezi.8

9)Devlet misâfirhanesi; yabancı delegeler, temsilciler geldiği zaman burada ağırlanırdı. Bir nevi elçilik binasıydı da.9

10)Kültür ve sanat merkezi; mescidte zaman zaman çeşitli oyun ve gösteriler sergilenir, şiirler okunurdu.10

Mescidin yalnızca bir ibâdet yeri olarak kullanılmayıp da bu kadar geniş çerçeveli hizmetlere sahne olarak kullanılması iki hikmete dayansa gerek:

1-Müslümanın mescid içinde bir hayatının, mescid dışında bir hayatının olmayacağı anlaşılmış oluyor. Çünkü Müslümanın hayatı bir bütündür. Mescid içinde de, mescid dışında da bir olan Allâh’a itaatımız söz konusudur. Yâni, mescid içerisinde Allâh’a kulluk arzederken, mescidin dışındaki yaşantımızda O’nun emir ve yasaklarıyla çelişen beşerî kurallara itaatımız bahis mevzûu olamaz.

Mescidin bu fonksiyonu, yani bu kadar işin mescidde toplanması, Müslüman’ın hayatındaki tevhîde ve bölünmezliğe işaret ediyor. Eğer bir iş günahsa, haramsa, mekrûhsa, Allâh’ın rızâsına aykırı ise, o ne mescidde yapılır, ne de mescid dışında...

2-Ey mescid ve câmi cemaatı!.. Mescid merkezli teşkilatlarla insanları bir çatı altında bütünleştirin. Faaliyetleriniz bu merkezden sevk ve idâre edilsin. Güçlü bir organizeyle Allâh’a itaat sağlamak üzere âdetâ her yeri câmi gibi, mescid gibi bilin.11  Peygamber Efendimiz’in (as) Kur’ân’dan başka bir tezi ve câmiden başka bir okulu yoktu. İslâm’ın ilk devirlerinde “Halîfe” hem ordu kumandanı olarak reisti, hem de câmide imâmdı. Hz. Peygamber (as) ve aynı şekilde halîfeler, Müslümanlara dinî bir konuda va’zetmek isterikleri zaman siyasal bir nutuk yeri olan minbere çıkar ve Müslümanlara hitap ederlerdi. Aynı şekilde, herhangi bir düşmanla savaşmak için bir ordu gönderildiği zaman aynı minbere çıkıyor, siyasî ve tamamen maddî konulardan konuşuluyordu. Özetle, câmi bir ibâdet merkezi olduğu kadar, bir hareket ve faaliyet merkeziydi de...12  

Namaz imâmı, Hz. Peygamber’in (as) uygulamasına göre, dînin reisi olabildiği için, otomatik olarak hem dinî ve hem de siyasî bir boyut vardı namazda. Oysa ki namaz, tamamen manevî özelliktedir. Her bölgede, o bölgenin siyasî temsilcisi aynı zamanda câminin imâmıydı. Câmilerde görevli gibi görünen imâm ve hatipler, aslında siyasîidarî yapıda görev alan kişiler olup birer kamu bürokratıdırlar.13  

Bu sebeple, o bölgedeki Müslümanlardan herhangi birinin bir şikâyeti olsaydı, kadıya gideceğine doğrudan doğruya câmiye gider ve şikâyetini câminin imâmına bildirirdi. Çünkü imâm, o bölgenin mülkî idâre âmiri/vâlisiydi.14  Bu hikmete binâendir ki, Cuma namazı bir devlet namazı olarak farz kılınmış olup imâmet için, özellikle Henefî fıkıhçılarınca, velâyet-i âmme sahibi olan devlet başkanı şartı aranmıştır.15  

Câmiler, dünyanın en üstün ilim, edeb, fazilet ve kendini tanıma bilgisinin verildiği; aynı zamanda da gösterildiği eğitim-öğretim yerleridir. Osmanlılar, en şanlı zamanlarında yalnız câmi kültürü ile yetişmişlerdir. O zamanlar câmiler hem ibâdet mahalli, hem de muhit ve memleket mes’elelerinin görüşüldüğü yerlerdir. Hükümetin tebliğleri özellikle sabah ve yatsı namazlarından sonra halka duyuruluyordu. Hükümetin bir ayağı câmide idi.
İslâm’da dîn ve dünya, cismanî ve uhrevî ayrımı yoktur. İslâm her bakımdan tevhîd dînidir. İnsanların temizlenmesi ile ilgili hükümler indiren Yüce Yaradan’ın, dünya işlerinin en önemlisi olan devlet idâresi ile ilgili hususlarda hak ölçüler koymamış olması mümkün müdür? İnsanın dünya ve âhiret mutluluğunu gâye edindiğini söyleyip dururken, İslâm’ın, devlet işleriyle ilgilenmediğini savunmak onun evrenselliğine halel getirmez mi?

İslâm’ın devlet anlayışında, devlet kavramı dînin içinde erimiş, dîn ile bütünleşmiştir. Bizde, muharref Hristiyanlık’ta olduğu gibi, dîn ve devlet yok; dîn-devlet vardır. İslâm devleti, cihanşümul (evrensel) bir barış devletidir. Toplumun refah ve mutluluğunu hedefleyen bir siyaset güder.

Çâreler üretme bilgisi ve tekniği, toplumu yönetme sanatı olarak ele alınacak olursa, siyaset, faaliyet alanları ve gâyeleri itibariyle, bir anlamda dînle örtüşmektedir. Ne var ki İslâm, temel ilkelerin dışında siyaset modeli ve siyasetin keyfiyeti ve şekli konularında değişmez kural, öneri ve prensipler getirmemiştir.

“İster kral idâresi, ister halk idâresi
Dîn siyâsetten ayrıldı mı Cengizliktir gerisi”16  

Bu bağlamda, birilerinin “Peygamber devlet kurmak değil, dîn kurmak(!) için gönderilmiştir.” ve “İslâm’ın yüzde doksan dokuzu bireyseldir, onun toplumsal ve siyasal yönü yoktur.” tarzındaki söylemlerini de, Müslümanları sosyal hayattan tecrid etme ve onların başsız sürüler hâlinde yaşamalarının devamını sağlama adına söylenmiş lakırdılar olarak algılamak gerekir. Oysa Yüce Peygamberimiz’in (as) şu sözü, yoruma mahal bırakmayacak kadar açıktır: “Ben insanları idâre etmek için gönderildim.”17
İslâm dîni bir sosyal hareket olarak gelişmiş ve Peygamber’in hayatında örgütlenmiştir. İslâm’ın Medine dönemi tamamen bir siyasî-idarî hareket ve örgütlenme görünümündedir.

Hz. Peygamber (as) hicretlerinden sonra sosyo-politik organizasyon (ümmet) gerçekleştirerek dinî ve dünyevî iktidarı şahsında birleştirmiş, böylece tevhîd esasının bu alandaki görüntüsünü sağlamıştır. Ve tâbiî, büyük ölçüde kuvvetler ayrılığı ilkesinin en güzel örneğini vermiştir.18  Allâh Resûlü (as), âhirete intikal ettiğinde hemen hemen bütün Arap yarımadasının kudretli peygamber-yöneticisi idi. O’nun yönetimi ya da yöneticiliği, bir tür peygamberlik görevini yerine getirme biçimi idi. Bu sebepledir ki, dîn (İslâm) beşer hayatının bütün sahalarını kuşatan ve yönlendiren bir olgudur. İslâm câmide ve savaş alanında bulunduğu kadar, çarşı-pazarda, okulda, yasama kurumunda da bulunmalıdır; çünkü bütün buralar İslâmî değerleri gösteren ve yorumlayıp uygulayan yerlerdir. Bütün bunları hesaba kattığımızda, siyasî aksiyonun, İslâm’ın ve onun hayatın kamu kesiminde temsil ettiği değerlerin bir unsuru, bir tezâhürü ve zorunlu bir vasıtası olduğunu söylemek zorundayız19.

 

DİPNOTLAR:
1-Bak. Mustafa Ağırman, Hz.Muhammed Devrinde Mescid ve Fonksiyonları,  s. 111
2- Davut Dursun, Din Bürokrasisi, s.109; Ağırman, age., s.158, 173, 177; DİA, c. 7, s. 51-52
3- Ağırman, age. s. 159
4- age. s. 131; DİA, c. 7, s. 50-51
5- Münir Muhammed Gazban, Nebevî Hareket Metodu, c.1, s. 216; Ağırman, age.,s. 146
6- Ağırman, age., s. 168
7- age., s. 173; DİA, c. 7, s. 52
8- age., s. 165
9- age., s. 159-160
10- Karaman, İslâm Işığında Günün Meseleleri, c. 3, s. 83
11- Karaman, Türkiyede İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, s. 21-23
12- Hamidullâh, İslâm Müesseselerine Giriş, s. 30
13- Dursun, age., s.114
14- age.,s.30
15- İbnu’l Humâm, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, s. 129; Ayrıca bak. Zebidî, Tecrîd-i Sarîh Trc., c. 3, s. 47 vd.
16-  İkbâl, Cebrail’in Kanadı’ndan
17- İbn Kesîr, Tefsîru Kur'âni'l-Azîm, c. 1, s. 556; Münavî, age., c. 3, s. 203, Ha.: 3151, Aclûnî, age., Ha.: 918
18-Bak. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 191; c. 2, s. 888; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 108.
19- Fazlur Rahman, Allâh’ın Elçisi ve Mesajı (Makaleler 1), s. 60-61

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 07 Şubat 2014 15:02

MELEK İNANCIMIZ -3-

Ana rahminde görevli melek:

Ünlü hadîs kaynaklarımızdan olan Buharî ve Müslim’de, ana rahminde kader programını kodlamakla görevli bir meleğin daha bulunduğu yolunda bilgilere rastlamaktayız.1  Bu melek, Yüce Yaratıcı’nın emri ile ana rahminde teşekkül eden ebriyonun gelişmesi ve ona temel hayat programını kapsayan bilgi yüklemesi ile ilgili hizmetleri görür.

Rahme intikal eden nutfe (sperm), kırkar günlük gelişme evreleri ile önce kan pıhtısına, sonra ete dönüşür.2 Bu sırada melek, embriyonun vücut yapısını inşa eder ve şeklini resimlendirir. Göz, kulak gibi âzalarını, deri, et ve kemik gibi vücut yapısını pekiştirir. Sonra Cenâbı Hakk’ın takdirine ve malumatına uyarak çocuğun cinsiyetini, yaşama süresini, rızkını ve diğer hususları tesbit eder.3  Hamlin müddeti 120 günü bulduğunda çocuğa can verilir. Görevi tamam olan melek, ana rahminden ayrılır.4

MELEKLERİN ÜSTÜNLÜK DERECELERİ

İnsanlar içinden gelen peygamberler, meleklerin peygamberlerinden üstündür. Meleklerin peygamberleri de insanların avamından faziletlidir. Geri kalan mü’minler de diğer meleklerden üstün ve faziletlidirler.

Allâh’ın emirlerine itaatkâr olan insanlar, kabul edilen görüşe göre, meleklerin avamından üstündürler. Çünkü insanlarda nefis var, yeme, içme, şehvanî arzular vardır. Melekler bu gibi gailelerden uzaktırlar. İnsanoğlu bu tür engelleri aşarak takvâ derecesine ulaştığı zaman, meleklerden daha faziletli bir hüviyete bürünmektedir.5

MELEKLERİN HZ. ÂDEM’E SECDE ETMELERİ

Meleklerin, insanoğlunu temsil eden Âdem’e (as) secde etmeleri, ona üflenen yaratılmamış rûhadır; yoksa insanın etine, kemiğine, çamuruna, kısaca heykeline değildir. Çünkü Allâh’ın kendinden üflediği o rûhta mutlak irâdeden, mutlak kudretten, mutlak san’attan, mutlak görüş, işitme, bilme ve yaratmadan birer parça vardır. İşte bu nedenle melekler Âdem’e rûh üflenişinin hemen ardından secde etmişlerdir. Çünkü saygıyla yerlere kadar kapandıkları rûh, meleklerin kendilerinde olmayan bir şeydi.

“O hâlde Ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona rûhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın (Hicr/29, Sâd/72).”6  

Nasıl ki, bir devletin hürriyetini sembolize eden bir metre karelik bez parçasından mamül bayrak için ölünmüyor, ama onun simgelediği dâva uğruna nice canlar fedâ ediliyor; bunun gibi, meleklerin de secdesi Âdem’e değil, O’ndaki ezeliyet ve ebediyeti temsil eden nefha-i Rabbânîye/rûha idi. Meleklerin bu secdesi taabbudî (taparcasına yapılan) bir secde değil, Âdem’in üstünlüğünü gönülden onaylama makamındaki ihtiramî (insana saygı ve selâm niteliğinde) bir secde idi. Zaten bu, İblis’in direniş ve kibirlenişinden anlaşılmaktadır.7

Melekler, gerçekte Allâh’a secde/ibâdet ederlerken Âdem’i kıble edinmişlerdi. Bu, bir bakıma yeryüzünü ve tüm evrenin yeryüzüyle ilgili bölümünü yöneten meleklerin, insana baş eğip, itaat etmesinin, onun yeryüzü halifeliğine fiilî biatlarının sembolik bir ifadesiydi.8

MELEKLERİN SAYILARI

Mi’raç dönüşü Sevgili Peygamberimiz (as) meleklerin durumlarını anlatırken şu meâldeki âyeti okumakla yetinmişti:

“Rabbinin ordusunu (sayılarını) kendisinden başkası bilmez.” (Müddessir/31)

Öyle ki, yirmi dört saat içinde rûh sahiplerine müvekkel meleğin olmadığı bir ân yoktur.9 Yeryüzündeki insanlar, hayvanların tümü, denizdeki balıklar, havada uçan kuşlar, debelenen böcekler toplansa, birinci kat gökte bulunan meleklerin yanına çıksalar, o meleklerin onda birini oluşturamazlar. Bütün bunlar da toplanıp ikinci kat semâya çıksalar, ikinci kattaki melâikenin onda birini oluşturamazlar. Üçüncü kat ve diğerleri için de durum aynıdır.10 Onlar sayı ve rakama gelmezler; elektronik beyin ve bilgisayarlar bu noktada âciz kalırlar.

Meleklerin sayıya gelmeyen nitelikleri hakkında şu hadîs bize bilgi vermektedir:    
“Semâ gacırdamaktadır. Ve gacırdamak hakkıdır. Onda bir adımlık yer yoktur ki, orada ya secde eden veya rükûya varan bir melek bulunmasın. Cebrâil ve İsrâfil’in askerlerini saymak mümkün değil. Bunların cinsleri, ömür ve ibâdet şekillerini ancak Allâh bilir.11”   

Bu bağlamda Muhyiddin-i Arabî şöyle der: “Bir ânda dört yüz bin melek yaratılır, devamlı da yaratılmaktadır.” Çünkü melekler, kudret-i İlâhiyenin coşkularından yansıyan varlıklardır. Kudret-i İlâhiye nasıl bitimsizliği ifade ediyorsa, meleklerin yaratılıp dağılması da bitmeyen bir coşku içerisindedir.12

“Subhâne men tehayyare fî sun’ihi’l ukûl/Sübhâne men bi kudretihi ya’cizu’l fuhûl”13

MELEKLERİN İBÂDET ŞEKİLLERİ

Nûranî bir varlık olan melekler, akıl sahibi oldukları için, ibâdetle yükümlüdürler. Ancak onlardaki bu yükümlülük, insanların nefes alıp vermesi kadar zarurî ve kendi tabiatlarının gereğidir.14 Bu itibarla melekler, yükümlü bulundukları kulluk görevine aralıksız devam ederler. Bu hususta bir gevşeklik göstermedikleri gibi, yorulmaz ve usanmazlar da. Onların kutsal hayatları ancak Allâh’a kulluk ile; tesbih ve hamd ile devam edebilir.

Meleklerin ibâdetleri ile insanların yaptıkları kulluk vazifeleri arasında birçok yönden ortaklık ve benzerlik vardır. Ancak meleklerde yeme içme, yani nefis olmadığından oruç tutmakla mükellef değillerdir. Onlar:    
1)Secde ile meşgul olurlar.
2)Rükû ile ibâdet ederler.
3)Saf saf olup namaz kılarlar. (Sâffât/1, 165).

Kimi kıyâmda, kimi kılmış rüku
Kimi Hakk’a secde kılmış bâhuşu
Kimisini aşk-ı Hak almışdürür
Vâlih-u hayrân-u mest kalmışdürür15

Dikkat edilirse, saf teşkili namazla ilgili bir terimdir. Meleklerin saf tutmaları, onlarda namaz kılma yükümlülüğünün olduğunu ortaya koymaktadır.

Peygamberimiz’in (as) bu anlamda bir hadîsine şahit oluyoruz:    
“Meleklerin Rabbleri katında teşkil ettiği gibi saf tutmaz mısınız? Onlar, öndeki safları tamamlar, saftaki boşlukları doldurup âdeta perçinleşirler.”16

4)Kelâm-ı ilâhiyi okurlar ve zikrederler (Sâffât/3).
5)Tesbih eder, mü’minlerin nâmına mağfiret isterler (Şûrâ/5).

MELEKLERİN GÜNAHSIZLIĞI

Meleklerin bildikleri Allâh’ın öğrettikleridir; yaptıkları da O’nun emrettiğinden başka değildir.
“Onlar, Allâh’ın emrine isyân etmezler, emrolunanı yaparlar (Tahrim/6).” Görüldüğü gibi melekler günah ve isyânlardan mâsumdurlar. Fıtratları gereği asla günah işlemezler. Bizim inancımız budur17.

Hâl böyle iken, Harut ile Marut adındaki meleklere ilişkin halkın dilinde dolaşan ve bazı kitaplarda yer alan Yahudi menşe’li asılsız söylentilerin İslâmî inançla bağdaşması mümkün değildir.18

MELEKLERE ÎMANIN İNSAN HAYATINDAKİ YERİ
A) İnsanın nûrdan iki, üç, dört kanatlı melekler yaratan, Rabbânî kudretin büyüklüğü önündeki bilinci artar.
B) İnsanın vahye olan îmanı güçlenir. Çünkü vahyi resûl ve nebîlere melekler getirmiştir.
C) Allâh’a ibâdetten yorulmayan melekleri öğrenen insan, Allâh’a yanaşmak için iyi işlere rağbet eder.
D) Kâinatın sadece beş duyunun kapsamına giren nesnelerle oluşmadığı, maddî alanın mükemmel bir işleyiş için tek başına yeterli sayılamayacağı, rûh vb. görünmeyen varlıklar sayesinde maddenin hayatiyet kazandığı inancıyla, varlık âlemine karşı bakışını yumuşatır; kâinata boş nazarla bakmaz.
E) Amellerini kaydeden iki meleğin varlığını öğrendikten sonra, kötü işlerden uzaklaşıp iyi işler yapmaya gayret eder.
F) Eceli bitince rûhunu alacak meleği hatırlayınca da, bu hayatın geçici olduğunu, onun için âhiretin terkedilemeyeceğini, Allâh’ın helâl ettiği şeylerin yeterli olacağını düşünür.
G)Mü’minleri cennette ağırlayan, kâfirlere de cehennemde azap eden melekleri hatırlayarak âhiretteki hesap için çalışır ve Allâh’ın cennet ve rızasını lütfedip cehennemden koruduğu kimselerden olmaya çabalar.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 05 Şubat 2014 09:52

MELEK İNANCIMIZ -2-

MELEKLERİN ŞEKİL DEĞİŞTİRMESİ:

Melekler maddeden uzak, soyut, yüksek ruhlardır. Fiziksel cisimler içindeki duyuları sınırlı varlıklar, yüksek ruhsal varlıkları göremezler. Latîf âlemle kesîf âlem arasında maddesel bir görüşme olmaz. Ancak latîf, kesîfe veya kesîf, latîfe dönüşünce, yani iki varlıktan biri diğerinin düzeyine girince o zaman ikisi arasında görüşme olur. Latîfin, kesîfe dönüşmesi, meleğin insan kılığına girmesi; kesîfin, latîfe dönüşmesi de insanın beşerlik duyularından sıyrılıp meleklik haline yükselmesiyle olur. Peygamberle melek arasındaki diyalog ve ilişki her iki şekilde de olmuştur.

Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüştürüldüğü günümüzde nûrdan yaratılan meleğin şekil değiştirip öyle görünmesi, sonra da tekrar aslî sûretine dönüp gözden kaybolması yadırganmamalıdır.

Cebrâil (as), vahiy getirirken zaman zaman güzel bir insan kimliğinde, bazen de ashabtan Dıhyetu’l Kelbî şeklinde gelmiştir. Uhud Savaşı’nın en hareketli anlarında Mus’ab b. Umeyr (ra) sûretinde ve Bedir Savaşı’nda da Hz. Zübeyr b. Avvam sûretinde geldikleri olmuştur.

Melekler, beşer sûretine girdikleri zaman, kendilerinde yemek, içmek ve nefsânî arzulara meyletmek gibi insanoğluna özgü hâller aslâ görülmemiştir. Onların şekil değiştirmesi ne mahiyetlerinde ne de melekiyyetlerinde bir değişikliğe yol açmaz.

Hz. İbrahim’e (as), oğlu İshak’ın verileceğini müjdelemek için gelen Cebrâil ve İsrâfil (as) şerefli bir misafir sûretinde teşrif etmişler, kendilerine ikrâm edileni yememişlerdi (Zâriyât/24-28).

İsâ’nın (as) babasız olarak dünyaya gelme takdiri kaza sahasına çıkacağında Cebrâil, Hz. Meryem’e delikanlı sûretinde gelmiş ve durumu haber vermişti (Meryem/17-19).

Bütün bu anlatılanlardan bir kez daha anlıyoruz ki, Allâh (cc) hayata ve memâta (ölüme) birçok şeyle olduğu gibi, melekler aracılığıyla da müdâhele eder ve onu İlahî   kontrolü altına alır. Lût Kavmi’nde olduğu gibi kimi zaman meleklerini Celâl sıfatının bir tecellisi olarak gazap için; Bedir Savaşı’nda görüldüğü gibi kimi zaman da Cemâl sıfatının bir tecellisi olarak rahmet ve yardım (moral, destek) (Enfâl/10) için görevlendirir.

Hadîs literatürümüzde Cibril Hadîsi olarak bilinen ve râvisi Hz. Ömer (ra) olan meşhur, uzun hadîsten öğrendiğimize göre, Cebrâil (as) insanlara dînlerini öğretmek üzere, Peygamberimiz’e siyah bir Arabî kılığında gelmiştir. Hz.Aişe validemiz bildiriyor:

“Resul-i Ekrem Efendimiz (as) Hendek Harbi’nden döndüğü zaman, silâhını çıkarmış, vücudunu yıkıyordu. Cebrâil (silâhlı bir asker kıyafetinde) geldi ve şöyle dedi,

- Sen silâhını çıkardın mı? Allâh’a yemin olsun ki biz melekler silâhımızı omzumuzdan indirmedik. Hemen onların üzerine harbetmek üzere çık. Efendimiz, “Nereye doğru gideceğiz?” dedi. O:

-Şu tarafa, diyerek Benî Kureyza (Yahudileri) tarafına işaret etti.”

Meleklerin, âmâ/kör, kel ve ala tenli şahıs sûretinde geldiği de görülmüştür. Bu üçünün hikâyesi hadîs kitaplarında  uzun uzun anlatıldığından, burada tekrar etmeyi uygun bulmuyoruz.

MELEKLERİN GÖREVLERİ:

Evrenin ruhsal boyutunda yaşayıp maddesel boyutunda görev alan melekler evrenine ‘melekler âlemi’ denir ki maddî evren onların ruhsal varlıklarıyla kuşatılmıştır. Madde, bilinçsiz ve güçsüz yaratıldığı için, ardındaki ya da derinlerindeki ruhsal güç olan melekler tarafından tutulur ve yönetilir.  Kâinat zerreleri onların varlığı ile beslenir. Melekler maddeye rûh olurlar. Dokunduğumuz maddelerin işleyişini temsil eden yasaların ruhsal vücutları (soyut varlıkları) melekler tarafından temsil edilir.  Onlar bu hassas ve rûhanî bilinçle görevlerini icra ederler.

Meleklerin bütün görevleri Hakk’a bağlıdır, Hakk’ın dışında bir şey yoktur. İnsan ve cin dünyasında olduğu gibi, bir ân olsun Hak’tan kaymak yoktur. Onlar Hak için yaşar, Hak ile bağlantısı olmayan bir işi yapamazlar.

Dört Büyük Melâike:

Allâh (cc) insanlardan peygamberler gönderdiği gibi, meleklerden de peygamberler göndermiştir (Hacc/75). Sözünü edeceğimiz dört büyük melâike, meleklerin peygamberidirler. Bunlar, beraberindeki sayısız infaz ekibiyle ilâhî devlet teşkilatının haşmet ve azâmetini belirten kevnî/kozmik elçileridirler.

Hz. Cebrâil (Abdullâh): Genelde Allâh ile peygamberler arasında vahy eminliği ve elçilik yapmağa memur kılınmıştır (Necm/5-6). Allâh bir milleti helâk etmek istediğinde helâk görevini bu meleğe vermiştir.  Diğer bütün melekler için söylenen genel özellik ve faziletlere sahiptir (Tekvîr/19-21).

Cebrâl (as), Kur’ân’da, karşısında durulmayacak üstün güce ve zarurî bilgilere sahip olduğu için Cibrîl, saygı duyulması gereken üstün bir mevkide bulunduğu yahut latîf olduğu için Rûh, ilahî buyrukları tahrîf etmeden Hz. Peygamber’e ulaştırdığı için Rûhu'l-Emîn, insanların mânevî açıdan temizlenmesini sağlayan vahyi getirdiği veya hiç günah işlemeyen tertemiz bir kul olduğu için Rûhu'l-Kudüs diye nitelendirilmiştir.

Cebrâil (as) azap meleği olarak da tanınır. Geçmişte, âsi kavimleri bu büyük meleğin, Allâh’ın emriyle batırıp yerin dibine geçirdiği rivâyetleri vardır. Buna göre, elçilik görevi bitmiş olmakla beraber, Cebrâil’in bu görevi hâlâ devam etmektedir.

Hz. Azrâil (Abdulcebbâr): Melekü’l-mevt adı verilen bu melek ve onun emrindeki melekler de ömrü sona erenlerin rûhlarını almaya memur kılınmışlardır.

“De ki: Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak. (Ondan) sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz” (Secde/11).

Ölüm meleği gerçekte bir tanedir. Fakat Allâh (cc), onu meleklerden başka bir grupla güçlendirerek, aralarında askerle komutanları arasındaki ilişki gibi bir bağ meydana getirmiştir.

Azrâil’in (as) beraberinde yardımcı ve sınıf sınıf melekler vardır. Ferdi sarsan, örseleyen, şiddetli kabzediciler yanında; incitmeden, telaşlandırmadan, usulcacık kabzediciler de vardır (Nâziât/1-3).

Azrâil’in sayısız yardımcılarının olduğu göz önünde bulundurulursa artık “Ölüm meleği bu kadar ve değişik yerlerdeki insanın canını nasıl alır?” diye sorulmasına gerek kalmaz.

Hz. Mikâil (Ubeydullâh): Yağmurların yağması, rüzgârların esmesi gibi tâbiat olaylarının düzenlenmesiyle memurdur. Ayrıca bitkiler, rızıklar ve her türlü doğal ihtiyaçlarımız o ve onun maiyetinin emrindedir.

Hz. İsrâfil (Abdurrahman): Kâinatta son imhâ kanununu uygulayacak ve yine ihyâ kanununuyla âhiret hayatını açacak. Bu işi “Sûr” üfürmek sûretiyle tatbik edecektir. İsrâfil’e (as) sûr meleği denmesinin sebebi, Allâh’ın, ölüleri mezarlarında diriltecek olan, mâhiyetini bilemediğimiz, boru şeklindeki aygıtın çalınması emrini verdiği ânda çalabilmek için onu daima ağzında bulunduruyor olmasıdır.

İsrâfil, Sûr’a iki kez üfürecek. İlk üfürüşünde (nefha-i sa’ka) insanlar, sesin şiddet ve dehşetinden bayılırken, en son kendisi de aynı sesin korkunçluğundan bayılacak ve Allâh’ın dilediği bir zaman sonra ilk uyanacak olan yine kendisi olacaktır. Bu uyanıştan sonra insanları ve canlıları da uyandırmak üzere ikinci Sûr’u (nefha-i kıyâm) üfürür.

Bir takım melekler de vardır ki, bulundukları yere ve zamana göre isim alırlar. Gökte bulunanlara Semâ Melekleri, yeryüzünde bulunanlara Arz Melekleri, Arş’ı yüklenmiş bulunanlara -ki bunlar sekiz tanedir (Hâkka/17)- Hamele-i Arş (Arş’ı taşıyan melekler) denilmektedir. Bunlar da Rabblerini hamd ile tesbih ederler. Ayrıca bunlar:

1)Tevbe edenlerin affı için dua ederler.
2)Mü’minlerin cehennem azabından korunmaları için dua ederler.
3)Ehli îmanın cennete sokulmaları için dua ederler.
4)Mü’minlerin kötülüklerden korunmaları için dua ederler.

Arş’ı kuşatan meleklerin yetmiş bin saf olduğunu, tekbir ve tehlil okuyarak Arş’ı tavaf ettiklerini, onların arkasında ayakta duran ve yüksek sesle tekbir getiren yetmiş bin meleğin daha saf hâlinde olduklarını âlimlerimizin nakillerinden öğrenmekteyiz.  

Cehennemde görevli bulunan on dokuz meleğe Zebânî (cehennem gardiyanları) veya Hazene-i Cehennem denilmektedir. Başkanları ise Mâlik adlı melektir. Cennette görevli meleklere de Hazene-i Cennet, başkanlarına da Rıdvan denilmektedir. Gece görevli meleklere Gece Melekleri, gündüz görevli meleklere de Gündüz Melekleri denilmektedir. Bunlar da her insan için yirmi tanedir.

Âhiretin gümrük kapısı sayılan kabirden mânevî âleme geçmek için bir tür pasaport kontrolörü/sorgu-sual meleklerine Münker-Nekir adı verilmektedir. Mezardaki ölüye, hiç görmediği, tanımadığı bir şekil ve kıyafette görünecekleri için bu ad verilmiştir. Bunlar kabirde ölülere, “Rabbin kim, peygamberin kim, kitabın nedir, kıblen neresidir?” şeklindeki sualleri soracaklar, ölünün durumuna göre, iyi veya kötü davranacaklardır.

Bir kısım melekler de insanların, iyi ya da kötü, yaptıklarının çetelesini tutarlar. Bunlar iki melek olup, biri insanın sağında, diğeri solunda bulunur. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tespit edip amel defterlerine geçirirler. Bu şerefli hizmetten dolayı bu iki meleğe Kirâmen Kâtibîn unvanı verilmiştir. Bu meleklerin kayda aldıkları ameller saklanır ve insan, ona göre Rabbi önünde hesaba çekilir. Bu melekler hesap sırasında da yapılan işlere şâhitlik yaparlar.

“Hatırla ki, (insanın) hem sağında hem solunda oturan, onun amellerini tespit etmekte olan iki de (melek) vardır. O, bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır (Kaf/17-18).”

Kurtubî Tefsiri’nde rivâyet olunan bir hadîste Yüce Peygamberimiz (as) şöyle buyurmaktadır:

“İki meleğin oturduğu yer, ön dişlerinin üzeri, dilin onların kâlemleri, tükürüğün de mürekkepleri ve sen mâlâyâninde akıp gidiyorsun, ne Allâh’tan utanıyorsun ne onlardan.”   

Söz konusu meleklerin isimleri şu âyette geçmektedir:

“Hâlbuki sizin üstünüzde hakikî bekçiler, (Allâh indinde) çok şerefli yazıcılar vardır. Ki onlar ne yapıyorsanız bilirler (İnfitâr/10-11-12).” Âyette geçen bekçilerden maksat, “amel ve hareketlerimizi mürakabe eden melekler”dir.

Kirâmen Kâtibîn üç yerde insandan ayrılır:    

1)Kaza-i hâcette,
2)Cimâ hâlinde,
3)Gusül esnasında.

İnsan ölünce görevli kâtip melekler o mü’minin kabri başında durur, tekbir ve tehlil okurlar. Sevabını da ona bağışlarlar. İnançsız insanın da kabri başında oturur ona lânet okurlar.

Yaptığımız her şeyi elbette bir yazan var
İyilikte iyilik, kötülükte hazan var

Meleklerin bazıları da insanları, şeytanların tecavüzünden korumakla görevlidirler. Hafaza Meleği adı verilen bu ilâhî muhafızlar bulunmasaydı, şeytanlar insanları kapış kapış ederlerdi. Bu gerçeği dile getiren âyet şöyledir:

“Onun (ve her insanın) önünde, arkasında kendisini Allâh’ın emriyle gözetleyecek takipçi (melek)ler vardır (Ra’d/11).”

Bir hadîste de şöyle buyrulmaktadır:

“Mü’mine yüz altmış melek müvekkel kılınmıştır. Onlar, bal çanağında sinek kovalar gibi mü’minden şeytanları kovalar. İnsan bir lahza kendine bırakılsa şeytanlar onu kapışı verirlerdi.”

Görülüyor ki Hafaza Melekleri, her halükârda insanla beraber olup, bir ân olsun ondan ayrılmazlar.

Bu saydıklarımızdan başka, insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilhâm etmekle,  namaz kılanlar Fâtiha’yı okuduktan sonra onlarla birlikte ‘Âmin!’ demekle,  her gün sabah ve ikindi namazında mü’minlerle birlikte olmakla,  Kur’ân okunurken yeryüzüne inmekle, bilhassa âlim olan mü’minlere rahmet okumakla  görevli melekler de vardır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 04 Şubat 2014 15:17

İNSANIN FİLLERİ VE İRADE -2-

Allâh (cc) şöyle buyurmaktadır: “Âlemlerin Rabbi olan Allâh dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (Tekvîr/29). Bir diğer âyette de “… Allâh ne dilerse yapar.” (Hacc/18) buyrulmaktadır.

Bu âyetlerde aslında kadere îmanın esası olan bir îman ilkesinin hatırlatılması yanında, insandaki irâdenin sınırlı ve kayıtlı tabiatına işâret edilmektedir: “Allâh’ın irâde ve dilemesi sınırları içinde olmadıkça insan bir şeyi dileyemez; makro ve mikro âlemde ilâhî irâdenin dışına çıkamaz; insana bahşedilen irâde ve özgürlük de, ilâhî takdîrin bir parçasıdır; dolayısıyla insanların (hidâyet veya dalâlet yolunu) dilemesi Allâh’ın dilemesinden bağımsız değildir. Allâh’ın dilemediği hiçbir şey gerçekleşmez. Siz de ancak O`nun, sizin dilemenizi dilemesi, irâdenizi irâde etmesiyle diliyorsunuz.1  Amacınızın gerçekleşmesini irâde etmesiyle de murâdınıza kavuşuyorsunuz. Ancak, sizin irâdenizi irâde etmekle, murâdınızı irâde etmeyebilir. Yani ‘O (cc) istemeseydi istemek vermezdi’; vermeyi dilemese, dilemeyi vermezdi (İnsan/30); hidâyetinizi dilemese, irâde vermez; siz de dileyemez, bu lütuf ve ikrâmdan mahrum kalır, doğru olanı yapamazdınız.”2  Dolayısıyla hiç kimse Allâh'ın verdiğinden  fazlasını elde edemeyeceği için hem bütün gayretini göstermeli hem de Allâh'ın yardım ve desteğini almaya çalışmalıdır. Unutmamalı ki insanı var eden mutlak güç, ona var oluş gayesini gerçekleştirecek imkânı bahşeden gücün ta kendisidir. İnsan kendisine emânet edilen bu imkânı nasıl kullandığının hesabını verecektir. İşte bu hususa da îman etmek, mü’minliğin olmazsa olmaz şartıdır.

Öteden beri “Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allâh’tır.” (Sâffât/96) âyeti ile “Fakat O dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir.” (Nahl/93) âyetinin yanlış olduğuna inandığımız bu tarz tercümesine3  bakarak cebrin varlığından söz edenler olmuştur. Oysa bu âyetlerin vurgu yaptığı çok önemli espriler dikkate alındığında4  cebrin bulunmadığı açıkça görülecektir. İnsan, çoğu zaman ülfet ve ünsiyet sebebiyle, Allâh’ın (cc) kendisine olan lütufları karşısında “ben yaptım, ben ettim, ben kazandım; bildim, öğrendim, düşünüp buldum...” gibi sözlerle, her şeyi kendi izafî    kudret ve kuvvetine, irâde ve kabiliyetlerine mal eder. Egosunu ön plana çıkarır. İstiğnâ (bir nevi tanrılaşma arzusu) duygusuna kapılır. İşte söz konusu birinci âyette yüce Allâh (cc), antik müşriklerin şahsında bu yanılgıyla aldanan insanın karşısına çıkarak “Haddini ve sınırını bil!” der. Elindeki basit cüz'î irâdene güvenerek her şeyi yaptığını zannedersin; o minik gücünle bütün bunları başarman mümkün değil; oysa sizi de sizin yapıp ettiklerinizi de yaratan, başardığınızı iddia ettiğiniz fiillerinize izin veren, yegâne güç kaynağı ve fâil-i hakikî Benim, ve Ben sizin cüz'î irâdenizi kontrol altında tutan mutlak ve sonsuz irâdeye sahibim, diyerek onu hizaya getirir, gurura kapılmaktan kurtarıp, hayatında muvâzeneyi sağlar.5

Söz konusu ikinci âyet de, dikkat   edilirse "yaptıklarınızdan sorulacaksınız" şeklinde son bulmaktadır. Demek ki kişi kötülüğe meyletmiş, Allâh da kötülüğün yollarını açmış, yani sebep ve sonuç ilişkisinin kanunlarını koyarak (kötü amellerin sonucu olan) dalâleti onda yaratmış.6  Sapıtma, dalâlet bu demektir. Bunun gibi kişi hidâyete meyletmiş, Rabbim de ona o yolu açmış, yani (sâlih amellerin sonucu olan) hidâyeti onda yaratmış.7 İşte hidâyete erdirme olayı da budur. Burada kulun da cüz'î irâdesini kullanma durumu söz konusudur. Kul cüz'î irâdesi ile kesb eder, Allâh da onu fiiliyâta geçirir, yani halk eder.8  

Nitekim bir âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "(...) Bir milletin fertleri, tutumlarını değiştirmedikçe Allâh onların durumlarını değiştirmez." (Ra’d/11). Bu genel yargıya göre; insanlar iyi bir gidiş izlerken bunu kötüye doğru değiştirmedikçe Allâh da onları kötü duruma düşürmez. Aynı şekilde aksi bir tutum ve gidişat içinde iseler bunu da değiştirmedikçe Allâh onları iyi bir yöne doğru baskıyla yine çevirmez. Yani bu dünyada herkesi kendi hür irâdesi ve ameli ile baş başa bırakmış, bu dünya hayatını insanlar için bir fırsat ve bir sınav yeri olarak belirlemiştir.

Bu anlatılanlardan bir kez daha anlıyoruz ki Kur’ân âyetleri parçacı bir yaklaşımla ele alınmamalıdır. Bütünlük içerisinde ve kendi bağlamlarında değerlendirildiğinde, yukarıdaki söz konusu âyetleri “Allâh’ın, insanın irâdeli bir varlık olmasını dilemediği, irâdenin bütünüyle hiçe sayıldığı, dolayısıyla cebrin (zorlamanın) olduğu” şeklinde yorumlamanın mümkün olmayacağı kanaatindeyiz.

Gerçek şu ki, "cebir" çağrışımı yapan Kur’ân âyetleri anlam bütünlüğü içerisinde ele alındığında, kullara verilen irâde hürriyetine, onların hayatlarında yapacakları işlerde sorumluluk makamında olduklarına vurgu yapıldığı; Allâh`ın irâdesine aykırı olan irâdelerinin geçersiz olduğu (Mâide/1); dolaysıyla her istediklerini yapamayacakları ve her türlü muvaffakiyetin Allâh`tan olduğu hususunun tespiti daha iyi anlaşılacaktır.9
Bu söylediklerimizle alâkalı olması bakımından son olarak, hayata bakış açısını belirlemede çok önemli bir gerçeğe ve bunun hikmetine değinilen şu âyeti kaydedelim: "Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu Allâh'a göre kolaydır. Kaybettiklerinize üzülmeyesiniz ve O'nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye (böyle yapmıştır). Allâh kendini beğenen, böbürlenen hiç kimseyi sevmez." (Hadîd/22-23).

Olan ve olacak her şey Allâh'ın ezelî ilminde kayıtlıdır; bunu böylece bilen ve kabul eden insan, kaçırdığı fırsatlara hayıflanarak veya Allâh'ın kendisine verdiği imkânların sarhoşluğuna kapılarak ömrünü tüketmez. Çünkü bunların ikisi de olmuş bitmiştir. Bu bir musibetse kendisinin bundaki payını düşünüp sonuç çıkarmalı ve bu sonucun gelecekteki davranışlarına ışık tutmasını sağlamalı; şayet bu bir nimetse asıl kaynağının kendi bilgi, beceri ve çabası değil Yüce Allâh olduğunu dikkate alıp övünme ve böbürlenmesi için bir sebep bulunmadığı, bilâkis bu nimetin kendisine sorumluluk getirdiği bilinci içinde hareket etmelidir. Buna karşılık insanın asıl yükümlülüğü, kaçırılanlar ve elde edilenlerin sonrasında, yani "olacak"lar ve "olması gereken"ler sınırında başlamaktadır. İmtihan gereği olarak başa gelecekleri (musibet) önlemek insanın gücü dâhilinde değildir; fakat insan bunları bilemeyeceği için, bu onun yükümlü¬lüğünü etkilemez ve koyu kaderci bir anlayışı haklı kılmaz. Çünkü onun yükümlülüğü, yapılması, irâde ve tercihine bırakılan davranışlarla ilgilidir, bir başka anlatımla onun görevi; hür irâdesiyle buyruk ve yasaklara uygun davranmaktır. Nitekim 23. âyetin sonunda ve 24. âyette, kendini beğenmiş, böbürlenen ve elindeki imkânları sırf kendisine ait gibi görüp cimrilik yapan, üstelik başkalarının da öyle davranmasını isteyen kimseler ağır bir dille eleştirilmiştir.10

"Ne varlığa sevinirim; ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile avunurum; bana seni gerek seni".

1- Ebû Davûd, Edeb: 110
2-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili (sad.), c. 8, s. 294-96.
3-İleriki sayfalarda bu yanlışa dikkat çekilecektir. Âyette hidâyet ve dalâletin Allâh’a isnâdı, insanı, hidâyet veya dalâlete mecbur etmesi yönünden değil, sebep ve sonuçlar nizâmını ortaya koyması açısındandır. Bu konuda Kur’ân âyetlerine baktığımız zaman, bu mânanın, hiçbir kapalılık veya karışıklıkla hiçbir ilgisi olmayıp aksine apaçık olduğunu görürüz (Ra'd/27, Ankebut/69, Muhammed/17).
4- Önsözde dikkat çektiğimiz hususu bir kez daha not edelim. Kur'ân-ı Kerîm'in 23 yıllık nüzul sürecindeki psikolojik bağlamı da göz önünde bulundurursak, insanların durumuna uygun olarak tedrîcen (zaman içine yayılarak) nâzil olan kimi âyetlerde Cenâb-ı Hakk'ın mutlak tenzîh ve tâzimine, sebep ve sonuçlar nizâmını ortaya koymasına (Ra'd/27, Ankebut/69, Muhammed/17), kimi âyetlerde de kulun irâdesi ve sorumluluğuna vurgu yapıldığını görürüz. Dolayısıyla ilgi ayetlerin, bu gerçeğin göz önüne alınarak incelenmesi ve bağlamlarından koparılmadan ele alınması gerekir.
5- Bak. Gülen, İnancın Gölgesinde 1, s. 234
6-Ayrıca bak. A'râf/186; Ankebut/69; Muhammed/17; Ra'd/27-28
7- Bak. A'râf/43. Hidâyet: Cüz’î irâdesini iyi yönde kullanması neticesinde insanın içinde Allâh (cc)'ın yaktığı bir nûr ve ışıktır ki insan bu ışık sayesinde doğru yola girer. (muvaffak olur) Bak.Gülen, İnancın Gölgesinde, s. 254
8- Görülüyor ki, fiil Allâh'a izâfe edildiği aman "halk", insana nispet edildiği zaman beraberinde beşerî sorumluluğu getiren "kesb" adını alır.
9-Elmalılı, age., ay.
10-Hayrettin Karaman ve arkadaşları, Kur’ân Yolu Diyanet Tefsiri, c. 5, s. 173.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort