JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 29 Nisan 2014 13:57

TASAVVUFTA HİLAFET VE VEKÂLET -1-

“Hani, Rabbin meleklere, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti.” (el- Bakara: 30)

1. Tasavvufta Halîfe ve Hilâfet

Şeyhi adına irşad faaliyetinde bulunan ve sırlanmasından sonra yerine geçen kimse demek olan halîfe însân-ı kâmil anlamında bir tasavvuf terimidir. Sözlükte “arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half kökünden türetilmis olup “birinin yerine geçerek işini, görevini devam ettiren”1 şeklinde açıklanan halîfe kelimesi (çoğulu hulefâ, halâif) terim olarak biri siyasette, diğeri tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır. Bir kimsenin diğer bir zatın yerini tutmasına hilâfet, halife tayin etme işine de istihlâf veya tahlîf denir.2

Ayrıca hâlîfe, müslümanların gerek din ve gerekse dünyâ islerini yapma konusunda Hz. Peygamber’e vekâlet etmeleridir. Halîfe olan kimseye imam da denir. 3

Halîfenin topluma karşı durumu vahiy ve peygamberlik hariç tutulacak olursa Peygamberin durumu gibidir. O hem dînî hem dünyevî yetkilere sâhip olan kimsedir.Bu bakımdan  İslâm’ın rûhuna aykırı olmayan bütün emirlerine uymak gerekir. Hz.Peygambere vekâleten yönetmek ve halkı idâre onun en önemli vazîfeleri arasında yeralır. 4

Halîfe ve hilâfet konusu üzerinde durarak bunu tasavvufun temel bir kavramı hâline getiren   İbnü'l Arabî ve onu tâkib edenler olmuşlardır.   İbnü'l Arabî’ye göre Allâh’ın halîfesi kendisinde isim ve sıfatlarıyla en güzel bir biçimde tecellî ettiği insan-ı kâmildir. Bir mühür nasıl hazîneyi korursa Allah da insan-ı kâmil olan halîfesi ile halkı ve mülkü öylece korur. 5

Allah'ın kulunu halife kılması mutlak, kulun rabbini halife kılması mukayyet bir hilâfettir. İbnü'l-Arabî’ye göre Allah'ın yeryüzündeki halifesi peygamberlerdir.

Peygamberler O'nun hükümlerini O'nun adına insanlar arasında uygularlar. Hz. Muhammed'den (sav) sonraki halifeler Allah'ın değil Reûulü’nün halifeleridir, çünkü O’nun getirdiği şeriatı uygularlar, uyguladıkları hükümleri de rivayet yoluyla Peygamber’den alırlar. Bunlar zahiri mânâda halîfedir. Halbuki velîler arasında doğrudan doğruya Allah'tan hüküm alan halifeler de vardır. Onların Allah'tan hüküm almaları peygamberlerin hüküm almalarının aynıdır.  İbnü'l-Arabî, devletin basında bulunan ve halife adını alan sultanlarla Allah'ın halifeleri olan velîleri birbirinden ayırır; “Birinciler zahiren, ikinciler ise manen halifedir” der. 6

Tarîkatta Halîfe; Halîfe olan kimseye “hilâfetnâme” veyâ “icâzetnâme” verilir. Hilâfetnâme sınırsız yetkiler için verildiği gibi, meselâ sâdece zikir telkini veyâ rüyâ tâbiri gibi görevler için de verilebilir. 7 (Bu bölüm İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin Tuhfeyı Hasekiye adlı eserinin birinci cildinden alınmıştır.)

Hazreti Ğavs Abdulhakim Bilvânisî (ks) bir sohbetlerinde, halifelik üç kısımdır,
Birincisi: Cenabı Hakk'tan doğrudan Resulullah’a (as) gelir, O'ndan da silsiledeki sâdâta, onlardan da hayattaki mürşide bildirilir. Mürşid de halifelik emri gelen kişiye tebliğ eder. Bu kişi bu emri reddedemez. Bu özellikteki kişi kalb, letâif ve Nefyu isbat virdini sırası ile çekip bitirmiştir.

İkincisi: Mürşid, kendi şeyhi veya silsiledeki başka meşayihlerle istişare kurarak bazı zâtlara halifelik verebilir. Bu zât da aynı şekilde seyri sülûkunu tamamlamıştır.

Üçüncüsü: Mürşid; uygun gördüğü bir
şahsa, kısa zamanda vazifesini tamamlatır veya onu çileye tabi tutar veyahutta kendi görüş ve yetkisine dayanarak bir kişiye hilafet verebilir, buyurmuşlardır.

Tasavvufi manada hilafet yukarıda yeteri kadar açıklandı, kanaatindeyiz. Tasavvuf tarikatlar olarak kurumlaştıktan sonra yapılan her uygulama isimlendirildi ve bazı kurallara bağlandı. Halifelik de bu manada belli bir silsile aracılığıyla gelen kâmil insanların zahirde mürşidleri tarafından tasdik edilmeleri için tahsis edilmiş bir makam oldu. İşin gerçeğine bakarsak baş tarafa aldığımız ayeti kerime aslında Cenabı Hakk’ın insanı yaratırken muradı ile alakalı bir durumdur. Çünkü Halık-ı zü’l-celal hazretleri bizi yaratırken her birimizi kendine halife namzeti olarak yarattı. Ayeti kerimenin devamında meleklerin Cenabı Hakk’a ilticaları gibi bir çoğumuz, yaradılış gayemizi yani halifelik vazifemizi unuttuk. Ancak bu hakikati idrak eden ve ona göre hayatını tanzim ederek bu halifelik vazifesine sahip çıkan Hakk’ın dostları muradı ilahinin tahakkuk etmesine vesile oldular. Cenabı Hak celle celaluhu hazretleri de yeryüzündeki işlerini onlarla gördü. Bu manada peygamber efendilerimiz ezelde takdir edildikleri için vazife icabı farklıdırlar. Yukarda da İbnü'l-Arabî hazretleri’nin buyurduğu gibi peygamberlik vazifesi dışında Hak’la ilişkileri aynıdır.

Meseleye bu cepheden baktığımızda günümüzde mürid bulmak zorlaşmışken mürşidlerin yani halifelerin bu kadar çok olması biraz garip bir durum olsa gerek. Yukardaki tanımlara ve açıklamaya göre günümüzdeki halifelik iddiasında bulunan insanlar bahsedilen tanımlara uyuyorlarsa bu kadar fazla olmasının bir mahsuru yoktur. Bilakis bu kadar Hak dostuyla aynı havayı teneffüs ettiğimiz için ve aynı zaman ve mekânda bulunduğumuz için şeref duyarız. Fakat bunun böyle olmasının da bazı kriterleri vardır:

1-Halife olan zatın şeyhinden yazılı bir icazeti var mı veya ihvan kardeşlerinin ekser çoğunluğunun olduğu ortamda şeyh efendi o zatı işaret buyurmuş mu?
2- İlmi ehliyeti var mı?    
3-Sulûkunu ikmal etmiş mi?
4-Şer’i şerife uygun bir yaşantısı var mı? Yaşantısı sünneti seniyyeye uygun mu?
5-Genel olarak zahir ve batın ilmini kendinde birleştirmiş, diğer bir deyişle ilmiyle amil ulemanın çoğunluğu onun irşada ehliyetli olduğuna kanaat getirmiş mi?
6-İnsanlarla maddi olarak ilişkileri hangi düzeyde? Genelde alan sınıfında mı yoksa elinde az bir şey bile olsa paylaşan biri mi?
Yukarıda sorduğumuz sorular birincisi hariç bir insanda mevcutsa o insan zaten Allah’ın halifesidir. Çünkü o yeryüzünde Allah’ın istekleri dışında bir şey zaten yapamaz. Gönlü her zaman Hakk’a dönük olduğu için ilahi ilhamlara muhatap olur. Rabbi onun gören gözü tutan eli yürüyen ayağı olur. İlahi muhafazanın içine alınır. Yani enbiyayı izam hazeratı nasıl masum iseler, bu vasıflardaki zatlar da mahfuz olurlar.

İşte böyle bir yaşantıya, hâle, iradeye ve anlayışa sahip evliyaullahı izam hazeratı gerçek manada halifetullahtır. Açıkçası onlar icazetlerini Allah’tan almışlardır. Onlar yeryüzünde her işlerini Allah adına ve Allah için işlerler. Hakk’ın rahmeti ve merhameti onlarda tecelli eder. Halka şefkat ve merhamet nazarı ile bakarlar. Fakat ilahi hudutlar aşılmaya başlandığında Allahü zülcelâl hazretleri’nin celali onlarda tecelli   ederek canları pahasına mücadele ederler. Çünkü onlarda Allah aşkı mükemmel derecede olduğu için maşukun incinmesine asla tahammül edemezler.    

Bunun aksine bugün “Ben falanın halifesiyim.”, “Filan zamanda bana rüyada verdiler.”, “Ben bir gün yanlarındayken sadece bana söylediler.”, “Şeyhimin zamanında sulûkumu bitiremedim ama siz bana intisab edin ben sonra sulûk bitiririm.” gibi ispatı mümkün olmayan şekillerle hilafet veya şeyhlik iddiasında bulunmak manevi yol kesicilikten başka bir şey değildir. Ğavs (ks) hazretlerinin “Eğer birisi şarkta, birisi garbda iki müridiniz aynı anda sekerat haline düşmüşken ikisinin de imanını kurtarmaya koşamayacaksanız, gidin dağda eşkıyalık yapın, ümmetin imanıyla uğraşmayın. Daha az günah işlemiş olursunuz.” buyurduğu gibi bir duruma düşmemek gerekir. Yine büyüklerimiz “Eğer bu şeyhlik iddiasında bulunanlar bu işin zorluğunu bilseler arslandan kaçan ceylan gibi bu işten kaçarlar.” buyurmuşlardır.

Meselenin bir de Cenabı Hak tarafından vehbi olarak verilen zatlar vardır ki; onlar genelde sır olarak kalmayı tercih etmişlerdir. Açığa vuranların ise alnına adeta “Bu velidir” damgası vurulmuş gibi belli olurlar. Fakat bunlar azın da azıdırlar. Kaideleri bozacak kadar fazla  değildir.  

Meseleyi büyüklerimizin bir menkıbesiyle daha anlaşılır hale getirelim,

Gavs (ks) ile birlikte irşada gidenler anlatıyor:

Şah-ı Hazne (k.s.)'nin vefatından iki üç ay önce, kışın en şiddetli olduğu bir zamandı. Birkaç yerleşim merkezine uğradık. Herkes tövbe alıp tarikata intisab etti. Kermete adlı beldeye vardık. Yine herkes tevbe ile tarikat aldı. Yalnız köyün imamı Molla Ali almadı. Köy halkının ricasına Molla Ali şöyle diyordu;

-Eğer Şeyh Abdülhakim gerçekten işinin eri ise beni yolumdan çevirsin. Ben kimseden el almam.

Bu sözler Gavs’a (ks) bildirildiği zaman mübarek şöyle buyurdu;

- Hazret’e (ks) sormuşlar, Efendim, falanca zat seyrü sülükte şu kadar zaman kaldığı halde halifelik alamadı. Bunun hikmeti nedir? Hazret (ks) der;

- Merkep yavrusu doğumundan ne kadar zaman sonra ayağa kalkar? Hazret’e (ks) bu soruyu yöneltenler;

- Beş dakika sonra Hazret (ks) devam eder;

- Peki, insan yavrusu ne kadar zaman sonra yürümeğe başlar?

- Bir seneden sonra, diye cevap verirler. Hazret (ks):

- Ne kadar zaman sonra akıl baliğ olur, derler. Karşısındakiler;

- Takriben 14-15 yaşlarında akıl baliğ olur, derler. Bütün bunlardan sonra Hazret (ks) der;

- İnsan yavrusu uzun süre terbiyede kaldıktan sonra insan oluyor. Merkep yavrusuna gelince doğar doğmaz ayağa kalkıyor, fakat yine merkep oluyor, der.

Gavs (ks) Hazret’ten (ks) bu nakli yaptıktan sonra şöyle der;

- Çocuğa önce ana sütü, sonra süt, sonra da hazmedeceği şeyler verilir. En sonunda yemek verilmeğe başlanır. Yeni doğan çocuğa ekmek verilmez, çünkü boğulur.

1 Ayrıca bknz. Râgıb el- İsfehânî, el-Müfredât, “hlf” md. ; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “hlf” md. Lisânü’l-
‘Arab, “hlf” md.
2 Süleyman Uludag, D A, Halîfe Md., c. XV, s. 229; Bknz. Osman Türer, Anahatlarıyla Tasavvuf
Târihi,  İstanbul: Sehâ, 1995, s. 110.
3 Ziyâ Kazıcı,  İslam Müesseseleri Târihi, İstanbul: Kayıhan, 1991, s. 27.
4 Kazıcı, a. g. e. , s. 25.
5 İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem, Haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, 3. Bsk.,  İstanbul: Müifv Yay. ,
1999, c. I. ,s. 128-133.
6 Süleyman Uludag, D A, “Halîfe” c. XV., s. 300.
7 Türer, Anahatlarıyla Tasavvuf Târihi, s. 110-111

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 11 Şubat 2014 10:50

MÜRŞİD VE İRŞAD -2-

Geçen sayımızda mürşidi kamilin genel özelliklerini ve irşada ehliyetli olabilmelerinden bahsetmiştik. Bu yazımızda mürşidi kamillerin insanlarla ilişkilerinin nasıl olduğu, insanlığın ve özellikle Müslümanların insanı kamillere niçin ihtiyaç duydukları konusunu izah etmeye çalışacağız.  

1-Mürşid Kâmilin Şahsiyeti

İrşada ehliyetli zatların en önemli özellikleri efendimiz sav e her şeyleriyle mutabaat etmeleridir. Onların şahsiyetleri habibi Kibriya sav in şahsiyetinin özelliklerini taşır. Asrı saadet döneminde Efendimize inanan ve inanmayan herkes O’nun şahsiyetindeki mükemmeliği kabul ediyorlardı. O’na her türlü güveniyorlardı. İnancını benimsemedikleri halde mallarını ona emanet edebiliyorlardı. İster Mekkeli müşrikler olsun, ister medine’de yanına gelen Yahudiler, hırıstiyanlar ve sair memleketlerden gelen elçilerin tamamı mutabıktılarki, efendimizin yanına gelen herkes kendini tam bir emniyet içinde buluyordu. Onun yanında kendilerini rahat hissediyorlardı. Çünkü O sav insanlığın kurtuluşu ve emniyeti için gönderilmişti. Cenabı hakk’ın insanlık üzerindeki muradını her şeyiyle tahakkuk ettirmek üzere gönderilmişti.

İşte mürşidi kamillere de bu mükemmel şahsiyet aynı şekilde aksetmiştir. Çünkü peygamberlik vazifesi hariç her şeyde efendimize varistirler. İfa etmeye çalıştıkları vazife aynıdır. Bunun için onların şahsiyetleri adeta efendimizin şahsi manevisidir. Dolayısıyla onlarda insanlığın saadeti için çalışırlar. Bu yüzden onların şahsiyetleri insanlık için bir emniyettir. İnsanlığı hep hayra çağırırlar. Onların bulundukları topluluklarda hep sükunet hakimdir. Her zamanda muradı ilahiye vakıf oldukları için adımlarını emin olarak atarlar. İnsanlığa bakışlarında sevgi vardır. Herkesin yaradılış gayesini anlayarak ilahi azaptan kurtulmaları ve sadece dünya emniyeti için değil ahirette de emniyette olmaları için adeta çırpınırlar.

Bu hususiyetlerden dolayıdır ki, onların meclisinde oturanlar, muaşeret edenler, muhabbet edenler,  kendilerini emniyet içinde hissederler. Çünkü onlar Efendimiz’in (sav) elemin ismi şerifi ile müsemma olmuşlardır. “onlar öyle kimselerdir ki onlarla oturanlar asla şaki olmazlar” emri peygamberisine muhatap olmuşlardır. İşte bu hususlardan dolayı insanlık için onların şahsiyetleri çok önemli bir lutfu ilahidir.             

2-Mürşidi Kâmilin Ahlâkı

Efendimiz sav bir hadisi şeriflerinde cenabı Hakk’ın üçyüz küsur ahlakının olduğunu buyuruyorlar. Hazreti ebubekir (ra) efendimiz:
-Ey Allah’ın resulü bende bu ahlaktan hiç var mı? Diye sorunca
Efendimiz sav :
-Bunların tamamı sende var buyuruyorlar.

Bu hadisi şerifin işaretiyle anlıyoruz ki, Allah’ın ahlâkı demek, sevdiği, hoşlandığı ahlâktır. Hazreti ebubekir efendimiz gibi sıddıkiyet mertebesine erişmiş mürşidi kamiller de aynı ahlâk üzeredirler.

Rabbimiz celle ve âlâ hazretleri’nin  yeryüzünde sevdiği ahlâk ile tahalluk eden dostları insanlık için rahmet vesilesidir. Onlarda ki güzel ahlakı gören insanlık onlarla daha yakın ilişki içine girmeye çalışırlar. Onları taklit ederek onlar gibi yaşamaya gayret ederler. Dolayısıyla onlardaki güzel haller onlarda da yansımaya başlar. Böylelikle onların yanına şaki olarak gelenler said olurlar. İnsanlarla güzel ilişkileri sonucu yakın oldukları ve ulaşabildikleri herkese mutlu ve bahtiyar yaşamanın sırrını aşılarlar. Bu da toplumların ıslah olmasına vesile olur.

Çünkü o öyle bir ahlaktır ki; kendi dininden olmayan bir Yahudi ve kendi dininden görünen kişi bir anlaşmazlıktan dolayı karşısına geldiğinde hiç tereddüt etmeden “haklı olan yahudidir” buyuran bir peygamberden akz-ı feyz eden bilge insanlardan neşet etmiştir.

Hepsinden önemlisi Allah ile kulu arasında muhkem bir rabıta kuran ahlaki yaşantının ve toplumun oluşmasına öncülük eden salih insanlar olmalarıdır.              

3- Mürşidi Kamilin Beşeri İlişkileri

Onların en önemli prensipleri “yaratılanı hoş gör yaratanda ötürü” anlayışıdır. Beşeri ilişkilerinde hep bunu öngörmüşlerdir. Manevi büyüklükleri ne olursa olsun insanlara hep aynı cepheden bakmışlardır. Mademki bu bir insandır. Yaratanının onda muhakkak bir sırrı, bir muradı vardır. Bu yüzden insanlarla hep iç içe yaşamışlardır. Örnekleri her zaman fahri kâinat efendimiz olmuştur. O her zaman ashabıyla birlikte olmuştur. Onlarla oturup kalkmış, yemiş, içmiş, gülmüş, ağlamıştır. Çocuklarıyla çocuk olmuş, yaşlılarıyla yaşlı olmuş herkese seviyesine ve anlayışına göre muamele etmiştir.
İşte mürşidi kâmillerde insani ilişkilerinde hep bunları esas almışlardır. Çünkü onların olmadığı ortamlarda insanlar hep küçümsenmiş, zulmedilmiş, tahkire uğramıştır. İnsanın hakikatine en iyi onlar vakıf oldukları için insanlığın üzerinden ellerini çekmemişlerdir.   

Bu gün uygulanan bazı prensipler yanlış anlaşılmalara ve dolayısıyla yanlışlara sebep olmaktadır. Bir mürşidi kamilden beslenmeye çalışan insanların önüne bazı kural ve kaideler konularak sanki bunlar irşadın şartlarıymış gibi insanlara sunulmaya gayret edilmektedir. Randevular, sen henüz layık değilsin hezeyanları, makam-mevki halleri insanların irşadına set çekmektedir. Oysa tek örneğimiz efendimiz sav den makamı daha yüksek bir şahsiyet düşünmek mümkün mü? Kendisini görünce korkan, çekinen arabiye hitaben: “niçin çekiniyorsun? Korkma Ben kral değilim Kureyş'ten kuru ekmek yiyen kadının oğluyum..” buyurarak o insanı mahcup etmeyerek rahatlamasını sağlayan en mükemmel insan değil mi?

Hâce Hazretlerininde “şeyhlik kapısını kapattık dostluk kapısını açtık” buyurması günümüzdeki Müslümanların her zamandan çok bu nebevî metoda ihtiyaç duyduklarının bir delili olsa gerek. İnsanlığın önüne dünya ve ahret saadetini yok edecek her türlü fuhşiyat serilirken, büyüklerimizin en önemli vazife olarak kabul ettikleri insanlığı gerçek sanatkarıyla buluşturmak için beşeri ilişkilerini en üst düzeyde tutmaları gerektiğini kendi kibarı kelamlarıyla anlıyoruz.    

4- Mürşidi Kamilin Rahmete Vesile olması

Kamil insanların insanlığa en önemli faydalarından biriside rahmete vesile olmalarıdır. “Salihlerin anıldığı yere rahmet-i İlahi nazil olur.” buyuruyor efendimiz sav. Çünkü onlar Hakk’ın dostlarıdır. Allah (cc) “biliniz ki; Allah dostları için korku ve hüzün yoktur.” Buyuruyor. Bütün insanlık onların hürmetine rızıklanır.

Onların en önemli özellikleri Hakk’a yakın olmaları ve Hakk’ı incitmemeye azami gayret göstermeleridir. Bunun için Cenabı hak onlardan razı olmuştur ve onlar için tüm rahmet kapılarını açmıştır.


5-Mürşidi Kâmilin Nazarı ve Tasarrufu
Bu özellikte mürşidi kamile Allah cc tarafından verilen hususi bir nimettir. Yukarda da belirttiğimiz gibi onlar her halleriyle Allah cc için olunca cenabı hakta aslında onların içinde gizlediği sırlarını açığa çıkarıyor. Onların nazarı bir manevi şifa kaynağı oluyor. Nazar ettikleri taşı dahi cevhere çevirebiliyorlar. Hele bir de insana baktıklarında hayatını eşkıyalıkla geçirmiş nice insanları irşad ederek temizlemişleridir. Halka zulmederek, gözyaşı döktüren insanların, önceki yaptıklarından pişman olarak ağlaya ağlaya göz pınarları kurumuştur.

Yine o cevherin açığa çıkmasıyla cenabı hak terbiyeleri altına giren müridlerinin kalblerine ve diğer latifelerine tasarruf ederek, kendileri gibi insanı kamillerin yetişmesine öncülük etmişlerdir.

6-Mürşidi Kâmilin Sohbeti

İnsanlığa fayda açısından en önemli özellikleri ehli sohbet olmalarıdır. Yukarda ki özelliklerin insanda kalıcı olması için bilgi gerekir. İşte mürşidi kamillerin tekkelerde, dergahlarda, kürsülerde mü’minlere yaptıkları sohbetler onların anlayışlarını geliştirir. İdraklerini açar. Bilerek yanlışa düşmemelerini sağlar ve en önemlisi marifetullaha eriştirerek kişinin Rabbini tanımasına ve marifeti ölçüsünde Hakk’a yakınlaşmasına sebep olur.

Son olarak şurası unutulmamalıdır ki; özünü arayan ve ona dönmek isteyen insanlığın tek kurtuluşu ruhunda hissedeceği manevi bir neşveye ihtiyacı vardır. Bu su gibi ekmek gibi elzemdir. Bunuda bize verecek olan ancak irşada ehliyetli insanı kamillerdir.
Bakınız bu gün nostalji diye insanların Mevlevi tekkelerine giderek sema gösterilerini izlemeleri, zikir merasimlerine ilgi göstermeleri, ilahi dinlemeleri bunların hepsi öze dönüş arzusunun gereğidir.
İnsaf ehli olmak gerekirse, hazreti Mevlanasız bir sema gösterisi, abdulkadir geylanî hazretleri olmadan zikir merasimi, yunus emre olmadan ilahi dinlemenin bir manası olmasa gerektir. Ruhu daralan, gürültülü müziklerle beyni patlayan, sevgiye hasret bir gönle sahip olan gençliğimizin tek ilacı bu zatlardır. Onlar gönül doktorlarıdır. Aşkı, sevdayı ancak onlardan öğrenebiliriz. Onların asıl dergahları, tekkeleri gönülleridir ve onların gönülleri tüm insanlığı alacak kadar geniştir. O gönle giren yaratanının gönlüne girmiştir. Ordan daha rahat ve huzurlu bir gönül olmaz, diye düşünüyoruz.

Rabbimiz bizi o gönüle girenlerden kılsın, inşaallah…          

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 10 Şubat 2014 14:33

MÜRŞİD-İ KÂMİL VE İRŞAD

Resûlullah efendimizin izinde giderek kemâle gelen ve bundan sonra insanları irşâd eden (doğru yolu gösteren) İslâm âlimi. İnsanlara doğru yolu gösteren rehber, kılavuz. Allahü teâlâyı seven ve insanları O’nun sevgisine kavuşturan sâlih, iyi bir kul. Mürşid, lügatte “İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran, olgun, üstün bir kimse” mânâlarına gelir. Allahü teâlânın tam, olgun ve insanlara her bakımdan faydalı olan tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ kullarına “Mürşid-i kâmil” denir. (Bkz. Evliya)

Mürşid-i kâmil kendinden önceki bir mürşid-i kâmilden feyiz alarak, onun gibi feyiz verebilecek bir kuvvete kavuşan İslâm âlimi demektir. Mürşidlerin birbirinden feyiz almaları, bir zincirin halkaları gibi eklenerek Resûlullah efendimizden zamanımıza kadar gelmiştir. Yâni bir mürşid-i kâmil, Peygamber efendimizden başlıyarak mürşidleri vâsıtasıyle kendi kalbine kadar akmakta olan feyizleri, halleri, bereketleri başkalarının kalplerine akıtmaktadır. Mürşid-i kâmil, Ehl-i sünnet îtikâdını, fıkıh ve tasavvuf ilmini iyi bilen ve bunlara tam uyan, Allahü teâlâyı mümkün olduğu kadar tanıyan hâlis Müslümandır. Her işinde ve her sözünde Peygamber efendimize tam uyar. Mürşidin alâmetlerinden birincisi, Ehl-i sünnet îtikâdında olması ve İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslâmiyete uygun olmayan ve haramlardan, günahlardan sakınmayan, havada uçsa ve başka acâyip haller gösterse bile mürşid olamaz.

Mürşid-i kâmilin ikinci alâmetiyse, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir ki, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hatırlamaya sebep olur. Allah’tan başka her şey kalbe soğuk gelir.

Mürşidlerin bâzısı talebelerini (sevenlerini) tasavvuf yolunun yüksek derecelerine kavuşturur. Bunlara “Kâmil ve mükemmil mürşid” denir. Hem kendi olgundur, hem de başkalarını olgunlaştırır. Bunlar kalp meselelerinde tam ehliyet sâhibi olup talebelerini buna göre yetiştirirler.(Rehber Ansiklopedisi)

Mürşid; rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir. Mürşid-i kâmil sıratı müstakimi gösteren, dalâletten hidayete sevkeden kişidir. Tarikatta seyru sülûkunu tamamlayıp irşada ehliyetli insanlar için kullanılır.(İslam tasavvufu prof. Dr. H. Kamil Yılmaz)

İnsanı kâmil: akıl ve nefs bakımından külli ve cüzi bütün mertebeleri aşan, ilahi isim ve sıfatları kendinde toplayan ve bu isim ve sıfatların tecellilerine mazhar olan kimsedir. Gerekli olan bütün makam ve mevkileri geçtikten sonra insanları terbiye ve irşad etmek için yüce Allah’ın yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği kimsedir.

Onların özelliklerinden bahsedilirken

Alim olmaları gerekir, şeriat ve tarikat bilgilerinde derin bir bilgiye sahip olmalıdır.
Şeriatın hükümlerini farz, vacip, sünnet, müstehap, helal ve haramı bilmeli ve müritlerine öğretmelidir. Tarikatın usul ve şartlarını, kalbin durumlarını varılacak makamların hususiyetlerini ve ruhun inceliklerini bilmeli ve müritlerine öğretmelidir.

Nefsin hallerini bilip, müritlerini ona karşı öğütlemeli ve ikaz etmelidir. Bütün Müslümanlar ve müritlerine karşı şefkatli olması ve onlara nasihat etmesi gerekir. Hakiki bir mürşid hem kendi hallerini, hem de müritlerinin hallerini saklar, kimseye ifşa etmez. (Veliler ve Tarikatlarda Usul, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi)   

Ansiklopedik bilgi olarak ve büyüklerimizin kibarı kelamlarından yukarda alıntıladığımız özelliklere sahip gerçek İslam alimleri mürşidi kamilleridr.. Hâcegân yolunun anlayışında yukarda belirtilen özellikler tasdik edilmekle beraber ümmetin zahir ve batın her türlü dertleri ile ilgilenen, ümmetin çilelerine ortak olan, fedakârlıkları ile mü’minlerin önünde olan, hep alan değil, Allah için veren Hakk’ın dostları ve hatemü’l enbiya’nın (sav) kamil varisleridir.

Ancak bilmemiz gerekir ki onların vazifesi insanlara sadece şeriata dair bilgiler vermek değildir. Hâce hazretleri buyuruyorlar ki, “mürşidi kâmil insanı şeriat durağına götürüp orda bırakmaz, şeriat durağından alıp hakikat durağına ordan da ötelerin ötesine götürerek rabbine vasıl eder.” Burdan anlıyoruz ki, tasavvuf yolu, mürşid ve irşad bu gün yanlış anlaşılmış. Bir insanı alıp tasavvuf adı altında normal zahir İslami yaşantının içine sokup, “ne yapalım, insanların dışarıda kalıp zayi olmalarını önlüyoruz.” Anlayışı görünüşte doğru bir anlayış gibi görünse de mürşidi kâmilin vazifelerine baktığımızda bu anlayışın sığ bir anlayış olduğunu görürüz.

Halbuki, irşad bu değildir. İrşad Hakk’ın muradını anlayabilecek, yalnız kalsa bile yolunu Hak’tan yana çizebilecek, rüşdünü ispat etmiş Allah adamlarının yetiştirilmesinin adıdır. Dolayısıyla mürşidi kâmil tasarrufu, nazarı, kudsi nefesi ve hepsinden önemlisi sohbeti ile kâmil mü’minler yetiştiren zevattır.
Resulullah (sav ) ‘den gelen bir haberde, Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır.

“Muhammed’in nefsini elinde bulunduran Allah’a yemin olsun; eğer isterseniz bu hususta yeminde edebilirim. Hiç şüphesiz, Allahu Teâla’nın en sevgili kulları; Allah’ı kullarına kullarını da Allah’a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşandır.”

Mürşidi kamillerin en önemli özelliği insanlığın mayası sevgiyi açığa çıkarmaya gayret etmeleridir. Çünkü yaradılış gayemizin en önemli umdesi yaradanımızı sevmektir. İnsanı kâmillerin gayretlerinin başında bu gelmektedir. Kâinatta her şey O’nun sevgisine muhtaçtır. O’nu resulünü ve dostlarını sevenler çoğaldıkça, Rabbimizin insanlığa rahmet nazarı coşar ve her şeyi o sevenlerinin hürmetine insanlığa musahhar kılar. Asrısaadetle başlayan ve yüzelli öncesine kadar azalarak devam eden dönemde insanlığın mutluluğu şimdikinden binlerce kat fazla olmuştur. Çünkü Allah’ı insanlara, insanları da Allah’a sevdiren altın silsilenin bağlıları daha fazlaydı.    

Hiç şüphesiz mürşidi kamillerin en önemli özelliği, bağlılarını resulullah efendimizin yoluna uymaya sevketmektir. Çünkü nübüvvet vazifesi hariç mürşidan-ı îzam hazeratı irşad açısından nebilerle aynıdır. Bu açıda n baktığımızda efendimiz’in (sav) ashabıyla ilişkisinin aynısı mürşid ile mürid arasında olmalıdır. Yani bir insan ben irşada ehliyetliyim diyorsa, onda görülecek en önemli özellik asr-ı saadet yaşantısıyla arasındaki rabıta birebir örtüşüyor mu? Kendisi sünenatı seniyyeye mutabık yaşıyormu? Saliklerinin yaşantısı ashabı kiramın yaşantısına uyuyor mu? Bunlar bir zatta cem olmuşsa o insanın  irşada ehliyeti vardır, denilebilir. Aksi halde bir takım insanların ellerine aldıkları icazetler, insanlara gösterdikleri kerametler bir şey ifade etmez.

Çünkü bir şeyin bir insanda var olduğu iddia ediliyorsa isbatı gerekir. “İrşada ehliyetliyim” diyorsa, elinde bir mürşidi kamilden icazeti varsa önce kur’an ve sünnete bağlı mı? Bid’atler hakkında ne düşünüyor? Kadınlardan müridesi varsa onlarla ilişkisi şer’i şerifin istediği gibi mi?  Yoksa bu gün uydurulan baba-kız veya bacı-kardeş hikayelerimi revaçta? Bunlara bakılması gerekir.

Bizim anlayışımız şu şekildedir ki; yukarda belirtildiği gibi bir alimin veya şeyhin irşada ehliyetli olmasının şartı öncelikle varisi olduğu efendimiz’in (sav) miras bıraktığı Kur’an-ı kerim ve sünnet, ya da başka rivayetlerde bildirilen ehl-i beytin yaşantısıysa o kamil zatın herhangi bir icazete veya keramete ihtiyacı yoktur. Onu Allah (cc), resulü (sav) ve saadat-ı kiram tasdik etmiştir. Çünkü onun yaşantısı “usve-i hasene” olmuştur. Hem kendi en güzel şekilde Hakk’ın dinini yaşamıştır, hem de insanları böyle yaşamaya teşvik ediyordur.     

İşte geçen iki sayımızda açıklamaya çalıştığımız bey’at ancak böyle zatlara yapılır. onlar islam dininin ve islam ümmetinin gerçek sahipleridir. bin dötyüz yıllık islam tarihinde onları her ortamda görmemiz mümkündür. yeri gelir, hazreti ali gibi bir taraftan hilafet vazifesini ifa ederken, bir taraftan islamakidesini bozmaya çalışan haricilik ve şia gibi fitnelere göğüs gererler. zamanı gelir seyyidenâ imam hüseyin gibi yaşantılarıyla islam ahlakını bozmaya çalışan yezidlere ve yezidiliğe karşı kıyam ederek saf islam yaşantısı yozlaşmasın diye canlarını feda ederler, bir zaman gelir, fatihlerin fethi müyesser olsun diye Allah’a el açar, fethin manevi fatihi olurlar. bir zaman gelir islam şeriatı uygulamadan kaldırılmasın diye, her türlü fedakarlığa katlanarak Esad Erbili hazretleri gibi mazlumların sembolü olurlar, ve bir zaman gelir bu günkü batı felsefesinin ve modernist-maddeci akımların müslümanların ahlakını ve inancını yozlaştırmak için dört bir yandan saldırıları karşısında zamanın şartlarını ileri sürerek karşılarına çıkanlara “zamanın sahibi Allah’tır (cc)” buyurarak, tüm zamanlara meydan okur gibi gerçek islam ahlakını ve akidesini yaşamaya ve yaşatmaya çalışan Hâce hazretleri (ks) ve onun davasına gönül vermiş gerçek islam erleri olurlar. maddi ve manevi açıdan imamette onların hakkı olduğundan bey’ate elyakta bu gün de gelecekte de onlar ve onların manevi nesebleri olacaktır.

Konumuza önümüzdeki ay mürşidin insan hayatındaki yeri ve insanlığın eğitimindeki rolü bahisleriyle devam edeceğiz, inşaallah...

Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz...  

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

TASAVVUFUN MENŞEİ

Tasavvufun başlangıcı Resûlullah aleyhisselâmın ve ashâb-ı kiram (Radiyallahu anhüm) hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi tasavvufî yaşantı Resûlullah aleyhisselâmdan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile ortaya çıkmıştır. Kaynağı Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sûfilik yaşanırdı, fakat adı yoktu. Tasavvuf ilminin Müslümanlar arasında zuhuru, hicri ikinci asrın ortalarına doğrudur. Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan “Nefehâtül-Üns” ün beyanına göre, sûfi ismi verilen ilk zat hicrî 150 tarihlerinde vefat etmiş olan Ebu Hâşim isminde bir zâhiddir. Bu zatın Suriye'de Remle şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve sâliklerine sûfi ismi verdiği rivayet edilmektedir. Süfyan Sevri, Ebu Hâşim hakkında: “Ben Ebu Hâşim'i görmeden önce sûfinin ne olduğunu bilmiyordum.” demiştir. Sûfi ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Bu kelime Tâbiîn devrinde söylenmeğe başladı. Saadet asrında en yüksek mevkiyi, Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizle sohbet şerefine eren ashâb-ı kiram (Radiyallahu anhüm) hazerâtı almışlardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu. Resûlullah aleyhisselâm'dan sonra ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara Tabiîn denilmiştir. Ondan sonra da Tâbiîne erişen Tebe-i tabiîn gelmektedir. Bu üç nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz zamanında bütün Müslümanlar O'nun sohbetlerinden feyz aldıklarından, kendilerine sahabe  ismi verilmişti. Hazreti Muhammed (Sallâllahu aleyhi ve sellem) Efendimizin irtihallerini müteakip, sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere tabiîn denmeye başlandı. Bu sırada Müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya, bir takım bâtıl fikirler İslâm camiası içerisine sokulup yayılmaya başladı. İşte tam bu sırada bir topluluk, sâlih ameller işlemekte, doğrulukta, dinlerine olan samîmi bağlılıklarında, zühd ve takvada ileri giderek, uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi nefislerini terbiye için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden kimselere sûfiyye denmeğe başlandı.


İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnif ler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır. Ashâb-ı kiram tarikat-ı âliye'nin ne olduğunu bilmiyordu ama yaşıyordu. Peygamber Efendimizin sohbetinde kendilerine icabeden her şey veriliyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı Suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, kimisi az alıyordu. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki: "Seninle beraber olanlardan bir taife de -gece- kalkıyorlar." (Müzemmil: 20) âyet-i kerimesinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.
Zühd hareketi  Mutasavvıfe adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse de başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.


İslâmiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyâzat ve zâhidliğe vakfedenlere  zâhid, âbid  gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zahidâne hayata sulûk etmiş kimselere sûfi denmeye başlandı.

Sûfiyyenin zuhuru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır:

a) Fukahâ ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkâm-ı âmmedir ki, ibadât ve muamelâttan ibarettir.

b) Tasavvuf ehline ait mücahede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl olan zevk, vecd haletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır. Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için: “Men lem yezuk lem ya'rif” yani “Tatmayan bilmez.” derler. Hazret-i Mevlâna'ya “Âşıklık nedir?” diye sordukları vakit: “Benim gibi ol ki öğrenesin!” buyurmuştur.

Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece Tasavvuf ilmi  doğmuş oldu.

Namaz, oruç ve diğer amellerin zahirî bir şekli varsa ve bunlar zahirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtını fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.

Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehrî kısmını Abdülkadir Geylâni (Kuddise sırruh) hazretleri, hafî kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend (Kuddise sırruh) hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.

TASAVVUFUN TANIMI

Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlâkı tasfiye, zâhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir.   Tasavvufu kâlpden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sûfînin ulaştığı makama göre yapıldığını gözden uzak tutmamak gerekir.

Öncelikle tasavvuf nedir? İçin gereklidir? Bizlere faydası nedir? Bunun anlaşılması için meselenin özü olan, bize kadar bu güzide yolun gelmesinde pay sahibi olan büyüklerimizin görüşlerini aktarmaya çalışacağız.

Osman Bedruddin Erzurûmî Hz.’nin Sohbetnamesi’nde konuyla ilgili buyurdukları görüşleriyle başlayalım:

Her ilmin târifi, mevzuu, binâsı ve faydası olduğu gibi tasavvuf ilminin de târifi, mevzuu, binâsı ve faydası vardır. Tasavvufun târifi: “Derûnu kötü ahlâktan temizlemek, iyi ahlâk ile muttasıf olmaktır.”

Yahut Hz. Cüneyd’in târifi vechile: “Mûtû kable ente mûtü” (Ölün, ölmeden önce ölün) sırrı gereğince nefsin heves ve hazlarından feragattir.” Yahut İbn-i Fârız’ın tarifi vechile: “Vakitlerin seni değil, senin vakitleri kesmendir.”

Buradan anlaşılıyor ki tasavvuf ahlâk-ı hamideye ulaşmak için ,nefsin her türlü arzularından sıyrılarak içinde bulunduğumuz vakti en güzel şekilde değerlendirmektir.  Büyüğümüzün de buyurduğu gibi  “İbnul vakt” olmak değil, “Ebul vakt” olmak,(zamanın oğlu değil zamanın babası-sahibi olmaktır.)

Marufu kerhi (Kuddise sırruh) Hazretleri:“Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.” "Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir." buyurmuşlardır.

Seriyy-üs Sakati (Kuddise sırruh) Hazretleri de: “Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez. 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz. 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez.2  buyurmuşlardır

Ebu’l-Hüseyn En-Nuri (Kuddise sırruh):
“Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlâktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebepten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlâkıyla mütehallî olmaktır." 3  buyurmuşlardır.

Cüneydi Bağdâdi (Kuddise sırruh):“Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir.”
“Tasavvuf, mâsivâ ile alâkayı keserek, Cenâb-ı Hak ile beraber olmaktır.”
Masiva ile alâkayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan her şeyi terketmek demektir.4

Baştan beri tarif edilen  tasavvuf, İslamın zahiri hükümlerini yaşantısına uygulamış Mü’minlerin bunu daha içsel olarak hallerine yansıtmak için yapmaları gereken bir ameldir. Kur’an-ı kerim’de Cenâb-ı Hak (Celle celaluhu): “Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve her türlü kötülükten alıkoyar.” (Ankebut Sûresi 45) buyurmuştur. Fakat bugün namaz bizleri ahlâki bozukluklarımızdan kurtaramıyor. Demek ki bizim namazımızda bir eksiklik var. İşte zahirde amelleri yaparken, içimizi de o ibadete uygun hale getirmemiz gerekir. İnsana bunu kazandıracak olan ehlinden tasavvuf terbiyesi almasıdır. Yoksa yaptığımız ameller bize her zaman yük olacaktır. Hâlbuki ibadetler insana hem haz vermeli hem de onu sürekli terakki ettirmelidir. Her geçen gün onda İslam ahlâkı belirginleşmeye başlamalıdır. Bugün de asıl sıkıntı buradadır. Zahirde çokça amel etmemize rağmen İslam âlemi olarak ahlâki problemlerimizi aşamamışız. Çünkü son yüzyılda özellikle Batılı müsteşriklerin ve onların yetiştirdiği yerli müsteşriklerin kasıtlı olarak İslamı sadece zahirden ibaret göstermeye başlamaları ve gerçek İslam âlimlerini halkın gözünden düşürmeye çalışmaları sonucunda halkın elinde örnek alacak şahsiyetlerin kalmaması bu ahlâki çöküntüyü doğurmuştur.

Kısaca özetleyecek olursak Müslüman ların  birebir ilişki içinde olabilecekleri, her türlü maddi ve manevi sorunlarını çözdürebilecekleri hayati bir imkân olarak peygamber vârislerinin yolu olan tasavvufa yeniden kıymet vermeleri  gerekir. Bu elzemdir.     

Konunun hem anlaşılması hem de güncelleşmesi açısından günümüzün tasavvuf alanında önemli şahsiyetlerinden  Mevlânâ Hâce Yakub-i Sâni Hazretleri’nin (Kuddise sırruh) konuyla ilgili  görüşlerini almadan geçemeyeceğiz.

“Efendiler  tasavvufun gayesi, tasavvufun maksadı -meseleyi iyi anlamanızı rica ediyorum- insanlara şeriatı öğretmek değildir. Şeriatı devlet öğretir. Dini, insanlara devlet öğretir. Din devletin işidir. Tasavvuf, meşayıhın görevidir. Ârifin, kâmilin görevi; insana namaz kıldırmak, namazı öğretmek, orucu öğretmek değildir. Tasavvuf; insanları şeriat durağından alır hakikat ve marifete ulaştırır, insanı ârif yapar. Tasavvufun görevi budur.

Bugün tasavvuf adı altında kurumlaşmış, tarikata dönüşmüş bütün müesseselerin yaptıkları şey insanları bir meçhulden alıp şeriat durağına getirmek şeklindedir. Ona namazı tarif edip, bırakmak yani. Tasavvuf bu değildir. Bunun için buyurmuşlar:  “Asr-ı saâdette aslı vardı, ismi yoktu.”


Ne yapar tarikat insana, oruç öğretmezse, namaz öğretmezse? Meseleyi yanlış anlamayın, farklı mecralara çekmeyin. Tefekkür edelim biraz. İnsanı hakikate ulaştırır, mârifete ulaştırır. Onun için bugün ciddi mânada tasavvuf sohbeti de kalmamış. Tarikatlere bakın..Tarikat, tasavvufun kurumsallaşmış hâlidir. Hep zahir müesseselerdir bunlar. Bütün himmetlerimiz, bütün varlıklarımız hep müesseselere akmış. Tarikatlerin yaptığı bu. Diyeceksiniz ki bu yanlış mıydı? Bugün için en ideal olan belki buydu. Çünkü farklı şekilde İslâmı muhafaza etmek, müdafaa etmek mümkün değildi. Kurumsuz, kuruluşsuz olmuyordu. Sistem birçok şeyi bizden götürmüştü bugünkü tasavvuf erbabı sözde tarikatler, var güçleriyle sisteme karşı mücadele etmek zorunda kaldılar. Sistemin götürdüklerini bir şeylerle bir yere perçinleyip muhafaza etmek zorunda kaldılar. Bunun için mesele kurumlaştı, müesseseleşti aslından uzak laştı. Yoksa tasavvufun müesseseye, kuruma ihtiyacı yoktur. Tasavvuf bir cemaat hareketi değildir. Tasavvufta cemaat yoktur, ferdiyyet vardır, şahsiyet vardır. İki kişi arasındaki bir irtibattır. Bir üçüncü kişi fazladır. Üçüncü bir şahsiyet arada fazladır, iki kişinin arasında cereyan eden hâle tasavvuf denir...5

Yine büyüklerimiz buyurmuşlar ki,  Tasavvufun mevzuu: “Gafletten sakınarak her an huzûr-u ilahîde olduğumuzun idrâkini iktisap ve istihsal etmektir.”6
Tasavvufun faydası: “Nefsani rezilliklerden temizlenerek insan-ı kâmil olmak ve kulun Mevlâsına layık olmasıdır.”7
Şu kadar var ki tasavvuf diğer ilimler gibi kitaptan öğrenilmez, ulûm-ı mevrûstur (Veraset yoluyla gelen ilim). Tasavvuf kitapları (tasavvufu değil) usül ve tarikat âdâbını öğrenmek içindir. Tasavvufun tâlim ve tahsîli ancak bir mürşid-i kâmilden insanın kendi nüsha-ı vücûdunu okuması ile mümkündür.
Tasavvuf, ilm-i sudûrdur (Gönül ilmi), ilm-i kalbdir. İlm-i sütûr (Kitabi ilim) değildir.8
“İlmi bir insan-ı kâmilin ağzından alınız!” hükmünce, tasavvuf, bir konuşan kitaptan kendi vücut kitabını okumakla ancak öğrenilir, bilinir.9
Bu bilgiler ışığında tasavvuf gerçek İslam ahlâkının kazanılması için gerekli bir ilimdir. Çünkü büyüklerimiz buyurmuşlar ki: “Tasavvuf ashabın yaşadığı zühd ve takva hayatıdır.” Bu yüzden günümüzde tasavvufun içinde olduklarına inanan insanların kendilerine bu tanımı kıstas almaları gerekir. Ashabın takvası-zühdü, sevgisi, anlayışı, vefası ,fedası… bizde olgunlaşmıyorsa bunun adına ister tasavvuf ister tarikat ister ne denir densin faydasızdır. Çünkü ashabın tamamının Efendimiz (Sallâllahu aleyhi ve selem)   ve O’nun yakınlığında olan ashabın büyükleriyle beraber ilişkileri vardı. Bu sayede onların hepsi kâmil manada bir ahlâka ulaştılar. Bu tabiin ve tabiinden sonraki nesillerde de aynı şekilde devam etti. Çünkü onların döneminde Ehl-i Beyt imamları,ashabın fakihleri ve bizzat onlardan beslenen tabiinin büyükleri aynı işlevleri gördü.
Günümüze gelince yukarıda da belirtildiği gibi ehli küfür Mü’minlerin gerçekte nasıl beslendiklerini çok iyi tesbit ettikleri için bizim elimizden bu şekilde aynı silsileden veraset yoluyla beslenen insan-ı kâmillerin yolu olan tasavvuf yolunu elimizden almaya çalışmışlardır. Çünkü onlar Selçukluları ve Osmanlıları yüzyıllarca ayakta tutan şuurun tasavvuf şuuru olduğunu çok iyi anladıklarından bunu zayıflatmak, Müslümanların elinden almak için var güçleriyle çalıştılar. Zira tasavvuf Müslümanları fert fert eğittiğinden yukarıda belirtildiği gibi ashabın anlayışına ulaştırdığından , onları birbirinden uzaklaştırmak birbirinden koparmak, İslamın kabul etmediği anlayışlara götürmek mümkün değildi. Konumuzla alâkalı olarak yakın tarihimizin önemli liderlerinden olan Sudanlı Hasan Turabi, bir mülakatından aldığımız bölümde şöyle diyor: “ Sudan’da eskiden bütün halkları birbirine bağlayan bir tasavvuf ekolü vardı. Tasavvuf uzun yıllar    birleştirici bir unsur olarak oldu. Ancak zamanla İslam’ın diri ruhu yerini maddi âleme bıraktı. O yeni âlem zihin dünyamızdan tüm yaşantımıza sirayet etti. Maddeye verilen değer giderek arttıkça farklı bölgelerde farklı kabileler arasındaki ilişkiler de sekteye uğramaya başladı. İdareye sahip olanların da maddeye verdikleri önemin artması diğer kabilelerin, yönetimi ve ekonomiyi elinde bulunduran kesime olan isyanlarını körükledi.

Tasavvufun 17. ve 18. yy’da oynadığı birleştirici öğesini bir inceleyin. Bu sadece Sudan’da değil sizin topraklarınızda (Türkiye’de) ve tüm İslam coğrafyasında da öyleydi. Osmanlıda birliği  Nakşîler ve Kadirîler sağlıyordu. Asya’da yine Çiştîler, Nakşîler ve Kadirîler bunun öncülüğünü yapıyordu. Afrika’da sömürgeciliğe karşı direnen Mehdi ve Senûsi hareketindeki ruhta da bu vardı. Lakin son asırdaki İslamî hareketler tasavvufa karşı savaş açtı. Bence buradaki, stratejik olarak büyük bir yanlışlık yapıldı. Tasavvuftaki hurafeler ve yanlış inançlar elbette kabul edilmeyebilirdi lakin ondaki ruhu muhafaza etmeliydik...”

Demek ki tasavvuf İslamın her safhasında Hakk’ın rızası doğrultusunda en önemli temeli oluşturmuştur. Çünkü tasavvufun en önemli unsuru olan kâmil insanlar her devirde fikirleriyle ve tasarruflarıyla inananları yönlendirmişlerdir. Bu yönlendirme İslamî yönetim kademesinden en alt makama kadar geçerli olmuştur. Onların basiretli ve firasetli görüşleri İslam âlemine ışık tutmuştur.

Son cümle olarak İslam tasavvufu her zaman olduğu gibi bu günde bize öncü olacak en önemli öğretidir. Biz Müslümanlar olarak peygamber varisi olan evliyaullah hazeratının bu nurlu yolundan istifade etmeye azmetmemiz gereklidir. Gerçek kurtuluş onların yolunda olanların olacaktır....


1- Kuşeyrî.
2- Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3- Tezkire.
4- Kuşeyrî.
5- Yakub Haşimî Hocaefendi, Ubûdiyyet Risâlesi  2.
6- Gülzâr-ı Sâmini Sohbetler.
7- Gülzâr-ı Sâmini Sohbetler.
8- Gülzâr-ı Sâmini Sohbetler.  
9- Gülzâr-ı Sâmini Sohbetler.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Rabıta konulu yazımızın son kısmında ilk iki yazımızın bir hülasasını yaparak sonuçlandıracağız. İnşaallah…
Büyüklerimizin kibarı kelamlarından ve delillerinden şunları anlıyoruz:
1-Rabıta tasavvuf yoluna girerek bir kâmil mürşidin terbiyesine giren mü’minin mürşidinden istifade edebilmesi için onun ruhaniyetine yönelmesidir. Terakki için bu şarttır. Kendisine verilen zikirlerin manasına erebilmesi için her an mürşidinin ruhaniyetinden istimdad etmelidir. Bunun oluşması, için Nakşibendî büyükleri “Bir saat zikir çok, yirmi dört saat rabıta azdır.” buyurmuşlardır.
2-Rabıta fıtri bir hadisedir. Her insan kendine örnek aldığı şahsa veya bir mesleğin üstadına benzemek için gayret eder. Yaptığı her işi veya ameli örnek aldığı insan gibi yapmaya çalışır. En bariz örnek; çocuğun en iyi baba olarak kendi babasını görüp ona benzemeye çalışması gösterilebilir.
3-İşte, insan mürşidinin ruhaniyetine yönelir ve onu örnek alırsa onunla aynîleşir. Her yaptığını onun yaptığı gibi yapmaya çalışır. Çünkü yoğun bir şekilde mürşidine yönelen müride mürşidinden akseden füyuzat onu kaplar. Artık müridin iradesi mürşidin iradesiyle aynîleşir ve onun yaptığı her şey mürşidinin hoşnut olduğu olur.
4-Rabıta sadece ilmiyle âmil, kâmil-i mükemmil bir zata yapılırsa faydalı olur. Her, “Ben mürşidi kâmilim” diyene rabıta yapılmaz. Çünkü rabıta yapılacak zat en az fenafillâh makamına erişmiş olmalıdır. Aksi takdirde araya nefisler girebilir. Müridde füyuzatın nurları yeri-ne nefsi emmarenin iğvaatları açığa çıkabilir.
5-Hz. Yusuf (aleyhisselam) kıssasında Hazreti Yusuf’un Zeliha’ya meyleder gibi olması karşı-sında Yusuf Suresi 24. ayeti kerimede geçen “Burhan” kelimesinin manası olarak âlimlerimiz Yakub aleyhisselamın elini ısırır şekilde görünmesidir, buyurmuşlardır. Uzaklardan Yusuf aleyhisselamı ikaz etmesi Cenâbı Hakk’ın bir koruması ve peygamberlerine ve veli kullarına ikram ettiği bir haslettir. Bu sayede mürşidi kişiyi uzakta da olsa irşad edebilme ve ikaz edebilme imkânını müridine sağlamış olur. Bununla ilgili tevatür derecesinde sağlam menkıbeler büyüklerimizin eserlerinde mevcuttur.
6-Velilerin ruhaniyetleri birkaç surette zahir olabilir. Bu o velinin her bir müridi için ayrı olabilir. Hepsiyle ayrı ayrı ilgilenebilir. İşte mürşidine rabıta yapan salik de kendisiyle sürekli birlikte olan ruhaniyetle irtibat sağlamış olur. Çünkü o ruhaniyet, mürşidin ruhaniyetinin aslından farkı yoktur.
7-İbni Abbas’ın (radıyallahu anh) aynaya bakarken kendi sureti yerine Efendimiz’i (sallallahu aleyhi vesellem) görmesi başka bir örnektir. İşte aynîleşmenin başka bir boyutu da budur. Bazı ilim talebelerinin hocalarına çok sevgi ve ilgi beslemelerinin sonucunda bu hali yaşadıklarını yani aynaya baktıklarında hocalarını görür gibi olduklarını, konuşurken seslerinin hocalarının sesi gibi çıktığını duymuşuzdur. Hatta bazı büyüklerin halifelerinin kemale geldiklerinde suretlerinin bile mürşidlerinin suretlerine benzediği yine tasavvuf eserlerinde anlatılır.
8-Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) irtibat kurmak, ondan feyiz almak nasıl mümkün ise evliyaullah hazeratıyla da irtibat kurmak, feyz almak mümkündür. Çünkü onlar Efendimiz‘in (sallallahu aleyhi vesellem) kâmil varisleridir. Elbette ki bu veraset nübüvvet hariç her türlü özellikte mümkündür.
9-Son olarak Ehli Sünnet âlimlerinin tamamına yakını ve evliyaullah hazeratının tamamı rabıtanın var ve gerekli olduğu üzerinde icma etmişlerdir ve bu 1400 senelik bir uygulamadır. Bazıları bunu bilinçli olarak yaparlar, bazıları da bilmeden uygularlar. Bu, bugün de aynıdır.
Başta da belirttiğimiz gibi bu bir vakıadır. Bizim güneşe gözümüzü kapatmamız, güneşi yok etmez. Bir şeyin yanlış uygulanması onu inkâr etmemizi gerektirmez. Evet, günümüzde birçok İslamî değerlerimiz yok edilmeye çalışılırken, bazıları yozlaştırılmaya çalışılırken, tasavvufî terimler ve uygulamalar da yanlış veya eksik yapılabiliyor. Biz bunlara bakarak İslam’ın takva ölçüsünde yaşanmasına öncülük eden tasavvufî ekolleri toptan reddetmemiz doğru olmaz. Şurası unutulmamalıdır ki, gerçek bir mürşidi kâmile intisab ederek ona rabıta yapan mü’minlerin ekser çoğunluğu zamanın fitnelerine ve isyanlarına kanmamışlardır. Hiçbirinin amellerinde eksilme olmamıştır. Hatta tasavvufî ekolleri inkâr eden Müslüman kesimlerin yapamadıkları ibadet ve taati de onlar yaparak, Ümmeti Muhammedin hatalarına kefaret olmuşlardır. Buradan da anlıyoruz ki, insanı kâmiller bizlere rabıtayı tavsiye ederek aslında bizlere müttaki yaşamın talimini yaptırıyorlar.

Son olarak ehli rabıtaya birkaç âcizane tavsiyede bulunarak konumuzu hitama erdiri-yoruz: Öncelikle bilmemiz lazımdır ki, rabıta bir ibadet değil fakat ibadetleri ihlâsa erdiren bir uygulamadır. İkinci olarak, yapılan amel özel bir ameldir. Ümmetin tamamının cemaatle yaptığı bir ibadet gibi değildir ve herkesin anlamaya mecbur olduğu bir olgu değildir. İbadet gibi düşünsek bile nafile ibadet gibidir. Nafile ibadetlerin de gizli yapılması efdaldir. Bunun camilerde herkesin göreceği yerlerde yapmak hem riyaya, hem de fitneye sebep olabilir. Bunlara da dikkat etmemiz gerekir. Çünkü büyüklerimiz buyurmuşlar ki, “Tasavvuf iki kişi arasında yaşa-nan manevi ilişkidir. Üçüncü kişi fazladır.” Bizim ehli rabıta olduğumuzu herkese göstermemiz uygun olmaz.
Üçüncü olarak, ilk yazımızda da belirttiğimiz üzere rabıta, sadece surete yönelmek değildir. Asıl rabıta her halimizde mürşidimizin bizden hoşnut olacağı halde olmaya gayret etmektir. Mademki mürşidimizin ruhaniyeti Cenâbı Hakk’ın (celle celaluhu) izniyle bizimle beraberdir. Onu Hakk’a karşı mahcup edecek amellerde bulunmamak önemlidir. Düşünelim ki, biz her gün rabıta yapıyoruz, fakat faizle kredi almaktan hiç çekinmiyoruz. Yediğimiz içtiğimize dikkat etmi-yoruz. Sahabe Efendilerimiz elbette ki en güzel rabıtayı Efendimiz’e yapıyorlardı. Fakat onlar buyuruyorlar ki, “Biz bazen bir şüpheliye düşmemek için yetmiş helali terk ederdik.” Şimdi biz şüpheliyi bir tarafa bırakalım haramlardan, günahlardan ne kadar uzak kalabiliyoruz. Bu bizim rabıtayı anlamadığımızı ya da rabıtaya ehil olmayan insanlara rabıta yaptığımızı gösterir. Çünkü her şeyin bir sağlaması vardır. Gerçek bir mürşidi kâmile murabıt olan mürid değil haramlar, şüphelilerden bile yırtıcı bir aslandan kaçar gibi kaçmalıdır.
Bu düşüncelerle yazımızı bitirirken hepinizi Allah’a (celle celaluhu) emanet ediyoruz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort