JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Hazreti Ali’nin (radiyallahu anh) naklettiğine göre:
Hazreti Ali: “Ya Resûlallah! Amcan veya babam vefat etmiştir.” dedi.
Allah Resûlü (aleyhisselam) : “Git onu göm.” buyurdu.
Hazreti Ali diyor ki : ”O, müşrik olarak ölmüştür” dedim.
Allah Resûlü yine : “Git onu göm!” buyurdu.
Bunun üzerine ben de gidip onu gömdüm sonra geldiğimde Allah Resulü (aleyhisselam): “Şimdi git ve yıkan !” buyurdu.

Hadis-i Nebevi’den anladıklarımız: “Peygamber, müminlere nefislerinden daha evlâdır…” (Ahzab 6)

Ölen şahıs Hazret-i Ali’nin babası olmasına rağmen Allah Resûlü’ne (aleyhisselam) hadiseyi sunarken ilk olarak Allah Resûlü’nün amcası olarak başlaması, müminlere Allah Resûlü’nün kendilerine nasıl evla olduğu gösteren çok güzel bir örnektir.

Allah Resûlü’nün (aleyhisselam) müminlerle önceliği dirimde de, ölümde de her şeyi O’na sunmak, O’nunla başlamayı, paylaşmayı, dertleşmeyi, yürümeyi ve O’nunla bitirmeyi gerektirir.

Ehl-i beytin kendilerinin faziletini, haklarını savunurken nasıl tertemiz, ihlâs üzere olduklarını da anlıyoruz. Haklarını savunmalarının ırsî bir hamasete dayanmadığını, bilakis dini bir rabıtanın neticesi olduğunu anlıyoruz. Kendi babasının müşrik oluşunu dile getiren bir insanın Ehl-i beytin haklarını savunurken soy ve sop nedeniyle bunu yapması imkânsızdır.

Allah Resûlü’nün (aleyhisselam) emir vermesine rağmen Hazreti Ali’nin dini gayretinden, dini anlayışından bir hatırlatma yapmasından, müminin gayreti ve anlayışından dolayı ortaya koyduğu böyle tavırların gerekliliğini ve böyle bir tavır ve davranışın isyan olmayacağını anlamaktayız. İlişki böylece daha pekişmekte Allah Resûlü’nün (aleyhisselam) istek ve arzusu daha bir açıklık kazanmaktadır. Kalpler bu sayede mutmain olmakta ilişki daha kuvvetlenmektedir.

Hazreti Ali’nin, ölümü hem haber verip hem de müşriktir diye açıklık getirerek ırsî bağlılıkla, dini rabıtanın amellerinin nasıl olması gerektiğini sormasına; Allah Resûlü’nün (aleyhisselam) de “Babanı göm.” buyurarak ırsî bağın gerektirdiği ameli, sonra yıkan buyurarak dini rabıtanın gerektirdiği ameli ortaya koyarak cevaplandırdığını görüyoruz. Doğru ile gerçek arasında ki bağ birbirlerini yok ederek değil, adalet gereği her birisinin gerekliliklerini yerine getirerek kuruluyor.

“Ey o bütün iman edenler, müşrikler bir pislikten ibarettirler…”(Tevbe 28)

Necaset fikriyatta ve itikattadır. Şirk öyle büyük bir zulüm ki insanın bedenini bile pis hale getiriyor. Müşrikin bedenine temas ettiğinizde su ile yıkanmak gerekiyor. Su bedenimizi temizliyor. İnsanın yaratılış itibarıyla tertemiz olan bedenini böyle bir hale getiren, düşünceler ve itikatlarla bizlere bulaştı mı bizi ne temizler.

Müşriklerle hayat tarzımız, hayata yaklaşımımız, hayatı değerlendirişimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz birbirine girmişse kaynaşmış ise bizi ne temizler. O zaman Ehl-i beytin, Ashab-ı Kiramın bizler ile ne bağı kalır. Biz Ehl-i beyt ve Ashab-ı Kiram tarafından nasıl değerlendiriliriz. Bizlere kimler diye hükmederler. Bizleri hangi isimle anarlar.

İlahi emirleri salt olarak ortaya koymak fakat içeriklerini, gayelerini gizlemek çağımızın virüsüdür. Hazreti Ali’nin tavrından, yaklaşım tarzından anladığımız; öncü olanın, gerekli olanın, içerik ve kasıt olduğudur. Âlemlerin Rabbi’nin emirlerini, veriliş kasıtlarından ayırmamak, ilahi emirleri emir sahibinden ayrı düşünmemek bizlere imanın lezzetini tattıracaktır. İman bizi teslim alacak, şekillendirecektir.

Ehl-i beyt ne kadar da temizdir. Ehl-i beyti temizleyen Allah’tır. Onlar babasının, kavminin ehli değil Peygamberin ehlidir. Onlar bizlere Nuh’un gemisi gibidir. Onlar Peygamberimiz’i kendilerinden, ana babalarından, kavimlerinden önce bilenlerdir. Ehl-i beyt bizim kurutuluş umudumuz, imamlarımız, değerli neyimiz varsa varlıklarından lütuflandığımız dürre-i yektadırlar. Bulunmaz Allah mucizeleridir. Onları övmek haddimiz değil. Canlarımız, onları anmakla değer kazanır. Sözümüz sadece onları anma gayretidir.

Peygamberimiz bir kadından bahseder. Bir kedisi vardır. Kedisini odaya kilitlemiş, kediyi yemeksiz ve susuz bırakmış, kedi susuzluk ve yemeksizlikten ölmüştür. Peygamberimiz o kadını Allah cehenneme koydu buyurmuşlardır. Ehl-i beyti susuz bırakıp sonrada bu da yetmezmiş gibi kılıçları ile şehit edenler nerededir acaba. Ehl-i beytin evleri, huzur buldukları vatan, sadık takipçilerinin gönülleridir. Gönüller ne kadar da onlara uygun vatandır.

Ehl-i beyt gönüllerin kıblesidir. Âşıkların menbâıdır. Gariblerin yuvasıdır. Dertlilerin dermanıdır. Hastalıkların şifasıdır. Zalimlerin amansız düşmanıdır. Hakikatlerin masdarıdır. Güzelliklerin mazharıdır. Hazret-i Muhammed’in zatının varisleridir.

Hülasa; Ehl-i beytin bu nezih yapılarını ve saf imânî anlayışlarını gücümüz nispetinde anlamak ve yaymak boynumuzun borcudur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 Ocak 2014 11:53

KÂİNATIN İHLÂSI İNSANDIR

İhlâs sâdeliktir.*
İnsanı, Allah (celle celaluhu) bir insan içinde var etti. İnsanı, Allah (celle celaluhu) bir insanın sütü ile yaşama kuvvetle bağladı. Yürümemizi, konuşmamızı bize en şefkat
besleyenlerden öğretti. Hayatımız boyunca eğitim ve öğrenimimizi eğitmen ve öğretmenleri hizmetimize sunarak gerçekleştirdi. Çoluk çocuğumuzu kendi içimizden gelen bir sıvıdan
var etti. Bizleri de insan yaratılışına sebep, vesile kıldı. Allah (celle celaluhu) bize ne yaptıysa insanla yaptı.

Eşlerimizi kendimizden var etti Allah (celle celaluhu). Sulbümüzü de o eşten var etti. Eşlerimize karşı bizde sevgi var etti. Eşlerimizi bizlere sükûnet kıldı.

Dinine sıra gelince bizden olan, çarşıda, pazarda dolaşan, yiyip içmesiyle yaşamını devam ettiren insanları seçip yetiştirdi ve bizlere resul olarak gönderdi. Resuller de Allah (celle
celaluhu) kendilerini nasıl yetiştirdi ise bizleri o usulle yetiştirdiler. Allah (celle celaluhu) kendine davetini yetiştirdiği insanlarla yaptı.

Bizi bize kattı. Bizi bize muhtaç kıldı. “Rezzak” kendisi ama ekmeği insandan verdi. Allah (celle celaluhu) bize ne verdiyse insanla, insandan verdi.

Ecel bizlere isabet ettiğinde arkamızdan kapanmayan akarımızı sâlih çocuğumuza, insana yararı devam eden hayratımıza yükledi.

Bizlerin aklını başından ne doğa aldı ne melekler ne de başka bir şey. Aklımızı yine bir insan aldı ya da insanların yaptıkları aldı. Bir güzelde, hayat manasını buldu. Bir ülküde, insan kendini gördü. Bir vatan, yerini, yurdunu öğretti insana. Medeniyet ufkunu gösterdi. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği imkânları, nimetleri en güzel, tek güzel olan insanda gördü. İnsanların birlikteliğini, birliği devamlı hale getiren cemaatte, cemaatin yayılımını ümmette gördü. İnsan, İslam’ı dinlerini merkez yapmış insan topluluğunda gördü. Hayatın anlamı Hace Yakub Haşimi’nin (Kuddise sırruh) buyurduğu gibi “İslam devletle gelmez, milletle gelir.”

Devlet ise soğuk. Devlet mücessem, donuk. Millet sıcak. Millet munis. İnsan nerede kendini sirayet ettirmişse o güzel, o yatkın, fıtrata yol iken; insan nerede parça, eleman, üye… Orası harcanmışlığa yol. İnsanı yayma hedefi olmayan her şey yabancılaşmanın yolu. Maymundan geldik diyenlere kızanlar, devlete nasıl kulluğu doğal görüyorlar. Belki de devlet insanı maymunlaştırmıştır!

Cemadattan inci, mercanı seçti; hurmayı seçti bitkilerden. Atı seçti hayvanlardan. Hayatın anlamı Hace Yakub Haşimi’nin (Kuddise sırruh) buyurduğu gibi “Bütün bu seçişler insana benzeyen yönlerinin çokluğundandır.”

Allah (celle celaluhu) neye nazar ederse insanı arar. İnsandan bir eser, yansıma varsa onu över de över. Kâinatta insanın tek arkadaşı Allah’tır (celle celaluhu). Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) “Kişi arkadaşının dini üzeredir.” buyruğu ne güzel bir açıklamadır. İsa (aleyhisselam), Allah’ın ruhudur. Ruhunu insanda açtı bizlere. Musa (aleyhisselam), Allah’ın kelamıdır. Konuşmasını bir insan ile iletti bizlere. Efendimin Efendisi Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Allah’ın sevgilisidir. Sevgisini insanla bulduk Allah’ın. Ey çıkmazlarda dolaşanlar Allah’ın sevgilisi insandır, insan.

Âlemlerin Efendisinin “Er-refikul ala”, (En yüce arkadaşa!..) diyerek sırlandığı an, bütün âleme açık kapı gösterildi. “Kalem getirin” buyurmuştu fakat olmamıştı. Kendileri son cümleleriyle her şeyi ifade edip sırlandılar bu dünyadan.

Heyhât! Allah’ın arkadaşı yapraklardan mı öğrenilir? Heyhât! Rivayet hangi sineyi diriltir? “Nefesini takipten halini anlarım” buyurmuş büyükler. Nefes nerede, yaprak nerede? Gönül
nerede, rivayet nerede? Kemâlâtı, insanda bulmadın mı? İrşad, ediciliğe yolu, Musa, Hıdır’da bulmadı mı? Allah’ın kullarına lütfettiği nimetleri taksim edenin insan olduğunu görmedin mi? Ebu-l Kasım’ın verasetini, canlı kim getirebilir ki günümüze insandan başka. Seyyienin hasenata tebdilini sen ve o diye bil. Seyyiat sensin hasenat o. Tasarrufuyla ahlakını kim değiştirtebilir ey insan?

Cafer-i Sadık (radıyallahu anhu), İmam-ı Azam’a “Akıl nedir?” diye sormuşlar. İmam-ı Azam Hazretleri: “İyiyi kötüden ayırt etmemizi sağlayan melekemiz.” deyince; “Yanlış.” buyurmuşlar. “İyi ile kötü Allah’ın hükmüyle bilinir.” demişler. “O zaman akıl nedir?” diye sormuş İmam. Cafer-i Sadık: “Akıl iki iyiden hangisinin daha iyi olduğunu gösteren melekedir.” diye cevap vermişler. İki güzelden hangisi daha güzel!

Osman Bedruddin Hazretleri “Cennet, ehlisünnet itikadına göre mahlûktur ve şu an mevcuttur. İnsan ise eşref-i mahlûkattır. Hangisi tercihe şayandır ey insan? ” diye tercihimizi sormuşlar.

Hayatın anlamı (Hâce Yakub Haşimi) (Kuddise sırruh) ise “Cennette Hazret-i Allah, Hazret-i Muhammed’den görülecektir. Müminler O’nun ma’kesinde Rablerini seyredecekler.” buyurmuşlar.

Ey akıl, insanı göremezsen, gösteremezsen ne değerin kalır? Ey insan, kendini bilemezsen neyi bilmiş sayılırsın?

Senin hayatın insanın içinde başlamış, insanlarla büyüyüp gelişmişken hayatın insanda geçerken nereye yöneliyorsun ey insan? Senin vatanın neresidir? Âlem senin cüzün olduğundan, içinde rahatsın. Nimetinden yararlanıyorsun. Ey insan, senin hayata gelip içinde geliştiğin yere rahim demişler. Rahimde hayat buluyorsun. Allah rahman, Allah rahim. Sen nerede var edildiğini sanıyorsun? Sevda sınır tanımaz. Sözleri can yakar. Yansın biraz canımız. “Her acı şifadır.” buyurmuş Âlemlerin Efendisi.

Allah sevgilisine aziz buyurmuş, rahim buyurmuş. Hayatımız nerede geçer, nefesimiz kimden gelir haberin var mı senin? Kimin sahibi olduğu hayatı yaşıyorsun bilir misin? Hangi şey
bize bizden önce kılınmış ki Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) dışında? Sen sana senden evla olanı nerede bulacaksın, ey insan? Onlar senin derinliğin. Senin için, özün. Abdulhakîm Hüseynî (Kuddisesırruh) demişte ne güzel demiş; “Şah-ı Hazne, benim ruhumun ruhudur.”

Âlemin ruhunu, manasını unutup kendi hevâ ve hevesinin peşine düşen insan sana son sözüm;

Hayatın anlamı Hâce Yakub Haşimi’nin (Kuddise sırruh) şu sözüdür “İnsanın varacağı ancak insandır.”

* Hayatın anlamı Hâce Yakub Haşimi’nin (Kuddise sırruh) ifadesidir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir seriyye gönderdi ve birliğin başına Ensâr'dan bir zat koydu. Askerlere de komutanlarına itaat etmelerini emretti. Sefer esnasında komutan
(bir meseleden) öfkelenip:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana itaat etmenizi emretmedi mi?" dedi. Hepsi de: "Evet emretti!" dediler.

"Öyleyse, derhal bana odun toplayın!" dedi, Hemen odun toplanmıştı. Bu sefer: "Ateş atın!" diye emretti. Ashab (odun yığınına) ateş attı. Komutan: "İçine girin!" emretti. Girmek üzere ilerlediler. Ancak birbirlerinden tutup: "Biz, ateşten kaçarak Resulullah'a (aleyhissalâtu vesselâm) geldik, şimdi ateşe girmemiz olur mu? " diyerek girmediler. Öyle durdular. Ateş söndü. Komutanın da öfkesi geçti. Bu vak'a Resulullah'a (aleyhissalâtu vesselâm) intikal edince:

"Eğer girselerdi, Kıyamet Günü’ne kadar bir daha ondan çıkamazlardı! Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Taat, ma'ruftadır!" buyurdular. (1)

Hadis-i Nebevî’den anladıklarımız:

Topluluk görevlendirileceksemutlaka imam tayin edilmelidir. Tayin edilen imam,topluluğa bildirilmelidir. Topluluğu oluşturan her kesime, imamakarşı vazifeleri açıklanmalıdır. İmâmet, itaat ile gerçekleşir.Görevlendirmeler topluluğun önünde açık bir şekilde yapılmalı,herkesin anlayacağı ifadelerle açıklanmalıdır. Hadiste görüldüğüüzere Allah Resulü (aleyhisselam), imama nasıl davranılması gerektiğini herkesin anlayacağı, açık bir tarzda emirle bildirmiştir.

İmâmeti, bir iş üzere görevlendirilmesi sebebiyle olan kişiler olduğu gibi, İmâmeti, şahsiyetinin, Allah ve Resulü (aleyhisselam) tarafından ümmete örnek gösterilmesinden dolayı olan kişiler de vardır. Şahsiyetleri örnek olanlara sadece görevlerinden dolayı değil, kendi üstün vasıflarından dolayı uyulur. Böyle kişilerin uygulamaları da sünnetten sayılmıştır. Hülâfa-i Raşidîn gibi.

İslam’ın kendi insanını ve toplumunu oluşturma projesi mevcuttur. Bu projede, İslam bireylerinde ve İslam toplumunda her mertebe, derece ve makam Allah’a yakınlık ile şekillenmiştir. Bir sınıflandırmadan bahsedilecekse bu sınıflandırmada eksen Allah’a yakınlıktır. Allah’a yakınlık ekseninin adı takvadır. Takva, Allah’a seyrin kapısıdır.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah, her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”(Hucûrat:13)

Takva içerisinde ise insanın gayretine ve Allah yolunda neleri terk edebildiğine bakılmaktadır. Kişinin gayreti, himmeti Allah’ın dinine yakınlığında en önemli etkendir. Bu etkenin adı cihaddır.

“Özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalan müminlerle, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden müminler elbette bir olmaz. Allah, malları ve canları ile mücahede edenleri, derece bakımından, cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır. Gerçi Allah, hepsine de en güzel yurt olan cenneti vaat etmiştir, ama mücahede edenleri, cihada katılmayanlardan çok daha büyük mükâfatlarla, tarafından derece derece rütbeler, hususi bir mağfiret ve rahmetle mümtaz kılmıştır. Değil mi ki Allah, “Gafur”dur, “Rahim”dir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nisa 95)

Cahiliye eksenli sınıflandırmada kişiler kabile isimleriyle, baba isimleriyle, başından geçen önemli hadiselerin isimleriyle adlandırılırken; İslam’da mümin, muhlis, muhsin, muttaki gibi olumlu, ya da münâfık, kâfir, fâsık gibi olumsuz tanımlamalar yapılmıştır. Toplumsal alanda ise muhâcir, ensar, bedir ehli, uhud ehli gibi adlandırmalar yapılmış, şahıs isimleri Abdulmenat iken Abdullah; şehir isimler Yesrib iken Medine olmuştur. Hazreti Ali’nin Evs’ten ya da Hazrec’ten değil de ensar’dan bir zat diye hadiseyi sunması topluma bakışımızda hangi kıstaslara göre değerlendirme yapacağımızı bize öğretmektedir. Herkesin yeri Allah’a ve Resulü’ne hizmetiyle tanımlanmaktadır.

İmam ile topluluk arasında anlaşmazlık çıkabilir. Allah ve Resulünün yolunda olsa bile anlaşmazlık yaşanmaktadır. Müslümanlar arasında cereyan eden anlaşmazlıkların neticeleri bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Kadir Gecesi’nin gizlenmesi buna güzel örneklerdendir. [2]

Anlaşmazlığı sükûnete imamın erdirmesi gerekirken, hadisede imam gazaplanmış ve hadise büyümüştür. Duygularına kapılmak insanın gözünü karartır, gaflete düşürür. İşte bu duygulardan biri olan gazab, kişinin istek ve arzularının kendisini bürümesini sağlar. Nitekim hadisede imam kendisine itaat edilmesini gayet açık bir tarzda anlatmasına rağmen, kendi emrine uyulmadığında hevasından kurtulamamıştır. İmam duygularını kontrol etmelidir. Duyguların esiri olmak, her şeyi kendi duygularının doğrultusuna göre yapmayı gerektirir. Duygulara uymak insanı sünnete tabi olmaktan alıkoyar. Gazab komutana vermemesi gereken emirleri verdirmiştir.

Yıllarca büyük cihadın “savaş” olduğunu savunanların bu hadiseyi çok iyi düşünmeleri lazımdır. Büyük cihad, küçük cihad ayrımı bir zorunluluktan doğmuştur. Bu zorunluluk insanların Allah’a vuslatı ya da Allah için yapılacak ameli kendi içlerinde değil de dışarıdaki fiiliyatlarında görme arzuları olmuştur. Büyük cihad kendini tanıma, kendi varlığını eritme adımlarındadır. Hadisede de bu açık bir şekilde gözükmektedir. Allah için ölmeye, öldürmeye gidilmiş fakat içteki gazab duygusu, kişiyi gayeyi yok edecek duruma getirmiştir.

Allah Resulu’nün (aleyhisselam) cesaret tarifi bize cihadı besleyen yönü bildirmektedir.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün: “Siz aranızda kimi pehlivan addedersiniz?” diye sordu. Ashab(radıyallahu anhum): “Erkeklerin yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır, dedi, gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”

Cesaret insanın kendisini terbiye edebilme, kendisini kontrol edebilme vasfıdır. İnsanın kendisiyle mücadelesi ömür boyunca devam edecek bir mücahededir. Pehlivan, duygularını aşan insana denir.

Ashab-ı Kiram’ın davranışlarından, itaat anlayışını, imama uymanın ölçülerini öğreniyoruz. Ashab-ı Kiram’ı tereddüde sevk eden etken -imamın istediği işin sünnete uymamasına rağmen- Allah Resulu’nün (aleyhisselam) emrini hatırlatmasıdır. İmamın ateşe odun atın emrine uymuşlar, içine girin emrinde ise itaat etmemişlerdir. İtaat etmemeleri Allah Resulu’ne (aleyhisselam) niçin itaat ettiklerini bilmelerinden olmuştur. Allah Resulu (aleyhisselam) bizleri ateşten kurtulmaya çağırırken bizim ateşe girmemiz nasıl olur mukayesesi Ashabı engellemiştir. Ateşin sönmeye yüz tutmasından bu tereddüdün uzun sürdüğü anlaşılmaktadır. Fakat açık olarak emre karşı gelinmemiştir. Allah Resulu’ne (aleyhisselam) itaat etmelerinin bilinçli olması, Allah Resulu’nün (aleyhisselam) başlarına atadığı ve itaat edin diye buyurduğu imamın istek ve arzularına uyarak verdiği emrine karşı tereddütlü yaklaşmalarını sağlamıştır.

Makamı, mevkii ne olursa olsun hiç kimse İslam adına bir başkasından kendi istek ve arzularına uymasını isteyemez. İste- nen şey, Allah Resulü’nün (aleyhisselam) sünnetinde mutlaka bulunmalıdır. Kendi hevâ ve hevesinin gerçekleştirilmesini arzulayan bir ateş yakmış, bu arzuya uyan ve yardım edenle birlikte ateşe girmiş demektir.

İnsanlığın tümünü, yegâne ilah olan Allah’a kulluğa davet eden bir dinin mensuplarına, din için, din adına kendilerine emanet edilen vazifelerde kendi istek ve arzularına uymaları kendi cehennemlerini hazırlamaları demektir.

İtaatle ilgili başka bir vakıada bizlere şöyle aktarılmıştır;

İbn-i Ömer (radiyallahu anh) şöyle demiştir: Allah Resulu (aleyhisselam) Halid ibnu’l Velid’i Cezime oğulları kabilesi üzerine bir askeri birlikle gönderdi. (Halid onları İslam’a çağırdı.) Fakat onlar “Eslemla=Biz Müslüman olduk” demeyi güzel yapamıyorlardı. Onun yerine; “Saba’na, saba’na=Şirkten çıktık, şirkten çıktık (yani Müslüman olduk)!” diyorlardı. Bunun üzerine Halid bunlardan bir kısmını öldürmeğe, bir kısmını da esir etmeye başladı. Ve bizden, seriyyede bulunan her bir askere kendi esirini verdi ve bizden her bir askere kendi elindeki askerini öldürmesini emretti. Bu emir üzerine ben:

“Vallahi ben esirimi öldürmem; arkadaşlarımdan hiç biride esirini öldürmeyecektir.” dedim. Süleymoğulları ise esirlerini öldürmüşlerdi. Sefer sonunda Allah Resulu’nün (aleyhisselam) huzuruna vardığımızda bunu kendisine arz ettik. Bunu duyunca Allah Resulü (aleyhisselam) iki kere: “Allahım! Ben Halid’in işlediği bu işten sana sığınıyorum!” diye dua etti.(3)

Bu hadisede gördüğümüz Ashab-ı Kiram önceki hadisedeki gibi imamın sadece kendi duygularına kapılmasında tavır koymamış, imamın yanlış anlayışıyla verdiği hükümlere Allah Resulü’nden (aleyhisselam) aldıkları anlayışa göre tavır koymuşlardır. İtaat sünnetedir.

Allah Resulu’nün (aleyhisselam) önceki hadisede imama uymayı ateşte kalmak biçiminde açıklarken Halid bin Velid hadisesinde yapılan muameleden berî olduklarını buyurmuşlardır. Fakat imama uyanları ateş ile inzar etmemişlerdir. İmamın kendi duygularına kapılarak verdiği emir, yanlış anlayış ve algılayışından verdiği emirlerden ayrı tutulmuştur.

İmama karşı çıkanların Allah Resulu (aleyhisselam) ile yakın ilişkideki insanlar olması, doğruya isabet etmenin ikili ilişki ile sağlanabileceğini bize göster mektedir.

Ashab-ı Kiram’ın hadiseyi Allah Resulu’ne (aleyhisselam) götürmelerinden, anlaşmazlıkların, sorunların Allah Resulu’ne (aleyhisselam) mutlaka götürülmesini ve O’nun hükmünün alınması gerekliliğini anlıyoruz.

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulü’ne ve sizden olan ulûl emre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa:59)

“İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı (avukatı) olma.”
Allah Resulü’nün (aleyhisselam): “Allah’a isyanda kula itaat olmaz” açıklamasından insanın kendi istek ve arzularına uymasının Allah’a isyan olduğunu anlıyoruz. Büyük İslam âlimlerinin “İnsanın varlığı ona günah olarak yeter” sözleri, bu isyanın kaynağını bizlere göstermektedir. Hayatlarını Allah’a adamış insanların -kim olursa olsun- Allah’ın hudutlarının dışındaki isteklere uymaları kendi ateşlerini hazırlar.

“İtaat maruftadır” buyruğundan, itaatin sadece Allah Resulü’nün (aleyhisselam) sünnetindeki uygulamalar ve kabuller ile oluşturulan anlayışla sınırlandırıldığını anlamaktayız.

[1] Buhârî, Megâzi, 59, Ahkâm, 4, Haberu'l-Vâhid 1; Müslim, İmâret 40, (1840); Ebû Dâvud, Cihâd 96, (2625); Nesai, Bey'at 34, (7, 159).
[2] Allah Resulu (sav kadir gecesinin gününü ümmetine haber vermeye giderlerken iki müslümanın birbirleriyle münakaşa ettiğini görmüşler. Münakaşa eden şahıslar bu münakaşada galiz ifadeler kullanmışlar. Bu galiz ifadeler Allah Resulu (sav)’ın mübarek kulaklarına vardığında kadir gecesinin günü hakkındaki bilgi ref’ (kaldırılmış,yükseltilmiş) olmuştur.
[3]Müslim, Birr 106, (2608); Ebû Dâvud, Edeb 3,(4779).

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Enes b. Malik (ra) nakleder: “Resûlullah (aleyhisselam) oturmakta iken birden bire dişleri görünecek kadar güldüğünü gördük. Ömer sordu: “Anam babam hakkı için söyle ya Resûlullah, seni güldüren şey nedir ?”    Allah (cellecelaluhu) hayatı ve ölümü en güzel ameli işleyenin açığa çıkması için var ettiğini bizlere bildirmiştir. En güzel Allah (cellecelaluhu) ve Resûlü'dür (aleyhisselam). En güzel Efendimizin gülümsemesidir. Hayat bizlere en güzelle yaşama, en güzellerin ahlâkıyla ahlâklanma imkânı verilmiştir. Peygamber Efendimiz hayatın, yaratılışın gayesidir. Bundan dolayı hayatıyla ilgili en küçük ayrıntılar bile atlanmamış bizlere kadar nakille ve gönülle ulaştırılmıştır. Efendimizin mutluluğu hayatın gayesinin gerçekleştiğini bizlere gösterir. Bir de bu mutluluk dişleri görünecek kadar onları tebessüm ettiren bir mutluluk ise mutlak surette öğrenilmeli ve asıl cennet olan Efendimizin gülümsemesini gerçekleştiren böyle bir amelle bezenilmelidir. Hazreti Ömer (ra)’in böyle bir gerçeği öğrenmedeki aşırı isteğini Allah'ın (cellecelaluhu) insana meccanen bahşettiği doğal hakları vesile ederek sunması Allah'ın Resûlünden bir şey öğrenmenin en güzel yolunu bizlere göstermektedir. Anneye ve babaya sırf anne ve baba olduğu için müşrik bile olsa maruf ile muamele etmeyi, Mü’min ise Allah'tan (cellecelaluhu) sonra onlara teşekkür edilmesi gereği, yaşlandıklarında “üf” bile denilmemesi gereği… gibi Allah tarafından birçok haklar verilmiştir. İşte Hazreti Ömer Allah’ın verdiği bu hakları vesile ederek sunuşunu gerekleştirmiştir. Belki de sırf kendi isteğini dile getirse Efendimizin iç âlemiyle alakalı bu hadiseyi öğrenmeye gerçek zemin bulunamayacaktır. Bir gün Şah-ı Hazne (ksa), kabz (darlık) halindeyken hanımlarını yanlarına çağırmışlar, hanımlarının ellerinden tutup Allah’a yönelip dua etmişler. Belli bir süre sonra tebessüm etmişler, gülümsemişler ve kendilerinde bir bast hali (rahatlama) olmuş. Hanımları bu işi merak edip kendilerine bu hali sorduklarında, kabz halinden çıkmak için tertemiz bir vesile ile Allah’a yönelmem gerektiği kalbime ilka edildi. Seni de bana Allah helal (tertemiz) kıldığı için Allah'ın (cellecelaluhu) temiz kıldığı bir ilişkiyi vesile ettim, kabul buyruldu diye açıklama yapmışlardır. Ataullah İskenderî’nin Allah'ın (cellecelaluhu) kuluna seslenişinde naklettiği gibi Cenab-ı Hak buyuruyor ki “Kendin için istemeyi bırak ki, her istediğini sana vereyim.”
Hazret-i Peygamber cevap verdi:    
“Ümmetimden iki kişi, izzet sahibi olan Rab Teâlâ’nın huzurunda diz çökmüşler, birisi şöyle diyor: “Ya Rabbi kardeşimden benim hakkımı alıver.”
Allah (suçlanana): “Kardeşinin hakkını ver !” buyurdu.
“Ya Rabbi, dedi, iyiliklerimden (ona verecek) hiçbir şey kalmadı.”
“Ya Rabbi, öyleyse günahlarımdan bir kısmını yüklensin, dedi(şikâyet eden).”
Allah’la beraber olmak mekânla alakalı değil, sıfat ve ahlâkla alakalıdır. Kimileri bu beraberliği yakalamak için inzivaya çekilmiş, kimileri nefisleriyle büyük mücadelelere girişmiş, kimileri ibadetlerini çoğaltmaya çalışmış… Peygamber Efendimiz ise “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurarak beraberliğin sevda ile gerçekleştiği, sevda amelleri ile gerçekleştiğini bize buyurmuşlardır. İslam büyüklerinin buyurdukları gibi Allah insanı sevip yaratmıştır. Bundan dolayı Allah ile beraberliğin yeri sevilen insandır. Nakşibendî büyüklerinin halkın içinde Hak ile beraber olmak düsturu böyle bir tarifin açılımlarından sayılabilir. Efendimiz Allah ile beraberliğini, iç içeliğini ashabı ile beraberken sürdürmüştür. Kıyamet günündeki bir hadiseden Cenab-ı Hak bahsetmektedir. İlaha göre gelecek olmaz. Fakat insan tarafından kendisinin bilinmek sırrının anlaşılması insana göre gelecekle ilgili bir hadisenin bizlere açılması sağlanmıştır. Peygamber geleceği anımıza getiren insandır. Hazret-i Hasan'a cennetten üzüm vermemiş midir? Nakşibendî büyükleri bundan dolayı ânı yaşamak esastır buyurmuşlardır. Hazret-i Muhammed (sav) olmuş, olacak her şeyden bir kesit bize ulaştırmıştır. Hedefi de ânımızı en güzelle, en güzel şekilde yaşamamızdır. Allah kâinattaki her şeyi insana hizmetkâr kıldığı gibi geçmiş ve gelecekde bundan nasibini alıyor. Yeter ki insan yaradılış gayesini bilip, Rabbine hizmetini gerçekleştirsin.
Hadisimize dönersek, insan Hak ile baş başa kalınca dizlerinde güç, derman kalmaz, dizleri üzerine çöker. Kişilerin birbirleri üzerinde hakları varsa ne olursa olsun hangi koşullar geçerli olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın; hak sahibinin hakkını istemesi eleştirilemez, hak sahibi hakkını istediği için kınanamaz. Cenab-ı Hak, kişi hakkını kardeşinin iyiliklerinden istediğinde müdahale etmemiş vizrinden (günahından) kardeşine yüklenmesi istediğinde onu şaşkına çevirecek bir nimet sunarak müdahale etmiştir.
Ümmetten olmak kardeş olmak, kıyamet günü gibi bir güne bu vasıflarla ulaşmak insanı adaletten kurtaramaz. Şefaat, Allah'ın (cellecelaluhu) rahmetiyle adaleti sağlamasıdır.
Efendimize ümmet olabilmek öyle şerefli bir nimettir ki Allah o kişilerle özel ilgilenir. Ümmetten olabilmeye iyilikler hanesinde hiçbir iyiliğin kalmaması engel değildir. Devreye onlara ait ne girerse girsin bu aidiyetten dolayı Allah katında ilgi ve alaka bulur, görür.
Bu sırada Resûlullah (aleyhisselam)’ın gözleri yaş ile doldu. Sonra şöyle buyurdu: ”Bu gerçekten korkunç bir gündür. Öyle bir gün ki, insanlar günahlarından bir kısmının (başkası tarafından) yüklenilmesine ihtiyaç duyacaklardır.”
Peygamber Efendimiz ilk başta hadisenin bu kısmında içinden ağlamış, neticesinde ashabının göreceği şekilde gülümsemişlerdir. İnsanların ayıpları, fedakâr olamamaları, ihtiyaç halinde, zorunluluk durumunda neler yapabilecekleri… gibi eleştirilmeyi hak ettikleri, en azından övülemeyecek ameller işledikleri yani kısacası küçük düşebilecekleri durumlarındaki halini ifşa etmemiş. Fakat Allah'ın (cellecelaluhu) kuluna olan düşkünlüğü, kuluna en zor durumundaki yardım şekli… gibi konulardaki duygularını hemen belli etmiştir. Buradan da anlıyoruz ki insana yakışmayan, yaraşmayan haller örtülmeli, Allah'ın (cellecelaluhu) kuluna muamelesi her zaman dillendirilmelidir.
”Sonra şöyle devam etti: “Aziz ve Celil olan Allah şikayet sahibine şöyle diyecek:” “Başını kaldır ve Cennet bahçesine bak!” O başını kaldıracak ve haykıracak:
­-Ya Rabbi, gümüşten şehirler ve incilerle süslenmiş altından köşkler görüyorum. Bu hangi peygambere, hangi şehide aittir?
Cennet kulu için Rabbinin hazırladığı bir yerdir. Böyle olunca cenneti gören kuldaki cezbe, sarhoşluk aslında Rabbinin kendisi için neler yaptığını anlamasının hâlidir. Cennetin kendisi değil cenneti hazırlayanın kendisini nasıl düşündüğünü görmesi kulu cezbeye iter. Ya âlemlerin Rabbi bir de kendisini kuluna hazırlamışsa.. Ya bir de  Rabbimiz bizleri bekliyorsa...
Kul kendini cennete layık görmez. Fakat burada iki zümreden bahsediliyor. Kul onları cennete layık görüyor. Cennet için Peygamberlerin mesire yeridir, buyurmuş büyüklerimiz. Şehit olmak yani kendini feda edebilmek, kendinden geçebilmek Peygamberlerle birlikte anılmayı kulun hatırına getiriyor. Bize vekiliniz Allah iken, dostunuz Allah iken, koruyucunuz Allah iken… Kendiniz adına, kendiniz hesabına, kendiniz için yaşamayın, diye buyruluyor. Bu öyle muazzam bir gerçektir ki, bu öyle azim bir ameldir ki Peygamberler ile birlikte anılmanızı sağlar. Bir kula yolunda gitmeye çalıştığı Peygamberiyle birlikte anılması mutluluk olarak kâfi gelmez mi?
-Bana bedelini verenindir! diyecek. (Allah)
Demek ki Peygamberlerin ve şehitlerin verdiği bedel gümüşler ve altınlarla karşılık bulmaz. Onlar neyin uğrunda yaşadılar, kimin uğrunda öldülerse karşılıkları O’dur. Bu köşkler ise bedelini verenindir.
-Peki, buna kim sahip olabilir, Ya Rabbi?
Kul burada Rabbinin kendisine yol göstermesini anlamış ve açılan yolda sorularıyla devam etmesini bilmiştir. Demek ki Rabbimiz her zaman bizlere karşı yol açıcıdır, çözüm sunucudur. Takip edebilen yolda yürür. Bu çözüm insanlığın tümünün en zorda kaldığı vakit olan kıyamette böyleyken hayatımızda hayli hayli böyledir.
-Ona sen sahip olabilirsin!
Rahmet insanı affı ve lütfüyle şaşkına çevirir. Zekeriya aleyhisselam benim mi çocuğum olacak, Sara annemiz benim nasıl çocuğum olur, Meryem annemiz bana kimse el sürmemişken nasıl çocuğum olur dememiş midir? Rahmet Peygamberleri bile şaşırtmışken bizler kimiz ki...
-Nasıl Ya Rabbi?
Bir Allah dostunun “Allah’ım bana annemin baktığı gibi bak” duasında ifadesini bulan dostluk yönü Rab kavramıyla tam karşılığını bulur. Şeytan bile kovulduktan sonra ya Rabbi, diye seslenmiş Allah onu bu seslenişten ötürü dinlemiş, isteğini (kıyamete kadar ertelenmesi) kabul etmiştir. Sanki kul ya Rabbi derken aidiyet kulvarını kullanır. Allah’a ait olmak, Allah’ın olmak, Allah’tan gelmek… Bütün bunlar kulun tercihleri arasında bulunmaz. Böyle olmasını Allah dilemiştir. Bundan ötürü İslam büyükleri “şeyhlik kapısını kapatın dostluk kapısını açın” buyurmuşlardır. Yaşamımızın anlamı Hâce hazretlerinin “Allah çöpünden vazgeçmez” diye buyurması kul ile Rabbi arasındaki bağı ne güzel ifade etmektedir. Netice itibarıyla kul Ya Rabbi dediğinde ”ey sevgili, ey dost, ey aslım, ey özüm, ey geldiğim yani vatanım, ey döneceğim yani vuslatım…” tarzındaki ilişki ağını dillendirmiş olur.
-Kardeşini affederek!
Yeryüzündekilere merhamet etmeyen Allah’tan nasıl merhamet bekler. Sen hakkın bile olsa kardeşine altında ezildiğin yükü yüklerken nasıl Allah’tan af beklersin. Affa uğrayanlar af edenlerdir. Allahın kuluna muamelesi kulun kula muamelesinin aynasıdır. Ama Allah’ın rahmeti devreye girdi mi, Rabliği devreye girdimi kulunu bu davranışa öğreterek, eğiterek ulaştırır. Terbiye edici kulunu en zor durumunda bile eğiterek, yolunu açarak, ona yapması gerekeni göstererek kurtarır. Demeki kurtuluş bir öğretim, eğitim işidir. Salt affetme, silme işi değildir. Kul silmeyi kendisini kemâle erdirecek davranışı bulmakla yapar. Heyhat! Bu günkü himmet anlayışı ne kadar da bu eğitime uzaktır.
-Affettim gitti ya Rabbi!
Yolu açılan, yapması gerekenleri Rabbinden öğrenen insan işte öyle yapar. Bugün Müslüman kimliğini öne çıkartan kişilerin en büyük nakısiyeti burada yatmaktadır.  Ne yapacağını  Rabbinden öğrenememek! Peygamberimiz Hazret-i Ebu Bekir için “Sende Allah’ın üç yüz ahlakının tümü mevcuttur.” buyurarak dünya hayatında yolumuzu açacak mercii bizlere göstermişlerdir. Bizler yaşamımızda Allah’ın eğitimini ancak Allah’ın eğittiklerinden alabiliriz. Bu, Allah’ın (cellecelaluhu) eğitim tercihidir. Kul Allah’ın (cellecelaluhu) tercihini tercih etmezse konuşulacak, paylaşılacak ortada ne kalır. İnsan, kendisini Rabbi eğittiğinde insandır.
Bunun üzerine yüce Allah buyuracak ki: “Kardeşinin elinden tut ve onu cennete koy!”    
Kendisi asıl Cennetle karşılaştı. Allah o kuluna affını, fedayı, yardım etmeyi, kendinden geçebilmeyi… öğretti. Kul ikinci cennetle tanıştı, kula ikinci Cennet açıldı. Kul da güzel takip etti, Cennetle buluştu. Peygamberin tebessümü ikinci cennetin yüzdeki ifadesiydi. Ebubekir Sirâceddin kalp cennetinden, ruh cennetinden, aşk Cennetinden bahsetmişlerdi bir konferanslarında. Yaşamın anlamı Hâce Hazretleri Kur’anda ki Cenneteyn (iki Cennet) ifadesini açıklarken “Allah’ın rızası, likası, kurbeti, veçhi… İfadeleri ikinci cenneti anlatır.” buyurmuşlardı. Allah'ın (cellecelaluhu) kuluna Rabliği neticesinde erilecek kemâl kulu “Kardeşinin elinden tut cennete koy.” buyruğuna muhatap kılar. Allah’ın terbiye ettiği kişilerde Cennetle karşılaşamayanlar, iki Müslümanın arasını bulmada kullanılan Cennette Allah’ın hangi ahlâkıyla karşılaşacaklar. Cenneti Resûlünün gönlünde bulamayan, öyle bir gönülle temas kuramayan, gönülün eğitimine, rehberliğine... teslim olamayan ne bulabilir, neye ermiş sayılır.
Kardeşinin elinden tut çünkü Allah senin elinden tuttu. Artık el nasıl ve niçin tutulmalı anladın. Allah sana bunu en müşkül, en zor durumda elini uzatmasıyla gösterdi. Allah’ın el uzatması kulunu eğitmesi, yolunu açması, kuluna öğretmesidir. İmam-ı Rabbani “Bizim yolumuz öğrenmek ve öğretmektir” niçin buyurmuş sanırsınız.    
Resûlullah  (aleyhisselam) devamla şöyle buyurdu: “Allah’tan ittika edin, aranızdaki münasebetleri düzeltin. Şüphesiz Allah kıyamet gününde müminlerin arasını düzeltir.” (Beyhaki )
Yarın kıyametin kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı toprağa dikin buyruğuyla hayata sarılan, hayatı yaşama tarzını böyle bir ölçüye göre oluşturmak zorunda olan bizlerin, bugün İslam coğrafyasının her yerindeki yangılar, zulümler karşısında ne yapmamız gerektiğini en güzel bir örnekle bizlere sunan bu hadisi şerifi çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Bugünler inancımıza göre kıyamet gününden daha zor ve şiddetli değildir. En zor günde bizlerden kardeşlerimiz ile aralarımızın ıslah etmemiz isteniyor. Müslümanın bütün kuvvet ve gücü tevhidde gizlidir. Sosyal tevhidimiz aralarımızdaki ihtilafları, bozuklukları, yanlışlıkları… ıslah etmemizle gerçekleşecektir. Allah ile arasını sulh edemeyenler kendi aralarını nasıl ıslah edebilir.
Ey dünya Müslümanları ittika ile Allah’ın eğitimine girin. Bu eğitimin neticesinde aranızdaki münasebetleri ıslah edin. Allah’ın eğitmenleri, dostlarıdır. Gelin akan kanları durdurmak için, gelin kendi hakikatinizi bilmek için, gelin nuru tamamlamak için...
Bilinmelidir ki; Resûlün tebessümünü, aldığımız eğitim kadar görebiliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Gördün mü o dini tekzip edeni?” Müslüman yalan söylemeyen kişi olduğu gibi, yalanı tanıyan, gözleyen ve bulan kişidir. Bizim yapmamamız istenilen her fiili yapanları da izlememiz, takip etmemiz istenmektedir. Bu-gün Müslümanlar en çok yasaklardan kaçınma alanında zorlanmaktadır. İstenilenleri yapmada öyle ya da böyle bir seviye tutturmuşken, istenilmeyenlerden kaçınmada zafiyet üstüne zafiyet yaşamaktadır. Ayet-i Kerimede Müslüman’ın yalanı  bilinçli bir şekilde izlemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Soru cümlesi şaşılacak bir hadise ile karşı karşıya kaldığımızı bize gösterir. Rü’yet kelimesi görüleni idrak etmek, algılamak, bilmek, ibret ve öğüt almaya sevk eden düşünme manalarına gelir. Dinin tekzip edilmesi ibret ve öğüt alınılması gereken çok önemli bir hadisedir. Sadece doğrulardan ibret alınmaz. Yalanlamaların neticelerinden de ibret alınır. Din Arapçada ceza manasına gelir. Ceza yapılan işleri dikkatlice takip edip neticesinde adalete göre bir hüküm vermek, hadiseye çözüm getirmek, adalete göre karşılık vermektir. Son devrin Hak dostlarından Osman Bedrüddin Hazretleri dini tarif ederlerken “İslamiyet aleniyettir.” Buyurmuşlardır.

Aleniyet; açıklık, çıplaklık demektir. Din; Her şeyi takip eden, takip ettiğindeki izlenimlerini eksiksiz açıklayan, bu açıklığın üzerine de hükmünü icra eden âlemlerin Rabbi’nin(cc) kulları ile nasıl bir keyfiyette ilgilendiğini bizlere gösterir.”Maliki yevmiddin” ifadesindeki din günü; gizli olan her şeyin açığa çıkarılacağı, ihtilafların çözüme kavuşturulacağı, hakların herkese tevdi edileceği bir gündür. Bundan dolayı o güne din günü denir. İslam hayatın içerisinde geçerli olduğunda, toplumun yaşantısına hâkim olduğunda gerçekleşecek olan da budur. İşte dinin tekzip edilmesi Allah’ın kulunu bu şekilde takip edip takibinin neticesine göre karşılık vermesini kabul etmemektir. Ya da reddetmektir. Kendisinin takip edilmediğini, takip etmenin hayatın içinde önemli bir yer tutmadığını, kendi istek ve arzularına göre yaşamanın tek geçerli akçe olduğunu (özgürlüklerini!) sananlar kendi menfaatlerinden başka, kendi hülyalarından başka bir değer kabul etmezler. Sanki Cenab-ı Hak ”Böyle insanları ben nasıl başıboş bırakmıyorsam sende bilinçle, ibretle izle ey Habibim! Görüp anladın mı? Böyle insanlar dikkatinden kaçtıysa gözünü onlara çevir ve ben nasıl izliyorsam, izlememim neticesinde onlara nasıl bir karşılık veriyorsam öyle izle ve öyle karşılık ver. En iyi karşılık ise onların yaptıklarını herkesin anlayacağı şekilde gün yüzüne çıkarıp ilan etmektir.”  buyurmaktadır. Bugün ülkemizde Müslüman kimliği ile kendini tanımlayan insanların yapmadıkları en önemli şeylerden biri bu dönen yalanı ifşa etmemeleridir. Demokratlar konuşuyor, ifşa etmeye çalışıyor, Müslüman cemaatler sistemle pazarlık masasına oturuyor. Yalandan faydalanmaya çalışmak birinin yalanını yakalayıp onu kendi menfaatin, kendi grubun, yapın için kullanmaya çalışmak yalanı söyleyip yalanı üretmekten daha büyük bir yalandır. Kendini Müslüman kimliğinin dışında tanımlayanlar yalan söylemekte, yalanı üretmekte iken, kendini Müslüman kimliği ile tanımlayanlar ise yalanı izleyip ifşa etmemekle kendi değerlerini yalancı çıkarmaktadırlar. Sadece Müslüman olmakla övünen bizler nasıl olurda susarız. O zaman gördün mü? İfadesinin içerisine bizlerde girmez miyiz?

“İşte böyle biridir, yetimi şiddet ve sitemle itip kakan, yoksulu doyurma arzusu gayreti duymayan.” Toplumun iki kesimi; yetimler ve miskinler olduğundan. Yetim; dayanağı kalmayan, kendisini savunacak, kendisinin sığınacağı sebepten mahrum olan, müdahaleye açık kalan, topluma ilk etapta yarar getiremeyecek olan, bununla birlikte gönlü kırık, hüzün içerisinde bulunan, gözü kendince kendisinde olmayan, o büyük nimeti kimde görürse ona imrenerek bakan, belkide hasetle bakan, iç çekerek bakan kişiler… Miskin; hali mecali kalmamış hem bedenen hem de psikolojik olarak durağan hale gelen, donuklaşan bu bakımdan ne kendisine ne başkalarına fiili olarak yardımda bulunacak konumda olmayan kişiler… Kendilerinin takip edilmesini kabul etmeyenler tabii ki kendilerine açıktan bir menfaati dokunmayacak bu iki zümreyi hiçbir şekilde hesaba katmayacaklardır. Ama âlemlerin Rabbinin toplum tarifinde bu iki zümre içlerine düştükleri konum gereği hak sahibidirler. Yani yardıma muhtaçtırlar, onlara yardım edilmelidir değil, bu iki zümrenin doğmasınaçoğunlukla toplumdaki çarpık ilişkiler neden olduğundan bu iki zümre yardım edilecek iki zümre değil, bilakis başkalarında hakları olan iki zümredir. Yetim konumu gereği şefkate merhamete ve itina ile koruyuculuğa muhtaçken bu fiillerin tam zıttı olan şiddet
ve sitemle onları itip kakarak hakir görerek davranmak, yiyeceğe muhtaç insanlara yani miskinlere elindeki imkân nispetinde yardım etmek, elinde imkân yoksa yardım edebileceklerle miskinleri buluşturmak gerekirken, bu işleri hiç gündeme getirmemek, duyarsız kalmak dini yalanlamanın insana kazandırdığı özelliklerdir! Bu iki zümre bir canlı gibi düşünülen toplum bünyesinin yaralarıdır. Eğer yaralara gerekli tedavi uygulanmazsa bundan bütün vücut etkilenir. Din bünyeyi tümüyle düşünmemizi gerektirir. En ufak detaylar elektronik mikroskoplarla ancak tespit edilebilen virüsler gibilerdir. Küçümsemek cehaletten başka bir şey değildir. Kalbinde hardal tanesi kadar küçümseme (kibir) bulunan insan nasıl ki cennete giremez, toplum bünyesini oluşturan hangi zümre küçümsenirse o toplum huzurdan mahrum kalır.

Bunlardan anlıyoruz ki din; Allah katında, hizmeti ise insani ilişkilerdedir. Dinin icrası ahlâkı doğurur. Dinin toplumdaki gözüken yüzü, toplumu şekillendiren yönü ahlâktır. Efendimizin “Ahlâkı tamamlamaya geldim.” buyurması bir toplum projesi ifadesi olarak ta algılanabilir. Peygamber hizmeti Allah katında olan dinin Ahlâk ile şekillendirilen toplumla yeryüzüne indirilmesidir.

“İşte (böyle) namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarından gaflet içindedirler.” İnsan ahlakı ancak terbiye ile alır. Terbiyeyi veren ahlakı kendinde barındırandır.Ahlak kişi ile özel ilgilenmenin, mahrem bir ilişkinin neticesinde olur.Devletin, kurumların kuralları olur.İnsanın ahlakı olur.İnsanda Allah’ın ahlakının oluşması Allah’ın kulu ile kurduğu gönül ilişkisinin neticesinde olur.İnsanın Allah’ın kulu ile kurduğu gönül ilişkisinin adına salât nedir.Allah’ın peygamberine salâtı; Onu yetim iken bulup barındırmasını,yalnız iken bulup etrafını ashabıyla sarmasını, yoksul iken bulup zengin kılmasını sağlamıştır.Göğsünü açmasını, zikrini yükseltmesini, zorluklardan sonra kolaylıklar yaratmasını sağlamıştır.Allah’ın müminlere salâtı;müminleri karanlıklardan aydınlıklara çıkarmasını,peygamberin müminlere salâtı ise;müminlerin kalplerini sekinete erdirmesini,onlara karşı aşırı hırslı,ilgili olmasını,başlarına gelen en ufak bir şeyde aşırı üzülmesi olarak belirir. Salât her zaman kuvvetli, zengin, üstün olanın kendi azameti ve gayretinden dolayı dostluk anlayışı ve vefası gereği kendi altındakilerle kurulan bir dostluk ve  gönül ilişkisi ile başlar ve salâta muhatap olanların,bu hassas ilgi ile karşılaşanların bilinçli teslimiyet ve şükürleri ile son bulur. Efendimizin ayakları şişinceye kadar namaz kılıp “Şükreden bir kul olmayayım  mı?” Buyurması salâtın kuldan Allah’a dönüşünü açıklayan en güzel örnektir.

İşte salâtın bu manasından yoksun olanların vay haline! Kur’an-ı Kerimde Allah-u Tealanın salat ile ilgili emr-i şerifi her zaman “yukimunessalâh” tabiri ile gelmiştir. Salâtı ikame ederler. İkamet: İnsanın yaşamını sürdürdüğü alandır. Burada müminlere yaşamı sürdürmeleri gereken alan olarak Allahın peygamberinin ve meleklerinin kendilerine yönelik gösterdikleri özel ilgi ve alakala olması gerektiği belirtilmiştir.Yani yaşam alanınız Allah ile gönül ilişkisi alanının dışına çıkmasın.Yunus Emre’nin buyurduğu gibi “ Dört kitabın manası;bir gönüle girmektir”.Burada ise namazı ikame ederler yerine namaz kılıcılar denmesi hayatlarını Allah’ın bu ilgi ve alakasının dışında geçirdiklerini ,yaşam alanı olarak bu ilgi ve yönelişi kabullenmediklerini, salâtı sadece belli şekil ve fiillerden oluşan bir ibadet gördüklerini bizlere belirtmiş oluyor.Allah’ın kulunu izlemesini yalanlayanların hangi değerleri vardır?Ben sizlere söyleyeyim.Hiç bir değerleri yoktur.

“Onlar ki niyetleri yalnızca görülüp takdir edilmektir. Ve üstelik onlar (insanlara) en ufak bir yardımı bile reddederler (engellerler). “(Maun suresi) Din ve onu anlamamızı sağlayan salât; vermeyi ve paylaşmayı Hakkın dağıtımı görenlerin işidir. Toplumda benim dışımdakilerin benim üzerimdeki haklarını bilmemi ve onları arayıp bulmamı bana dinimin ve salatımın sağlaması gerekir. Üzerimdeki hakları bilmediğimde başkalarına yardım etmem ancak menfaatimin gereği olur. Bunun dışındaki bütün iyiliklere kapılarımı kapatırım. Riyakarlık insana yaraşır şekildeki yardımın en büyük engelidir. ”Güzel söz başa kakılan sadakadan daha hayırlıdır.” ayeti buna en güzel örnektir. Riyanın kendisinde karşındakini kullanma vardır. İyilik yaparsın ama amacın iyilik yapmak değildir. İnsanın kullanılması ise Maun’a(her türlü yardıma) en büyük engeldir.

Riya; Allah’ın ve peygamberin salâtının insan ile buluşmasının engelidir. Çünkü ameller niyetlere göredir. Niyetin de Allah ve Resulünün insan ile buluşturulması yok bilakis menfaatin vardır. Engel amacının alçaklığındadır. Terzi Baba Hazretleri elbise dikerlerken “bu elbiseyi giyene hidayet et Allah’ım diye dua ile dikerlermiş”.Sen göz için ,görünsün için, amel edersin Allah’ı unutup önemsemezsen işte bu algı senin her türlü yardımı engelleyen birisi olduğunu açıkça gösterir.Yardımı engellemek yardımı riya ile yapmaktır.Netice itibarıyla riya dini yalanlamanın, namazdan gafil olmanın cezasıdır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort