JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 03 Haziran 2012 02:04

AMELİN AHLÂK ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular:

“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [Ebû Hureyre (ra), Mâlik]

Bu yazımızda amel ahlâk ilişkisini incelemeye gücümüz nisbetinde gayret edeceğiz.

Cenabı Hak birçok ayeti kerimede imandan sonra salih ameli zikretmişlerdir. Buradan da anlıyoruz ki imandan sonra ameli salih gelmektedir. Çünkü saf, amelsiz iman korumasız kalır. En küçük küfür ve nifak cereyanında zarar görme ihtimali yüksektir. Bu yönüyle amel hem gerekli hem de kulluğun nişanesi olarak önemlidir. Amelsiz bir mü’minin iman elbisesi üzerinde iğreti duracaktır. Sonuçta imanın kalbine yerleşmediği kişilerden olacaktır.

İşte amel bir mü’min için bu kadar hayati bir öneme haiz iken, amel de tek başına istenilen bir olgu değildir. Amel de muhakkak güzel ahlâkı doğurmalıdır. Çünkü -farzlar müstesna- ahlâk, amelden daha öndedir. Ahlâk, olgun imanın göstergesidir. Günümüz insanının en büyük eksikliği amel ve ahlâk noktasındadır, inanç noktasında değil. Kendince inandığını, en azından öyle söylediği için inancının var olduğunu kabul ediyoruz.  Eksiklik amelde ve onun meyvesi olan ahlâktadır. İşte amel, inancın aksiyona dönüşmesi; ahlâkın da parlamasına vesile olur.  Yani ahlâk imanın vitrinidir. Öne çıkan yönüdür.

Konuyla ilgili Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh) yönelttiğimiz suale; ”İman bir mevhi-be-i ilâhidir. Artıp eksilmesi konusunda ihtilaflar olmuş, ziyadeleşip zayıflaması mümkün görülmüştür. Kâinâtın Efendisi’nin de ahlâkı tamamlamaya gönderildiği ve güzel işlerde yani amelde örnek olduğunu unutmamamız gerektiği, hayatın ve ölümün güzel amellere zemin, vesile olduğu için imtihan olduğu, öyleyse yaşarken bizi ölüm ötesine hazırlayacak saadeti bize getirecek amellerin ve bunların yapılması dolayısıyla da bunun ahlâk üstündeki ciddi etkisi kişinin nefsinin amelle terbiye edilmesi, eğitilmesi önemlidir. İşte mü’minin nefsinden eksildikçe ahlâkında güzelleşme olacak, nefsinden kibir kaldırdıkça yerine güzel ahlâkın şubesi olan tevazu gelecek; nefsinden cimriliği kaldırdıkça güzel ahlâkın şubesi olan cömertlik, seha gelecek; nefsinden dünya sevgisini yok ettikçe yerine vera gelecek. Bunlar hep ahlâkın meyvalarıdır. Yani ne kadar nefsinden eksiltirse o kadar ahlâkında tekâmül olacak. Bir de dışa yansıdığında insanlığın istifadesi olur. Onda amel adeta ham madde, ahlâk amelin işlenmiş hâli. Yani benim namazımın belki topluma faydası olmayacak, orucumun bir faydası olmayacak ama namaz, oruç beni topluma faydalı hale getirecek, toplum bu şekilde istifade edecek. Ben müeddeb olacağım, güvenilir olacağım, emin bir kişi olacağım. İbadetler bende bunu sağlayacak. Dolayısıyla bu bende olgun bir ahlâk meydana getirecek, halk benim bu yönümden istifade edecek.” buyurdular.

Bu noktadan hareketle günümüze baktığımızda amellerin neticesinde güzel ahlâkın oluşmadığını görüyoruz. Güzel ahlâk denince aklımıza sadece insani ilişkiler gelmemelidir. Mü’minin asıl müeddeb olması gereken makam Hakk’ın makamıdır. Bizim kendimizce ürettiğimiz ahlâki kurallar Hak cephesinde kabul görmeyebilir. Mesela insanlarla çok güzel ilişkileri olan bir Müslümanın, faizli bir müessesede çalışması ve bunu zaruri bir rızık kapısı olarak görmesi ahlâki yapısının bozuk olduğunu gösterir. İbadetlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir kişinin fikrî planda İslam’ın kabul etmediği bir ideolojiyi benimsemesi (ırkçılık, liberallik, sosyalistlik vs.) ahlâkî açıdan problemli olduğunu gösterir. Örneğin namaz sürekli teşvik ediliyor. Gündemde tutulmaya çalışılıyor. “Herkes erkekli bayanlı camilere koşsun…” deniyor. Fakat kadın-erkek münasebetleri, kadınların ve erkeklerin giyim tarzları her geçen gün ifrat derecede İslam’ın tesettürü öngördüğü şartların dışına çıkarılıyor. Namaz kılan bir Müslüman kızımız, namaz kılan bir Müslüman oğlumuz dışarıda çok rahat bir şekilde flört ede- biliyor ve bu artık aileler tarafından yadırganmıyor. Çocuklarımız için artık kız arkadaş veya erkek arkadaş kavramları normal bir şekilde kullanılabiliyor.

İşte Ramazan-ı Şerîf’i geride bıraktık. O mübarek günlerde gündüz oruç tutanların iftardan sonra ramazan etkinlikleri adına her türlü eğlence programlarına gitmeleri, sokaklarda kurulan iftar çadırlarından fakirlerin faydalanması gerekirken artık herkesin katılmaları; üstelik muhafazakar diye bilinen belediyeler ve bazı kuruluşların bu hadiseleri reklam aracı haline getirmeleri bu ameliyelerin içinin boşaltıldığının bir göstergesi değil midir? Oysa Ramazan, manen arınma ayıdır. Mü’minin kendini yenilemesi, geçmişini tefekkür edip geleceğini tanzim etmeye çalışması, geceleri Rabbi ile baş başa kalıp O’na yakınlaşmanın yollarını araması gerekmez mi?

Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Başta da belirtildiği gibi amel neticede güzel ahlâkı doğurmalıdır. Yapıldığında sadece bir açlık veya yorgunluk insanda kalıyorsa o amel bize “amelelikten” başka bir vasıf kazandırmaz. Bugünkü en büyük sorun ibadetlerin adetleştirilmesidir. Çevreden çekindiğimiz için, anne babamızdan gördüğümüz gibi, araştırmadan, televizyonların reyting malzemesi hocaların patronlarının anlayışına göre verdikleri fetvaların gölgesinde aldığımız bilgilerle amel ediyoruz. Bunun neticesi olarak da yapılan amelin bizde oluşturması gereken ahlâki erdemler olgunlaşmıyor. Cenabı Hakk’ın “Şüphesiz namaz fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar...” buyurması bir hakikati ortaya koyuyor. Demek ki hukukuna riayet edilerek kılınacak bir namaz mü’mini fahşadan ve kötülüklerden alıkoymalıdır. Namazını hiç geçirmeyen bir kişinin toplumda numune insan olması gerekir. Oysa namaz kıldıktan sonra dünya menfaati için “Bilge köyünde” katliam yapanların kıldıkları namaz, nasıl bir ameldir? Namaz insana huşu vermeli, huzur vermeli, kalb yumuşaklığı vermeli değil miydi?

Bu kadar örneklerden sonra anlamamız gereken şudur ki; ameller bizim rahatlıkla içini boşaltabileceğimiz adetlerimiz değildir. Ameller Rabbimiz’in (celle celaluhu) emridir. İbadetlerimizi yerine getirirken kulluğumuzun gereğini yerine getirmiş oluyoruz. Kulun, Rabbi’nin emirlerini yine O’nun emrettiği şekilde ifa etmesi gerekir ki Mürebbi-i Hakiki’de  onu murad ettiği şekilde terbiye etsin. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyorlar: “Beni Rabbim terbiye etti, O ne güzel terbiye etti.” Buradan da anlamamız gereken şudur ki Rabbimiz’in emrettiği şekilde kulluk, ancak O “en güzel terbiye edileni” taklit ederek, O’nun ısri manevisine ittiba ederek olur. Yoksa sürekli günümüz şartlarını bahane ederek sünnete muhalif bir şekilde yaşamak amellerin içini boşaltmanın tâ kendisidir. Bunun için amellerimizin salâha ulaşması gerekir ki, o ameller bizde gü-zel ahlâkı ikmâl etsin. Salih amel de ancak “salih”lerin amelidir. Kim, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ve kamil varislerinin yolunu takip eder ve onların tavsiye ettiği amelleri tavsiye ettikleri şekliyle yapmaya azami gayret ederse bilsin ki o ameller onu güzel ahlâka taşıyacaktır. Çünkü günümüzün keşmekeşi içerisinde mü’minin sığınacağı en sağlam liman salihlerin meclisidir. Kulluğun anlaşılması ve yaşanması için büyüklerin sohbeti ve himmeti elzemdir. Bizim amellerimiz kuru ekmek mesabesindedir. O yüzden ahlâka dönük bir karşılığı olmuyor. Büyüklerin tarif ve talim buyurdukları ameller ekmeğin yanındaki çok lezzetli katıklar gibidir. Sürekli kuru ekmek yiyen bir insan nasıl zayıf, atıl olur hepimizin malumudur. Ancak sofrasında her türlü vitaminin bol olduğu bir yemeği yiyen insan nasıl güçlü, zeki ve atak olursa, işte Allah dostlarının yanında güzel amellerde bulunan bir mü’minin de ahlâkı o şekilde güzelleşir. Tüm insanlık onun güzel halinden istifade eder. Onların bol olduğu yerlerde terör olmaz. Onların yaşadığı bölgelerde cehalet olmaz. Her şey Cenabı Hakk’ın (celle celaluhu) emnü emanı altında olur. O beldelere emin beldeler denir. Çünkü içinde yaşayanlar emin insanlar olduğundan herkes emniyet içinde olur.

Yazımızı nihayete erdirirken bilmeliyiz ki, İslam bir hobi değildir. Herkes istediği tarafından, istediği gibi yaşayamaz. Din bir bütündür. İman amelsiz olmaz, amel de güzel ahlâkı doğurmuyorsa manasız olur. Mü’minler uydum kalabalığa mantığından vazgeçip tefekkür müessesesini biraz çalıştırırlarsa her şeyin yerli yerine oturması mümkün olabilir. Aksi halde, “İslam yayılıyor, gelişiyor” düşünceleri şişirilmiş bir balon gibi olabilir. Patladığında –Allah göstermesin- tüm insanlık zarar görebilir.

Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - EYLÜL 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Cumartesi, 26 May 2012 21:02

BEY'AT ve İNABE -2

İNÂBE:

Genellikle işlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönmek, halktan Hakk’a yönelmek anlamında kullan bir kavramdır. Tevbenin bir ileri derecesidir. Tevbe insanın görünür günahlarından kaçması, inâbe insanın içindeki kusurlarından kaçıp Allah’a dönmesidir. İnâbe aynı zamanda el alma ve şeyhe bağlanma anlamına da kullanılır. Şeyhten el alma işleminde önce tevbe yapıldığı için oradan hareketle şeyhe intisâb için inâbe kavramı da kullanılır olmuştur.


Tasavvuf kavramı olarak bey’at, intisâb, inâbenin birbirinden farkı yoktur. Ancak burada intisâb ve bey’atle siyâsî otoriteyi temsil eden halife, devlet başkanı ve devrin imamına yapılması emredilen bey’at kasdediliyorsa o zaman durum farklıdır. Bu bey’at, onun yerine geçmez. Çünkü siyâsî otorite ile ilmî veya manevî otorite birbirine denk değildir. Biri diğerinin yerine kaim olamaz.

“Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azab gelmeden önce tevbe ile Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra kurtulamazsınız.” (Zümer suresi 54)

İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri; “Bu ayeti kerimede geçen ‘ve enibû’ kelimesini açıklarken ‘tevbe’ ile bu ayette geçen ‘inâbe-dönme’ kelimeleri arasında fark vardır. Tevbe eden kimse Allah’a cezadan korktuğu için döner. İnabe eden ise O’ndan hayâ ettiği, utandığı ve Rabbine iştiyak duyduğu için döner.” buyurmaktadır.

Avarifü’l-Mearif’te, İmam Sühreverdi Hazretleri büyüklerin inâbe hakkındaki kibarı kelamlarını şöyle nakletmişler:

“İbrahim bin Edhem Hazretleri; “Kul tevbesinde sadık olunca, Allah’a tam yönelmiş olur. Çünkü inâbe, tevbenin ikinci derecesidir.”

Ebu Said el-Kuraşî; “İnâbe sahibi; kendisini Allah Teâlâ’dan alıkoyan her şeyden O’na dönendir.”

Sûfîlerden birisi de şöyle buyurmuştur; “İnâbe; başkasından O’na değil, Allah’tan yine Allah’a dönmektir. Kim başkasından O’na dönerse inâbenin gerekli olan iki tarafından birini zayi etmiştir.”

Hırka giyen salik, nefsini böyle bir mürşide teslim eder, onun emir ve görüşlerine boyun eğer, her işinde onun tavsiyelerine göre hareket eder. Mürşid de kendisindeki tasarrufun izharı için ona hırka giydirir. Demek ki hırka giymek; müridin işlerini mürşide tefviz ve iradesini teslimle, onun hüküm ve tasarrufatı altına girmektir. Bu aynı zamanda, Allah ve Resûlü’nün (sav) hükmü altına girmek olup ashabı kiramın Resûlullah (as) ile yaptıkları bey’at sünnetini de ihya etmektir.


Ebu Zür’a, Ubade b. Sabit’in (ra) bey’at konusunda şöyle dediğini haber vermiştir: “Biz, Resûlullah (as) Efendimiz’e darlıkta, genişlikte, sevinçli ve kederli hallerimizde her emrini dinleyip itaat etmek üzere, ehli olan birisi iş başına gelince, (hak üzere gittiği sürece) kendisiyle çekişmemeye, her nerede olursak olalım Hakk’ı söylemeye ve Allah için Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair bey’at ettik.”

Bir mürşidin elinde hırka giymekte de bey’at manası vardır. Hırka, mürşidin manevi sohbetine gitmenin birinci basamağıdır. Zaten bütün maksat da sohbet ve mürşidle hemhal olmaktır.” (Avarifü’l Mearif s.119)   

İsmail Çetin Hocaefendi’nin de bey’at konusundaki görüşleri şöyledir:

Bey’at, kalbi insânînin fethedilmesinde kuvvetli bir sebep olduğu gibi günahların terk edilmesine de çok tesirli bir vesiledir. Bey’atın aslı kitab ve sünnetle sabittir; mübayaa, muahade demektir. Nasıl ki alışverişte mal alan ve satan birbirinin elini sıkmakla almayı ve satmayı teahhüt ediyorlarsa öylece icâzeli bir şeyhin tarikatine giren de şeyhin elinin tutar. İkisi teahhüdde bulunurlar. Sanki müntesib; “Ben fena huyları terk ediyor, ibadetime devam etmekle devam ediyorum.” der. İcâzeli şeyh de; “Ben de sana şahid olurum. Dua ve himmetimle Allah için sana yardımcı olurum.” diye teahhüd eder.

Pir-i Tâhî (ks): Üstadın elini tutmaktan maksat onun gölgesine girmektir. Nasıl ki gölge insanı sıcaktan men ediyorsa öylece kâmil üstadının gölgesi de müridini şeytan ve nefsin hilelerinden men eder. Gölgeden maksad da zahirde şeriat emri, batında himmet demektir. Lakin gölgeye girmenin vazifesi tevbe edene aittir. Yani mürid bey’ate talip olur ve hizmeti teahhüd eder. Eğer mürid talip olmazsa şeyhin gölgesi onun üzerine gelirse de muvakkat olur. Nitekim Ebu Talib’in üzerine Hz. Peygamber’in gölgesi düştü amma kendi iradesiyle teslim olmadığı için faydalanamadı.     

Tasavvuf ehli yanında bey'at, Allah'ın yasaklarından zahiren ve batınen kaçınmak için, bir mürşidi kâmil eliyle tövbe etmektir. Bazı kimseler mürşide bey'atın bir şey ifade etmediğini, maksadın halife seçimi olduğunu söylemişlerdir. Onların bu sözü gibi, sahabei kiram bazen İslam’ın hükümlerini yerine getirmek, bazen de sünnete bağlı kalmak, bid'atlerden korunmak ve taatlere istekli olarak devam etmek için Peygamber Efendimiz’e (sav) bey'at etmişlerdir.

Peygamberimiz (sav) ensar kadınlarının bir kısmından, bağırıp çağırarak ağlamamaları; Cerir’le (ra) yaptığı bey'atte özel bir şartla insanlara nasihat etmesini şart koştuğu; ensarın bazılarına, kimsenin kınamasından korkmamalarını ve nerede olurlarsa olsunlar hakkı, hakikati söyleyeceklerine dair şart koştuğu; Rıdvan ağacı altında canlarını ve mallarını korudukları gibi, kendisini de koruyacaklarını, ölünceye kadar sözlerinden, ahdlerinden; bu bey’atlerinden dönmeyeceklerine dair söz almıştı.

Sahabe döneminde herkes takva ipine yapıştığı için, böyle bir bey'at yapmaya ihtiyaç yoktu. Asırların en hayırlısı olan 2. ve 3. asırlarda böyle bir bey'atın olmamasının bir başka sebebi, insanların, bey'atı (inâbeyi) halife seçimi ile karıştırarak, fitnenin doğmasına sebep olacağı endişesindendir. Bu asırlarda “hırka” bey'at yerine geçiyordu. Halifeye bey'at etmek sünneti unutulunca bu sünneti canlandırıp günümüze kadar taşıyan sûfîler cemaati olmuştur. Tarikatler bu sünneti tekrar dirilttiler. Şah Veliyullah Dehlevi (ks) bu vakıa ile tasavvuf erbabının, bu sünneti ihya etmekle kıyamete kadar, ecre ortak olduğunu belirtmiştir. (Mektubat-ı Mevlana Halid (ks); “Nakşibendîliğin Şartları” başlığı; s. 63-67)

Mürşidi kâmillere yapılan bey’at veya inâbe bugünkü şartlarda ciddi olarak düşünülmeli ve büyük manevi sorunlara yol açan ahlaki bozulmaların önüne geçilmelidir. Belki İslamî yaşantıya meyil artmaktadır fakat bu artış, günümüz şartları bahane edilerek ahlaki yozlaşmayla birlikte olmaktadır. Azimetle amel tamamen ortadan kalkıp, ruhsatlarla amel yaygınlaşmaktadır. Yaşanması zor görülen her amelin yerini fedakârlık gerektirmeyen kolaylıklar almaktadır. Yaşantılarımız İslamî gibi görünse bile anlayışlarımız batı felsefesi ile karıştırılıyor. Kadınlar ve erkekler arasındaki sosyal ilişkiler İslamî kurallara göre değil, batılı görgü kurallarına göre uygulanır olmuş. Bu tür anlayışlar da dolaylı olarak bahsedilen yaşantının içinde olan insanlar tarafından kavranılamasa da çok tehlikeli ahlaki sorunlar getirebilir.

Bu tehlikelerden uzak kalabilmenin en salim ve sağlam yolunun; ilimleriyle amil, kendilerini İslam ümmeti için feda eden, Hakk’ın rızası ve Efendimiz’in (sav) muhabbeti dışında hiçbir beklentileri olmayan, meşrebleri ve meslekleri icabı Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdiren evliyaullah hazeratına bey’at etmek olduğu kanaatindeyiz.

Çünkü bu yolun yolcularının işlediği güzel ameller, ümmeti Muhammed’e kefaret olacaktır, inşaallah. Bu vesileyle, hidayet önderlerine tabi olabilmek niyazıyla yazımızı noktalıyoruz. Allah’a emanet olunuz.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - ŞUBAT 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Cumartesi, 26 May 2012 20:58

BEY'AT ve İNABE - 1

Bu sayımızda İslam ümmetinin birlik ve beraberliği açısından büyük önem taşıyan bey’at ve inâbe kavramlarını açıklamaya çalışacağız. Cenabı Hak Celle ve Âlâ’dan yardım diliyoruz.

“Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih Suresi, 10)


“Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” (Fetih Suresi, 18)


BEY’AT:
Türkçede biat şeklinde kullanılan kelimenin Arapça aslı bey’attir. Bey’at “satmak, satın almak” manasındaki bey’ masdarına bağlı olarak “yöneticilik tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek” anlamında kullanılmıştır. Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslam hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelmektedir.

Hazreti Peygamber (sav) döneminde daha çok dini hükümlere bağlı kalmak ve Resûlullah’a itaat etmek anlamında kullanılan bey’at, Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden itibaren sonraki kullanışlarına esas olacak siyasi bir mahiyet kazanmış, bir devlet başkanını seçme veya seçilmiş yahut bu makama herhangi bir yolla gelmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. (Diyanet Ansiklopedisi 6. cilt)

Bey’at, cemaatin selameti ve muhafazası hududullahın tatbiki için mü’minlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir. Hududullahın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan Müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana, meşru hududlar içinde bey’at etmeleri şart olmaktadır. Kur’ân merkezi bir itaati gündeme getirmiştir. Toplumun selameti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder. İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli, hür olması; kendisine bey’at edenler arasında bir ayrım yapmadan, onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tağûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûra ile yapması gerekmektedir. Kendisine bey’at edilen, mü’minlerden bey’at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur’ân ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, râşid halifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir. Eğer İslâmi hükümler ve selefi salihîni izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey’at almalıdır. Çünkü bey’at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına, kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır. Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dâhilinde musâfahalaşırlar. (Şamil İslam Ansiklopedisi, Yusuf Kerimoğlu)

Yukarıda kelime ve ıstılahî manaları alıntılanan bey’at kavramı, Efendimiz’in (sav) Medine İslam devletini oluşturmadan birkaç kez tekrarladığı bir uygulamadır. Akabe bey’atleri bunun ilk örneklerindendir. Medine-i Münevvere’den gelerek Efendimiz’in (sav) nübüvvetini ve İslam dinini kabul eden sahabiler “Allah'a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zinâ yapmayacaklarına, (kız) çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, Allah ve Peygamberine itâatten ayrılmayacaklarına” dâir Rasûlullah’a (sav) taahhütte bulundular ve Hz. Peygamber'in (sas) elini tutarak bey’at ettiler.

Bir yıl sonra Akabe kayalıklarında, Evs ve Hazrec kabilelerinden yetmiş üçü erkek ve ikisi kadın olmak üzere yetmiş beş sahabi Efendimiz’e aynı minval üzere söz vererek “İkinci Akabe Bey’ati”ni gerçekleştirdi.
Hz. Peygamber (sas) bir miktar Kur'ân-ı Kerim okuduktan sonra:

-Sevinçli hâlinizde de kederli hâlinizde de din işinde kusur etmeyeceğinize, hakkın yerine getirilmesi için hiç bir şeyden çekinmeyeceğinize, yurdunuza hicret ettiğimde beni âileleriniz ve çocuklarınız gibi koruyacağınıza sizden söz (and) istiyorum, dedi. Medineli Zürâreoğlu Es'ad:

-Yâ Rasûlallah, biz buraya sana bey’at etmeğe geldik. Sen nasıl emredersen öyle yaparız. Çocuklarımızı, âilelerimizi nasıl korursak, seni daha fazla koruruz. Sözümüzde dururuz. İnâyet Allah'tandır, dedi. Medineliler:

- Yâ Rasûlallah, Senin uğrunda, gösterdiğin yolda ölürsek bize ne var, diye sordular. Hz. Peygamber (sas):

- Ahirette mükâfat olarak cennet, dedi.

- Öyleyse ver elini, dediler. Hepsi de Hz. Peygamber’in (sas) elini tutarak, “İslâm yolunda gerekirse öleceklerine” and verip bey’at ettiler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bey’atlerin olduğu dönemlerde dinin emirlerine yapışma ve Efendimiz’i (sav) koruma kollama gibi fedakârlıklar yapma adına söz verilmiştir. Hatta Efendimiz’in bazen ashabını çağırıp farklı bey’atler de aldığı hadisi şeriflerde beyan ediliyor. Bunlardan birisini Avf b. Malik el-Eşcaî (ra) şöyle anlatıyor:

“Biz yedi veya sekiz veya dokuz arkadaş Resûlullah’ın yanına gittik. Resûlullah bize:

-Allah’ın Resûlüne bey’at etmez misiniz?” buyurdu. Bunun üzerine biz ellerimizi açarak:
-Biz sana bey’at etmiştik yâ Resûlallah! Daha neye bey’at edeceğiz?” dedik. Resûlullah da (sav):
-Allah’a kulluk edeceğinize, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, beş vakit namazı kılacağınıza, (başınızdakiler hayırla emrettiğinde) itaat edeceğinize, başkalarından hiçbir şey istemeyeceğinize bey’at edeceksiniz.” buyurdular. Biz bu hususlarda bey’at ettik.

Bundan sonra burada bey’at eden arkadaşlardan bazılarını gördüm. Birinin kamçısı düşse, hiç kimseden şunu bana ver diye istemezlerdi.”

Demek ki, her zaman ve durumda farklı konumlarda bey’atleşilebilir. Hulefai raşidinden sonra bey’at sadece halifelere veya devletin başındaki emirlere yapılır, anlayışı oluşmuştur. Evet, baştaki idareci, adaletli ise, İslam’ın hükümlerini kendi nefsi lehine değiştirmiyorsa, kendinden çok Allah’ın hudutlarını ve halkın saadetini düşünüyorsa ona bey’at etmek her mü’mine farzdır. Böyle bir yönetici varken ona bey’at etmeyen “Cahiliye ölümü üzerine ölmüştür.” buyuruyor Efendimiz (sav). Fakat raşid halifelerden sonra gelen sultanların birçoğu hududullaha ve hukukullaha aykırı davranışlar sergileyerek ümmetin bölünmesine ve farklı fırkalara ayrılmasına sebebiyet vermişlerdir. Buna karşı çıkanlara -öncelikle ehli beyt mensuplarına ve Efendimiz’in kâmil varisleri olan ulemaya ve sulehaya, kendi yanlış akidelerine fetva vermedikleri için- her türlü zulmü ve katli reva görmüşlerdir. Yüz elli yıldan beri de İslam tam bir fetret dönemi yaşadığından ve yeryüzünde İslam ahkâmı ile hüküm veren idareler kalmadığından bey’at müessesi pek işletilememiştir. Ancak -nadiren de olsa- gerçekten İslam ahkâmının hayata geçirilmesi için fedakârlık eden gruplara liderlik yapan mücahit ve muvahhit şahsiyetler, genel olarak da her yönüyle, ahlakı Muhammediye’ye bezenmiş, âlim, fadıl, kâmil zatlar olan tasavvuf yo-lunun önderleri tarafından canlı tutulmuştur.

Çünkü hem zalim sultanların iktidarda olduğu dönemlerde hem de bahsettiğimiz fetret dönemlerinde İslam dini en güzel ve saf şekliyle varisi ekmel olan bu yüce şahsiyetlerin gayretleri ve himmetleriyle yaşanmıştır. Bunun için günümüzde bey’at müessesesi genel manada mürşidi kâmillere bağlılıklarını bildirmek ve İslam’ı takva derecesinde yaşamaya gayretkâr olarak Cenabı Hakk’ın rahmetini celbetmeye azmetmiş, asrısaadetlerin yeniden yaşanmasına öncülük yapmak isteyen insanlar tarafından yaşatılmaktadır.  

Tasavvuf ıstılâhında bey’at; müridin, mürşidine sâdık ve bağlı kalacağına, ona kayıtsız şartsız teslim olacağına, her dediğini itiraz etmeden yapacağına dair söz vermesidir. Bu maksatla tarîkat mensupları arasında düzenlenen merâsime de ‘bey’at merâsimi’ denir.

Bir başka târifle bey’at; şeyhten el alıp söz vererek, onun dostuna dost, düşmanına düşman olmak... Gerek rahat-ferah ve gerekse sıkıntılı zamanlarda ona itâat edip emrinden dışarı çıkmamaktır. (Ankaravî, Mir‘âtü’l-Makâsıd, s. 259, 268.)

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - OCAK 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Allah için sevmenin en büyük fazileti, onun imanın alâmeti yapılması ve sevginin Yüce Allah’ın ve Hazreti Resûlullah’ın sevgisiyle birlikte zikredilmesidir.

Allah için sevmenin gereklerinden bazıları da; birbirini ziyaret etmek, birbirine bolca infak ve ihsanda bulunmak, birbirinin durumunu gözetmesi; insanın kendi nefsine haset etmediği gibi kardeşine de ne din ne de dünya için hiçbir konuda haset etmemesidir. Ayrıca, kardeşinin ihtiyacı olduğu zaman, din ve dünya konusunda onu kendisine tercih etmelidir.

İnsan Allah için sevdiği kimseyi kendisine tercih etmeli, özellikle malına ihtiyacı olduğu zaman onu öne almalıdır. Buna sadakat denir. Eğer ahlakı bu durumda değilse, o zaman kardeşiyle malını paylaşabilmelidir. Bu da doğruluk amelidir.

Hazreti Peygamber ensar ile muhacirleri kardeş yaparken, zengin malını fakirle paylaşsın ve aralarında denge sağlansın diye bir zengine bir fakiri kardeş yapıyordu.

Allah için sevilen kardeşi, kendi aile ve çocuklarından öne almalı ve aile efradından daha çok sevmelidir. Çünkü onları sevmek, genelde dünya için olup; nefis ve hevasından/boş arzularından ileri gelmektedir. Yüce Allah için din kardeşlerini sevmek ise ahiret amellerindendir ve bu iş din için olmaktadır. Muttakiler yanında din ve ahiret işleri önde gelir.

Hazreti Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kişi, arkadaşının dini/gidişatı ve yaşantısı üzere hareket eder.”

Senin kendisinde gördüğün hayır ve fazileti sende görmeyen kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur.

Müminin Allah için sevdiği kardeşine yardım etmesi ve onu malı, dili, kalbi ve işleriyle desteklemesi gerekir; çünkü Allah için yardımlaşma bu dört şey ile gerçekleşir.

Müminin, Allah için sevdiği kardeşinin gıyabında şerefini koruması, onun hakkında güzel övgülerde bulunması, faziletini anlatıp yayması, hatalarını gizlemesi, özür ve mazeretlerini kabul etmesi, bu dostluğun gerektirdiği vazifelerdendir.

Denilmiştir ki, her insanın iyilikleri ve kötülükleri vardır. Kimin iyilikleri kötülüklerinden fazla ise o, orta halli bir mümindir. Şerefli ve şefkatli bir mümin, kardeşinin bildiği iyi hallerini zikreder. Düşük tabiatlı bir münafık ise; kardeşindeki bildiği kötü hallerini sayıp döker. Bunun için hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Gördüğü iyilikleri saklayıp kötülükleri yayan kötü komşudan Allah’a sığınırım.”

Kardeşlik kusur örtücülüğünü getirmelidir. Bir gün Hazreti İsa yanındakilere:
- Söyleyin bakalım; bir arkadaşınız uyurken rüzgârın onun elbisesini açtığını görseniz ne yapardınız, diye sordu; onlar da:
- Üzerini örter kapatırdık, dediler. Hazreti İsa:
- Hayır, aksine onun avretini açardınız, dedi. Onlar:
- Subhanallah! Bunu kim yapar, dediler. Hazreti İsa:
- Sizden birisi kardeşi hakkında kötü bir söz duyar, ona biraz da kendisi ekler, onu olduğundan daha büyüterek etrafa yayar. İşte bu yaptığınız onun avretini açmaktır, dedi.

İmamı Şafii kardeşine davranmada ölçünün, adaletin ne olduğu hakkında; ”Müslümanlar içinde Allahu Teâlâ’ya hiç isyan etmeden devamlı itaat içinde olan kimse yoktur. Devamlı isyan içinde olup hiç itaat etmeyen de yoktur. Bu durumda, kimin iyilikleri kötülüklerinden fazla ise o, adaletli kimsedir.” buyurmuşlardır.

Allah için kardeş olan kimsenin, her hangi bir şeyde diğer kardeşine muhalefet etmemesi, onun bir isteğinde kendisine itirazda bulunmaması gerekir.

Ebu Ümame el-Bahili şu hadisi nakletmiştir: Bizler birbirimizle bir konuda tartışırken Hz. Resûlullah yanımıza geldi; bizi o halde görünce üzüldü ve şöyle buyurdu; “Çekişmeyi bırakın, çünkü onun hayrı çok azdır. Çekişmeyi bırakın, çünkü onun faydası çok azdır. Çekişme kardeşler arasında düşmanlığı körükler.”

Selef-i salihin buyurmuştur ki: “Kim kardeşiyle tartışır ve onunla çekişirse, kendi şerefini azaltmış ve itibarını yok etmiştir. İnsanların en âcizi Allah için kardeş edinmede gevşek davranan kimsedir. Ondan daha âcizi ise, böyle bir kimseyi bulduktan sonra onu kaybedendir.” Salihler “Bir adam, yakın arkadaşı öldüğünde, vücudunun azalarından bir uzvunu kaybetmiş olur.” buyurmuşlardır.

Ömer bin Abdulaziz demiştir ki: “Seni ihtiyacı kadar seven kimsenin sevgisinden sakın; çünkü onun ihtiyacı bitince sevgisi de sona erer.”

Allah için kardeş olan kimse kardeşinin dertleriyle dertlenmelidir. Bize bu mana da seleften bir olay anlatıldı:

Allah için arkadaş olan iki kimseden birisinin hali bozuldu, doğru yoldan saptı. Muttaki/takva sahibi kardeşine: “Onunla ilgini kesip kendisini terk etmeyecek misin?” diye sorulduğunda, muttaki zat: “O düştüğü bu hal içinde bana daha fazla muhtaçtır. Şimdi onun elinden tutmama, kendisini yumuşak bir biçimde uyarmama ve önceki haline davet etmeme ihtiyacı var.” dedi.

Mudar bin İsa ve Süleyman demişlerdir ki: “Kim bir kimseyi sever de, sonra onun hakkını korumada gevşek davranırsa, o sevgisinde yalancıdır.”

Şunu bil ki; Allah için sevilen din kardeşine ikram ve ihsanda bulunmak, böyle olmayan yabancı kimselere verilen sadakadan kat kat faziletlidir. Kardeşlere yapılan ihsan ve ikramlar bir kimsenin ailesine ve yakın akrabasına yaptığı harcamalar derecesindedir.

Ebu Süleyman ed-Darani der ki: “Ben kardeşlerimden birisinin ağzına lokma korum, ona bir şey ikram ederim, o yedikçe tadını boğazımda bulurum/sanki kendim yemiş olurum.”

Müminin, Allah için sevdiği din kardeşinin, arkasından hainlik yapması ve sevmediği şeyleri zikretmesi uygun değildir. Eğer onda gördüğü ve sevmediği şeyler mubah işlerse, onun arkasından konuşması hiç uygun değildir. Eğer kardeşinin yaptığı iş, kendi ilmine uymadığında, kardeşi kendisinden daha âlim ise, yaptıklarını yadırgamasın/belki onun yaptığı başka bir delile dayanabilir yahut yaptığı işin başka bir yönü vardır, ona göre hüküm değişir.

İnsan, İslam eli ile işlendiğinde kardeşlik açığa çıkar. İnsan, Hazreti İnsan tarafından dokunduğunda, örüldüğünde dostluk açığa çıkar. İslam’ın ince işçiliğidir kardeşlik. Hazreti İnsanın elinin emeği, gözünün nurudur dostluk. İslam’ın ve Hazreti İnsanın önünde eğilerek, bütün inceliklere kaba kalmamak duasıyla vesselam.

Not: Ebû  Tâlib El-Mekkî Hazretleri’nin Kûtu’l-Kulûb adlı eserinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 05 May 2014 15:11

DİNİN İÇERİĞİ; KARDEŞLİK

Kardeşlik Allah’ın rahmet ve nimetiyle, kullarının kalplerini birleştirmesiyle mümkün olan bir müessesedir. Allah’ın birbirlerini sevdirmesiyle oluşan birlikteliğin adıdır. Kurulan bu birliktelik iyilik ve takvada yardımlaşmanın zeminini oluşturur. Allah ipine yani Kur’ân ve “Hazreti İnsan”a sımsıkı yapışmamızı bu ameliyeden sonra emretmiştir. Hep beraber Allah’ın ipine sarılanların sarılmadan önce kardeş olmaları gerekir. Kardeşleri bir araya getiren İslam ve Hazreti İnsan’dır. Allah’ın evi Kâbe hepsinin yüce bir hedef etrafında toplanmasını sağlamıştır. Her kutsalın, hakikatin Allah indinde bir işlevi vardır. Hakikatler, kutsallar birbirleriyle yarışmazlar. Birbirlerini tamamlarlar.

Allahımız’ın rızası müminlerle kardeş olmakta yatar. O’nun için sohbet ve kardeşlik oluşturmak büyüklerimizin en önemli yollarından, amel ve ahlâklarındandır. Allah için sevmek imanın en sağlam bağıdır. Allah için insanlarla kaynaşmak, sohbet etmek, muhabbet kurmak ve ziyaretleşmek, muttakilerin peşine düştüğü en güzel kulluk sebeplerindendir.

İki mümin karşılaştığı zaman Allah muhakkak birinden diğerine bir hayır ve fayda dokundurur. Samimi arkadaş en zor günlerde kar deşinin derdine düşendir. Çünkü ihtimam ve ilgi gerçek sadakatin sonucudur.

Hazreti Ömer; “Bir kimseye İslam’dan sonra, salih bir din kardeşinden daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” buyurmuştur.
Mümin müminlere karşı samimi olmalı, günahkârlara karşı ise, onun yaptıklarının aksinde güzel davranmalıdır. Halis ve samimi olmak kalp ile olur ve Yüce Allah için sevilip kardeş diye kabul edilen kimselere uygulanır.

Allahımız Hazreti Musa’ya vahyettiği haberin birisinde şöyle buyurmuştur; “Eğer bana itaat edersen, müminlerden pek çok kardeşin olur.” Bunu manası şudur: “İnsanlara iyilikte bulunursan, onlara karşı şefkatli davranırsan, kalbini temiz tutup kimseye haset etmezsen, seni seven kardeşlerin çoğalır.”

Önceki salihler, ahirette elde edilecek ebedi nimetleri ele geçirmek için birbirleri ile tanışır ve kardeş olurlardı. Yoksa bunu geçici dünya menfaatleri için yapmazlardı. Allah için kardeşlik ve sevgi ibadettir. Başlatılan kardeşlikler muhafaza edilmeli, uzun soluklu duruma getirilmelidir. Bu da sevginin yaşatılmasıyla mümkündür. Sevginin kaynağı ise Hazreti insandır. İnsan her zaman insana vurulur.

Allah için kardeş olduktan sonra aralarına ayrılık girmişse bu, muhakkak içlerinden birisinin işlediği bir kusur sebebiyle olur. Bişri Hafî Hazretleri buyurmuştur ki; “Kul Allah’ın taatinda kusur işlediği zaman, Allah onu ünsiyet edeceği kimselerden mahrum eder.” Çünkü ona göre kardeşlerle ünsiyet ve muhabbet etmek Allah’ın bir nimetidir.

Muttaki kimsenin alâmeti, sevdiği kimselerle arasında bir ayrılık olursa, onun arkasından güzel konuşmak, onda gördüğü kötülükleri saklayıp gizlemek, kendisinden irtibat ve ilgisini kesene güler yüzle davranmaktır.

Ebu’d-Derda Hazretleri buyurmuştur ki: “Sadık ve samimi bir arkadaşının, bazı kusurlarından dolayı seni kınaması, onu kaybetmenden daha hayırlıdır.”

Hazreti Ahnef b. Kays buyurmuştur ki: ”Allah için kardeşlikte, zillete/nefsini küçük düşürecek hallere razı ol ki, daha yükseğine ulaşasın. Kusurları affetme haline sahip ol ki, sana zulmedeni bile mazur göresin. Bir de haline rıza göster; öyle ki, nefsin için daha fazla bir ihsan istemeyesin; kardeşinden bir kusur görmeyesin.”

Çünkü kıymetli şeylerin peşine düşen kimse, fikrini ona göre hazır eder. Kim bir şeye rağbet ederse, sevdiği şeyleri o yolda feda eder.

Fudayl b. İyaz Hazretleri buyurmuştur ki: “Bir kardeşin, diğer kardeşinin yüzüne sevgi ve merhametle bakması ibadettir.”

Allah için sevmek ancak, O’nun için şart koşulan şeylerin bulunmasıyla sahih olur. Bunlar beraber olduğu zaman birbirine merhamet ve şefkat göstermek; ayrıldıklarında da irtibatlarını, rabıtalarını devam ettirmektir. Bu da birbirine nasihat etmek ve bunda samimi olmak, gıybetten kaçınmak, dostluğa tam bir vefa göstermek, ünsiyet ve muhabbet tesis etmek, dostuna eziyet etmemek, aradaki soğukluğu gidermek, birbirine karşı rahat davranmak ve çekingenliği ortadan kaldırmakla gerçekleşir.

Kendisine nasihat edilen kimse halinde sadık ve samimi ise, nasihatinden dolayı arkadaşını sever. Eğer onu sevmez ve yaptığı nasihatten hoşlanmaz ise, bu onun halinde yalancı olduğunu gösterir.

Tabiin, Allah için edinilen dostlukları çok şerefli bir iş olarak görmüşlerdir; çünkü imanın hakikati bu dostluklarla yaşanmakta ve tadılmaktadır.

İnsan Allah için kardeşliğin gerçekleşmesi istiyorsa, kardeşine karşı samimi olmalıdır. Bunu gıyabında ve yanında korumalıdır. Kalbi ile dili aynı olmalıdır. Halkın içinde ve yalnız iken, ona karşı iç ile dışı aynı bulunmalıdır. Eğer bu hallerde, kardeşine karşı sevgisinde bir farklılık yoksa işte bu, kardeşlikteki ihlâstır. Eğer sevgi ve davranışında bir farklılık oluyorsa, o kimsede bir yağcılık ve sevgisinde parçalanma vardır. Bu, dinde bir bozukluk ve gerçek müminlerin yolunda bir noksanlıktır.

Hazreti Ömer ve oğlu Abdullah şöyle buyurmuşlardır: “Bir adam gündüzleri devamlı oruç tutsa, gecelerini sürekli hep ibadetle geçirse, fakat Allah için sevip Allah için buğzetmese, bu yaptıkları ona hiçbir fayda sağlamaz.”

Allah için sevilen kardeşlerle buluşmak, kalpten sıkıntıları söker atar ve üzüntüleri giderir.

Bir kimseyi dinini zedeleyecek ve müminlerin yoluna ters düşürecek şekilde sevmek; ona ait olmayan ve ondan kaynaklanmayan nimetlerden dolayı ona muhabbet etmek mü’mini; Allah için sevme sıfatından çıkarır.

Selefin ahlâkı şöyle idi: Onlardan birisi, kardeşinde hoşlanmadığı bir hal görünce, onu gizlice kendisine söylerdi yahut bu kusuru bir yazı ile kendisine bildirirdi.

Gerçekten bu davranış, nasihat ile rezil etme arasındaki farkı göstermektedir. Gizli yapılan uyarılar nasihattir; açıktan yapılan uyarılar ise, karşı tarafı halkın içinde rezil etmektir.

Kardeş demek kendine tercih edeceğin kimse demektir. Kişiye Peygamberi kendinden önce gelen, kardeşi ise kendine tercih etmesi gereken kimsedir.

Not: Ebû Tâlib El-Mekkî Hazretleri’nin Kûtu’l-Kulûb adlı eserinden derlenmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort