JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Peygamber kelimesi, Farsça bir kelime olup “mektup taşıyan” anlamındadır. Zaten peygamberler de Allâh’ın, kullarına göndermiş olduğu mektuplar / mesajlar bütünü olan kitaplarla gelirler. Şu farkla ki, postacı mektubu bırakır ve gider. Mektubun içeriği onu asla ilgilendirmez. Oysa Peygamber, İlahî vahyi alıp aktaran, âdeta pasif bir kanal değil; peygamberlik hikmeti gereği, tebliğinde ümmetinin anlayış seviyesini aşmayan ‘model bir kişilik’ olması bakımından getirmiş olduğu mektubun içeriği ile ilgilenir ve sâir mükellefler kadar sorumlu olarak, mektuptaki tüm mesajlar onun hayatında sembolleşir. (Bakara/285).

Peygamberler, bilgi ve eğitim alanındaki rolleri yanında, Allâh’ın koyduğu ilâhî esasları, emir ve yasakları insanlara bildirmek ve telkin etmek ve bu esasları kendileri de bilfiil yaparak onlara güzel örnek ve rehber olmak üzere, her millete gönderilmişlerdir (Bakara/151). Çünkü peygamberlik müessesesi, daha çok pratikle ilgili bir müessesedir. Ve örnek alınacak şahsın, pratik örnek olması büyük önem taşımaktadır. Bu yüzden “Ne Mûsa, ne İsâ, ne de Muhammed (aleyhimusselâm) soyut cümlelerle teoloji inşâ eden teolojisyenler değillerdi. Bilakis saf rûhlara telkin ettikleri o mânevî enerjinin esas akümülâtörü idiler.”1

İbâdet ve muamelâtın tatbiki için, peygamberin vahyi somut bir biçimde kendi nefsinde ve toplumunda yaşayıp yaşatması; vahyin onda söz ve yazı olmaktan çıkıp ayaklanarak yaşanan hayat olması, başka ifadeyle, dînin onun hayatında sembolleşmesi, kısaca, tüm toplumlara model (usve) olması gerekmekteydi .2

İşte Allâh Resûlü’nün, Allâh tarafından tüm farklılıklarına rağmen insanlar için güzel örnek (numûne-i imtisâl, model kişilik) olarak ilân edilişi, hem de yeminle: “Yemin olsun Allâh Resûlünde sizler için, Allâh’ı ve âhireti arzu eden, Allâh’ı da çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb/21).

Burada Resûl’ü “örnek” almak, kuşkusuz siyasal misyonunu ve toplumsal liderliğini kendi devrine hasrederek O´nu sadece ‘ahlâk sembollüğüne’ indirgemek değil, öncelikle dinî anlayış, algılayış, yaşayış ve yaşatış biçiminde örnek almaktır. Çünkü herkes, farklılıkları ne olursa olsun, O`nda örnek alacak bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmelidir.

Bu anlamda sünnet, dînin olmazsa olmaz şartıdır ve Kur’ân’dan kesinlikle ayrılamaz. Kur’ân’sız bir sünnet nasıl düşünülemezse; sünnetsiz bir Kur’ân da düşünülemez. Çünkü kitaplar insanlara örnek olamazlar. Bu nedenledir ki Kur’ân biz insanlara kendisini değil, Allâh Resûlünü model/örnek göstermektedir. Bu yüzden, geçmişte kitapsız peygamberler gelmiştir; ama peygambersiz kitaplar gelmemiştir.

1926’da İslâm’la müşerref olan Avusturya asıllı ilim adamı Muhammed Esed (Leopol de Weiss)’in bu konudaki tespiti kayda değer niteliktedir: “Sünnet on üç asırdan fazla bir zaman içinde vâki İslâmî kalkınmayı anlamanın anahtarı olmuştur. Şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın da anahtarı niçin olmasın? Resûlüllâh’ın sünnetini tatbik, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın çökmesidir. Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelet idi, sen herhangi bir binanın iskeletini yok edince, kâğıttan bir baraka gibi onun çökmesine niçin şaşarsın?” 3

“Müjdecim, kurtarıcım, efendim, Peygamberim
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim
Sende insan ve toplum, Sende temel ve bina
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna”

Sünnetsiz bir hayatın olamayacağını, olsa da anlamsız olacağını şu vecizeler ne kadar güzel ifade ediyor:“Hayatını sünnet-i seniyye ile zinetlendir, hareketlerine sünneti rehber kıl, örnek al, adî hareketler âli hüviyet alsın.”4  “Göklere giden yolu bulmak isteyenler, Allâh elçisinin yerdeki ayak izlerini takip etmelidirler. Çünkü, tahkika giden yollar, O’nun sünnetini taklitten geçer.5”

Lâilâhe İllellâh’ı hayatın her şubesine hâkim kılma zarureti, Muhammedu’r-Resûlüllâh olmadan gerçekleşmez. Bu yüzden, peşpeşe gelen âyetler, tevhîd için Allâh’a inanmanın (Deizm) yeterli olmadığına, her hareketimizin bu iki ana kaynaktan beslenmesi gerektiğine işareten, Allâh’ı tanımak ve O’nu birlemenin yanı sıra, Peygamberine itaatıngereğine dikkat çekmiştir. Yani ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ olmadan kuru bir Lâilâhe İllellâhı gerçek mâna ve muhtevasıyla anlamak mümkün olmadığı gibi, ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ olmadan râh-ı selâmet (esenlik yolu) de muhâldir.6

Sünnet, Kur’ân’ın, Allâh Resûlü (as) tarafından yaşanmış şeklidir. İslâm’ın pratiğidir. Son ilahî kitap Kur’ân’ın son peygamber Hz. Muhammed (as) tarafından evrensel boyutta ve bütüncül karakterde ortaya konmuş peygamberî yorumudur. Uygulanabilir bir bütünlüğe 7 sahip olan bu yoruma uymanın zorunlu oluşu, Peygamberin Allâh’ın elçisi olması nedeniyledir. Onlar, kendilerine bildirilen, emânet edilen ilâhî bilgiyi ayniyle muhafaza ettikleri için emîndirler. İşte peygamberin bu bilgisi Allâh’a izâfe edildiği için Peygamber’e itaat, tevhîdin ikinci şubesidir. Zîra “Resûl’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiştir” (Nisâ/80).

a)Peygamberi Tanımak, Allâh’ı Bilmektir

Resûlüllâh’ın peygamber sıfatıyla gelip tevhîdi tebliğ ettiği Mekke müşrikleri Allâh’a inanıyor ve O’nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak buna rağmen Müslüman değillerdi. Zira onlar Allâh’ı hakkıyla bilip tanımanın yanı sıra, Allâh’la beraber başka varlıkları da, bir yaratığın sahip olabileceğinin çok üstünde niteliklerle donatmaktaydılar. Kısacası, onlar Allâh’la ilgili inanç ve tasavvurlarında bazı yanlışlara sahiptiler. Yanlışlarından en önemlileri şunlardı: Zanlarınca Allâh, başta insan olmak üzere bütün varlıklardan o kadar uzaktadır ki hiçbir yaratıkla doğrudan ilgilenmez. Söz konusu uzaklık, mekânla ilgili değil, üstünlükle ilgilidir. Yani çok yüce olan Allâh (cc), aşağı olan varlıklarla pek tabii olarak da insanla, zanlarınca, doğrudan irtibat kurmaz. Bundan dolayıdır ki, Resûlüllâh, Tevhîd gerçeğinin ikinci şartı olan Muhammedu’r-Resûlüllâh’ı ifade ettiği zaman müşriklerin şaşkınlıkları iyice artar. Çünkü onlara göre bir insanın Allâh’tan bilgi / vahiy alması imkansız şeydir. Zira hiçbir insanın hiçbir şekilde Allâh’la irtibat kuramayacağına inanıyorlardı. 8

Oysaki insan ancak Peygamberi tanımakla Lâilâhe İllellâh ilkesinin gereklerini yerine getirebilir. Ancak Allâh’ın Resûlü aracılığı ile bu tevhîd inancını gerçekleştirmek için izlenmesi gereken yolu öğrenebilir. O’nu taklitle tahkîka ulaşır, O’nun izinden giderek mi’râc’a erişir. Aksi hâlde, Peygamberimizin kılavuzluğundan yoksun kalan insan, uçsuz bucaksız bir çöl ortasında şaşkın kalır. Ne yön ne rota belirleyemeden ‘çamura düşmüş eşek’ gibi debelenir durur.

Bu yüzden Peygamberimizi tanımak, önem bakımından Allâh’ı bilmeye denktir. Çünkü Allâh`a kul olma ilkesi kesinlikle O`nun Elçisi`nin rehberliğine dayanır ve insan, Allâh’ın Resûlü’nü tanımadıkça Allâh’a karşı taşıdığı sorumlulukları yerine getiremez. Bu gerekçe ile Yüce Allâh, Peygamberlerin insanlara gönderilmiş bir Allâh Elçisi olduğunu kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına (Nisâ/150-151) ve doğru yolda olmadıklarına (Âl-i İmrân/20) hükmetmektedir.9

Bunun içindir ki, İslâm’ın parolası, Lâilâhe İllellâh Muhammedu’r-Resûlüllâh olmuştur. Allâh ve Resûlü birbirinden ayrı düşünülemez.

b)Peygambere Îmanın Mânası

Peygamberi tanımak ve O`na îman, sadece O`nun sîretini ve şemâilini tanımak değildir; aslolan, bir medeniyet tesis ederken ona rehberlik eden ilke ve esasları tanımak ve dolayısıyla O’nun insanlık âlemine kazandırdığı değerler ve evrensel ilke ve esaslar ile ilgili pratik delilleri bulup çıkarmaktır.

Düşünelim, eğer ferdî ve ailevî hayatımızı Peygamberimizin yaşantısına göre şekillendirmezsek, toplumsal hayatımızı O’nun tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak örneklendirdiği düsturlarına göre düzenlemezsek O’na îmanımızın ne anlamı olacaktır?


Kendi arzularımızı mabutlaştırdıktan, şunun bunun ardından sürüklendikten, toplumun olumsuz gidişatına entegre olduktan sonra, Azîz Peygamberimize îman etmenin pratik hayatta elbette ki hiçbir önemi kalmayacaktır.

Ne kadar acıdır ki, minarelerimizden her gün okunan yüz binlerce ezanlar, Azîz Peygamberimizi amelî hayatın tek önderi olarak ilân
ederken, bizler, sosyal müesseselerimizle Muhammed’siz bir yaşayışın karanlıkları içinde bocalıyoruz.

Şu hâlde, bugün ümmetin karşı karşıya kaldığı sorun, “Kitapsızlık” tan, yani Kur’an’a bağlanmamaktan kaynaklanan bir sorun değil, “Peygambersizlik” ten, yani Peygambere tâbi olmamak, O’nun sünnet ve sîretinden gitmemek, O’na götüren yollardan insanları uzak tutmak ve şüpheye düşürmekten kaynaklanan sorundur.

c)İslâm Sadece Kur’ân’dan İbâret Değildir

“Lâilâhe İllellâh’ cümlesi îmanın ilk rüknü olan Allâh’a inanmayı açıkça ifade ederken, ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ cümlesi de açıkça Peygamberimize inanmayı dile getiriyor. Peygamberimize inanmak, diğer peygamberlere de inanmayı gerektirir. “Kur’ân İslâmı”10  söylemiyle Peygamberimizin sünnetini devre dışı bırakmak isteyenlerin gayretlerinde, önce Muhammedu’r-Resûlüllâh’sız bir Lâilâhe İllellâh, sonra da kendi Kur’ân yorumlarıyla İslâm’ın pâk dairesine Yahudi ve Hıristiyanları sokuşturma gayretkeşliği yatmaktadır. Oysa Kur’ân’ın değişik yerlerinde, peygamberleri tasdik etmeyenlerin kâfir sayıldıklarına11  şahit olmaktayız.

Bu bağlamda “Laf / hadîs eğlencesi” yaveleriyle erdirici Sünneti, hadîsleri ve 1500 yıllık İslâm kültür mirasını töhmet altında bırakarak görmezlikten gelen bu işgüzarlar, eğer kılıyorlarsa, namazı acaba neye göre kılıyorlar, merak ediyorum. Zîra ilgili âyetlerde namazın kaç rek’at, nasıl ve hangi vakitlerde kılınacağına dair bilgi verilmemektedir. Bunları sadece Resûlüllâh’ın tâlim ve uygulamasından, yani sünnetinden öğrenmekteyiz.12  Zîra Peygamberimizin (as), Kur´ân`ın değinmediği konularda tamamlayıcı rolü de vardır. Bu sebepledir ki Mekhûl (ö.116/734): “Kur’ân’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’ân’a olan ihtiyacından daha fazladır”13  derken, İmâm Evzaî (ö.153/770) de: “Beyân cihetiyle sünnet Kur’ân’a tekaddum eder. Sünnet Kitab’ın anlamını belirleyicidir”14  demek durumunda kalmıştır. Kuşkusuz bu vurgularıyla, her iki âlim de Kur`ân`ı tâlî bir konuma yerleştirmiyor; bilakis İslâm`ın / Kur`ân`ın anlaşılması sürecinde, Kur`ân`ın hayatla buluştuğu otorite olan Peygamberin (as) konumunun vazgeçilmezliğine dikkat çekiyorlardı.

Bilindiği gibi tasavvufta “fenâfirrasul”     olunmadan “fenâfillâh” olunmaz düsturu vardır. Resul-i Ekrem’e vâsıl olunmadıkça Allâh’a vuslat mümkün değildir. Şanlı Peygamberin cemâlinin hasreti duyulmadan cemâlüllah ele geçmez. Tahkiki iman, O’nu taklid etmektir. Asıl mi’raç O’nun ayak izlerini takip etmektir.

Zira Ebubekir, Peygamber sevgisi ile ikinin ikincisi olmuş ve “sıddıkiyet” mertebesine yükselmiştir. Hz. Ömer O’nun sevgisiyle adaletin sırrını çözmüş ve “fârukiyet” makamını elde etmiştir. Hz. Osman bu yüce sevgi ile “zünnureyn” olmuş, iki nuru kucaklamış, Hz. Ali  bu aşk ile Resul’ün kardeşi ve Ehl-i Beyt’in Reisi olmuş, Hz. Musa ile Hz. Harun arasında mevcut olan sırrı, şanlı peygamberimiz ile paylaşmıştır.

Sonra yüz binlerce sahabi ve onların ardından bu günlere kadar gelen milyonlarca mü’min bu sevgi ile kurtuluşun yolunu bulmuş, hidayetin lezzetini tutmuş. Bir an için bu sevgiyi yok farz edin, ne İslâm kalır, ne iman, ne aşk, ne vecd… Bu sebepledir ki; O’nu sevmek dindir, imandır bize; dinsiz, imansız hayat buhrandır bize…

Şair Fuzulî bu sevgi ile bu sevgi ile Su Kasidesi’ni yazdı. Mevlânâ bu sevgiyi dile getirdi. Yunus Emre bu sevgi ile yanıp tutuştu. Bu sevgi ile tutuştuğundandır ki; “Canım kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhammed” demişti. “Dağları kül eyleyen aşk bile O’nunla ve onun sünnetiyle devletlü nesne olur.” Satır satır yazılamayan böyle bir aşk, dillerde beste olur.

Mü’mine yaraşan, gönül bardağını O’nun  aşk çeşmesinden doldurmaktır.
Biz de yazımızı sevda makamında söylenmiş şu dizelerle bitirelim:

Basmasaydın pây cihâne yâ Resûlellâh
Gezerdi âlem divâne yâ Resûlellâh!

Ne açardı bir gül ne öterdi bülbül
Dönerdi âlem vîrâne yâ Resûlellâh!

Bir kıvılcım olup düşse aşkın kalbime
Dönsem âteş-i sûzâne yâ Resûlellâh!

Muhabbet bağının bülbül-i kemteriyim
Mültefit ol bu civâne yâ Resûlellâh!



1-Malik Bennanî, İslam Dâvası, Trc. Ergun Göze, Yağmur Yay., İst.-1969, s. 43.
2-Hayatı örnek alınacak şahısta bulunması gereken özellikler için bak. Raşit Küçük, Peygamber ve Aile Hayatı, s. 286.
3-  Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, s. 88-89
4- Nizamettin Saltan, Fikir Huzmeleri, s. 60 5-Saltan, age., s. 60
6- Bak. Elmalılı Tefsiri (sad.), c. 7, s. 487
7- Örnekler için bak. İsmail Lütfi Çakan, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, Ensar Neşr., 1988-İst., s. 90 vd.
8-Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, Pınar Yay., s.100
9-Peygamberimizin, Ehl-i Kitabın da Peygamberi olduğunu ifade eden âyet için bak. Mâide/15. Allâh Resûlü (a.s.) bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: “Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun bu ümmetten beni duyup da getirdiğim Kitab’a îman etmeden ölen kimse mutlaka cehennemlik olur.” Müslim, Îman, Ha. 240, s. 134; Dârimî, Mukaddime, 39. Bu konuda Kur’ân’ın A’râf/157, Mâide/15 âyetlerine bakılabileceği gibi; Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamber gelişine dair sarih atıf örnekleri için bak. Tesniye 18: 15-19, Matta 21, 33-46, Yuhanna 1: 19-21, 14: 25-30, 15: 25-26, 16: 7-15.
10-   20. asrın başlarında, bu konuyu ilk kez Mısır’da tartışma sahnesine koyan Muhammed Tevfik Sıdkî adında bir tıp doktoru “İslâm Kur’ân’dan İbarettir” başlığı ile kaleme alarak meşhur el-Menâr dergisinde yayınlattığı makalesinde: “Beşere vâcip olan her şey Allâh’ın kitabında belirtilen hususlardan ibarettir” iddiasıyla (özellikle dînin tebliğine ilişkin olan) sünnet ve hadîsin belirleyiciliğinin ve sürekli bir hukukî değerinin olmayacağı görüşünü savunmuştur. Bak. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadîsin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, s. 90-91. Araya çok farklı beşerî unsur ve kötü kasıtlar girdiği ve bunlara güvenilemeyeceği gerekçesiyle Sünnet`i bir yana bıraktıklarında Kitâba da ihânet etmiş olan bu modernist kesime göre, hadîs ve sünnet dînde ölçü değil, örnektir. Hz.Peygamber’e (a.s.) itaati vurgulayan âyetler, O’nun sağlığıyla sınırlı olup O Yüce Resûl de ‘ahlâk sembolü’, dolayısıyla tarihsel bir kişilik olmaktan öte gitmemektedir.
11-  Bak. Nisâ/41, Yunus/47, Rûm/47.
12- Süt hala, süt teyze ve süt kızlarla evlenilemeyeceği, bir kadınla hala veya teyzesinin aynı nikâh altında bulundurulamayacağı, ninenin mirastaki payı, çoğu haram olan içkilerin azının da haram oluşu, bazı hayvanların etlerinin haram kılınması, zekât miktarı ve uygulaması, hacc menâsiki ve pratiği, Kâbe’nin yedi defa tavaf imizin abdest ve teyemmüm gibi ön hazırlıkları için de aynı şey söz konusudur. Zira bütün bunlar, pratiği Kur’ân’da bulunmadığı hâlde, Allâh
Resûlü’nün (a.s.) öğretip bizzat uyguladığı ve hükme bağladığı hususlardır. Sünneti ve hadîsleri inkâr etme cereyanın yeni olmadığını Beyhakî’den naklen anlatan (İmrân b. Huseyn (r.a) ile cemaattan biri arasındaki) ilginç diyalog için bak. Suyutî, Miftahu’l-Cenneh (4.baskı.1410, Medine),  10.  13-Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ân Tefsiri, s. 37
14- Görmez, age., s. 109.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR


a) Ümmeti üzerindeki bazı hakları
İnsanlığı vahşetin ve dalaletin zifiri karanlığından rahmet ve hidayetin doruklarına çıkaran Yüce Peygamberin (sallalahu aleyhi vesellem) ümmeti üzerindeki bazı haklarına işaret edecek olursak, şunları örnek verebiliriz:  Söz ve davranış ile O’na samimi olarak îman etmek, getirmiş olduğu bütün hususlarda O’nu tasdik etmek, O’na itaat etmek, ona karşı gelmekten çekinmek, anlaşmazlık konusunda O’nun hükmüne başvurmak, verdiği hükme razı olmak, aşırıya gitmeden ve kusurlu da hareket etmeden gerçek konumuna oturtmak, O’nu insanlardan, aile halkından, maldan, çocuklardan ve bütün insanlardan daha çok sevmek, O’na gereken saygıyı göstermek, gerektiği gibi tâzim etmek, dinine yardım etmek, sünnet-i seniyesini savunmak, Müslümanlar arasında sünnetini ihyâ etmek, ashâb-ı kirâmı sevmek, onlardan Allah’ın râzı olmasını dilemek, onları korumak, onların hayatlarını, yaşayışlarını okumak...

O Gül‘ü (sallalahu aleyhi vesellem) sevmenin bir gereği de O’na salât ve selâm getirmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey mü’minler siz de O’na salât ve selâm edin.” (Ahzâb/56)

Peygamber’in şu buyruğu da O’na salât ve selâm getirmeyi gerektirmektedir: “Sizin en faziletli günlerinizden birisi de cuma günüdür. O günde Âdem yaratıldı, o günde sûra üflenecek, o günde (sûra bir defa daha üflemekten dolayı) baygın düşülecek. Cuma gününde bana çokça salât ve selâm getiriniz, çünkü sizin salât ve selâmınız bana arz edilir.”

Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü, bizim salât ve selâmımız sen toprak altında çürümüşken sana nasıl arz edilir?” Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah yere peygamberlerin cesetlerini yemeyi haram kılmıştır.”i

Ümmet-i Muhammed’in (sallalahu aleyhi vesellem) o insanlığın medar-ı iftiharı hakkını yerine getirmek hususunda cimrilik etmemesi gerekir. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Cimri kişi, huzurunda anıldığım halde bana salât ve selâm getirmeyendir.”i

Yine buyurmuştur: “Bir topluluk, bir mecliste oturur da orada Allah’ı anmazlar, peygamberlerine salât ve selâm getirmezlerse mutlaka bu aleyhlerine vebâl olur. Dilerse onları azaplandırır, dilerse onlara mağfiret buyurur.”ii

B) Resûlullah’ı Seven Âhirette O’nunla Birlikte Olacaktır

Sevgi toplumunu hakkıyla inşa eden O mübarek Elçi’yi (sallalahu aleyhi vesellem) seven bir kimse, âhirette O’nunla birlikte olacaktır.
İmam Muslim‘in rivâyetine göre Enes b. Malik (radıyallahu anhu) şöyle demiştir: Bir adam Resûlullah’a (sallalahu aleyhi vesellem) gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü kıyamet ne zamandır”, diye sordu. Nebî (sallalahu aleyhi vesellem): “Kıyamet için ne hazırladın ki?” diye sordu. Adam: “Allah’ın ve Resûlünün sevgisi”, dedi. Peygamber: “Şüphesiz ki sen sevdiklerinle beraber olacaksın” diye buyurdu.

Enes (radıyallahu anhu) der ki: Müslüman olduktan sonra, Resûlullah’ın (sallalahu aleyhi vesellem): “Şüphesiz ki sen sevdiklerinle beraber olacaksın” sözünden dolayı sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmedik.

Enes (radıyallahu anhu) dedi ki: İşte ben Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekr’i ve Ömer’i seviyorum. Her ne kadar onların amelleri gibi amelde bulunamadı isem de onlarla birlikte olacağımı ümit ediyorum.”i

Buhârî ve Muslim‘in rivâyet ettikleri bir başka hadîste Abdullah b. Mes’ud (radıyallahu anhu) şunları söylemektedir: Bir adam Resûlullah’a gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü, bir topluluğu sevmekle birlikte onlar gibi ameller yapamayan kimse hakkında ne dersin?” Resûlullah (sallalahu aleyhi vesellem): “Kişi sevdiği ile beraberdir.” diye buyurdu.v

Resûlullah’ın: “Kişi sevdiği ile beraberdir” sözünden kasıt, cennette onunla birlikte olacağıdır.v

Ne mutlu O’nu sevenlere! Cennette O’nunla birlikte olanlara!
-Sevgiline gel, sokul
Sevdiğiyle olur kul..

C- Resûlullah’ı Sevmek İmanın Tadını Elde Etmenin Sebeplerindendir

Yüce Rabbimiz imanın tadını elde etmek için birtakım sebepler takdir buyurmuştur. Bunlardan birisi de O Yüce Şahsiyeti (sallalahu aleyhi vesellem) bütün yaratılmışlardan daha çok sevmektir. Buhârî ve Muslim‘in Enes‘den (radıyallahu anhu)  rivâyetlerine göre Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: “Üç husus vardır ki, bunlar kimde bulunursa imanın tadını alır: Allah’ı ve Resûlünü onların dışındaki her bir şeyden daha çok sevmek, sevdiği kimseyi ancak Allah için sevmek ve ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi tekrar küfre geri dönmekten hoşlanmamak.”vi

Âlimlerimizin açıkladığı gibi imanın tadının anlamı, itaatlerden lezzet almak, din uğrunda zorluklara katlanmak ve bunu dünyanın geçici menfaatlerine tercih etmek demektir.vi

Cenâb-ı Mevlâ bu güzel ve şerefli meyveden bizleri mahrum eylemesin! Amin!

D- Resûlullah’ı Bütün Yaratılmışlardan Daha Çok Sevmenin Gereği

Şüphesiz ki O Gül‘ü (sallalahu aleyhi vesellem) sevmek imandandır. Kulun O’nu (sallalahu aleyhi vesellem) kendi öz canından, babasından, çocuklarından, aile halkından, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmesi gerektiğine delil teşkil eden pek çok nass bulunmaktadır. O’nu böyle sevmeyen bir kimse dünyada da âhirette  de kendisini Allah’ın cezasına maruz bırakmaktadır.

1) Resûlullah’ı Öz Canımızdan Daha Çok Sevmemizin Gereği

“Sevgi, insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesi.” “Seven, malından değil, ruhundan veren insandır. Mal verildikçe azalır, ruh verildikçe kopyalanır.” Sevgiyle yoğrulan insan için, insanları sevmeyi öğrenmek gerçek bir mutluluktur. Zira “sevgi toplumunda insanlar, yeni tanıdıkları her “insan”a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.” Dolayısıyla bu toplumda “insan insanın kurdu değil, insan insanın cennetidir.”

Kuşkusuz söz konusu sevginin, insanlığın medâr-ı iftihârı olan O Yüce Peygamber için ayrı bir yeri olmalıdır. Ashap, “sevmedim senden gayri; gayrinin yoktur hayri” dercesine, O’na olan sevgilerini başka bir fâniyle paylaşmamanın en güzel örneklerini veriyordu.

Îmam Buhârî, Abdullah b. Hişam‘dan (radıyallahu anhu) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) ile birlikte idik. O sırada Ömer b. Hattab‘ın (radıyallahu anhu) elini tutmuştu. Ömer (radıyallahu anhu) ona: “Ey Allah’ın Resûlü, şüphesiz ben seni kendi öz canım dışında, her şeyden daha çok seviyorum” dedi. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Canım elinde olana yemin ederim ki, kendi öz nefsinden dahi beni çok sevmedikçe olmaz.”

Bunun üzerine Ömer O’na: “Şu anda -Allah’a yemin ederim- seni öz canımdan dahi daha çok seviyorum.” Bunun üzerine Nebî (sallalahu aleyhi vesellem): “Şimdi oldu ey Ömer” diye buyurdu.i

Büyük âlim Aynî, Nebî’nin: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki kendi öz canından bile daha çok sevmedikçe olmaz” buyruğunu açıklarken: “İmanın kâmil olmaz...”x demektedir.

Yine Resûlullah’ın: “Şimdi oldu ey Ömer” buyruğunu: “Yani îmanın kemâle erişti.”x diye açıklamaktadır.
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki...” buyruğunda dikkati çeken bir husus da onun yemin etmesidir. O yemin etmese dahi bütün söylediklerinde doğru olduğuna göre ya yemin ederse durum ne olur? Çünkü yemin bilindiği gibi sözü pekiştirmeyi ifade eder.xi

2) Yaratılmış Herhangi Bir Varlığı Nebi’den Daha Çok Sevenlere Tehdit

Yüce Allah baba, evlat, kardeş, eş veya aşiretten herhangi birisini yahut da herhangi bir mal, ticaret ve meskenleri yüce Allah’tan, Resûlünden ve onun yolunda cihad etmekten daha çok seven kimseleri ilahî ceza ile tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, soy ve sopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve onun yolundaki cihaddan daha sevgili ise, o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah fâsıklar topluluğuna yol göstericilik yapmaz.” (Tevbe/24)

Hafız İbn Kesîr âyeti tefsir ederken şunları söylemektedir: “Yani bu şeyleri eğer “Allah’tan, Resûlünden ve onun yolundaki cihaddan” daha çok seviyor iseniz, onun başınıza getireceği cezayı ve ibretli intikamı “bekleyedurun” demektir.”xi

Mücâhid ve Hasan (r.aleyhima) Yüce Allah’ın: “Allah’ın emri gelinceye kadar” buyruğunu: “Dünyada ya da âhirette onun cezasını (bekleyedurun) diye açıklamışlardır.”xi

Büyük ilim adamı Zemahşerî âyetin tefsirinde: “Bu âyet-i kerîme oldukça ağır hüküm ihtiva etmektedir. Ondan daha ağır hüküm ihtiva eden bir âyet göremezsiniz.”x demektedir.

İmam Kurtubî diyor ki: “Âyet-i kerimede Allah’ı ve Resûlü sevmenin vücubuna delil vardır. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Ayrıca bu sevgi, sevilen her şeyden daha önce gelmelidir.”xv

İmam Muslim‘in rivâyetine göre Enes (radıyallahu anhu) şöyle demiştir: Resûlullah (sallalahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Kul beni eşinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”xv

“Seni elbet daha fazla severiz
Annemizden, babamızdan bile biz!

Küçük ümmetinin büyük rûhusun
Sana bütün çocuklar fedâ olsun”xvi

C- Hz. Peygamber’i sevmenin başlıca alâmetleri

Şâirin, “Şayet sevginde samimi isen sevgini fiilen ispât etmelisin” sözü, bir gerçeği ifade etmektedir. Hz. Peygamber’i sevenler, O’na olan sevgilerini düşünce ve davranışlarında göstermelidirler. Çünkü “sevgi fedakârlık ister, bağlılık ister. Sevmek adamaktır.” “Sevginin belirtisi, sevgilinin rengine boyanmaktır.” Bu gerçeklerden hareketle O mübarek Elçi’ye olan sevginin yansımaları asgari şu şekilde olmalıdır:

-İnsanî özellikleri (hasâis) hariç O’na uymak, sünnetini yerine getirmek; sözlerine, fiillerine tâbi olmak, emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden uzak durmaktır.

-Allah’ın rızasını, insanların baskıları da olsa her şeyin önünde tutmaktır. Nitekim Enes (radıyallahu anhu) der ki, Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) bana dedi ki: “Kim beni severse o cennette benimle beraber olur. Kim de böyle bir iş yaparsa (yani sünnete tâbi olursa) onda Allah sevgisi kemâle ermiş olur. Kim de bazı işlere muhâlefet ederse, muhabbeti noksan olur”xi

-Peygamber’i seven O’nu çok anar, bolca salâtu selâm getirir. Kuşkusuz ki, kişinin zikri ve fikri sevgisinin alâmetidir. O Yüce Resul şöyle buyururlar: “Kıyamet günü, bana en yakın insan bana en çok salât getirendir.”x

“Sizden birisi namaz kılınca, önce Rabbini övmekle başlasın, sonra Peygamber’ine salât getirsin. Daha sonra dilediği gibi dua etsin”xx

“Bir grup bir mecliste oturup da Allah’ı anmadan ve bana da salât getirmeden dağılırsa, kıyamet günü onların üzerine bir hasret ve üzüntü çöker. Allah dilerse onlara azap eder, dilerse bağışlar”xx

-Seven sevgilisiyle görünmek ister. Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem)’i görmek isteyenler bugün için O’nun şemâilini (ahlâkî ve fizikî tasvirini) mevzu eden kitabları okumalı ve onlarda O’nun kemâlâtını, güzelliklerini görmeli, en önemlisi O’nun ahlâkıyla ahlâklanmalıdır.

-Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem)’i seven O’nun dostlarına dost, düşmanlarına düşman olur. Meselâ Hz. Peygamber’i seven sahabesine, ehl-i beytine dost olur. Nitekim O, bir hadîs-i şerîflerinde, Hasan ve Hüseyin hakkında, “Allahım ben onları seviyorum. Sen de onları sev.”xxi buyurmuştur.

-Ashâb-ı Kirâm’ın sevgisi hususunda da, “Ashabım hususunda Allah’tan korkun. Benden sonra onları tenkid hedefi yapmayın. Onları seven, beni sevdiği için sever, düşman olan da bana düşmanlığından dolayı düşman olur. Kim de onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur... Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet etmek isteyenin de cezalanması yakındır”xx buyurur.

İmâm Buhârî Sahih‘ine yaptığı başlıklarının arasında, “Îmanın alâmeti Ensârı sevmek”, “Münafıklığın alâmeti Ensara düşman olmaktır” şeklindeki ifâdeleri zikretmiştirxx.

Selef ulemâsı, Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem)’i sevdiği için O’na uymuş ve O’nun yolundan gitmişlerdir. Ashab-ı Kirâm’dan Enes (radıyallahu anhu)der ki “Ben önceleri kabak yemeği sevmezdim. Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem)’in yemeklerde kabağı aradığını görünce, ben de onu aramaya, severek yemeğe koyuldum”xx.

Abdullah b. Ömer (radıyallahu anhu) de, Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem)’e uymak için terbiye edilmiş deriden mamul ayakkabı giymiş onu ve elbisesini sarı renge boyatmıştır. Soranlara Hz. Peygamber’in de böyle yaptığını, O’na uymak için bu tür renkli elbise giydiğini nakletmiştirxxv.

Amr b. As (r.a) diyor ki: `Rasûlullâh (sallalahu aleyhi vesellem)’ı sevdiğim kadar hiç bir kimseyi sevmedim. Gözümde O’ndan daha büyük bir kimse yoktu. O’na olan hürmet ve tazimimden dolayı kendilerine tam mânasıyla bakamazdım. Eğer O’nu vasfetmem istense tam manâsıyla vasfedemem. Çünkü O’na doya doya bakamadım“xxv.

Kendisine on sene gibi bir süre hizmet etme şerefine eren Enes (radıyallahu anhu) diyor ki: “Bir defasında Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) ’i gördüm. Bir berber saçını kesiyordu. Sahabe ise etrafında pervâne gibi dolaşıyor, kesilen saçları kapışıyor; bir telini bile yere düşürmüyorlardı”xx

-Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) ’i sevmenin bir alâmeti de, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmek, onun gösterdiği yoldan gitmek, ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Bundan dolayı Hz. Aişe validemiz, Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi vesellem) için “...O’nun ahlâkı Kur’ân’dı...”xx demiştir. O’nu seven kişinin de ahlâkı Kur’ân olmalıdır.

-Ümmete merhamet etmek, onlara acımak ve zararlardan korumaktır.

-Dünya nimetleri karşısında zühd sahibi olmalı ve onlara iltifat etmemelidirxx.

Özetle, Rasûlullâh (sallalahu aleyhi vesellem) ’ı sevmek, O’na tâbi olmak demektir. Ayrıca O’nun dinine yardım etmenin vâcib olduğuna inanmak, sünnetini korumak, Şeri’atına boyun eğmek, O’na muhâlefetten kaçınmaktır”xxx.

Ebû Davud, Menâsik 100, (2041); Süyutî, Câmiu's-Sağîr, Ha.: 3768; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, c. 3, s. 282
Tirmizî,, Daavât 110, (3540).
Tirmizî, Daavât 8, (3377);
Buhârî, Hadis no: 6167, X, 553; Muslim, Ha: 2639, IV, 2032-2033.
Buhârî, Hadis no: 6169, X, 557; Muslim, Hadis no: 2640, IV, 2034
Bk. Aynî, Umdetu'l-Kârî, XXII, 197
Buhârî, Ha: 16, I, 60; Muslim, Ha: 43, I, 66
Bk. Nevevî şerhi, II, 13; Fethu'l-Bârî, I, 61
Buhârî, Ha: 6632, XI, 523.
Umdetu’l-Kârî, XXIII, 169
Umdetu’l-Kârî, XXIII, 169
İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, I, 59
er-Rafiî, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesîr, II, 324.
Kurtubî, VIII, 95-96
Keşşâf, II, 181
Kurtubî, VIII, 95. Ayrıca bk. el-Cezairî, Eyseru't-Tefâsîr, II, 177
Muslim, Ha: 69, I, 67; hadisi aynı şekilde Hafız Ebu Ya'lâ, Müsned'inde de rivayet etmiş bulunmaktadır. (Bk. Ha: 3895, VII, 8)
Ali Ekrem Bolayır, “Yâ Muhammed”, Türk Edebiyatında Na’tlar, s.77.
el-Kâdî İyâz. Eş-Şifâ, II, 57.
Tirmizî, Salât 357, (484).
Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesaî, İbn Huzeyme, İbn Hıbbân. Hadis sahihtir.
İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6580-6599
el-Kâdî İyâz, age., II, 56-60; Tirmizî, el-Menâkıb V.661.
el-Kâdî İyâz, age., II,60; Tirmizî, es-Sünen, 58 (V, 696 h. No: 3863)
Buhârî, el-İmân I, 10; El-Aynî, age., 1, 144; el-Kâdî İyâz, age., II, 9.
el-Kâdî İyâz, age., II,60-61.
el-Kâdî İyâz, age., II,62.
Kâdî İyâz, age. II,86.
Kâdî İyâz, age. II,88.
el-Kâdî İyâz, age., 11,62; Müslim, Salatu'l-Musâfirîn I,513.
el-Kâdî İyâz, age., II,63-65; Kastallânî, İrşadü’s-Sârî, II,99-196.
el-Kâdî İyâz, age., II,66.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Ülkenin her tarafına yayılan camilerin, toplumsal dayanışmadaki etkinliğini gerçekleştirmesinde ve bu mekânların birlik ve beraberliğin sembolü olarak görülmesinde büyük sorumluluklar taşıyan din görevlilerine yönelik dikkate alınması gerektiğine inandığımız şu tür önerilerde bulunabiliriz:

1- Her şeyden önce din görevlisi, dini herkesten çok iyi bilmek durumundadır. Bu sebeple, hem öğrenmek ve hem de öğretmek için gayret sarf eder. Din görevlisi halk içinde ve Hak yanında bilgisi ile yücelir. İnsanlar kendilerine değer verildiğini görmekten son derece mutlu olurlar. Bunu göstermenin yolu da, din görevlisi olmanın mümeyyiz vasıflarıyla mücehhez ve her yönüyle donanımlı bir şahsiyet olmanın yanında, halka adanmışlıktan geçmektedir.

İslâm'ın toplumsal dayanışmayı sağlayıcı temel ilkelerini insanlara anlatma vazifesini üstlenen din görevlilerinin elbette ki iyi bir bilgi ve birlikte yaşama kültürü yanında, irşat faaliyetlerinde
bulunma yeterliğine de sahip olmaları beklenir.


Çünkü insanları etkilemek ve dinî hakikatleri, dinin özüne uygun, İslâm’ın evrensel mesajını iyi anlamış olarak ifade edebilmek ancak yeterli ölçüde bilgi ve kültür donanımıyla, verilen mesajın çözümlenmesine yarayan muknî ve müessir bir üslupla mümkündür. Bu sebepledir ki, Diyanet İşleri Başkanlığı her şeyden önce din görevlilerinin kalitesini yükseltme ve kişisel olgunluğa erme yönünde katkıda bulunmalı; belli periyotlarda düzenlediği meslek içi eğitim kurslarında diksiyon ve retorik derslerine ağırlık vermelidir. Şüphesiz ki, iyi bir eğitim seviyesi, kültürlü ve bilgili olma, insanlarla sağlıklı diyaloglar kurabilme, başarılı bir hitabet tarzı, örnek davranışlar sergileme, hoşgörülü ve anlayışlı olma, ifrat ve tefrit gibi uç noktalardan uzak durma ve vazife aşkı din görevlilerinde bulunması gereken üstün meslekî erdemlerdendir. Bu erdemleri haiz bulunan din görevlileri, dinin aşırılıklardan uzak olarak orijinine uygun bir şekilde anlatılmasında, küskünlüklerin ortadan kaldırılmasında, toplumsal barış ve uzlaşmanın sağlanmasında ve fertler arasında karşılıklı anlayış birliğinin teşekkülünde önemli vazifeler üstlenebilirler.
2- Din görevlisi her şeyden önce iyi bir Müslümandır. Din konusunda toplumu aydınlatma vazifesini üstlenmiştir. Bu vazifenin gereği olarak, insanlara dünya ve âhirette nasıl mutlu olacaklarını dinin emir ve yasaklarını anlatarak öğretmeye çalışmalı. Yaratana nasıl kulluk edileceğini göstermeli. Din konusunda halka rehberlik yapmalı; sosyal mesafeyi ortadan kaldırarak daha geniş halk kitlelerini, kitle iletişim araçlarını da kullanarak, din konusunda sağlıklı bir şekilde bilgilendirmeli.

3- Din görevlisi, mesleğinin kamusal niteliğini hesaba katarak, İslâm dininin emir ve yasaklarını önce kendi öz nefsinde yaşayarak halka örnek olmalı. Halkın aynı amaçlar doğrultusunda bir araya gelmelerinde bir harç vazifesi görmelidir. Zira onun şahsında dinin hükümleri halk nazarında mücessemleşir. O, halkı sever, halka yakın olur. Halk için yaşar, halkın mutluluğuna koşar. Halkın manevi mutluluğu için çaba sarf ederken, dünya işlerinde de onların kalkınması, rahat ve saadete ulaşması için didinir.

4- Din hizmetlerinde gönüllülük esastır. Bu nedenle, din görevlisi, bütün durumlarda ve her şartta, gerek cami içi alıcı kitlenin, gerekse çevre sakinlerinin kendilerine kolayca ulaşabilecekleri kimseler olmalıdır. İnsanların her türlü problemini rahatça anlatabileceği ketum ve güvenilir bir karakter taşımalıdır. Kendisine gelen her yaş ve seviyedeki insana, mesai mefhumu gözetmeden, adeta bir psikoterapist edasıyla munis davranmalı, onlardan her türlü yardımı esirgememelidir.

5- Sosyal hizmet alanında, imkânı olan camilerimizi, tabir yerinde ise, birer halk eğitim merkezi ve sosyal tesisler gibi fonksiyonel hale getirebilirler. Bugünkü şehir hayatı içerisinde ailelerin çocuk yetiştirme, eğitim, sağlık, ev ekonomisi, psikolojik problemlerle baş edememe gibi sıkıntıları bulunmaktadır. Türkiye'de ortalama şehirlerde bu alanlarda uzmanlaşmış ehliyetli kişileri bulmak mümkündür. Cami görevlilerimiz bağlı bulundukları mülkî idare ve müftülüklerle işbirliği içerisinde bu tür faaliyetlerin organizesinde vazife alabilmelidirler. Bunun için camiler bünyesinde çalışma grupları oluşturulabilir, cami cemaatinden belirli eğitim düzeyindeki insanlardan bu alanda yararlanılabilir. Ayrıca, Kur’an kurslarında yaş mefhumu gözetilmeden kurslar düzenlenebilir, özellikle yaygın eğitimin yelpazesini daha geniş tutarak gece kurslarına ağırlık verilebilir.

Sıralamaya çalıştığımız bu hususlara dikkat edilmesi ve gereğinin yapılması halinde toplumsal barışın tesisi adına önemli mesafeler katedildiği görülecektir. Zira, millî birlik ve toplumsal asayişin yegane mayası ve manevî kalkınmanın en mühim unsuru, hiç kuşkusuz din hizmetleri ve bu hizmetleri ifa eden görevlilerdir. Özellikle teknoloji ve telekomünikasyon marifetiyle ülkemize sokulan yabancı kültürlerin, insanımızın ruh dünyalarında ve ahlâk düzenlerinde yol açabileceği muhtemel tahribatlara, hatta asimilasyonlara karşı tedbirler üretmek de din görevlisinin başat vazifelerindendir.

Sonuç itibariyle, seksen bine yakın camide hizmet veren seksen yedi bin din görevlimiz, sorumluluklarının bilincinde oldukları, üzerlerine düşen vazifeleri en iyi şekilde ifa ettikleri gün camilerden ve yapılan din hizmetlerinden toplumsal barışın tesisi adına beklenen sonuç alınacak, dolayısıyla ülke daha bir yaşanır hale gelecek, insanımız daha mutlu ve huzurlu olacaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çeşitli zaman aralıklarında gönderilen peygamberler aracılığıyla insanları Allah’ın birliğine (Tevhid’e) dâvet eden İslâm, yeryüzünde daima barış (silm) ve adâletin hâkimiyetini; birlik ve huzurun tesisini hedeflemiştir.


Yüce dinimiz, insanın insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmek, fertlerin hayatına anlam kazandırarak, toplumun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak; toplumsal barışı tesis etmesine katkıda bulunmak için insanlığın önüne bir takım îman ve ahlâk ilkeleri koymuş ve bu ilkelerle söz konusu hedeflerini gerçekleştirmiştir.

İnsanların kendileriyle, -fıtratlarında zaten var olan sosyalleşmeye yatkınlıkları sayesinde- içinde yaşadıkları toplumla ve Yüce Yaratıcı ile barış içinde yaşamalarını sağlayarak cemiyet bilincine ermiş yetkin şahsiyetlerin; yardımlaşma ve dayanışma şuuru içinde paylaşmasını bilen, engin bir hoşgörü ikliminde beslenmiş olgun Müslümanların yetişmesinde hayli mesafeler kateden dinimiz, toplum fertlerini bir vücûdun organlarına benzetmiştir. Toplumun organlarındaki herhangi bir rahatsızlığın, bütün toplumu sarsacağına, zayıflatarak o toplumun direncini kıracağına dikkat çekmiştir. Bu açıdan toplumun birlik ve dirliği için o toplumu oluşturan her ferdin bu bilinçle sorumluluk alması ve yaşadığı toplum yararına maddî-manevî katkılarda bulunması zorunludur.

Tarihin değişik evrelerinde, dinin sözünü ettiğimiz pozitif fonksiyonlarından fazlasıyla faydalanıldığı gibi bugün de, dinimizin, fertleri olgunlaştıran ve toplumu bütünleştiren vasıflarından en verimli şekilde yararlanmak ülkemizde toplumsal barışın temini adına en hayırlı ve kalıcı bir tedbir olacaktır. Bunun için de memleketimizin her seviyedeki insanının yeterli düzeyde, ama doğru ve sağlıklı biçimde İslâm dini hakkında bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Aksi halde; asgari bilgiye dahi sahip olunmaması, toplumsal barışımızı, millî birlik ve bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecek sonuçlara müncer olacaktır.

Her şeyden önce, insan ilişkilerine büyük önem veren dinimiz, bugün toplumların en çok muhtaç oldukları toplumsal barışı sağlayacak hususları en ince ayrıntısına kadar açıklayarak, ferdin gerek Yüce Allah'a ve gerekse insanlara karşı görev ve sorumluluklarını bildirmiştir. Toplumun alt yapısını oluşturan aile hayatı ile karı-kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden uluslararası ilişkilere varıncaya kadar tüm boyutlarıyla sosyal hayatın kurallarını göstermiş; en yüksek, en güzel ahlâk ilkelerini öğretmiştir. Çok basit gibi görünen fakat insanları birbirlerine yaklaştırmada, sevgi, kardeşlik ve dayanışma içerisinde yaşamaları hususunda önemli etkisi olan selâmlaşmaktan ve evlere izin alarak girme âdâbına varıncaya kadar ayrıntılara yer vermiştir. Hatta aralarında dayanışma zemini ve kalıcı bir muhabbet ortamı oluşturmaya dönük finans kurumları dahi geliştirerek toplum katmanlarına toplumsal ve idârî yükümlülükler getirmiştir. Böylece devletle millet arasında tam bir işbirliği sağlayarak sosyal hayatta mutluluk ve istikrârın serinliğini hâkim kılmıştır.1

Toplumsal barışın teminine yönelik kurulan müesseselerden en önemlisi, kuşkusuz finansal aracı olan devletle finansör fertlerin (zenginler) yükümlülüklerinden olan zekât ilkesidir. Yoksullukla mücadele ve sosyal güvenliği temin adına bir fariza olarak devlet-millet katkısıyla tesis edilen bu kurum, tarihi fonksiyonunu hakkıyla ifa etmiştir. Emek-sermaye ilişkisi ile zengin-fakir diyalogunun işletilmesini öngören ilgili Kur’an ayetleri2  para ve servetin sadece zenginler elinde dolaşan bir güç ve baskı unsuru olmasına karşı çıkarak, bunların tabana da yansıtılması ve toplumsal barış için bir denge unsuru olmasını istemektedir. Keza fıtır sadakaları, adaklar, kefâretler (ihramlı kefâreti, zihâr kefâreti, oruç kefâreti vs), kurbanlar ve vakıflar gibi toplumsal barış hizmetine dönük finansman kurumlarından sağlanan gelirler yoksul kesime yardımda ve sosyal dayanışma projelerinin hallinde büyük faydalar sağlamıştır.

Toplumsal barış ve huzurun daha sağlıklı zeminde sürdürülmesi sadedinde Yüce Peygamberimiz (as)'in tebliğinin daha iyi anlaşılması ve anlatılması günümüzde her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Çünkü din, kalplerin bir ihtiyacı olduğu kadar, yeryüzündeki bütün toplumlar için vazgeçilmez sosyolojik bir realitedir de. Barış, hoşgörü, adâlet, iyilik ve güzellik gibi yüksek insanî, toplumsal ve evrensel duyguların oluşmasında, hayatın anlamlandırılmasında dinlerin müstesna yeri ve önemi vardır. Bu bakımdan son din olan İslâmiyet ve bu dinin yüce Peygamberi, tüm insanlığa yeni yeni ufuklar açan, önünü aydınlatan bir ışık olmaya devam etmektedir. Bu İlâhî feyizden fazlasıyla faydalanmak için tüm insanlığa görev düşmektedir. İnsanlar, aradığı huzuru bulmak istiyorsa, rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'in evrensel hoşgörü anlayışını öğrenmeli ve o iklimin serinliğinde yaşamalıdırlar.

Hiç kuşkusuz, İslâm dini barış dinidir. Sevgiyi ve barışı getirmiş, ona dâvet etmiş ve toplumsal barışın gerekliliğini, bunun bir îman meselesi olduğunu; toplumda fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha kötü olduğunu tüm insanlığa ilan etmiştir.4

İslâm, tabiatındaki birleştiricilik vasfı gereği, diğer görüşlere hoşgörü ile baktığı gibi, diğer görüşlerin de İslâm'a hoşgörü ile bakmalarını bekler. Farklı görüşlerin dinî hassasiyetler gözetilerek dile getirilmesine özen gösterilmesi, toplumsal barış açısından önem arz etmektedir. İslâm'ın ortaya koyduğu prensipler sayesindedir ki Ehl-i Kitap adı verilen azınlıklar (zimmîler), İslâm coğrafyasında güven içerisinde hayatlarını sürdürmüşler ve dinlerini hiçbir engellemeyle karşı karşıya kalmadan rahat bir şekilde yaşamışlardır.

Yüce Peygamberimizin, engin hoşgörü ikliminde söylediklerine kulak vermemiz halinde, mensubu bulunduğumuz dinin toplumsal barış adına ne prensipler getirdiğini anlamakta zorluk çekmeyiz. O kutlu Peygamber (as) şöyle buyuruyorlar: “Müslümanın, kardeşini hor görmesi ona kötülük olarak yeter.”5
“Müslüman kardeşine tebessüm etmende senin için sadaka ecri vardır.”6
“Şu üç şey kimde bulunursa Allah onun hesabını kolay kılar ve onu cennete koyar: Sana vermeyene ver. Sana gelmeyene git ve kötülük yapanı affet.”7
“Kim dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını kıyâmet günü örter.”8  

İşte, anlattığımız bütün bu hakikatlerin dillendirilmesi ve zihinlere nakşedilmesi konusunda, toplumsal barışın gerçek aktörleri konumundaki din görevlilerine büyük vazifeler düşmektedir.

Beş vakit namaz, Cuma namazı, bayram namazı ve teravih namazı vb. dinî içerikli etkinlikler amacıyla camilere gelen milyonlarca insan aynı hissiyatı, aynı heyecanları yaşamakta ve tek gaye etrafında kenetlenmektedir. Ancak camilerin uzlaştırıcı ve toplumsal dayanışmayı sağlayıcı işlevini en iyi şekilde gerçekleştirmesi, oralarda vazife yapan imam-hatiplerimizin özel gayretleriyle mümkün olabilecektir. Bu bakımdan camilerimizi din görevlilerimizden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir.

Anayasa'da ifadesini bulduğu üzere9  bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek halkımızı din konusunda aydınlatan Diyanet İşleri Başkanlığı açısından büyük bir faaliyet alanı bulunmaktadır. Binlerce camide vazife yapan binlerce din görevlisi, halkın dinî konularda aydınlatılması, yanlış dinî anlayışların ortadan kaldırılması, birlik ve beraberliğin pekiştirilmesi ve toplumsal dayanışmanın temellerinin atılması açısından bir fırsat olarak göze çarpmaktadır. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığının bu ağır sorumluluğun üstesinden gelebilmesi bir açıdan da din görevlileriyle doğrudan ilgili bulunmaktadır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 22 Kasım 2012 23:39

MELEK İNANCIMIZ

Allâh’a îman eden her mükellefin inanmak zorunda olduğu esaslardan birisi de, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin sahası dışındaki fizik ötesi varlıklar olan meleklerin varlığını ve onlar hakkındaki ismet, emânet ve ilâhî emirlere itâatlerinin vücubiyetini, bunun aksinin ise muhal olduğunu bilmektir.


Melek inancı, pozitivist1  ve determinist2  anlayışlara karşı varlığın sadece maddî ve görünen nesnelerden ibaret olmadığını ortaya koyup manevî ve ruhanî âlemlerin mevcudiyetini ispat ettiği için bütün dînlerde olduğu gibi İslâm’da da önem taşımaktadır.3  Allâh’ın rızasına uygun, dürüst ve ahlâklı bir hayat sürmeye kendini adamış olan mü’min, kâinatta bu idealleri temsil eden ve en üst mertebede yaşayan görünmez varlıkların bulunmasından manevî destek alır ve aynı seviyeye ulaşmak için çaba sarf eder.4  Çeşitli boyutlarıyla Rabbanî kuvvetin hârikalarını öğrenmesiyse, onu Allâh bilgisinde (mârifetullâh) ilerletir. Celâl ve azametine yaraşan bir şekilde Rabb’ini yüceltir, tesbih eder. O’na hakkıyla kulluk eder, rızasını ve cennetini kazanır.5  İslâm inanç sisteminin önemli bir cüz'ü olmasından ötürü meleklere îman konusunun, Kur’ân6  ve hadîste7  çok fazla yer aldığını görmekteyiz. Kur’ân’ın 80 küsur yerinde meleklerden bahsettiğinden onları inkâr, Allâh’ın kitabını da yalanlamak anlamına geleceği için sahibini küfre sürükler.8


Allâh’a îmandan sonra meleklere îman’ın zikredilmesi, îmanı lisandan gönle intikal ettirmeyi sağlamak içindir. 

İnsan meleklere îman ettiği takdirde gerçekten kendini tanımış olur. İnsan maddenin ötesinde kendisinin bir tarafının olduğunu bilebilmesi için meleklere, yani madde ötesindeki varlıklara îman etmesi lazımdır. Kur’ân’ın değişik yerlerinde Allâh’ın (cc) “Bana inanın” dedikten sonra, “Meleklere inanın” demesi şu anlama gelir: Kendinize geliniz, siz madde ötesisiniz. Madde ötesindeki yanınızın en büyük delili de meleklerdir. Siz o meleklerin varlığına inandığınız zaman, kendi iç dünyanızdaki rûha inanmış oluyorsunuz. Rûhunuza inandığınız zaman, kendinize inanmış oluyorsunuz ve dolayısıyla Allâh’a karşı sağlıklı bir îmana sahip oluyorsunuz.9 

Meleklerin varlığına îman, peygamberlere îmanın olmazsa olmaz şartıdır. Çünkü melekler, âlem-i lâhut (rûhlar âlemi, gayb âlemi, ruhsal evren10)  ile âlem-i şühûd (gözle görülen varlık âlemi) arasındaki köprüdür. Allâh -insan ilişkisi melekler aracılığı ile sağlanır. Evreni kudret elinde tutan Yüce Allâh’ın emre âmâde askerleri melekler, O’nun Hallâk (sürekli ve çokça yaratan) olmasının gereğidir. Dolayısı ile meleklere îman, tevhîdin de bir cüz'üdür.

Meleklere îman ile Allâh’a îman arasında ‘gaybîlik’ bakımından benzerlik vardır. Allâh’a inanan ve bu inancı uğruna yola koyulan kimsenin, Allâh’ın kendisini gaybî güçler ve ordularıyla destekleyeceğini bilmesi (Enfâl/10), gaybe îman etmenin getirdiği bir ödüldür. İşte bu gaybî güçlerin başında melekler gelir.  Bunun içindir ki melek her çeşit güzelliğin öbür adıdır.11 

Meleklerin Özellikleri

Birçok dîn mensupları, meleklerin varlığı konusunda ittifak etmişlerse de, nasıl bir varlık oldukları, yani mahiyet ve özellikleri hususunda değişik görüşler ortaya atmışlardır.12 

Biz Müslümanlara göre, evrenin görünmeyen ruhsal boyutunda (soyut evrende) yaşayan melekler,13  nûrdan (ruhsal ışık, saf ışın) yaratılmış,14  değişik şekillere girebilen şerefli, latîf/şeffâf, dört boyutlu sisteme tâbi olmayan madde ötesi varlıklardır. Şeffâf (özgül ağırlığı olmayan, yoğunluksuz) maddeden yaratıldıkları için, normal şartlar altında tâbiî olarak insanlar tarafından görülmezler. Başka bir ifadeyle, onların görülmeyişi nûranî, rûhanî mahiyetleri ve onları görmek için aranan şartların bizde olmayışı sebebiyledir.15  Maddî gözler melekleri ancak enerjilerini cisim düzeyine indirgediklerinde algılayabilirler. Onları yaratıldıkları şekilde görmek ve seslerini işitmek, kendileriyle doğrudan iletişimde bulunan peygamberlerden başkası için mümkün değildir.16  Onların görülemeyişi yok olduklarının delili olamaz. Biz mikropları, aklımızı, rûhumuzu, kırmızı bakır telden geçen cereyanı, mıknatısın çekim gücünü ve efil efil saçlarımızı okşayan havayı da göremiyoruz. Fakat bunları inkâr etmiyoruz. Varlıklarından tereddüt göstermiyoruz. Varlıkların cisim bölümünde yer alan melekler, kesif (yoğunluklu) cisimler olan insanlar gibi görünebilen nevinden değillerdir. Cisim olmaları nedeniyle, onların da kendilerine özgü kalıpları, yani maddî bünyeleri vardır. Ancak biz onların nitelik ve niceliklerini bilemediğimizden, mahiyetlerini en iyi Allâh bilir. Biz ise Allâh’ın bize bildirdiği kadarını biliriz.

Sırf hayır ve iyilik için var edilmiş olan melekler, Allâh’ın yardımcıları değil, O’nun itâatkâr askerleri, ateş olup atışa hazır orduları (Mülk/5), hizmetçileri ve kudretinin icrâcıları durumundadırlar. Rabbimiz, kudretini yaratılışın sınırlarını oluşturan arşla, arşı da onu taşıyan büyük meleklerle sembolleştirdi. Melekler, kâinata serpiştirilmiş tabiat kanunlarıdır (Mülk/17). Onlardan bazısı, doğa yasaları şeklindeki ilâhî emirleri madde zerrelerine taşır. Bazı türleri çekim veya itme gücü gibi doğa yasalarını cansız maddelere ulaştırır. Bulutlar bir türün, yağmur bir başkasının, kar bir diğerinin, Güneş ışığının taşınması bir diğerinin temsil alanını oluşturur. Bu türden meleklerin en büyüğü, tabiat olaylarının düzenlenmesinde görevlendirilen Mikâil’dir (as). Yüce Yaratıcı, el-Bâtın isminin gereği olarak kâinata hükmeden sınırsız kudretini meleklerle gizlemiş, melekler O’nun ‘kudretleri gibi’ algılanmıştır (Meryem/17). Azrâil (as) Rabbine şöyle demiş: “Rûhların alınması görevim nedeniyle kulların benden şikâyet edip bana küsecekler”. Şu cevabı almış: “Seninle kullarımın arasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım; tâ ki onlara şikâyet etsinler ve sana küsmesinler”17  Anlaşılıyor ki el-Bâtın olan Allâh (cc), sınırsız kudretini kendi yarattığı tabiat (hastalıklar, fırtınalar, mevsimler) ve ‘ruhsal yasaların’ geçerli olduğu (rüzgârın esmesinden güneşin dönmesine kadar kâinatın her noktasını kuşatan) melekût perdesi ardına gizlemiştir. Azrâil (as) rûhları alan kudret değil, Yaratıcısı tarafından rûhları almakla -alır gibi görünerek ezelî kudreti perdelemekle- görevlendirilen melektir.18 

Melekler, bütün varlıklardan önce yaratıldıkları (Bakara/30) gibi, hepsinden sonra yok olacaklardır.19 

Melekler, Hıristiyanların dediği gibi, büyük şerefli insanların bedeninden ayrılan rûhlar değillerdir. Onlar da Allâh’ın kulları olup, ne ortakları ne de kızlarıdırlar.20  

Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüştürüldüğü günümüzde nûrdan (Rabbimizin esmâ ve sıfatlarıyla beslenen ruhsal   enerjiden) yaratılan meleklerin değişik şekil ve maddî sûretlere bürünmeleri (temessül), sonra da tekrar aslî şekillerine dönüp gözden kaybolmaları garip karşılanmamalıdır.21  Melekler, nûrdan yaratılmaları itibariyle nûrun özelliklerine sahiptirler. Melekler şeffaf varlıklar oldukları için yer kaplamazlar. Onlar ışık gibidirler. Güneş ışınları dünyaya yansır ama yer kaplaması söz konusu değildir. Göründükleri mekânlarla izledikleri olayların mekânları ilgisiz olup, ruhsal soyutluktaki varlıklar olarak dünyanın her yerinde aynı anda bulunabilirler.

Melekler, iyi anlamları güzel koku, kötü anlamları çirkin koku olarak algılar. Nitekim Peygamber (as) şöyle buyurular: “İnsan yalan söylediği zaman meydana gelen manevî kokudan melekler kendisinden bir mil uzaklaşırlar.”22  

Melekler akıl sahibidirler. Bu sebeple ibâdetle mükelleftirler. Mukarrebûn adı verilen melekler, durmadan Cenâbı Hakk’ı tesbih ve tehlil (Lâilâhe İllellâh demek) ile meşgul olurlar.

“Melekler, Rabb’lerini hamd ile tesbih ve yerdeki (mü’min)ler için istiğfâr   ederler.” (Şûrâ/5).

“Halbuki biz, seni hamd ile takdis ederiz.”  (Bakara/ 30)

Melekler şuurlu olmakla birlikte, insan gibi irâdeli varlıklar değillerdir. Çünkü onların kaderi insan gibi seçmek değil, itaat etmektir. Bu yüzden melekler için ödül ve cezâ yoktur.23 Kezâ, bulundukları dereceden başka bir dereceye yükselmeleri de mümkün değildir. Akıl sahibi olmalarına rağmen onlarda düşünme kabiliyeti de yoktur.24 

Meleklerde nefis yoktur. Erkeklik ve dişilik,25  yemek ve içmek, uyumak, vb. gibi insana mahsus biyolojik eylem ve nitelikler onlarda bulunmaz. Bu niteliklerden uzak oldukları için de Allâh’a isyân etmezler. Ne ile emrolunmuşlarsa onunla meşgul olurlar (Tahrîm/6).

Melekler son derece kuvvetli varlıklardır. Nasıl ki, gözle görülme özelliği bulunmayan elektrik kuvveti o kadar saydamlığıyla en büyük cisimleri fevkâlede bir sûretle infilak ettirir hâle gelebiliyor. Meleklere de bundan daha fazla bir özellik verilmiştir. Böyle olmakla beraber melekleri yüksek enerji molekülleri olarak tanımlamak için hiçbir sebep yoktur. Zira bu, görünen âlemin (âlem-i meşhûd) kavramıyla görünmeyen âlemi (âlem-i lâhût) tanımlamak olur.

Melekler son derece sür’atli varlıklardır. Varlık itibâriyle maddesel eyleme tâbi olmayan, fevkalâde sür’at ve kudrete haiz varlıklardır. Dört boyut ve sistem dışında madde ötesi varlıklar olmaları sebebiyledir ki, onlar için zaman mefhumu söz konusu değildir ve farklı bir kudrete sahiptirler.26  Bugün ışık hızının saniyede 300.000 km. olduğunu, yoğun cisimlerden olan gök cisimlerinin bile büyük bir hızla, hem de rakamlara gelmeyen bir hızla deverân ettiğini, ses hızının da aynen akıllara durgunluk veren hızda olduğunu biliyor ve bunu inkâr etmiyoruz. Aynen bunun gibi melekler, anlaşılması zor bir sür’atle, Allâh’ın dilediği çok kısa zamanda bütün yerleri ve gökleri, onun da ötesini dolaşırlar (Meâric/4).


Melekler, Cenâbı Hakk’ın kudretinin icrâcıları oldukları, bu kudreti diğer boyutlara yansıtma göreviyle yükümlü oldukları için, zamanın bütün dilimlerinin arasına tecellî etme hassalarına sahiptirler. Bu, fevkalâde önemli bir keyfiyettir. Çünkü zamanın o minicik aralıklarına meleklerin müdâhele edebilmesi demek, kudret-i İlâhî’nin her ân, evrenin her yerinde İlâhî murada uygun olarak tecellî edebilmesi sırrını bize gösterir.27 Zaman engeli tanımayan melekler, mekânla da sınırlı değillerdir. Maddî noktalardan tezâhür eder gibi görünse de, madde aracılığı ile transfer edilmediği için, etki alanları çok uzakları kapsayacak biçimdedir. 

Yukarıdaki ifadeler, Azrâil’in (as) can alırken bir ânda ayrı ayrı yerlerde bulunan insanları nasıl ölüme mahkûm ettiği sorusunu cevaplar niteliktedir.

Evet, melekler o kadar sür’atli varlıklardır ki, röntgen ışını nasıl vücuttaki yarayı, hasta bir noktayı tesbit eder; melek ondan da net ve nüfuzludur. Kaldı ki, can alan ve rûhları kabzeden, gerçekte Yüce Allâh’tır (cc). O’nun meleklerin aracılığına ve sebepliliğine hiçbir şekilde ihtiyacı yoktur. Çünkü melekleri yaratan ve onlara o gücü veren O’dur. Ve biliyoruz ki O’nun kıyâm binefsihi sıfatı olup, yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. Aksine her şey O’na muhtaçtır. O’nun hikmeti, kullarına kendi gücünü ve engin bir hiyerarşik yapı içindeki sınırsız hâkimiyetini, hayatlarında ülfet peyda ettikleri biçimde ve düşünce dünyalarının alışkın olduğu bir şekilde göstermek istemiştir.28  Azrâil’e gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezâretçi olduğu gibi, rûhların kabzedilmesi işinde de o bir nezâretçidir. Ayrıca rûhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil yapsın, her rûhu kabzedilecek zât, vâdesi dolunca O’na yönelir ve rûhu kabzedilir.29  

Aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir göndermeç düğmesine dokunulduğu ân, hepsinde bir sinyal -ve olursa- mors alfabesinden bazı harfler duyulmaya başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni (ihtiyaçsız) bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlukât, vâde ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri rûhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şalteri veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerle ötedeki cihazlarla oynayabilir de, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz bir kısım noksanlıklardan beri olan Zât, bir ânda, canlı makinelerden ibaret olan insan rûhuyla münasebet kurmasın!. 30 Meleklerin Kanatları

Kur’ân’da, meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlı olduğundan bahsedilmektedir.

“Gökleri, yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı (olmak üzere) elçiler yapan Allâh’a hamd olsun” (Fâtır/1).
Kanatın nitelik ve niceliğini Allâh bilir. Bu sayılar çokluktan kinâyedir. İllâ da dörtten fazla değildir, denilemez. Nitekim Allâh Resûlü (as), Cebrâil’i, ilki vahyin başladığı sıralarda Hira dağında, diğeri de Mi’raç Gecesi olmak üzere iki defa 600 kanadıyla, aslî suretinde görmüştür (Tekvîr/23).31 

Meleklerin kanadı kuş ve uçakların kanatları gibi değildir. Mahiyetini ancak Allâh Teâlâ bilir. Meleklerin kanatlarının fazlalığı, onların sür’at ve güç bakımından derecelerini, Allâh katındaki değerlerini gösterir. Bu itibarla onlar, kısa zamanda uzun mesafeleri katederler. Ağır ve zor olan işleri başarırlar.32  Bir saniyede gökten yıldırımlar indiren Allâh’a, onlara bu özelliği vermek zor değildir.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort