JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 28 May 2014 15:00

KURBAN

Dergimizin muhterem okuyucuları, Ekim ayı içerisinde Kurban Bayramı’nı idrak edeceğimizden bu ayki makalemiz kurban hakkında olacaktır.

Fahr-i Kâinât (sav) Efendimiz buyuruyorlarki;

“Kurbanlarınızı gönül hoşluğu ile kesin! Çünkü hiçbir Müslüman yoktur ki, kurbanını kıbleye döndürüp kessin de, bunun kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyamette kendi mizanına konan sevabı olmasın.” [Deylemî]

“Kurban Bayramı’nda yapılan amellerden Allahu Teâlâ katında kurban kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden Allahü Teâlâ, onu muhafaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin.” [Tirmizî]

Cenabı Hak (cc) Kurban Bayramı’nda gücü yeten mü’minlerin kurban kesmelerini emir buyurmuşlar. Bu yönüyle çok ehemmiyetli bir ibadettir. Mü’minler, Rabbimiz’in bu emrine “Lebbeyk!” diyerek gönül coşkunluğuyla boyun eğerler. Kurban sayesinde Rableri’ne yakınlaşmaya çalışırlar. Komşularına, hısım-akrabalarına ikram ederek aradaki muhabbeti artırırlar. Fakirlere pay vererek onlarında çoluk-çocuklarıyla sevinmelerine sebep olurlar.

Biz kurban ibadetini Kur’ân-ı Kerim’de geçen üç kıssayı örnek alarak açıklamaya çalışacağız:

1- “(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’ in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun, seni mutlaka öldüreceğim.’ demişti. Öteki, ‘Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder.’ demişti.” (Mâide Sûresi; 27)

Âdem (as), bir batında doğan oğlunu, diğer batında doğan kızıyla evlendirirdi. Oğullarından Habil, diğer oğlu Kabil’in bacısıyla evlenmek istedi. Kabil, Habil’den büyüktü. Kabil’ in bacısı daha güzeldi. Kabil, o kızkardeşini Habil’e vermektense kendine alıkoymak istedi. Âdem (as), Kabil’e bacısını Habil’e vermesini emrettiyse de o bu emri yerine getirmedi. Â-dem (as), Kabil ile Habil’in birer kurban takdim etmelerini emretti ve hac için Mekke’ye gitti.

Âdem (as) hacca giderken, Kabil ile Habil, kurbanlarını takdim ettiler. Habil, sürülere sahip olduğu için semiz bir koyunu kurban etti. Kabil ise, ekininin kötüsünden bir demeti kurban olarak takdim etti. Gökten bir ateş inerek Habil’in kurbanını yedi, Kabil’inkini yerinde bıraktı. Kabil buna öfkelenip, Habil’e: “Bacımı nikahlayamayasın diye seni öldüreceğim.” dedi.
Bir gece Habil, sürüsünü otlatmak için çıktığı çölden gelmedi, gecikmişti. Âdem (as), kardeşine bakması için Kabil’i gönderdi. Kabil gidip Habil’i gördü. Ona: “Senin kurbanın kabul edilir, benimki kabul edilmez öyle mi?” diye sorunca Habil; “Hz. Allah, ancak sakınanların kurbanını kabul eder.” diye cevap verdi. Buna öfkelenen Kabil, yanındaki bir demirle ona vurdu ve öldürdü.

Kıssada konumuzla alakalı olan kısım Habil’in kurbanının kabul edilmesi; Kabil’in ise ekininin kötüsünü takdim etmesinden ötürü ve  kurbanının kabul edilmemesi, ayeti kerimede de takvanın ön plana çıkarılmasıdır. Kurbanın manası yakınlaşmaktır. Kurban ibadetini yerine getirirken gönlümüzde oluşan duygu çok önemlidir. Çünkü ayeti kerime de Rabbimiz Celle ve Âla “Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na sizin takvanız erecektir.” (Hac Sûresi; 37) buyuruyorlar. Cenabı Hakk’ın lütfuyla maddi güç sahibi olan kimsaler kurban kesmelidir. Fakat bunu yaparken sadece Allah emrettiği için, sırf O’nun razı olması için kurban kesmek takvaya uygun olanıdır. İnsanlara hava atmak, “Benim kurbanım daha büyüktü.”, “Çok et verdi.”, “Benim evimde kurban kesilmese olmaz.” gibi kibir dolu ifadeleri söylemek, elbetteki kurban ibadetinin ruhuna aykırı olacaktır. Hele de fakirlerin hakkı verilirken onları rencide edecek şekilde vermek, gerçek manada Allah’tan korkmamaktır.

2- “(Oğlu) yanında koşma çağına gelince, ‘Yavrum, ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak ne düşünürsün?’ dedi. (Çocuk da), ‘Babacığım sana ne emrediliyorsa yap! Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın!’ dedi. Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah’a teslim oldular, İbrahim oğlunu şakağı üzerine yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki Biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız. Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı’ (dedik). Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.” (Saffat Sûresi; 103-107)

Bu kıssa da en çok dikkat edilmesi gereken İbrahim’in (as) Hakk’ın emrini yerine getirirken tereddüt etmemesi ve İsmail’in (as) teslimiyetidir. Hatta İsmail (as) babasına yardımcı olmak için “Babacığım bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemeyeyim. Mübârek eteğini topla ki kanımdan sıçramasın. Bıçağı iyi bile ki can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkatiyle emri geciktirme. Gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun.” buyuruyor. Tasavvuf ıstılahında teslimiyet örnek verilirken İsmail’in (as) teslimiyetinin, kemâlâtın en yükseği olduğu beyan buyrulmuştur.  

Diyebilirsiniz ki örnek verdiğiniz şahsiyetler peygamberdirler. Onların Allah’a itaat etmemeleri ve ya teslimiyet göstermemeleri mümkün değildir. Evet, doğrudur. Fakat şurasını unutmayalım ki Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de ön plana çıkardığı kıssalar bizlere ibret olsun, onlardan bir hisse alalım diyedir.

Bunun için kurban keserken kesinlikle Hz. İbrahim’i (as) ve Hz. İsmail’i (as) hatırlamalıyız. Çünkü İbrahim (as) en çok sevdiğini kurban edecekti. Bizler de kurban keserken düşünmeliyiz ki bizim en çok sevdiğimiz şey nefsimizdir. Hayatımız boyunca hep onun isteklerini yerine getirdik. Rabbimiz’e karşı gaflete, isyana, mâlâyaniye hep onun isteklerinden vazgeçemediğimiz için kalkıştık. Şimdi bu kurban ile birlikte nefsimizi de Hakk’a kurban etmeği göze alarak amel işlemeliyiz ve bundan sonra İsmail’in (as) sabrı ve teslimiyetini örnek alarak Rabbimiz’in rızasından asla ayrılmamaya söz vermeliyiz.
3- “Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki, ‘Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor.’ Onlar da, ‘Sen bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?’ dediler. Musa da: ‘Böyle cahillerden biri olmaktan Allah’a sığınırım.’ dedi. Onlar, ‘Bizim için Rabbi’ne dua et, her ne ise onu bize açıklasın.’ dediler. Musa, ‘Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız.’ dedi. Onlar, ‘Bizim için Rabbi’ne dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın.’ dediler. Musa, ‘Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır.’ dedi. Onlar, ‘Bizim için Rabbi’ne dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz.’ dediler. Musa, ‘Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.’ Onlar da, ‘İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun.’ dediler. Nihayet onu bulup boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı.” (Bakara Sûresi; 66-71)

Musa’nın (as) kavminin Hakk’ın emri olmasına rağmen sırf onu kesmemek için işi yokuşa sürmeleri ve her seferinde Cenâbı Hakk’ın çemberi biraz daha daraltması ibretliktir. İlk istenen sadece bir inek kesilmesiydi. Onlar kesmemek için vasıflarını sormaya başladılar. Rabbimiz onların her sorusuna karşılık zorlanacakları ve çok kıymet edecek bir hayvanın özelliğini istemeye başladı ve sonunda helak olacaklarını anladıkları için hemen o hayvanı bulup kestiler.

Günümüzde de bu zihniyet aynen karşımızda durmaktadır. Her kurban bayramı geldiğinde sırtlarında ve ayaklarında -kendilerine göre- en kaliteli hayvanın derisi olduğu halde kurban kesmenin vahşet olduğunu söyleyenler bilinmektedir. Bunda başarılı olamayacaklarını anlayınca parayla veya makam-mevkiyle yanlarına çektikleri profesörlerle kurbanın mahiyetini bozmaya çalışıyorlar. İşte tavuktan, hindiden kurban olabileceği ya da kurbanın parasını hayır kurumlarına vermek gibi abuk subuk fikirler ortaya atıyorlar. İşte tam bu anda Hazreti Musa’nın kavmi gibi dinle, diyanetle alakası olmayan şahıslar bu fikirleri dillendirip haklarındaki gadabın üzerlerine gelmesine sebep oluyorlar. Rabbimiz’e hamdolsun ki bugüne kadar Müslüman kardeşlerimiz bunlara asla pirim vermeyerek onların oyunlarını bozmaya muvaffak olmuşlardır.    

Hâce Hazretleri (ks): “Peki, kurban niçin emredildi? Gönlünüzdeki şirki kesin. Allah’tan başka tapındıklarınızı, mukaddes saydıklarınızı, yöneldiklerinizi kesin. Yani onlarla ilişkiyi/alakayı kesin. Allah’ı dinleyin, tevhide dönün... Kurbanın asıl amacı bu. İşte bu ibadetin takvaya ulaştıran yönü burası. Allah’tan korkmayı, Allah’ı kâmil olarak tanımayı getiriyor.” buyuruyorlar. İşte kurban ibadetimizi yukarıda buyurdukları gibi bir haleti ruhiye ile yapmaya çalışırsak gerçek manada itaatle, teslimiyetle, musibetlere sabırla ve sonuçta muttakilerden olarak kısacık ömrümüzü bereketlendirebiliriz.

Cenabı cümlemize bu manada kurban kesebilmeyi nasib buyursun, inşaallah…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu ayki yazımızı Ramazan Umresi’ni yaptıktan sonra Medine-i Münevvere’de yazmak nasib oldu. Her mü’min şahsın gidip görme aşkıyla yanıp tutuştuğu Mescid-i Haram ve içindeki Beytullah ve âşıkların kıblesi Medine-i Münevvere’de, Ravza-i Mutahhara’da bulunmanın bahtiyarlığını yaşadık. Cenâbı Hak bütün âşıklara, bizlere de tekrarını nasib buyursun.

İşte bu yazımızda Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye İslâm coğrafyasının dört bir yanından gelen ziyaretçilerin ahvalini ve bu ahval üzerinden genel olarak Müslümanların durumunu incelemeye çalışacağız.

Öncelikle şunu ifade etmeye çalışalım ki, her türlü anlayış ve aksiyonun kemaliyle oluşması için eğitim ve öğretim şarttır. Yani bir ameli yerine getirmek için öncelikli olarak, anafikrin o ameli yapacaklara öğretilmesi ve uygulayabilecek kabiliyete getirilmesi gerekir. Bunun da tam olarak başarılması için iyi eğitilmiş öğretmenlere, yöneticilere ihtiyaç vardır. İnsanları bir işe yönlendirirken, sadece onlara o işin heyecanını vermek, belli duyguları harekete geçirmek yetmez. Duygularını ve heyecanlarını bilgileri ile tartarak nerede nasıl hareket edilmesi gerektiğinin belletilmesi şarttır. Aksi halde insanlar ibadet yaptıklarını zannederken, Hakk’ın hudutlarını çiğneyebilirler. Edep göstermeleri gereken yerde edep dışı davranabilirler. Bunu için tekrar vurguluyoruz ki, eğitim mutlak bir zorunluluktur.

Bu noktadan hareketle İslâm mozaiğinin hemen hemen tamamının temsilcilerinin bulunduğu bu muhteşem ve mübarek ortamda neler gözledik takip edebildiğimiz kadarıyla, bunları aktarmaya çalışalım.

Hac ve umre ziyaretleri biri farz diğeri sünnet olan iki önemli ibadettir. Ancak özellikle hacda, Cenâbı Hakk’ın ümmetin imkânı olanlarını aynı zaman dilimi içerisinde bir araya toplamasının farklı bir maksadı vardır. İslâm coğrafyasının her tarafından gelen Müslümanların birbirlerini tanımaları, dertlerini dinlemeleri, paylaşmaları ve birlikte yapılacak hareketleri belirlemeleri için aynı zaman diliminde emredilmiştir. Umreler de, özellikle Ramazan Umreleri bunun küçük örnekleridir. Bu yüzden bizim anlayışımıza göre umre ziyaretleri manevi atmosferi çok yüksek ibadetlerdir. Fakat asıl yönü İslâm ümmetinin birbirini tanıması, kaynaşması, çözemeseler bile dertlerini paylaşmaları, birbirlerine gönülden dua etmeleridir. İşte bu anlayış verilmeden ticari hesaplarla getirilen umreciler yukarıda bahsedilen kardeşlik ve dayanışma havasının ortadan kalkmasına sebebiyet vermektedir. Bırakın ırkları ve renkleri farklı Müslümanların kaynaşmasını, aynı ırktan, aynı dili konuşan hatta aynı kafileyle gelen umrecilerin birbirine tahammülleri olmadığını gördük. Sevginin membaı olan bir peygamberin ümmeti en küçük bir meselede dahi hakaret edebilmekte hatta birbirlerine yumruk çekebilmektedirler.

Gözlemlediğimiz diğer bir menfî davranış türü de o mukaddes mekanlarda edebe riayet edilmemesiydi. Bizim toplumumuzda kıbleye ayak uzatmak kerih görülmüştür. Gençlere özellikle büyükler ikazda bulunurlardı. Camilerde yüksek sesle konuşmak, boş konuşmak günahtır diye. Şair Nabî’nin, Efendimiz’in Ravza-yı Mutahharası’nı ziyarete giderken bir paşanın Medine yönüne doğru ayak uzatmasından müteessir olarak yazdığı beyitler ve menkıbesi hepimizin malumudur. Hal böyleyken hem Kâbe-i Muazzama’da hem de Ravza-i Mutahhara’da ziyaretçilerin tavırları cidden yüreklerimizi yaraladı. Bu konuları arkadaşlarımız ileride yazacakları için biz fazla değinmeyeceğiz. Biz, olmasını istemediklerimiz yerine neler yapılması gerekir, bunun üzerinde durmaya çalışacağız:

1- Öncelikli olarak yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi gerek ülkemiz Müslümanlarını gerekse de diğer bölgelerdeki Müslümanların eğitimleri üzerinde ciddiyetle durulması gerekir. Bu sadece umre ile ilgili konularda değil İslâm’ın tüm emir ve yasakları ciddi bir şekilde öğretilmelidir. Hususen umreye veya hacca gelecek Müslümanlara, gidilecek yerlerin ehemmiyeti anlatılmalı ve o kutsal mekânlarda ona göre hareket edilmesi öğütlenmelidir.

2- Bu eğitim verilirken Kur’ân, sünnet,  ashabın uygulamaları ve müçtehid imamların görüşlerine (herkes kendi mezhebinin fetvalarına göre) bağlı kalınması şart olmalıdır. Yoksa aklına esenin, işi kolaylaştırma adına mezhebden mezhebe atlayıp fetva vermesi ibadetlerin özüne zarar verir. Bu sefer gelen ziyaretçiler her şeyin kolayını istemeye başlarlar.

3- Her ortamda edebli olmaya azami gayret sarfedilmelidir. Çünkü hem Mekke’deki harem bölgesi, hem de Medine-i Münevveredeki harem bölgesi Hâce Hazretleri’nin (ks) buyurduğu vechile; peygamberlerin ve evliyanın ruhaniyetleri ve sayısını tahmin bile edemeyeceğimiz kadar melaike ile kuşatılmıştır. Her şey bizim gördüğümüz ile kaim değildir. Her şeyden önemlisi, özellikle Mescid-i Nebevî’de, Efendimiz’in (sav) hay-diri olduğu ehli sünnet inancına göre sabittir. Düşünelim ki biz orada yan gelmiş yatarken Efendimiz (sav) aramızda dolaşıp bizleri temaşa ediyor. Nasıl bir edebsizlik olur, düşüncesi bile akla ziyandır. Cenâbı Hak Hucurât Sûresi’nin 2, 3, 4 ve 5. ayetlerinde;

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.

Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
(Resûlüm!) Sana odaların arkasından bağıranların çokları, aklı ermez kimselerdir.

Eğer onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
buyururken bizlerin, O’nun Habibi’nin huzurunda bağıra çağıra konuşmamız, O’nun (sav) evinin yanında, “Cennet Bahçesi” diye nitelendirdiği mescidinde birbirimizi ezecek kadar saygısızca hareketlerimiz umre boyunca yaptığımız amellerin iptal olmasına sebep olabilir.

4- Özellikle Türk hacılarının ve umrecilerinin alışveriş hevesleri, israfın başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Aramızda espri olmuştu. Mekke-i Mükerreme’de tavaf vardı. Umre yapma imkânı vardı. Medine-i Münevvere’de ne yapılması gerekir; ”Burada da Efendimiz’i ziyaret ettikten sonra dükkânları tavaf var.”

Gerçekten acı bir tablo ortaya çıkıyor. Türkiye’de alabileceğimiz, Mekke ve Medine’yi hatırlatmayacak, akla hayale gelmeyen eşyalar hediye diye alınıyor. Bir arkadaş bize sordu; “Bizim oralarda âdet olmuş, hacdan ve umreden gelenler dürbün getiriyor. Nereden bulabilirim?” şaşırdım. Gülmekten başka bir şey yapamadım. Bu derece anlamsız alışverişler ve bu fuzuli şeyleri almak için bayanların tezgâhtarlarla yaptıkları pazarlıklar o mübarek ve mukaddes yerlerin ruhuna uygun düşmüyor.

Biz oradan hediye alınmasına karşı değiliz. Fakat oradan, orayı hatırlatacak hurma, misvak gibi şeyleri almamız hem daha uygun olur hem de bu vesile ile Müslümanların bir sünnetle daha tanışmasına vesile oluruz. Üstelik bununla Allah ve Resûlü’nün sevmediğini açıkça beyan buyurduğu ve inananları kesin hükümlerle men ettiği israf gibi tehlikelere de kapı açılmaz kanaatindeyiz.

5- Bu konulara arkadaşlarımızın da değindiğini düşünüyoruz. Fakat söylemeden geçemeyeceğiz. İki mübarek belde de İslâm şeriatının ilk uygulandığı yerler. Efendimiz (sav) bu iki beldede İslâm dinini yaşadı ve ashabına örnek oldu. Dolayısıyla buraya getirilen umrecilere öncelikle bunun öğretilmesi gerekir. Fakat bu hassasiyetin bazı noktalarda hiç gösterilmediğini gördük.

Bu mânâda önemli bir yanlış erkeklerin bayanlarla çok içli dışlı olmalarıydı. İslâm’ın kadın erkek ilişkilerini nasıl belirlediği Kur’ân ve sünnete göre apaçık ortada iken, o mübarek yerlerde bile bu hudutların aşıldığını adeta Batılıların empoze etmeye çalıştığı kadın erkek eşitliğinin burada da oturtulmaya gayret edildiğini müşahade ettik. Bizim hanımlarımızı İslâm şeriatına göre hareket ettirmemize karşı çıkacak kadar, adeta bize laiklerin yobaz gözüyle baktıkları gibi baktıklarını gördük. Sanki yanlış yapan İslâm’ın mahremiyet kurallarına uyan onlarmış gibi bir hava oluşturuluyordu.

6- Son olarak da Vahhabî zihniyetinin iyi anlaşılması için, Bedir Savaşı’nın yapıldığı bölgede karşılaştığımız ilkelliği anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bedir, Medine-i Münevvere’ye 150 km mesafede, deniz kıyısında bir şehir. Savaşın yapıldığı bölge şehrin dışına doğru. Biz tamamen ziyaret amaçlı, Bedir Savaşı’nı daha iyi anlayabilmek, Efendimiz ve ashabın hayatını görsel olarak da inceleyebilmek için yine Vahhabî olan bir şoförle oraya gittik. Şehre girer girmez bir güvenlik görevlisi peşimize takıldı. Tam savaşın olduğu bölgeye varınca yanımıza geldi ve arabadan dahi inmemize izin vermeden bizi ordan uzaklaştırdı. “Siz oraya tazim edersiniz de şirke düşersiniz.” gibi bir işgüzarlıkla ilkelliğin ve kabile devleti olmanın bağnaz anlayışını her yönü ile sergileyen görevliler, tamamen insanî amaçlı bu ziyaretimize engel oldu. Değerlendirmesini  iz’ânınıza bırakıyoruz.

Netice-i kelam olarak kanaatimiz odur ki, o mübarek topraklarda gördüğümüz fotoğraf, İslâm ümmetinin ciddi şekilde eğitim alması gerektiği yönündedir. Bu cehalet kokan anlayışlar ve yaşantılar devam ettikçe Suriye, Irak, Afganistan örneklerini daha çok yaşarız maalesef. Çünkü biz Allah’ın (cc) emrettiği, Peygamberi’nin uyguladığı dinin yerine kendi nefislerimizin ve zamanın şartlarının dikte ettiği bir dini anlayışa sahibiz. Bu da Hakk’ın rahmet bulutlarının üzerimize gelmemesine sebep oluyor.

Cenâbı Hak, Efendimiz ve ashabının yaşantısını örnek alarak yaşamayı özleyen mü’minlerin sayısını çoğaltsın ve bu yönde İslâm ümmetine gayret nasib etsin.   

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 27 May 2014 14:42

RAMAZAN HAKK’A YAKINLAŞMA AYIDIR

Rahmet ve merhameti ile kâinatı kuşatan Hâlık-ı Zü’l-Celâl Hazretleri, kullarına cennetin ve Cemâl-i bâ-kemâlinin yollarını açmak için her türlü nimetleri musahhar kılmıştır. O (cc) kullarını gaflet etmeye ve istikametten uzaklaşmaya meyyal yarattığından, uyanmaları ve kendi Zâtı’na yönelmeleri için belirli geceler, günler ve ayları faziletli kılmıştır ve bunu bir yıl içinde belirli zamanlara yaymıştır. İşte mübarek gün ve geceler, üç aylar, Şevval ayı, Muharrem ayı, hac ve Kurban Bayramı gibi… Bunların hepsinin gayesi ve manası Rabbimiz’in kullarına müştak olmasından zuhûr etmiştir. Çünkü O Ğayyur’dur. Kullarının gönlünde kendi tecellilerinden başkasını görmek istemez. Gönülleri Hak’tan başka tarafa meyletmesin diye her günü beş vakte ayırmıştır. Mü’min kulu gaflete düşer gibi olunca diğer gelen namaz vakti onu Hakk’a döndürür.

Haftayı cuma ile noktalamıştır. Her cuma günü kulunun huzuru izzete koşarak namaz kılması ve namazın akabinde de “Yâ Rabbi!” nidasıyla Zâtı’na yönelmesiyle hafta öncesinde yaptığı günahlarını affeder. Yılın içerisinde geceler belirlemiştir, bu gecelerde yapılan duaları kabul edip günahkârları affedeceklerini buyurmuşlardır. Üç ayları ard arda sıralamıştır. Recebi şerif ile başlayan arınma mevsimi, Şabanı şerifle rahmet seli hızlanmaya devam ederken, Ramazanı şerifle hak eden herkesi rahmeti ilahiyeye garkederek tertemiz bir şekilde bayrama yani vuslatı Hakk’a ulaştırır.

İşte Rabbimiz Celle ve Âla Hazretleri’nin kullarını affetmesi ve kendi Cemâli’ne müştak kılması için bahşettiği nimetlerinden faydalanmamız elzemdir. Fakat bu nimetlerin şükrünü ve gereğini yerine getirirken yapacağımız fillerin kurallarını ve sınırlarını yine Cenabı Hak belirlemiştir. Mağfiretin ve vuslatın elde edilmesi için tam bir teslimiyetle Hakk’ın emirlerini yerine getirmemiz gerekir.

Mesela iki cumanın arasında işlenen günahları Rabbimiz’in affedeceğini belirtmiştik. Fakat bu müjde iki cuma arasında yapılması gereken ibadetlerin tamamını yapmak- ta muvaffak olan mü’min için geçerlidir. İki bayram arasındaki günahların bağışlanması, düzenli ibadet hayatı olanlar içindir. Yoksa cumadan cumaya camiye giden veya Allah korusun, bayramdan bayrama camiye uğrayan insanlar için değildir asla. Fakat düzenli namazı olmayan bir Müslüman bir cumayı veya bir bayramı başlangıç kabul edip “Ya Rabbi, benim önceki günahlarımı affet! Bundan sonra Senin rızan doğrultusunda yaşayacağım.” diyerek af dileyebilir.

Bundan dolayıdır ki, yapacağımız ibadetleri Hakk’ın razı olacağı şekilde yapmamız elzemdir. Buradan Ramazan’da ve Ramazan Bayramları’nda yapılan bazı uygulamaları hatırlatmakta fayda görüyoruz.        

Ramazan Eğlenceleri:
Ülkemizde, özellikle büyükşehirlerde belediyelerin ve bazı derneklerin öncülüğünde bazı organizasyonlar yapılıyor. Bunların adına da Ramazan eğlenceleri diyorlar. Şurasını unutmayalım ki, Ramazan bir eğlence ayı değildir. İbadet ve taat ayıdır. Hakk’a yakınlaşma, vuslat ayıdır. Ramazan’ı eğlenceyle geçirmenin asla İslamî bir yönü yoktur. Hele de gerek ülkemizde terörden dolayı, gerekse de İslam coğrafyasında zulme uğrayıp katledilen milyonlarca Müslüman varken. Bize düşen dua edip Rabbimiz’e yakararak üzerimizdeki gadabını kaldırıp rahmetini bahşetmesini istememiz gerekiyor.

Hâl böyleyken, Ramazan eğlenceleri adı altında, İslam’la alakası olmayan müzik türleriyle, açık saçık kadınların ve erkeğe benzemeyen erkeklerin sahnelerde boy gösterdiği rezaletleri organize etmek ne kadar İslam dışı ise, kadınıyla erkeğiyle, genç kız ve genç erkeğiyle bu organizasyonlara katılmak o kadar  İslamiyet’e aykırıdır. İşte tam burada Efendimiz’in (sav); “Bir çok oruç tutanlar var ki ; tuttuğu orucun yalnız açlığı ve susuzluğu yanına kalır.” emrü fermanında buyurduğu gibi oluruz mazallah.

Buradan her türlü eğlenceye karşı olduğumuz anlayışı oluşmasın. Elbette çocuklarımızın eğlenebilmesi için maleyani olmamak ve İslam’ın ruhuna aykırı bulunmamak kaydıyla meşru ölçüler içinde bir takım programlar yapılabilir. Bunlar İslam’ın reddettiği şeyler değildir. Fakat İslam’da ölçüsüz hiçbir şey olmaz.

Bir de son zamanlarda Müslüman camia arasında yaygınlaşan bir yanlışlık var ki, bu da örfte olan şeylerin tamamının İslam tarafından hoş görüldüğü anlayışıdır. Buna örnek verecek olursak; mesela türk örfünde olan folklor oyunları var. Bunlar eskiden kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi aralarında eğlence amaçlı yaptıkları uygulamalardı. Bu yönüyle fazla mahzurlu görülmemiş. Fakat kadınlar oynarken erkeklerin, erkekler oynarken de kadınların seyretmesi men edilmiştir. Bugün bu hassasiyetlerin tamamı kaldırılmış, kadınların halk dansını da erkeklerin halk dansını da, kadın erkek karışık bir vaziyette seyretmeleri adeta normal görülmeye başlanmıştır.

İşte böyle yanlışlıkların bir de Ramazan etkinliği olarak yaygınlaştırılmaya çalışılması en büyük hata olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ramazan Çadırları ve İsraf:
İlk zamanlar fakir ve yolcular için tertiplenen Ramazan çadırları da adeta bir eğlenceye dönüştürülmüştür. Siyasi partilerin, belediyelerinin halka hizmet yerine siyasi rant malzemesi olarak kullandığı bir araç haline gelmiştir. Fakirin ve yol da kalmışın hakkı farklı amaçlarla kullanılmaya başlanmıştır. (İstisnai olarak doğrusunu yapanlar vardır. Bunlar mevzumuzun dışındadır.) Yukarıda bahsettiğimiz eğlence usulleri bu çadırlarda da devam ettirilmiştir.

İsraf konusuna gelince; Ramazan’ın asıl gayesi hem açlıkla nefsi terbiye etmek hem de zenginlerin fakirlerin hallerine vakıf olmalarıdır. Gün boyu aç kalarak aç insanların halini bir nebze olsun anlamak için Rabbimiz’in emriyle oruç tutarız. Fakat günümüzde bu da artık özelliğini kaybetmiştir. Normal zamanlarda yapmadığımız kadar yemekler, tatlılar... Sahurda yediğimiz o kadar tıka basa oluyor ki iftara kadar zaten acıkmıyoruz. Bir talevizyon kanalında spiker bir bayana soruyor: “Ramazan için hazırlık yapıyor musunuz?” Hanımefendi cevap veriyor: “Evet, yaptım bile. Börekler açtım, tatlılar yaptım, alışveriş yaptım.” Allah aşkına sizlere soruyorum; Rabbimiz’in Ramazan’da bizden beklediği hazırlık acaba bu mudur?

Yazımızı sonlandırırken samimiyetle ve emri bil ma’ruf olsun diye diyoruz ki, Allah rızası için Müslümanlar olarak, biraz düşünelim. Ramazan niçin geliyor, Kadir Gecesi nedir, niçin bayram yapıyoruz? Kadir Gecesi’nde indirildiği bildirilen Kelamullah, Kur’ân-ı Hakim niçindir? Efendimiz’in gönlüne indirilerek bizlere okunan bu mukaddes kitap bizlere ne buyuruyor? Bizim hayatımızın hangi kısımlarını kontrol altına almak istiyor. Acaba O’nun emirleri dışında bizim bir yaşantı alanımız var mıdır ki, biz nefsimize göre hareket edebiliyoruz.

Bu soruları artırabiliriz. Fakat bunları ciddiyetle düşünüp hepsinin doğru cevabını bulmamız gerekir; kulluğun gereği nedir? Bunu düşünerek kendimiz bulalım. Unutmayalım ki, Rabbimiz (celle celaluhu)  bizleri, Efendimiz’in buyurduğu gibi “Çocuğunu kaybedip yıllarca arayan ve bir anda onu bulan annenin sevincindeki” iştiyakla bekliyor. Geliniz bu Ramazan’da O’na doğru âdeta uçarcasına koşalım. Çevremizde olan biteni bırakalım, O’na (celle celaluhu) yönelelim ve bayramımız gerçek bayram olsun.

Bu duygularla mübarek Ramazanı şerifin ve bayramının hepimize hayırlar getirmesini Rabbimiz’den niyaz ediyoruz. Allah’a emanet olunuz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 27 May 2014 13:24

CEMAAT ÜMMETİN BİR CÜZÜDÜR

Geçen ayki yazımızda; “Müslümanın Üst Kimliği İslâmdır” başlığı altında yazmaya çalıştığımız konumuza bu ay “Ümmet ve cemaat ilişkisi nasıl olmalıdır?” sorusuna gücümüz nisbetinde verdiğimiz cevaplarla devam etmeye çalışacağız.

Öncelikle belirtmek isteriz ki ümmet, kavramı Kur’ânî bir ifadedir. Cenâbı Hak Âl-i İmrân  Sûresi 110. ayeti kerimede: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.” buyuruluyor.

Ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere ümmet tektir. Her ırktan, her devletten, her cemaatten, siyahı, beyazı, sarısı “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’n-Rasûlullah” kelime-i tayyibesini tam bir teslimiyetle söyleyen herkes ümmeti Muhammed’dendir ve Rabbimiz’in beyan buyurduğu en hayırlı ümmetin bir ferdidir. İslâm dininin bahşetmiş olduğu tüm haklardan eşit olarak faydalanır. Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi üst kimlik “ümmet” olmaktır. Fakat ümmet kelimesinin, içinde imameti de barındırdığı unutulmamalıdır. Ümmetin birlik ve beraberliği için üzerinde ümmetin âlim ve muttakilerinin icması olan bir imamın bulunması şarttır. Bugün İslâm âlemi olarak bundan mahrum olmanın acısını ve acziyetini yaşıyoruz.

Bundan dolayı Müslümanlar hizmetlerini devam ettirebilmek ve birlikte hareket edebilmek için özde bir olsalar da anlayışlarda ve metodlarda farklı cemaatler oluşturmaya gayret etmişlerdir. Her biri kendince kâmil ve ehil olan şahsiyetlerin yönetiminde ta’lim ve tebliğ vazifelerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Rabbimiz Celle ve Âla Hazretleri Kur’ân-ı Hakimi’nde buyuruyorlar ki; “Bununla beraber mü’minlerin hepsinin birden topyekûn savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın azabından sakınırlar.” (et-Tevbe: 9/122)

Cihadla alakalı olan ayeti kerimeden mü’minlerin görev bölümü yapmalarının da gerekli olduğu anlaşılıyor. Fakat bu görev bölümü yapılırken uygulanacak metodlar Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem)  ve ashabının uygulamalarından örnek alınarak yapılmalıdır. Bu mânâda cemaat nedir, kimlerden oluşur ve özellikleri nasıl olmalıdır?

Prof. Nâsır b. Abdulkerim’in Sünnet ve Cemaat isimli eserinden konuyla ilgili bölümü sizlerin istifadesine sunuyoruz:

“Cemaat çok sayıda insan ve aynı maksat etrafında birleşen insanlar topluluğu demektir. Cemaate bu ismin veriliş sebebi cemaatin, ictima ile aynı anlamı taşımasındandır. Zıttı tefrikadır. Her ne cemaat lafzı, toplanan bir topluluğun bizatihi adı olsa bile bu böyledir.

Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem)  döneminde, özellikle de raşid halifeler döneminde ashabın çoğunluğu, cemaatin kendisi idiler. Onlar çeşitli işlerinde imamet, ahkâm, cihad ve din ile dünyayı ilgilendiren diğer bütün hususlarda hak üzere ictimâ eden (toplanmış olan) kimselerdir. Çünkü onlar dinin taşıyıcılarıdır. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendilerinden razı olarak vefat ettiği, Allah’ın kendilerini tezkiye ettiği dinin taşıyıcıları ve nakledicileridir. Onlar sapıklık üzere asla birleşmeyen kimselerdir. Şâtibî insanların “cemaat” kavramı ile ilgili görüşlerini sunarken şunları söylemektedir:

“Cemaat özel olarak ashabı kiramın kendisi demektir. Çünkü onlar dinin esaslarını dimdik ayakta tutanlar, onun kazıklarını yere sağlamca yerleştirenlerdir. Onlar asla sapıklık üzere ictimâ etmeyenlerdir. Bu husus ise onlardan başkaları hakkında gerçekleşmesi imkânsız olan bir şeydir.”

Muhtemeldir ki burada sözü edilen cemaatten kasıt Abdullah b. Ömer’in (radıyallahu anh) sözlerindeki şu ifadeler ile örtüşmektedir:

Rasûlullah ((sallallahu aleyhi vesellem)  buyurdu ki: “Allah bu ümmeti bir sapıklık üzerinde ebediyyen birleştirmez.” -Yine- buyurdu ki: “Allah’ın eli cemaatin üzerindedir. O halde sizler de o en büyük kalabalık hangisi ise ona uyunuz. Çünkü kim cemaatten ayrılırsa, cehennem ateşine doğru ayrılmış olur.”

“En büyük kalabalık (es-sevâdu’l-âzam)” hak üzere bulunanlardır. Bunlar ise kendi dönemlerinde ashabı kiramdır, tabiîndir, kendilerine uyulan din ve hidayet imamları ile onların izlerinden gidenlerdir. O halde ashabı kiram, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem)  döneminde ve hidayet bulmuş raşid halifeler zamanında cemaatin kendisini teşkil ederler. Allah onlarla İslâm’ı aziz kılmıştır. Onlar Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem)  desteklemiş, ona gereken şekilde saygı göstermiş, ona yardımcı olmuşlardır. Onlar İslâm’daki ilk ve en faziletli cemaattirler.

Sünneti seniyyede varid olmuş cemaate dair naslar herkesten önce bizzat onlar hakkında söz konusu olur. Çünkü onlar hem zaman hem fazilet itibariyle öne geçmişlerdir. Bundan sonra ise İslâm’da sünnet ve hak üzere olan her cemaat hakkında kullanılır. Çünkü bunlar da hidayet bulmak ve uymak bakımından ashabın bir uzantısıdır. O halde tabiînden, cemaatten kasıt, ashab cemaatinin metodu, gidişleri ve sünnetleri üzere olanlardır. Bizim salih selefimizden onlara tabi olanlar da; aynı şekilde salih selefimizden onlara uyanlar da böyledir, onlar da ancak cemaate ve sünnete uymaktadırlar. İlim ve ameli onlardan nesilden nesile günümüze kadar ve kıyametin kopacağı vakte kadar miras ala gelmişlerdir.

“Cemaat” lafzı dinde ilim ve fıkıh sahibi, hadis ehli kimseler ile kendilerine uyulan ve sünnet ile amel eden hidayet önderleri, onların yollarını izleyip, izlerinden giden kimseler hakkında kullanılmıştır. İşte bunlar Peygamber’e (sallallahu aleyhi vesellem) ve Müslümanların ilk cemaatini teşkil eden, onun ashabına uyan kimselerdir. Hak üzere bulunan her bir cemaat de onların devamıdır. Onlar ashabı kiram ve ashaba uyanlarla, onlara uyanların oluşturduğu selefi salihtir. Avf b. Malik, Muaviye b. Ebî Süfyan, Enes b. Malik ve başkalarının rivayet ettiği hadiste Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) ifade ettiği “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”in kendisi olan fırka-i nâciye (kurtuluşa eren fırka)dırlar. Bu hadiste Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ve şüphesiz ki bu millet (İslâm’a mensub olanlar) yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmiş ikisi cehennemde, bir tanesi de cennette olacaktır. Bu ise cemaattir.”

İşte bu “cemaat”in sünnet üzere olan kimseler olduklarının, kurtuluşa eren fırkanın kendileri olduğunun delilidir. İsterse sayıca az olsunlar. Nitekim Abdullah b. Mesud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: “Cemaat Allah’a itaate uygun düşen şeydir, sen tek başına bile kalsan.”

Bu ise sünnet üzere olmayanların sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar cemaatten olmadıklarını ifade eder. Abdullah b. el-Mübârek’e -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- (vefatı: 181 h.) cemaat hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: “Ebu Bekir ve Ömer’dir.” Ona; “Ebu Bekir de Ömer de öldü.” denilince, bu sefer; “Filan ve filandır.” dedi. Ona; “Filan ve filan ölmüş bulunuyor.” denilince, İbnü’l-Mübarek: Ebu Hamza es-Sükkerî bir cemaattir.” demiştir.

Ebu Hamza es-Sükkerî ise 168 h. yılında vefat eden Muhammed b. Meymun el-Mervezî’dir.

İbnu’l-Mübarek de onun hakkında onun cemaat olduğunu söylemiştir. Yani o faziletli, salih, sünnet üzere ve selefi salihin yolu üzere yürüyen, cemaatin yolunu izleyen hak ehli olan bir kimsedir. O halde muteber olan sayısal çokluk değildir. Asıl itibar sünnete uymakla ve bid’atleri terk etmekledir. Uyanların çokluğunu bid’atlerin meşruiyetine delil gösteren kimselerin delilleri temelinden çürüktür. Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- cemaati ilim ehli diye açıklamıştır. O Sahih’inde, i’tisam bölümünde şöyle demektedir:

“Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.” (el-Bakara: 2/143) buyruğu ile Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) ilim ehlinin kendisi demek olan cemaate bağlılığa dair vermiş olduğu emirler bahsi.”

İbn Hacer de Buharî’nin bu sözünü açıklarken şunları söylemektedir: “O bu ifadeleriyle sözüe dilen nitelikten maksadın, şer’î ilim ehli kimseler olduklarını bildirmektedir.”

Buharî gibi bir kimse “ilim ehli” ifadesini kullandığı takdirde onlarla elbette ki ilim, hidayet ve basiret üzere sünnet ile amel eden kimseleri kasteder. İbn Hacer, Fethü’l-Bâri’de Taberî’den cemaatin tarifi ile ilgili olarak þu sözleri de aktarmaktadır: “Birtakım kimseler de şöyle demiştir; ‘Onlardan kasıt ilim ehlidir. Çünkü yüce Allah onları diğer insanlara karşı bir delil kılmıştır ve din işlerinde sair insanlar onlara uymak durumundadır.”

Yukarıda alıntıladığımız bölümden anlaşılması gereken kanaatimizce şudur:

Cemaat İslâmî bir kavramdır. Oluşturulacak veya var olan cemaatin en önemli özelliği İslâmî kriterlere uygun olmalıdır. Zaman, zemin ve şartlar ne olursa olsun Hakk’ın rızası kast edilmelidir. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); “Peygamber Efendimiz bir hadis şerifte; ‘Cemaate tabi olun, firkatten uzak durun. Şeytan muhakkak ki, bir kişiyle beraberdir, iki kişiden uzaktır. Her kim cennetin ta orta yerini istiyorsa cemaate tabi olsun.’ buyuruyor. Bu hadisi şerifteki cemaati bize anlatır mısınız?” sualine cevaben buyuruyorlar ki; “Evet, bu cemaati tanımlarken merhum Elmalılı Hamdi Yazır: ‘Hak üzere olandır.’ diyor. Bu cemaatin özelliklerini yine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem)  hadisi şerifinde şöyle tarif buyurmuş: ‘Bu cemaatin gönlünde Allah ve Resûlü’nün sevgisi bulunsun. İslâm’a ve Kur’ân’a, aç insanın ekmeğe yapıştığı gibi yapışsın. İslâm ve Kur’ân dışında bir hayatı ateşe atılmak gibi bilsin. İslâm’dan dönüp Allah’ın razı olmadığı bir işi yapmayı ateşe atılmak gibi, diri diri yakılmak gibi bilsin.’ Bunlar kâmil müminin özellikleri. Cemaatin de genel mânâda özellikleri bunlar olmalı.”

Aslında mesele yukarıda da belirtildiği gibi cemaati oluşturan fertlerin kendilerinin cemaat olmalarıdır. Ashabın tamamı bu özelliğe sahipti. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)  ashabı kiramın bazılarını nazara verip ön plana çıkararak bu noktaya dikkat çekmişlerdir. “Ebu Bekir’in imanı bir kefeye, ümmetimin imanı bir kefeye konsa onun imanı ağır gelir.” “Bizden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu.” “Ali’ye bakmak ibadettir.” “Din Süreyya yıldızına asılı olsa Selman ve nesli onu oradan indirir.” Emri Peygamberîleri bu evsaftaki şahısların sevadı azam, yani tek başına cemaat olduklarına işaret buyuruyorlar. Bunun için öncelikle ümmetin imamı olmaya namzet şahsiyetler, özelde de cemaatlerin lideri konumundaki şahsiyetler ilimleriyle, ahlâklarıyla, basiretleriyle, ferasetleriyle zamanın Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’si (radıyallahu anhum ecmain) olmalıdırlar. Kesinlikle ya kendileri velayet makamında olmalıdırlar, ya da mükemmil bir zatı akdesin terbiyesi altında bulunmalıdırlar. Kendilerini cemaatlerine vakfedebilecek fedakârlık örneği olmalıdırlar. Zamanın şartlarından etkilenerek şeriatı Ahmediyye’den ödün vermemelidirler. İnsanlığın saadetinin Hakk’ın hâkimiyetiyle olacağı hedefinden asla sapmamalıdırlar. Ümmeti Muhammed’in tüm fertlerini aynı oranda sevmeli ve uhuvvetin gelişmesi için çaba sarf etmelidirler.

Böyle bir insanı kâmilin tasarrufu altında oluşan bir cemaat ümmetin birliği, beraberliği, kardeşliği ve topyekûn izzetini kazanması için bir çekirdek, İslâm bedeninin bir azası olabilir. Çünkü velayet makamı gerçek manada Cenâbı Hakk’ın muhatap aldığı bir manevi müessesedir. Allah (celle celaluhu) ile rabıtaları sürekli olan mürşidi kâmillerin etrafında halkalanan ümmetin fertleri hidayet kapılarının ardına kadar açılmasına sebep olacaktır. Cenâbı Hak ümmeti Muhammed’e en kısa zamanda nusret nasib etsin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki, Allah, bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât: 49/13)

“İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak Müslümanlığa razı oldum.” (el-Mâide: 5/3)

Dergimizin bu ayki konusunu İslâm toplumunda üst kimlik ve alt kimlik dengesi ve buradan hareketle ümmet ve millet kavramlarının incelenmesi olarak büyüklerimiz tavsiye buyurdular.

Özellikle iki bin yılından sonra küreselleşerek değişen dünyamızda yeni ifadeler ve anlayışlar ortaya çıkmaya başladı. Özgürlük ve insan hakları adına orta çağ ve daha önceki zaman dilimlerinde peygamberlerin mücadele ettiği her türlü ahlâksızlık, menhiyat aleni işlenmeye başlandı. Müslümanlar da kendi haklarını kazanmak adına bu fuhşiyata ve münkerata -yine özgürlük adına- karşı çıkmadılar. Bunun sonucunda Müslümanlarda da bozulmuş, insanın yaradılış hakikatine uymayan görüşler, fikirler ortaya çıkmaya başladı. İnsanların özgür olması, her istediğini yapabilmesi için faaliyet göstermek üst kimlik; din eksenli, ahlâki değerleri ön plana çıkaran fikirler, özgürlükleri kısıtladığı için(!) alt kimlik olarak görülmeye başlandı.

Genel insanlık açısından durum bu minvalde seyrederken, İslâmî hassasiyeti olan kesimlerde ise açıkça söylenmese bile üst kimlik ve alt kimlik ifadeleri farklı biçimlerde şekillenmeye başlandı. Bu da tevhidin ortaya çıkmasına en büyük engel oldu.

Biz konumuzu Müslümanlar açısından üç grupta inceleyeceğiz:

Birincisi  ve En Tehlikelisi; Milliyet-Irk Açısından:
Yukarıda zikrettiğimiz, Hucurât Sûresi 13. ayeti kerimede Cenâbı Hakk’ın (celle celâluhû) insanları farklı milletlerden yaratmasının hikmeti açıktır. Tanışmak, bilişmek, ihtiyaçları kolay temin etmek açısından muradı ilahi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Bundan dolayı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Dikkat edin, hiçbir Arab’ın Arab olmayana, Arab olmayanın Arab’a; hiçbir beyazın zenciye, zencinin de beyaza takvadan başka bir şeyle üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Ahmed ibni Hanbel,  Müsned, Mısır 1313,  V, 411) buyurmaları bir Müslüman açısından bu manada her şeyi açıklıyor.

Ancak günümüzde Batı ideolojilerinin etkisi altında yetişen bazı Müslüman kesimler, yine Batılıların içimize sokmaya çalıştıkları nifak tohumları sayesinde kendi ırkını üst kimlik olarak tanıyıp İslâm’ı alt kimlik olarak görmeye çalışmaktadırlar. Hatta kendi ırklarının zaten üstün olduğunu, İslâmi değerler kendi yaşantılarına uygun olduğu için İslâm’ı din olarak kabul ettiklerini söyleyen aklı evveller de bulunmaktadır. Bundan dolayı Müslüman olduğunu söylese de diğer milletlerden olan din kardeşlerine karşı kendinde bir üstünlük görerek kimliğini ortaya koyuyor.

İkincisi; Mezhebi Görüşler Açısından:
Malumdur ki, asr-ı saadetten sonra selef-i sâlihin ve onların izlerini takib eden müctehidân-i îzâm hazeratı ümmeti Muhammed’e kolaylık olması açısından içtihatlar yapmaya başladılar. Efendimiz’den intikal eden sahih bilgiler ve uygulamalar ışığında anlayışlarını ortaya koydular. Bunlardan bazıları zamanla mezhebi ekoller olarak gelişip günümüze kadar geldi, bazıları da mukallitleri kalmadığından devam edemedi.

Bu manada günümüzde ehlisünnet olan mezhebler “Hanefîlik, Şâfiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik” arasında bazı küçük hususlar hariç bir ayrımcılık veya birbirini kabul etmemezlik görülmüyor. Görülse de bunlar, bazı mutaassıp insanların kendi yanlarından oluşturdukları yanlışlıklar olabiliyor.

Bu cephede asıl tehlike yine ümmetin bir araya gelmesini istemeyen güçler tarafından sürekli gündemde tutulan ehlisünnet dışı mezheblerin oluşturmaya çalıştığı tefrika rüzgârlarıdır.

Bu manada özellikle “alevîlik” adı altında oluşmuş fırkalar. Bunların bir kısmı tamamen İslâm dışına çıktıkları için konumuzun dışındadır. Fakat ehlisünnet âlimlerinin tekfir etmeyip ehli bid’at dedikleri, sadece ehli kıble oldukları için ümmetten sayılan şia ekolleri eskiden olduğu gibi bugün de sıkıntı oluşturmaktadırlar. Çünkü onlar için de üst kimlik, mezhebi görüşleridir. Kendilerinden olan Müslümanlar ancak kabul görürler. Yoksa geçmişte Irak’ta ve bugün Suriye’de olduğu gibi on binlerce Müslümanı hunharca katletmekten çekinmezler.

Üçüncüsü; Cemaatçilik Asabiyeti Açısından:
Bu cephe ise İslâmi hizmetlerin kolay ve insanların meşrebine uygun bir şekilde yürüyebilmesi için gerekli olan cemaatlerle alakalıdır. Değişik cephelerde ve hizmet alanlarında İslâmî tebliğ çalışmalarını yürüten cemaatler birbirlerini tamamlama açısından önemlidir. Bu manada hizmette yarış gereklidir. İslâm’ın özünden uzaklaşmadan, dini yaşantıyı yozlaştırmadan yapılan her hizmet bizim hizmetimizdir, anlayışında olmalıyız. İşte bu noktada da üst kimlik olarak kendi cemaatimizi görüp, herkesin bizim hizmet alanımızda olmaları gerektiğini düşünmek yanlış olur. Bediüzzaman Hazretleri’nin buyurduğu gibi mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Fakat yalnız benim mesleğimdir hak, demeye hakkın yoktur, anlayışı bizde oturmalıdır. Kendi cemaatinin anlayışını bütün anlayışların üzerinde görüp diğerlerini fasulyeden görmek doğru olmasa gerekir.

Bu üç cephe önemli olduğu için değinmeye çalıştık. Aslında meseleyi daha detaya indirirsek çok farklı akımların olduğu da görülebilir. Burada mühim olan Müslümanların üst kimliği ne olmalıdır? Bunda hem fikir olmaktır.

Cenâbı Hak (celle celâluhû): “Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı beğendim.” (el-Maide: 5/3) buyuruyor.

Yani sizin dininiz İslâm’dır. Üst kimliğiniz de İslâm’dır. Bunun dışındaki her şey alt kimliktir. Sizin milliyetiniz, mukallidi olduğunuz mezhebler, oluşturduğunuz cemaatler, cemiyetler, dernekler, vakıflar, siyasi oluşumların gayeleri İslâm ahkâmının ve ahlâkının ülkemize ve tüm dünyaya yerleşmesi ve cari hale gelmesi ise bu manada herkes İslâm çatısı altında birdir.

Fakat eğer bizim hizmetlerimiz “bizim İslâm’ımızı” oluşturuyorsa, bizim cemaatimizin İslâm anlayışı doğru, diğerleri eksik gibi bir anlayış ortaya konuyorsa burada bizim üst kimliğimiz mesleğimiz veya meşrebimiz olmuş olur. Bu da kendi meslek veya meşrebimizi din olarak kabul etmemiz demektir. Bu da elbette ki istenmeyen bir durumdur. Komşumuz olan halkı Müslüman ülkelere bir bakalım. Hepsi kan gölüne dönmüş. Müslüman, Müslümanı yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden katlediyor. Meselenin özünde farklı mezheblerin ve dini görüşlerin olduğunu görüyoruz. Kimse kendisini İslâm’ın muazzam çatısı altında görmüyor. Sadece kendi mezhebini ve meşrebini çatı olarak görüyor. Bunun sonucunda da kendisi gibi olmayanı tekfir ederek, kanını kendine helal görüyor.

Rabbimize hamdolsun ki ülkemizde durum bu kadar vahim görünmüyor. Ancak bilmemiz gerekir ki, kardeş toplumları birbirine böyle düşman yapan materyalist dış güçlerdir. Onların yumuşak karınlarını iyi bildikleri için kolayca birbirlerine düşman edebiliyorlar. Elbette ki bizim ülkemizdeki farklı fikirleri de inceliyorlardır. Bugüne kadar birçok kere bu farklılıklar üzerinden düşmanlıklar oluşturmayı başarmışlar, fakat istediklerini elde edememişleridir. Ama yine de vazgeçmiş değillerdir.

Bunun için her Müslüman cemaat ve cemiyet, meselelere farklı baksa da azami müştereğimiz İslâm olduğundan bu üst kimlikten hadiseleri değerlendirip ona göre kardeşleriyle muaşerette bulunmalıdır. “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Resûlullah” kelime-i tayyibesi etrafında tevhid ettiğimizi her türlü nifak odağına göstermeliyiz. Bunu sadece onlara göstermek için değil, Rabbimiz Celle ve Âla Hazretleri ve Sevgili Peygamberimiz bundan hoşnut olacağı için büyük bir gayretle ve aşkla yapmalıyız.

Çünkü bilmeliyiz ki “Müslümanın Müslümandan başka dostu yoktur.”  Dışımızdaki ehli küfrün içimize attığı en büyük nifak tohumlarından olan; “Üst kimlik; ne ırk, ne din ne de başka inançlardır. Üst kimlik; özgürlüklerdir.” safsatalarına kanmamalıyız.

Çünkü “Allah katında tek din İslâm’dır.”

Devam Edecek...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort