JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 24 Haziran 2012 01:49

İNSANIN KADERİ, SEÇMEKTİR

Evrende yaratılan her varlığın, kendine has bir kaderi vardır. İnsanın kaderi, akıl sahibi, hür ve sorumlu bir varlık olarak yaratılmasıdır. İnsanın iyilik ve kötülük işleyebilecek yetenekte yaratılması da onun kaderidir. İnsanın gayesi Allâh tarafından belirlenmesine rağmen bu hedefin gerçekleştirilmesini Allâh insana bırakmıştır. İnsan, aklı ve tecrübesi sayesinde bu amacı gerçekleştirecek imkâna sahiptir. İnsan Allâh tarafından akıl, özgürlük ve sorumluluk nitelikleri ile yaratılmış, ancak o, Allâh tarafından âdeta bir makine (veya biyonik bir robot) gibi kurulmamıştır. (Ya da sadece Allâh’ın yazdıklarını yapabilen bir figüran, bir oyuncu da değildir).1  

Allâh'ın önceden belirlemesi, irâde konusu olmayan, insanın özgür ve sorumlu olmadığı alanlarda söz konusudur. Sorumlu olduğu alanlarda ise kaderi insan çizmektedir ve Allâh o alana müdâhele etmemektedir. Sorumlu olması yönüyle diğer varlıklardan ayrılan insanın sorumluluğu oranında özgürlüğünün olması, sınırları Allâh tarafından çizilmiş alanda, insanın kendi kaderini kendinin belirlediği ortaya çıkmaktadır. Yani Allâh insanın fiillerini takdir edip yaratırken, kulun kendi irâdesiyle yapacağı tercihleri esas alır. Sorumluluktan kurtulmak için kaderi bahâne edip onu ileri sürmek, bu yüzden bir değer taşımaz. Hâlbuki insanın irâde ve sorumluluğunun kapsamına giren her şeyde Allâh'ın takdiri, insanın aklını ve irâdesini kullanmasıyla gerçekleşir.2

İnsan kendi kaderini belirlerken Allâh ona yol gösterip yardımcı olmak için peygamber ve kitap göndermektedir. Yani insanın özgür irâdesi olduğu için Allâh insana teklifte bulunmaktadır. Buna göre insanın kaderi, iyiliği ve kötülüğü yapacak şekilde yaratılmış olmasıdır. Davranışlarını kendisinin belirleyip tayin etmesidir.3  

İrâde, insanı insan yapan şeydir. Taşın irâdesizliği nasıl ki onun kaderinin statik oluşunun nedeni ise, insanın irâdeli olması da onun kaderinin dinamik oluşunun nedenidir.


Aynen bunun gibi itâat da meleklerin kaderidir. Melekler şuurlu varlıklar olmakla birlikte irâdeli ve seçebilen varlıklar değillerdir. Muti’ (bir nevi otomat) varlıklar olup yalnızca verilen emirlere motamod itâatla yükümlüdürler.


Fakat insanın kaderi itâat değildir. Eğer itâat insanın kaderi olsaydı insan, kaderinden kaçamaz, istese de istemese de yerler ve gökler gibi itâat etmek zorunda kalırdı. Kaldı ki o, Allâh’a itâat da isyân da edebilmektedir. O hâlde insanın kaderi, kendisine lütfedilen irâdesiyle seçme hürriyetidir. Yani Allâh’ın takdiri, hepimizi kudretiyle hidâyete erdirmek biçiminde değil de, seçme hakkını bize vermek, bize irâde hürriyeti tanımak biçiminde gerçekleşmiştir.

Elbette Allâh insanoğluna seçim ve irâdeyi değil de, zoraki / cebrî îmanı kader olarak yazabilirdi. O zaman bu kaderin dışında kalmaya hiçbir fert güç yetiremezdi ve herkes ister istemez Müslüman olurdu. Tıpkı melekler, yeryüzü, gökyüzü ve yıldızlar gibi. Ama îmanı değil, seçim ve irâdeyi insanın kaderi olarak yazdı. Artık insan kaderiyle baş başadır, yani hür ve özgür seçimiyle...4

“De ki hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” (Kehf/29)

“Kim dilerse Rabbine giden bir yol tutabilir.” (Müzzemmil/19)

Buna göre şöyle demek de mümkündür: İnsanı mahlukâtın en şereflisi yapan şey kaderdeki ayrıcalığıdır. Kâinatta cebir hâkimdir. Cebrî kader, kâinatta irâdesi olmayan varlıklar için geçerlidir. Güneş, ay, toprak, yıldız, taş vs. Yani tüm yaratıkların kaderi alternatifsiz Allâh’a boyun eğmek iken; yalnız insan irâde ile ödüllendirilmiştir. İnsanı mahlukât içerisinden çıkarıp Allâh’a halîfe eden de işte bu irâde olduğu gibi, İslâm’ın en son dîn oluşu da insan hürriyetini kemâle erdiren özelliğinden dolayıdır.

Önce yerlere, göklere ve dağlara teklif edilip de onların kabul etmekten kaçındıkları emânet anlamına gelen irâdeyi 5  insan yüklenmekten kaçınmamıştır. Tabiî, irâdeyi kabul etmekle sorumluluk yüklenmiştir. Yani insan, elleri kolları bağlı denize atıldıktan sonra kendisine "sakın suda ıslanma" denilen mecbur rolünde değildir. İrâde hürriyeti, teklifin de olmazsa olmaz şartıdır. Allâh’ın yarattığı ve kaderini seçme olarak tesbit ettiği insanın neyi seçeceğini ezelî ve kuşatıcı ilmiyle bilmesi, onun seçme hürriyetine getirilen bir kısıtlama ya da müdâhale olarak görülemez.6


Allâh ezelî (zaman üstü, öncesiz) ve ebedî (kuşatıcı) olan ilmi ile fert fert, grup grup her insanın bu irâdesini nasıl ve nerede kullanacağını tam ve eksiksiz bilir. Allâh (cc), bütün iyiliklerin ve zıtlarının yaratıcısıdır; ama insanlara kötülük tavsiye etmez, fenalık emretmez. Onlar bunu kendileri tercih ederler. Zira İslâm’da kader, cebr-i mütehakkim değil, ilm-i mütekaddimdir. Yani kader, hükmedici bir zorlama değil; Allâh’ın, ilim sıfatı ile her şeyi önceden, vasıflarına göre bilmesidir. Diyelim ki, bir öğretmen öğrencisinin kapasitesini çok iyi bildiği için, onun, tuttuğu test sonucu % 70-80 oranında başarılı olacağını önceden biliyor. Öğretmenin bu bilişi, nasıl ki öğrencisinin o oranı almasına etki etmiyorsa, Allâh’ın vasfî (teorik) bilgisi de öyle... 7


1-Ahmet Akbulut, Allahın Takdiri Kulun Tedbiri - Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar, s. 130. Parantez içi ifadeler bize aittir.
2-age., s. 130
3-age., s. 130.
4-İslamoğlu, İman Risalesi., s. 192
5-Yapınca insanın mükâfatlanacağı, terkedince cezâlanacağı teklifler anlamına olunca, emânete bir anlamda irâde de denilebilir. Bak.
6-Kurtubî, El-Câmiu’l-Ahkâm, c. 14, s. 258; Elmalılı Tefsiri.(sad.), c. 6, s. 3934
7-Bak. İslamoğlu, age., s. 204
8-Tabiatıyla bu oran, mutlak ve küllî ilim sahibi olan Allâh’da  (cc) % 100’dür.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 18 Haziran 2012 00:16

FATURAYI KADERE ÇIKARTANLAR / KADERCİLER

İnsanın hayatı boyunca yapacağı eylem ve davranışların Allâh tarafından ezelde tâyin ve tespit edilmiş olduğunu ve vakti gelince bunların gerçekleşeceği gerekçesiyle, şer fiillerinin meydana gelmesinde, insanların irâde ve ihtiyârlarının kendilerine ait olmadığını iddia eden sapık akımlardan Cebriye (İndeterminizm) ve Kaderiye (Fatalizm), toplumumuzu kaderci bir anlayışa sürüklemiştir. Bireysel ve toplumsal bazda başa gelen her olumsuzluk “kader” olarak algılanmış, sonuçta da ilgisiz, tepkisiz, eleştirisiz, vurdumduymaz, teşebbüs rûhu dumûra uğramış ve sorumluluk duygusu olmayan bir toplum yapısı oluşmuştur. Allâh’a zulüm isnâdıyla aynı anlama gelen “alın yazısı”, “başa gelen çekilir” anlayışı, bireysel refleksleri pörsümüş, direnci kaybolmuş kaderci bir toplum olmamıza yol açmıştır. Oysa Allâh’ın takdirinin ne şekilde olduğu, bizim o işi işleyip bitirmemizden önce bizim tarafımızdan bilinmesi mümkün değildir. Bize düşen, kadere inanmaktır; onu delil olarak kullanmak değildir.

Bu bakımdan insanın kendi irâde ve sorumluluk sahasına giren eylem ve tasarruflarını ve bu eylem ve tasarruflar sonucunda başına gelenleri “takdir-i ilâhî” diyerek Allâh’a mal etmesi, Allâh’a iftiradan başka bir şey değildir. Bunun tersine, meydana gelen her şeyi Allâh’tan bağımsız bir değerlendirmeye tâbi tutarak, meselenin yalnızca zâhirî sebeplerine bakmak ve Allâh’ın yaratıcılık fonksiyonunu dışarıda bırakmaya çalışmak da doğru değildir. Bu da dîne aykırı bir bakış açısını yansıtır. Bunlardan biri, Yaratıcı’nın yaratıcılığını devre dışı göstermeye çalışırken, diğeri de kulun seçimini ifâde eden irâde-i cüz’iyeyi devre dışı saymaktadır. Hâlbuki insanın irâde ve sorumluluğunun kapsamına giren her şeyde Allâh’ın takdiri, insanın aklını ve irâdesini kullanmasıyla gerçekleşir.

Birçok toplumsal sapmalara şahit olduğumuz cemiyetimizde mâneviyât öksüzü çağdaş kadercilere; “kaderde ibâdet yapmamak varmış” diyenlere, adlî cinâyet işleyip “ne yapalım kaderde bu da varmış” diye mâzeret ileri sürerek kendini savunan zayıf irâdeli insanlara sıkça rastlarız. Bunlar, kendi pısırıklıklarını, kendi meskenetlerini, kendi tepkisizliklerini ve kendi şerlerini detayını bilmedikleri kadere fatura etmeye çalışan ve kaderciliği sorumluluktan kaçmanın, çâresiz bir oldu-bitti yapmanın meşruiyet vasıtası olarak seçenlerdir. Bu yüzden, “Min delâili’l-aczi el-ihâletü ale’l-kader” sözü tevekkeli söylenmemiştir. Yani “Her şeyi kadere havâle ederek mâzeret ileri sürmek ve her şeyde kaderi suçlamak, âcizlikten başka bir şey değildir.”1 Bunun içindir ki, kendi arzu ve bilinçli tercihimizle yapmış olduğumuz bir işi, bizce ne yolda olduğu belli olmayan ezelî takdire ve teferruatını bilemediğimiz ilahî irâdeye bağlamak uygun değildir.2  Böylesi yanılgı içinde olanları Hz. Mevlânâ (ö.1273) şu sözlerle ikaz eder: “Yiğidim, kadere az bahâne bul. Nasıl oluyor da suçunu başkasına yükletiyorsun? Zeyd kana girsin, cezasını Amr çeksin bu olur mu? Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor. Neye çalıştın da faydasını ya da zararını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin?”3 Gene mazeret üreten yaklaşımlara karşı çıkan Mevlânâ, geçmişe takılıp kalmanın, “eğer”, “keşke” gibi sözlerin arkasına sığınmanın doğru olmayacağına şu sözleriyle vurgu yapar: “Takdir haktır, ama kulun çalışması da haktır. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma.”4

Kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakıvermek, herhangi bir işin sebebine yapışmamak, sebeplere sarılmayı tevekküle mâni saymak da câiz değildir. Allâh (cc), kendi icraatlarını sebeplerin arkasında saklı tutmuş; her şeyi bir takım sebeplere bağlamıştır. Her insanın rızkını takdir etmiş fakat o rızkın ele geçmesi için birtakım sebepler yaratmıştır. O sebeplere başvurmazsak mukadder olan rızk gelmez. İlahî âdet/sünetullâh bu yönde cereyan etmektedir.5 İnsan, elindekinin tümünü tüketinceye kadar rızk onu arayıp duracaktır.6  Ele geçmesi için de sebeplere tevessül şarttır.”

“Kader ne ise öyle olur” deyip yan gelip yatmak câiz değildir. İlginçtir ki, kadercilerin birçoğu dîn meselelerini kadere havâle eder, dünyevî meseleleri ise kadere bırakmazlar. Namaz kılmadıklarını “kaderde yokmuş” diye gerekçelendirirler, “madem öyle, boşuna çalışıp yorulma, nasıl olsa rızkın hazırlanmıştır” denildiğinde de kabule yanaşmazlar.

Kimileri de iyilikleri kendisine mal eder, fenalıklara gelince “kaderde varmış, ne yapayım?” der durur. Başta Yahudiler olmak üzere tüm müşriklerin ileri sürebileceği bir mâzeret vardır ki, o da: Şirk ve küfürlerini Allâh’ın takdirine fatura etme sapkınlığıdır.7

Allâh’a iftira etmenin dikalâsı olan bu mantık, geriden bakınca îman ediyor göründüğü kaderi aslında inkâr etmekte Allâh’ın “dileme”sini “rızâ”sına delil göstererek sorumluluktan kaçarken de detayını bilmediği ilahî irâdeyi tenkid edip sorgulamaktadır.

“Şirk koşanlar dediler ki: Allâh dileseydi ne biz ne atalarımız O’ndan başka bir şeye tapmazdık.” (Nahl/35).

“Şirk koşanlar diyecekler ki: ‘Eğer Allâh dileseydi ne biz ne de babalarımız şirk koşmazdık.” (En’âm/148).

Allâh (cc) bu mantığa, insanın serbest bırakıldığına işaretle, şöyle cevap veriyor:

“De ki üstün delil Allâh’ındır. Allâh dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” (En’âm/149). Ama dilemedi; akıl ve irâde vererek tercihlerinizde sizi serbest bıraktı.

Hz. Ömer’in (ra) karşısına hırsızın biri getirildiğinde onun niçin hırsızlık yaptığını sorar. Hırsız, “Allâh böyle takdir etti / Allâh’ın kaderi ile çaldım.” deyince, Hz. Ömer:

“Siz de buna otuz kamçı vurun, Allah’ın kaderi ve kazası ile de elini kesin.” diye emreder. Sebebi sorulunca da şöyle cevap verir:

“Hırsızlık yaptığı için eli kesilir, Allâh’a iftira ettiği için de kamçı vurulur.”8  

İleriki devirlerde de işi kadere havâle edip faturayı Allâh’a çıkartmak isteyenlerin, ne kazandıkları zaferlerle öğünmeye, ne ilim ve sanatlarıyla iftihar etmeye, ne de hiçbir kimseyi yerip kötülemeye hakları vardır. Çünkü onlar kaderi insan irâdesini soyutlayan mutlak cebir (cebr-i mütehakkim) mânâsında anlamaktadırlar. Sonuçta “kul zâhirde muhtâr, hakikatte mecbûr ve muzdardır” (cebr-i hafî, ortalama cebir)9 görüşünü benimseyenler de aynı hatanın kurbanı olmuşlardır.10  Oysa Allâh Resûlü (as), “Cenâbı Hak kime hayır ve şer neyi müyesser kılmış ise o, kolaylıkla ve seve seve onu işler.”11 buyurduktan sonra “Kim (malından) verir ve (Allâh’ın azabından) sakınırsa, en güzeli tasdik ederse, Biz de onu en kolaya hazırlarız. Kim de cimrilik edip (malından) vermezse, kendisini zengin sayıp, en güzel olanı da yalanlarsa, Biz de onu en zor olana yöneltiriz.” (Leyl/5-10) ayetlerini okumuştur.

Hadîsin metninde geçen “teysîr”, insanın bir işi seve seve yapması, “cebir” ise, insanın istemeyerek sürüklenmesi demektir. Bu sebeple bu hadîs insandan irâde hürriyetini soyutlayan Cebriyeci’lere vurulan bir şamar niteliğindedir.

Muhammed İkbal, bu noktada söylenenleri, şu sözleriyle özetlemektedir: “Zayıf bir Müslüman, Allâh’ın kazâ ve kaderini kendi sorumlulukları içinde vesile edinir. Güçlü bir Müslüman ise Allâh’ın reddedilemez kazâsı ve başa çıkılamaz kaderi olduğuna inanır.”12

------------------------------------------------
1-Osman el-Uryânî, Kasîde-i Nûniye Şerhi (Hayru'l-Kalâid Şerhu Cevâhiri'l-Akâid),s. 34
2-Bak. Elmalılı Tefsiri. (sad.), c. 3, s. 478
3-Mevlânâ, Mesnevî (ter. Şerif Can), c. 6, s. 363.
4-Takdir: Kulun isteği / rızâsı doğrultusunda eylemlerinin Allâh tarafından yaratılmasıdır. Ayıca bak. age., ay; c. 3, 1905. beyit.
5-Er-Râğıb el-İsfehânî, El-Müfredât fî Ğarîbu’l-Kur’ân, s. 531; “Rızkta Sünnetullâh / Rızk Kanunu” için bak. Abdulkerim Zeydan, Rabbani Gelenek (trc. Nizamettin Saltan), ilgili bölüm, EKEV Yay.
6- Eş-Şeyh Muhammed Abdurrahman Sahavî, Mekâsidü'l-Hasene, s. 191; El-Beyhakî, Şuabu'l-Îman, c. 2, s. 71, Ha. 1191.
İncil’de Hz. İsâ ile şeytan arasında şöyle bir diyalogdan söz edilir:  Bir gün şeytan Hz. İsâ’ya gelir ve “Sen, Allah’ın takdir ettiğinden başkasının sana isâbet etmeyeceğinden bahsediyorsun. Öyleyse şu dağa çık ve kendini aşağı at! Kurtulmak takdir edilmişse kurtulursun.” der. İsâ (as) da “Ey mel’ûn! Allâh kullarını imtihan edebilir de kulların Allâh’ı imtihan etmeye hakları yoktur.” karşılığını verir (Matta/4: 7).
8-Kârî, Fıkhu’l-Ekber, s. 69; Seyyid Sâbık, El-Akâidü’l-İslâmiyye, s. 98
9-Ortalama cebir (cebr-i mutavassıt): “Allâh, kulun hareketlerinde değil de irâdesinde zorlama yapar.” iddiasını dillendirenlerin kullandıkları terim.
10-DİA, c. 22, s. 383
11-Kâmil Miras Tecrid-i Sarih Terc., c. 4, Ha.: 666.
12-Yusuf el-Kardavî, Çağdaş Meselelere Fetvalar (Ter. Veysel Bulut), c. 1, s. 219

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 12 Haziran 2012 19:58

İRÂDE VE MEŞÎET KAVRAMLARI

Allâh insanların Müslüman olmasını ister (irâde eder); ama kimseyi buna zorlamaz. Yani bu konuda irâdesi vardır, ama meşîeti yoktur. Yoksa herkes, zorunlu olarak Müslüman olurdu (Ra'd/31; Nahl/93). Buradan hareketle “irâde” ve “meşîet” kavramlarının arasındaki ince nüansa vurgu yapmak gerekmektedir. Her ne kadar Ehl-i Sünnet bu ikisi arasında fark gözetmemişse de1  bu farkın dikkate alınması kaçınılmazdır. Zira birçok âyet bu yüzden yanlış yorumlanmış, sonuçta bundan doğan yanlış anlayış, insanları kaderciliğe sürüklemiştir.

“İrâde”, bir şeyi istemek; “Meşîet”, isteyip yapmak demektir. Allâh için kullanılırsa, zorunluluk arz etmesi bakımından, isteyip var etmesi (etkin dilemesi) anlamına gelir2. Çünkü meşîetin taalluk ettiği bir şeye kudret de taalluk eder. Varlık olarak Allâh’ın kudretinin taalluk ettiği bir şeye meşîeti de taalluk etmiştir (Bakara/20). Çünkü O’nun  kudreti ve meşîeti olmadan hiçbir şey olmaz. Meşîet, evrendeki her şeyi kapsar. Dolayısıyla bir şey Allâh'ın meşîeti varsa olur, yoksa olmaz.3  İrâde, sadece isteme anlamında olduğu için gerçekleşmeyebilir: “Allâh sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar (kötü arzuların esiri olanlar) ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (Nisâ/27). Allâh'ın emri meşîete dönüşebilir. Bu da “kün/ol!” emriyle gerçekleşir: “Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı “ol!” demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yâsîn/82)4.  

Konumuzu ilgilendiren birçok âyette “meşîet” kelimesinin türevleri kullanılmıştır. Âyetlerde geçen fiillerinse (iki özneyi görür konumdaki “şâe” ve “yeşâe”  fiilleri) bir kısmında fâil, mevsul ismi (ilgi zamiri) “min” olup o da insanın kendisini ifâde eder5, bir kısmında yalnızca 'Allâh' lafzıdır6  diğer bir kısmında ise her ikisidir7.  Ne var ki meâl ve tefsirler geleneksel biçimde, Arap dili kurallarına ve Kur'ân bütünlüğüne (insanın hür irâdesi vurgusu) aykırı olarak, “yeşâe= ister” fiilinin fâili olan “o” zamirinin 'Allâh' lafzını gösterdiğine vurgu yapmışlardır. Oysaki zamir, yanı başında bulunan “men” = kim'i gösterir. Uzağı göstermesi için karine (ipucu) gerekir. Burada böyle bir karine bulunmamaktadır. Buna göre ilgili âyetlerin manâsı “…. Bundan sonra Allâh dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir…”  olmalıdır9.

Eğer insanlar, ezelde takdir edildiği için günahları mecburen işleselerdi, her şeyi sonsuz hikmetle yaratan yüce Yaratıcının insanlara peygamber göndermesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması tümüyle anlamsız olurdu. Allâh (cc) abesle uğraşmaktan münezzehtir10.

İslâmî dünya görüşü, her türlü taşkınlığın reddedildiği bir dünya görüşüdür. Bu yüzdendir ki, insanın hürriyetini yok saymak (cebr-i mutlak) kadar, insanın mutlak hür (tefvîz-i mutlak) olduğunu iddia etmek de kabul görmemiş bir anlayıştır. Buna göre, “insanın muhtâr sûretinde mecbûr ve muzdar” olduğu iddiasıyla şeklî bir irâdeyi savunan ve sorumluluk ilkesini aklî tabandan yoksun kılan ortalama cebir11  anlayışı ne kadar isâbetsizse, aşırı irâdeciliği (tefvîz-i mutlak) savunan Mutezile görüşü de o nispette yanlıştır. Çünkü Allâh`ın irâdesi, kulun irâdesinde hür ve serbest kalması yönünde tecellî ettiğine göre, kul kendisine bahşedilen hür irâdesiyle iyi ya da kötü olanı kesb eder, işler. Bir nevi kendi kaderine yön verir12.

Mâturidî’lere göre, insanın kaderi bir yandan kendi elindedir, kendi irâde ve gücüne bağlıdır, diğer yandan Allâh’a aittir. Ama insan, kaderini bazı alanlarda tâyin yetkisine sahiptir. Bu alanlar da yine Allâh’ın ilmi dışında değildir.

Tamamı olmasa bile, genelde Eş’arî’ler daha irâdeci bir yaklaşımla insanın kaderini Allâh’ın irâde ve kudreti içinde değerlendirip insana kaderini tâyinde daha az yetki tanırlar. Onlar için önemli olan, önce Allâh’ın irâdesidir, sonra insanın irâdesi gelir13.  Bunun için insan, hürriyetini kötüye kullandığında yalnız Allâh hakkına tecavüz etmiş olmaz, aynı zamanda kendi şahsında insan hakkını da çiğnemiştir. Bu nedenledir ki, İslâm hukukunda ferdin hürriyeti, toplumun hürriyetini tehdit etmeyecek biçimde tanzim edilmiştir14.

Mâturidî’lerin düşünce sisteminde insan, hem kâsib (fiiline vasıf kazandıran) hem de fâil durumunda olup irâde-i külliye15  ile çevrili bir irâde-i cüz’iyeye sahiptir ve fiilin meydana gelmesine tesir eden bu cüz’î irâdeye tam anlamı ile sahiptir. Ancak, insanın cüz’î irâdesi (Eş’arîler’in savunduklarının aksine) Allâh’ın yarattığı bir şey değil; itibarî bir varlığa sahip insanî bir eğilim hissi olup16  insanın, diğer bilinç yetenekleri gibi ortaya koyduğu bir şeydir17.  Bu irâde insanın hem yücelmesine hem alçalmasına vesile olabilecek kabiliyet olarak bize verilmiştir.

Ehl-i Sünnet, bir fiile iki kudretin etki edebileceği prensibini kabul etmiştir. Kudretlerden biri olan Allâh (kudret-i ihtirâ’), fiilin (yok iken var ederek) aslını yaratmakta; diğeri olan insan (kudret-i iktisâb) ise, söz konusu fiilin vasfını (hayır veya şer olmasını, lehine ve aleyhine olanını) yapmaktadır18.  Şöyle ki, insan kendisinde mevcut olan küllî (potansiyel) irâdesi ile birçok şeyi yapabilme imkânına sahiptir. Bu işlerden birisini yapmaya karar verdiği zaman kudreti cüz’îleşir, yani cüz’î irâdesi o işe yönelir. İşte insanın seçime tâbi (ihtiyârî) fiillerindeki tesiri, kendisinde mevcut olan küllî irâdeyi cüz’î kılmaktan; başka bir ifâde ile yapacağı işe yönelmekten ibârettir. İnsan kesin kararını verip hür irâdesiyle o işe yönelince, Allâh mutlak kudreti ile o fiili yaratır. İşte insanın seçmesi, teşebbüsü ve karar vermesi (azm-i musammem), Allâh’ın da o fiili yaratması “iki kudretin bir araya gelmesi” olarak ifâde edilmiştir. Böylece insan yapan (kâsib), Allâh da Yaratan (Hâlık / mâhiyet veren) olur (Saffât/96)19. İnsan, yaratma söz konusu olmaksızın kendi fiillerine kendi gücüyle etkide bulunabilmektedir. Zira bir fiile iki gücün etki etmesi mümkündür. Nasıl ki bilgi sahibi olması Allâh'ın bilgisine zarar vermiyorsa, insanın belli bir güce sahip olması da O'nun gücüne zarar vermez. Zira bu gücü insana Allâh onun kendi arzu ve irâdesiyle vermiştir.

Bu durumda fiili işlemeye kesin karar veren, insanın kendisi olur. İşte bu noktada insan cüz’î irâdesini bizzat kendisi ortaya koyup bir işi özgürce ve kesinlikle yapmaya karar verdiği ân, Allâh da o işi insan için yaratmış olur20.  Bu durumda Allâh’ın yaratıcılık vasfı korunduğu gibi, insan da hür irâdesi ile bir işe karar verip onu yapmış olur. Yaptığı bu işin sonucuna da katlanır21.  

Atlamadan şu bilgiyi de verelim; fiillerini yapma gücü (istitâat) fiilden önce değil fiil ânında (fiilin oluşumu esnasında) kullara verilmiştir22.  Fiil için gerekli olan güç önceden insanda bulunmuş olsa, fiilini yapmadan önce kudretli kılınmış olacağı için, insan Allâh`a ihtiyaç hissetmeden istediği ânda fiilini yaratabilecektir; halbuki insan Allâh'tan bağımsız bir varlık değildir (Muhammed/38)23.  Gücün fiile önceliği kadar, ortada herhangi bir kudret yok iken de fiilin meydana gelmesi, insanın Allâh'tan bağımsız hareket etmesi anlamını doğurur. Bu ise, fiillerin zorunlu olacağı (cebir) sonucunu beraberinde getirir24.  

Kul cüz’î irâdesiyle bir fiile teşebbüs etmedikçe Cenâbı Hakk’ın o fiili yaratmayacağı gerçeğini şu temsille açıklamaya çalışalım:

Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsânların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşi ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farz ediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermânıyla sizi üst katlardaki ziyâfet yerlerine dâvet ve teşvik, alt katına inmekten ise menettiğini kabul ediniz. Siz misafirhânenin (Cenâbı Hakk`ın küllî irâdesi hükmündeki) asansörüne bindiğinizde, istediğiniz katın (kendi küllî irâdeniz mesabesindeki) düğmelerinden birine basabilirsiniz. Siz hangi düğmeye dokunur (irâdenizi cüz’îleştirir, bir tür irâde beyânında bulunur)sanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yani asansör, sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait (alternatif) düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifâde ettikten sonra, nefsinize uyarak “bir de bodrum katının düğmesine basayım” deseniz ve o kata inseniz, karşılaştığınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız25.


Bu örnekteki Cenâbı Hakk’ın mutlak ve ilâhî irâdesini temsil eden asansör, bizim arzu ve kararımıza tâbi kılınmıştır. Hayrı seçtiğimizde Allâh (cc) küllî irâdesiyle hayrı, şerri seçip kötülüklere dâvetiye çıkardığımızda ise şer ve kötülükleri yaratmaktadır. Fakat Rabb’imiz irâdemizi hayra yönelttiğimizde kerem ve lütfuyla hayır yaratıyor, şerri tercih ettiğimizde hikmet ve adâletiyle şerri yaratıyor.



-----

1-Bkz. Sâbunî, el-Bidâye fî Usuliddîn, s. 72;el-Beycurî, Şerhu Cevheretü't-Tevhîd, s. 65; Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s. 31.
2-Bak. Er-Râğıb, Müfredât, شىء ve صوب maddeleri; Ebû'l-Bekâ, el-Külliyât, s. 75, 130; Kârî, age., s. 31-32, 84.
3-Ebû Dâvud, Edeb: 110.
4-Geniş bilgi için bak. Abdulaziz Bayındır, Kur'ân Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, s. 114-121. İbn Hümâm’ın bu konudaki aynı değerlendirmeleri için bak. Kârî, age., s. 85.
5-Meselâ: Kehf/29; Ra'd/27; İbrahim/4; Şurâ/13.
6-Meselâ: Nisâ/48; Tekvîr/27-29.
7-Meselâ: Zümer/52.
8-Bak. İbrâhim/4; Ra'd/27.
9-Bak. İslamoğlu, Gerekçeli Meâl-Tefsir, 2:27, not 5; 10:25, not 9; 13:27, not 9.
10-Kırkıncı, Kader Nedir, s. 38
11-Cebr-i mutavassıt (ortalama cebir): “Allâh, kulun hareketlerinde değil de irâdesinde zorlama yapar” iddiasını dillendirenlerin (Eş'âriler) kullandıkları terim.
12-Bak. Elmalılı Tefsiri (sad.), c. 8, s. 296.
13-Şerafeddin Gölcük, İslâm Akaidi, s. 223
14-Bak. İslamoğlu, Kader Risalesi, s. 216-217
15-Yani kullanılmaya hazır olan, ancak henüz kullanılmayan 'potansiyel irâde; başka bir ifadeyle insanın fiilen kullanmadığı, dolayısıyla sorumlu tutulmadığı irâde / eğilim' demektir. Bunu, Allâh için söz konusu olan ve ‘mümkinât’ın varlığına ve yokluğuna, olmasına veya olmamasına karar vermesi anlamındaki karşı konulamaz olan irâde-i külliye (mutlak ve nihaî irâde, meşîet-i ilâhiyye) ile karıştırmamak lazımdır. Burada kastedilen, dediğimiz gibi, insanın kendi irâdesini / tercihini mümkün olan herhangi bir fiil yönünde kullanabilme potansiyelidir. İnsanın maddî ve manevî nitelikleri nasıl yaratılmışsa, küllî irâde de öyle yaratılmıştır.
16-Eş’ârî’lerin aksine, Mâturidî’lerin cüz’î irâdenin yaratılmadığını ileri sürmeleri, herhâlde insana sorumluluk yükleyebilme ve onun iradesini kullanmadaki serbestiyetini vurgulama endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü onlara göre, irâde-i cüz’iyenin de Allâh tarafından yaratıldığının kabul edilmesi durumunda, ortada işlediği fiilden dolayı kulun sorumluluğunu gerektirecek hiçbir şey kalmayacaktır. Bu da, bütün fiillerin sorumluluk doğurmayan zorunlu / ızdırarî fiiller sınıfına girmesini, dolayısıyla cebri gerektirecektir. Bak. Mevlüt Özler, İslam Düşüncesinde Tevhîd, s. 223
17- İrâde-i cüz'iyye, zamânî olmayarak ve bölünmez bir ân içinde insanda birdenbire meydana gelen keyfiyettir. Buna "hâl" adı verilir. "İtibârî" hükmünde olup bilfiil mevcut değildir. Bu yönden hâlıka muhtaç olmaz ve "halk" fiili ona taalluk etmez. Bak. El-Bûtî, İslâm Akâidi (ter.), s. 161-62. İnsanın cüz’î irâdesinin yaratılmamış olması, “Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır.” (Zümer/62) âyetine ters düşmez. Çünkü cüz’î irâde “şey” (hâriçte vücudu olan obje) kavramına dâhil edilmemektedir. Zira “şey”, Arapça’da hâriçte varlığı bulunan nesnelere verilen isimdir. Sağ-sol, büyük-küçük gibi bilfiil mevcut olmayan itibarî kavramlar ve geometrideki farazî çizgiler de böyledir. Cüz’î irâde de böyle bir kavram olup dış dünyada sürekli mevcut olmadığı için yaratılmış da değildir. İnsanın fiili dilemesi, onu işlemeye yönelmesi ve karar vermesi yaratılmamıştır. O hâlde, insanın cüz’î irâdesinin yaratılmamış olması söz konusu âyete ters düşmemektedir. Bak. Yazıcıoğlu, age., s. 47; Şunu da ilâve edelim ki, mevcut olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir; ama bütün bunlar da Allâh tarafından bilinir. Yani ilmî planda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irâde ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi söz konusu olsaydı, yani irâdemiz de diğer zorunlu olarak ve bize sorulmadan yaratılan organlarımız gibi haricî vücud noktasında var olmuş olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi ve sorumluluktan söz edilemezdi. Gülen, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, s. 21-23; Söz konusu âyet ve benzerlerinin yorumu için bak. DİA, c.13, s. 63
18-Bak. DİA, c. 4, s. 532. Başka bir ifâde ile Allâh bir şeye mâhiyetini, insan da varlığını vermiş oluyor. Bu varlık verme de (beraberinde beşerî sorumluluğu getiren) kesb olarak adlandırılmaktadır. Bak. Kârî, age., s. 82; M.Sait Yazıcıoğlu, İslam Düşüncesinin Tarihsel Gelişimi, s. 265.
19-Bak. M.Sait Yazıcıoğlu, İslâm Dini Esasları, s. 46; Özler, age., s. 220 vd.
20-Maturidî, Kitabu't-Tevhîd, (tahk. Fethullah Huleyf), s. 226, 239. Unutmamak gerekir ki Allâh, tercih edilen bu işi yaratmaya mecbur değildir. Çünkü O’na hiçbir sûrette mecburiyet yüklenemez. Şu kadar var ki, insana fiilinde bir hürriyet alanı vermek için, âdeti gereği, insanın istediği fiili yaratarak ona yardım etmekte, böylece fiillerinde hür ve bağımsız olarak davranmasına yol açmaktadır.
21-Maturidi, age., s. 46; DİA, c. 8, s. 430
22-Allâh her yeni fiil için insanda yeni bir güç yaratmaktadır. İnsan bu her an yenilenen yaratılmış kudretle fiillerini meydana getirmektedir. Bak. Şerafeddin Gölcük, Kelam Açısından İnsan ve Fiilleri, s. 137-38; Pezdevî (ö.493/1099) bu durumu şu gerekçeyle açıklar: "Zira kudretin bekası yoktur, devam etmez. Çünkü arazdır. Arazlar ise devam etmez (fiilin işlenmesi ile yok olur). İstitâat fiilin kuvvetidir ve fiilin kuvveti hissedilmez. Hissedilmeyen şeyin vücudu ancak eseriyle bilinir. Onun eseri fiildir, istitâat ancak fiille bilinir. Ebu'l-Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi (ter. Şe-rafeddin Gölcük), s.165, 174.
23-DİA, c. 10, s. 140; Ayrıca bak. M.Sait Yazıcıoğlu, İslam Düşüncesinin Tarihsel Gelişimi, s. 245.
24-M.Sait Yazıcıoğlu, age., ay.
25-Kırkıncı, age., s. 41. (Parantez içi ifadeler bize aittir.)

Pazar, 25 Aralık 2011 03:02

İSLÂM'IN ŞARTLARI BEŞ MİDİR ?

İslâm’ın bölünmezliği konusunun bir uzantısı da “İslâm’ın şartı beştir”  tarzındaki yerleşik yanılgı (galat-ı meşhur)dır.(1)

Biliyoruz ki, İslâm, Resûlullah’ın (as) Allah’tan getirdiği tüm emirlere sarılıp tüm yasaklardan kaçınmaktır. Kısaca, inandığını, inandığı gibi yaşamaktır. İman ise özetle; Allah Resûlü’nün vahiy yoluyla getirdiği irili ufaklı bütün haberlerin doğruluğuna tereddütsüz inanmaktır.

Her nedense öteden beri, inanılması gerekenlerle yaşanılması gerekenler, hayat dolu dinamik bir süreç olmaktan çıkartılarak standart sayısal ve zihinsel bir sürece indirgenmiş, sanki onlar dışında yaşanacak, onlar dışında imana konu olacak başka şeyler yokmuş gibi bir izlenim veril-mektedir. İmanın şartı altıdır, İslâm’ın şartı beştir, otuz iki farz, elli dört farz... vs. Daha da vahimi, bu ibadetlerin bir veya bir kaçını yapanların, yasaklardan kaçmasa bile, cenneti garanti edeceği öne sürülerek bu ibâdetlerin hedeflediği asıl sosyal ve siyasî aktivite göz ardı edilmiştir.

Yanlış bir zihniyetin ürünü olan bu üslup, şu tarz sakıncaları beraberinde getirmektedir:

İslâm’ın şartı beş... Birisi de namaz... Peki, namaz İslâm’ın şartı da örtünmek, (2)  açık saçık, sere serpe gezmemek İslâm’ın şartı değil midir? Hacca gitmek İslâm’ın şartı da haksız kazanç elde etmemek İslâm insanı olmanın şartı değil midir? Zekât vermek İslâm’ın şartı da faizle iştigal etmemek İslâm’ın şartı değil midir? Miras taksiminde İslâm’ın hükmüne teslim olmak, İslâm Hukuku’nu icrâ etmek, çalıp çırpmamak, cihâd,(3) sosyal ve ahlâkî bir kurum olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker müessesesini çalıştırmak... Bütün bunlar İslâm’ın, Müslüman olmanın şartı ya da gereği değil midir?

İslâm’ın ahlâkî, ekonomik, sosyal, siyasal ve askerî yapıyı hedefleyen birçok boyutu vardır. İslâm’ı sadece bahsi geçen beş şeye hasredersek Hristiyanlıktan ne farkı kalır? Hristiyanlık sosyal ve siyasal aktivitesi, bağlayıcılık özelliği ve yaptırım gücü (müeyyideleri) olmayan uhrevî ve ahlâkî bir dindir. Hristiyanlıkta ne İsâ Sezar’a ne de Sezar İsâ’ya müdahale etmez.(4) Yani “Mutlak Varlık”a karşı bir Sezar’ın varlığı söz konusudur.

Ebedî olarak yürürlükte olmak için gönderi-len İslâm şeriatı, uygulama sahasında dünya-âhiret ayırımı yapmadığı gibi, yürürlük sahasının sadece özel ilişkiler veya kapsama alanı daha da daral-tılarak itikad-ibâdet ve ahlâkla sınırlandırılmasını asla kabul etmez.(5)

Fıkıh kitaplarına baktığımız zaman, İslâm şeriatının muamelâttan (insanlar arası ilişkiler), muhakemâttan (yargı), cihâd’dan, mirastan, münakehâttan (evlenme-boşanma) bahsettiğini görürüz. Dahası, hadis kitapları da böyle fıkıh/ hukuk bahislerini içeren bâb ve başlıklar hâlinde derlenerek İslâm’ın, ibâdetler yanında alışverişten, sözleşmelerden, siyâsetten (idâre, savaş ve dev-letlerarası hukuk) söz eden, sosyal ve ahlâkî boyutu bulunan ve daha birçok süreçleri hedefleyen dinamik ve evrensel bir din olduğu ortaya konulmuştur.

Sayıların sultasına kurban edilerek halk arasında adına "İslâm’ın şartları" denilen şeyler, teklife muhatap olan kişinin Müslümanlığının yüce alâmetleri (şe’air-i İslâm) ve göstergeleri(6) olup      İslâm’ın, kalpte gizli bir mâna durumundaki imana alâmet olan kurucu unsurları/rükûnlarıdır, tümü değil. İskelet/karkas hâlindeki bir yapıya “İşte bu, evdir.” diyemeyeceğimiz gibi, bu beş temel unsura bakıp “İşte İslâm budur.” da diyemeyiz.

Allah Resûlü (as) farklı konu ve konumlara göre farklı üsluplara başvurduğu için, zaman zaman,  tümü parça ile îzah etmeyi yeğlemiştir. Birçok defalar kendisine yöneltilen sorular sebebiyle,             İslâmiyet’i tanımlamış, fakat çoğu kimse (mecâz ve istiâre üslubuyla) yapılan tanımlarda O’nun neyi kasdettiğini anlayamamıştır. Sebebi de Efendimiz’in, (as) belli bir konunun önemini vurgulamak maksadıyla indirgeyici bir üslup kullanıp bütünü parça ile (“küll”ü, “cüz” ile) açıklayarak ahvâle göre söz söylemiş olmasıdır. “Hac, Arafat’tır.”(7) buyurması gibi. Cevabın muhtelif (farklı) oluşu, ahvâlin (durumun) muhtelif oluşu sebebiyledir.(8) Şu hadis buna bir örnektir: Soruldu ki, ‘Hangi amel daha efdaldir?’. Allah Resûlü (as)şöyle buyurdu:

-Allah ve Resûlüne iman, sonra Allah yolunda cihâd, sonra hac-ı mebrûrdur.(9)

Hadiste, ‘İslâm`la insan arasındaki engelleri kaldırma mücadelesi’ demek olan cihâd’ın farz-ı kifâye olmasıyla birlikte, farz-ı ayn ve İslâm’ın temel rükunlarından olan hac ibâdetinden önce anılması, İslâm’ın evvelinde cihâdın ve düşmanla muharebenin lüzumu sebebiyledir. Bu da sosyal yanı ağır basan farz-ı kifâyenin, yerine göre farz-ı ayndan efdal olabileceğinin özlü bir anlatımıdır. Çünkü cihâd, ümmet üzerindeki umumî belâyı savarak aynî ibâdetlerin yapılabilmesine elverişli bir zemin hazırladığı için ibâdetin bir uzantısıdır ve aynen bir ibâdettir. Cihâd olmasa kimse hac ve benzeri ibâdetleri yapamaz hâle gelir. Hiç kimse günah ve isyândan kurtulamaz.(10)   

Değişik rivâyetlerde İslâm’ın sekiz sehim (yapıldığı zaman kurtuluşa vesile olan amel) olduğu ifade edilirken; cihâd ve emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’in de zikredilmesi, (11) kimi rivâyette   İslâm’ın sehimleri üç olarak sadece namaz, oruç ve zekâtın anılması,(12)  kimi rivâyetlerde de “Üç şey imanın aslındandır.” denilerek Lâilâhe illellâh, cihâd ve kadere imanın öne çıkarılması,(13)  bazen de selâm ve it’âm-ı taâm (fakirlere yedirmek) olarak zikredilmesi,(14)  bir yerde de “Resûlullah’ı sevmeden iman edilmiş olunmayacağı”(15) rivâyeti, anlatmaya çalıştığımız hususun birer örnekleridirler. Kısacası bu konudaki değişik versiyonlar, bağlamı ve mâna bütünlüğü bilinmek şartıyla, yan yana getirilmeli ve ona göre bir yargıya varmalıdır. Öyle görülüyor ki, meşhur “İslâm şu beş ana ilke üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullâh’ı ziyaret etmek ve Ramazan’da oruç tutmak.”(16)  hadisinin neyi anlatmak istediğini gâliba iyi anlayamamışız. Böylece “İslâm’ın şartı beştir.” sözü dilimizde bir tür galat-ı meşhur olarak yer edip kalmış. Oysa bu tarz bir anlatım, şahısların durum ve psikolojik tavırları da dikkate alınarak dini vecibelere sıkı bir teşvik için tercih edilmiştir. Yoksa şart diye sayılan şeyler, şart değil, İslâm’ın (diğer dinlerden farkını yansıtan) yüce alâmetleri ve vazgeçilmez temel ilkeleridir. Çünkü bunlar metodolojik anlamda şart(17)olsaydı (şart olmadan meşrut/hüküm de olmayacağı için) kişinin bunlarsız Müslüman sayılmaması gerekirdi.

Cibrîl Hadisi(18) olarak bilinen rivâyette  Cebrâil’in (as) “İslâm nedir?” sorusu, İslâm’ın mâhiyetini değil, alâmet ve rükûnlarının ne olduğunu, ana muhtevasını belirtmek için sorulmuş bir soruydu. Dikkat edilirse Resûlullah’ın sıraladığı bu beş esas ve şiarın beşi de farz-ı ayn olan ibâdetlerdir. İslâm ise bu “beş”ten ibaret değildir. Bütün, kendisini oluşturan erkândan başkadır. Temel demek, mutlak anlamda bütün demek olmadığı gibi, bütünün mahiyeti kapsamında da değildir.

Şimdi; “Şu ev dört temel direk üzerine duruyor. Yani orta yerde temel direkler ile bu direkler üzerinde yükselen bina var” denildiği zaman, bu sözü “ortada sadece temel direkler var” biçiminde yorumlamak ne denli yanlış ise; hadiste sözü edilen beş temel ilkenin İslâmiyet’in tümü olduğunu zannetmek de o oranda yanlıştır. Çünkü Kur’ân’da bu beş ana ilke dışında daha birçok şeyden söz edilmektedir. Zaten Allah’ın şeriatı demek; insan hayatını düzenlemek üzere Allah’ın koyduğu ilkelerin tümü demektir. Bu tarz küllî anlatım, inanç ilkelerini, rejim ve yönetime şekil veren ilkeleri, ahlâk ilkelerini, davranış ilkelerini, eğitim ve bilim ilkelerini tümü ile ifade eder.(19)

Meşhur Cibrîl Hadisi’nin sonunda Allah Resûlü, (as) “O, size dininizi öğretmek için geldi.” derken mecazî (mecâzü’l-hazf) bir üslup kullanıyordu. Yani, dininizin bir kısım temel meselelerini, sembollerini (meâlime diniküm) öğretmeğe memur olarak geldi.

Özetle söylemek gerekirse din, insan hayatının bütün alanlarına doğrudan nüfuz eder ve yönetir. Dolayısıyla, insan hayatının her kesimine ilişkin olarak İslâm’ın mutlak bir sözü, bağımsız bir hükmü vardır. İşte bu hükümlerin toplamı, İslâm’ın rükunları/ana direkleri üzerinde yükselen İslâm binasını meydana getirir.(20)

Bu bağlamda şunu da ilâve edelim ki, İslâm Şeriatı’nın asıl karakteri, hayatın yüce ve ilâhî boyutu ile ümmetin sosyal, ekonomik ve siyasal boyutlarını her zaman sıkı bir şekilde bütünleştirmiş olmasıdır. Namaz farizası ile hayatın bir gereği ve yardım severliğin en soylu biçimi olan zekât farizasının birbirine bağlı olarak “seksen iki” yerde anlatımı bu bütünleşmeyi, yani insanın Allah’la olan ilişkisinin ümmetle ve diğer insanlarla olan ilişkisinden asla ayrı ve kopuk olmadığını(21) yalın bir şekil-de gözler önüne sermektedir.
Daha başlangıçta imanla ameli birleştirerek şeriat hâlini alması, İslâm dinine tamamıyla siyasî içerik kazandırmıştır. Bu yüzden, bu yüce dininin hükümleri Hristiyanlık gibi soyut gizemlerden, metafizik ve ahlâkî hükümlerden ibaret kalmamış, geniş ölçüde toplumsal hükümler hâlini almıştır.(22) Bütün bu ifadeler, hayatın bütün yönlerini kapsayan İslâm şeriatına tüm üniteleriyle dinamik bir bütün ve küllî bir fonksiyon olarak inanmanın kaçınılmaz olduğunu anlatmaya kâfidir sanırım.

Çarşamba, 04 Haziran 2014 12:17

ZÜHD, FARZI AYNDIR

“Nefsânî arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân; 3)

Zühdün kelime manası; isteksizlik, rağbetsizlik, aza kanaattır. Terim olarak; dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak manalarına gelir. Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır, şeklinde de tarif edilir.

“Zühd sahibi olanlara zâhid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır.” (Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, 252)

Allah (cc) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi Müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, Müslümanın dikkat etmesi gereken husus; dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman meşru sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.

Zühd üç kısma ayrılır:

a- Haramları terk etmek: Zühdün, bu türünün bütün Müslümanlarda bulunması gerekir. Herkes için farzdır.

b- Helâllerden, gerekli olmayanları terk etmek: Bu kullukta ileri derecelere ulaşanlarda bulunur.

c- Allah’la meşgul olmayı engelleyen her şeyi terk etmek: Bu da, “ârif” denilen, Allah’ı tam bilip ona itaat eden kullara ait olan zühddür. (Süleyman Uludağ, a.g.e., 256)

Yukarıda İmam Kuşeyrî’nin  (ra) risalesinde buyurduğu üzere zühd, Allah için terk etmenin adıdır. Yani bir mü’min Rabbi’nden başka hiçbir şeye rağbet etmemelidir. Kalbini dünya ile alâkalı her şeyden çevirmelidir. Burada şuna dikkat etmemiz gerekir ki bu hâl, mü’minin dünya nimetlerinin tamamını terk etmesi manasında anlaşılmamalıdır. Cenâbı Hakk’ın nazar ettiği mekân kalbimizdir. Orada Kendi razı olduğu şeylerden başkasının sevgisini koymamızdan hoşnut olmaz. Bundan dolayıdır ki, bizi haktan uzaklaştıracak her şeyden yüz çevirmek zühdün kendisidir.  

Bu manada Resûlullah Efendimiz (Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm); “Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir musibete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle onun devamına rağbet göstermendir.” buyuruyorlar. [Tirmizi, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100)]

Yani yanlışa düşerim, gönlüme Allah sevgisinden başka şeyler girer düşüncesiyle her türlü dünyalığı terk edip insanlardan dahi uzak yaşamak zühd sayılsa da aslında kolaycılık olarak algılanmalıdır. Çünkü olmayan bir şeyin gönlümüze girme ihtimali zaten yoktur. Fakat Rabbimiz tarafından bize sunulan dünya nimetlerini hem kullanıp hem de gönlümüzde yer etmemesi için gayret etmek ve bunda da azami başarılı olmak yakınlığın artmasına daha fazla vesile olur kanaatindeyiz.  

Büyüklerimizden Ubaydullah Ahrâr (ks) için nakledilen bir menkıbede uzak diyarlardan gelen bir âlim zât hazreti ziyarete gelir. Yanında da çok kıymet verdiği bir kitabı vardır. Hazretle dergahta otururlarken, buyururlar ki “Çıkıp biraz dışarda dolaşalım. Dışarı çıkarken misafir kitabını da yanında götürmeye çalışır. Fakat kitabın burada emniyette olacağını buyurarak odada bıraktırırlar. Yolda giderken misafir zatın aklı sürekli kitabındadır. Arazide gezerken uçsuz bucaksız araziler görürler. Misafir arazilerin kime ait olduğunu sorar. Şeyhe ait olduğunu duyunca içi karışır. “Bir evliyanın bu kadar malı olur mu?” diye içinden sorar. Hazret buyururlar ki;

“Bu kadar arazimiz var fakat bugüne kadar bir zerresi bile gönlümüzde yer bulamadı. Senin bir kitabın odada kaldı. Gönlün hep onunla meşgul oldu.”

İşte Nakşibendi yolunda ve özellikle Hâcegân ekolünde zahidliğin esası budur. Yani hem halkla birlikte yaşayacak, onların irşadıyla meşgul olacak hem de gönlünde kendisini Hak’tan gaflete düşürecek her türlü dünya menfaatinden uzak duracak. Dünya malından elinde az veya çok ne olursa olsun sadece Hak adına alıp vereceği ve kullanacağı için onun takvasına ve zahidliğine halel gelmeyecektir.

Aksini düşünecek olursak; yani dünyadan tamamen el etek çekip, az yiyip, az uyumakla zahidliğin bugün için mü’minlerin ihtiyacına cevap veremeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü bugün gerçekten gönlünde Allah’tan (cc) başka hiç bir şeyin kalmaması için gayret eden bir salik zaten her şeyine dikkat etmek zorundadır. Haramların ve şüphelilerin çok fazla olduğu bir ortamda halkın en orta yerinde bile olsa harama veya mekruhata bulaşırım korkusuyla az yemek ve içmek zorundadır. Hakk’a karşı kulluğunu ifa etmek ve helalinden ailesine bir rızık temin etmek için yapacağı çaba, zaman olarak o kadar çoktur ki; zaten uyumaya fırsat bulamayacaktır. Misal olarak asgari ücret kazanmak için sabahtan akşama kadar çalışıp evine ancak kuru bir ekmek getirebilen bir Hâcegân saliki akşam da Hakk’ın zikredildiği hatme, tevhid ve sohbet halkalarında bulunmak ve gönlünü Hakk’a rabt etmek için didinirken acaba ne zaman uyuyacaktır, sizler takdir ediniz. İşte bu cepheden baktığımızda günümüzün zahidliği İslam’ı hakiki manada yaşamak isteyen mü’minler için artık doğal olmuştur. Buna zengin mü’minleri de örnek verebiliriz. Elinde her türlü imkân varken adeta bir fakir gibi yaşamaya çalışan ve her türlü haram ve şüpheliden kaçınan bir zengin zaten günümüzün zühdünü yaşamış olmuyor mu?

Amr ibni Avf el-Ensârî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav), Ebû Ubeyde İbnü’l-Cerrâh’ı (ra) cizye tahsili için Bahreyn’e gönderdi. Ebû Ubeyde, cizye olarak topladığı mal ile Bahreyn’den geldi. Ensar, Ebû Ubeyde’nin geldiğini duyup, sabah namazını Resûlullah (sav) ile kılmak üzere geldiler. Resûlullah (sav) namazı kılıp gitmeye kalkınca, ensar önüne durdular. Resûlullah (sav) onları bu vaziyette görünce gülümsedi ve,

–Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den malla geldiğini duyduğunuzu zannediyorum, dedi. Ensar,
–Evet, yâ Resûlallah! diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
–Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümid ediniz. Allah’a yemin ederim ki sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum, buyurdular. (Buhârî, Rikak 7; Müslim, Zühd 6)

Bu hadisi şerif çerçevesinden baktığımızda Efendimiz’in korkusu, dünya nimetlerinin elde edilmemesi değil, dünyaya meyledip, yaradılış gayesini unutmaktır. Yoksa Efendimiz (sav); “Sakın bu mallara dokunmayın. Bunlardan yararlanmayın.” buyurmuyorlar. “Bunlarla meşgul olup Hak’la irtibatı koparmak, asıl tehlikeli olan budur.” buyuruyorlar.

Başka bir hadisi şerifte Câbir’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) bir gün pazar yerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Resûlullah, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı. Onun kulağından tutarak,

–Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister, buyurdu. Ashâb,
–Daha az para ile de olsa biz almayız, onu ne yapalım ki, dediler. Sonra Resûl-i Ekrem,
–Size bedava verilse ister misiniz, diye sordu. Onlar:
–Allah’a yemin ederiz ki, o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah,
–Allah’a yemin ederim ki, Allah’a göre dünya, önünüzdeki şu ölü oğlaktan daha değersizdir, buyurdu. (Müslim, Zühd;2)

İşte bizlerin de dünyaya bakışı bu cepheden olursa zühde ulaşmamız mümkün olur. Çünkü Mahbûb-i hakiki Cenâbı Hak’tır. Her şeyi O’nun sevgisine muvafık olup olmaması ile karşılaştırmalıyız. Mademki dünya ve dünyaya bulaşmış ne varsa hepsine Rabbimiz (cc) Hazretleri rahmet nazarıyla bakmamışlar. Bizler de elimizde ne varsa -bu zahirde de olabilir, batında da olabilir- ona aynı cepheden bakmalıyız.

İmam Gazali (ks) Hazretleri “İhya-i Ulûmu’d-Din” adlı muhteşem eserinin zühd bahsinde buyuruyorlar ki; zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır:

Birinci alâmet; mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir. “(Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah’ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez.” (Hadîd/23) Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek. Bu mal/variyet hakkındaki zühdün alâmetidir.

İkinci alâmet; kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Bu ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir.

Üçüncü alâmet; Allah’a olan ünsiyet olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir; ya dünya veya Allah sevgisi... Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim Allah’a ünsiyet vermişse, ancak Allah ile meşgul olur, O’ndan başkasıyla meşgul olmaz.

Yani kısaca salikin insanlarla ilişkisi, mahlûkatla ilişkisi ve Hak ile ilişkisi aidiyetiyle alâkalı olmalıdır. Yani her şeyiyle Hakk’a ait olduğunun ve Hak’la kaim olduğunun bilincinde olarak hareket etmelidir. Şartlar içerisinde zâhidliği en güzel şekilde yaşayabilmek önemlidir. Yani zühde ve takvaya ulaşarak bizi kemâlata ulaştıracak hal ve durum nasıl kazanılacaksa amellerimiz ve bu amellerimizi gerçekleştirdiğimiz ortamlar buna uygun olmalıdır. Yoksa sadece fakir olursan zâhid olursun veya halvette kalırsan takvaya ulaşırsın anlayışı zamanı anlamamak olur ve sadece kendine faydalı bir insan modeli ortaya çıkar. Oysa biz öncelikli olarak kendimizden sorumlu olsak da Rabbimiz’in bizden murad ettiği insanlığın saadeti açısından da sorumluluklarımız vardır.

Burada satırlarımıza nokta koyup, konuyla alakalı Hâce Hazretleri’nin (ksa) yapmış oldukları sohbetinin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyoruz. Buyuruyorlar ki;

“Biz toplumu değil de toplumun mecbur yönlerini, zemmedilmiş yönlerini terkle memuruz. Çünkü toplum Allah’ın mahlûkudur. Dolayısıyla hukuku’l-ibâd, o mahlûkun üzerinde de bizim haklarımız veya onların bizim üstümüzde hakları vardır. Bundan kaçış olmaz. Yani böyle zühdü kolaycılık anlayışına çevirmek zühd değildir. Tıkandığı yerden, işte bir düğüm oldu oradan kesmek olmaz. O düğümü çözeceğiz. Bizim anlayışımızdaki zühd toplum içinde, -celvette, halvet demiş Nakşiler- kalabalığın içinde Allah’tan gafil olmamak. O yüzden bizim yolumuzda belli mistizme dair olan uzletler, riyazatlar, halvetler vs. bunlar yok.”  

Kısa ve öz olarak bizim baştan beri izaha çalıştığımız zahidlik kavramını açıklıyorlar. Evet ehemmiyetli olan şudur ki; gaflet duygusunu içimizden tamamen söküp atabilmek. Maddi veya manevi hangi ortamda olursak olalım, büyüklerimizin diliyle; “El kârda gönül yârda” olmayı düstur edinmemiz gerekir. Gönül sürekli Allah’ın ve sevdiklerinin muhabbetiyle dopdolu olursa her yer ve her an bizi zühde ulaştıracaktır.

Cenâbı hak bizleri bu güzel hallerle müzeyyen eylesin, âmin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort