JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

“Ve eğer insanlar hep(küfre sapacak, küfürde birleşerek) bir ümmet olacak olmasaydı…”

Burada ümmetin ortak bir payda da buluşan ve ortak paydaya göre şekillenen bir yapı olduğunu anlıyoruz. Ümmeti Muhammed (sav) demek Hazreti Muhammed’in(sav) etrafında şekillenmiş, kendisini Hazreti Muhammed’le (sav) yapılandırmış bir topluluk demektir. Yani O’nun etrafında bulunanlar ya da sadece O’na inanalar demek değil, kâinatın Efendisinde (sav) birleşenler manasına gelir. Burada Cenab-ı Hakk’ın bir sitemini ve endişesini görüyoruz. İnsanların bir ümmet olarak küfürde birleşmesi söz konusu olabilir. Gerçi ayette insanlar olarak “Nas” kavramı geçmektedir. Nas insan olmaya aday olanlar için kullanılır. Kamil olanlar için “Nas” yerine insan kelimesi kullanılır. Yani kendi kemaline, kendini bilmeye varamamış ama yoldaki seyrine devam edenler…

“Biz Rahmanı inkâr edenlerin evlerini, tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.” “Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da(gümüşten yapardık) ve altın ziynetler yapardık…” Gümüş ve altın insanların ihtiraslarını hayallerini gerçekleştirmeye yaradığını sandıkları en önemli iki madendir. İnsanlık tarihi boyunca değerleri hiç eksilmemiş madenlerdir. Ekonomi ve onun getirdiği güç temelde altın stoğuna göre şekillenir. İnsanlar bol miktarda altın ve gümüşe sahip olduklarında büyük bir çoğunlukla değişirler, sanki büyülenmiş bir hale gelirler. Güç bende diye haykırmaya başlarlar. ”Uhud Dağı kadar altının olsa ikincisini istersin. İkincisi de olsa üçüncüsünü istersin ve bu böyle gider.” buyuran Efendimiz insanın sonsuza uzanan yönlerini dünya hayatının metalarıyla tatmin edemeyeceğini ne güzel ifade etmişler. Evler insanların içlerinde huzur ve sükûneti buldukları rahat ettikleri mahremiyet bölgeleridir. Cenab-ı Hak (celle celaluhu) ev hayatında öne çıkan her parçayı ve durumu teker teker açıklayarak tavanından merdivenine kapısından koltuklarına kadar her şeyi gümüşten yapardık ve ilaveten altın ziynetlere boğardık, buyurmakla kendi katında dünya hayatının ne anlama geldiğini bizlere çok vurucu bir şekilde ifade etmiştir. Bunun böyle gerçekleşmesini engelleyen tek şey ise insanların bu saltanat üzerinde birleşip dünya hayatını Allah’a (celle celaluhu)  tercih edebilecekleri gerçeğidir.

Şimdi insan; “Sizin ilahlarınız ayaklarımın altındadır.” buyurarak şehit edilen Muhyiddin Arabiye (ks)  hayran olmasın da ne yapsın! Hutbe irad ettiği yer kazıldığında küp içerisinde altınlar bulunmuştu. Kâinat kendisine hizmet için yönlendirilmişken her şey kendisi için var edilmişken kendisine hizmet alanı oluşsun diye her şey kendisine verilmişken, insanın kendisi için olanları hedef edinmesi ne kadar acıdır? İnsan kendisi için olanları kendisi ne içinse o varlığa hizmetinde kullanmalıdır. Âlem bize biz Allah’a (celle celaluhu) , Allah’tan (celle celaluhu)  bize bizden âleme…

"Doğrusu bütün bunlar dünya(alçak) hayatın geçici meta’ıdır. Rabbinin katında ahiret ise korunan muttakiler içindir.” Meta sınır koyulan faydalanma biçimidir. Her rol bir metadır. Bâki olan hiçbir şey meta olamaz. İman, İslam, İhsan, İhlâs… Kesinlikle meta değildir. Bütün bu özellikler muttakilere Allah’ın (celle celaluhu)  katında olanın paylaşımıdır. İmtihan gereği bize verilen her şey kullanılması gereken, faydalanılması gereken bir metadır. Yani nimet değildir. Nimet olması ancak imtihanı başarıyla geçmemizin neticesinde olur. ”Bizi nimet verdiklerinin yoluna hidayet et.“ diye geçen Fatiha-yı Şerifte her gün defalarca tekrar ettiğimiz nimet iman, İslam ve İhsan gibi özelliklerdir. Geçici olan ne varsa sonsuzluğun aynası hükmünde olan kalbimizde yer almamalıdır. Ne yazık ki bu gün insanlar sahip olduklarını arttırarak ideallerine daha rahat varacaklarına inanmaktadırlar. Fani olan insanı hiçbir hedefe götüremez. Hedefe varabilmek için baki nimetlerle bezenmek gerekir. Bu gün dünyada cahiliyyenin elinde ne varsa onları elde etmek isteyen ve elde ettiği zaman kendi ideallerini gerçekleştireceğini sanan birçok insan vardır. Onlara tavsiyemiz Allah(celle celaluhu)  size güvenmese bile sizi kaybetmek istemez. Sizin gözünüzü büyüleyen dünya hayatının geçici metaı ise, Cenab-ı Hakk’ın (celle celaluhu)  esfele safilin “Aşağıların aşağısı” diye buyurduğu yer sizi büyülemiş ise aldanmışsınız demektir. Kâinat insana musahhar kılınmıştır. Musahhar kelimesi kök itibari ile sihirden gelir. Yani Allah (celle celaluhu)  kâinatın insana karşı aklını başından almış, kâinat insanın güzelliği karşısında büyülenmiştir. Sana hayranlığı ile hizmet edeni elde edilmesi gereken hedef seçmen ne büyük talihsizliktir. Burada muttakinin sonsuzlukla dünya hayatında ilişki kurabilen, baki özellikleri fani bir yerde elde edebilen insan olduğunu da anlayabiliriz.”Ve her kim Rahmanın zikrini görmezlikten gelirse, biz ona yanından ayrılmayan bir şeytan musallat ederiz, artık o ona arkadaştır…” Zikir kâinatta her ne varsa onu Allah’ın yorumlamasıdır.

Zikir her şeyi Allah’ın (celle celaluhu)  açıklamasıdır. Allah’ın (celle celaluhu) bu açıklamasını kim dikkate almazsa bu açıklamaya göre hadiseleri anlamaya çalışmazsa Rahman o kişiyi şeytanla kayıtlar. Çünkü şeytanda kendi yorumu ile Âdeme secde etmemiştir. Allah’ın iki elimle yarattığım, ruhumdan kendisine aktardığım… Diye tarif ettiği Âdem’e (as) bu bakışla bakmamış ben ateştenim o topraktanım diyerek kendi yorumuna göre hareket etmiştir. Allahın açıklamasını dikkate almamak öyle vahim bir hadisedir ki kendisini Rahman olarak tanıtan yani sonsuz lütufkâr, sonsuz af edici, esirgeyici…

Tanıtan Allah (celle celaluhu)  yine kendisinin “Sizin ve benim apaçık düşmanınızdır.“ diye buyurduğu şeytanı bizlere musallat etmesini sağlar. Rahman’ın kendisinin ve bizim düşmanımızı bizim üzerimize sardırması kendisinin açıklamalarının dikkate alınmamasındandır. Demek ki nasihati dikkate almamak nasihat edene yapılabilecek en büyük hakarettir. Ve o şeytan o insana “karin” olur. Türkçemizde karındaş ifadesi buradan gelir. Aynı karından çıkanlar… İşte şeytan o insana böyle bir arkadaş olur. "Ve herhalde onlar onları yoldan çıkarırlar…” Buradaki yol Allah’ın (celle celaluhu)  zikridir. İnsan artık hiçbir şeye Hakk’ın tarifi ile bakma ihtiyacı duymaz. Yoldan çıkmak Allah (celle celaluhu)  bize tenezzül edip açıklama yaparken kendi açıklamasını, kendi bakış açısını bize yol diye gösterirken bu nasıl bir nankörlüktür ki habersiz olalım.”Onlar ise kendilerinin hidayete erdiklerini sanırlar…” kendi imkânları ile hayatı yorumlamaya çalışanlar, felsefeler üretenler, kuramlar geliştirenler, savlar ortaya atanlar…

Bütün bunları yaparken doğru bir iş yaptıklarını sayarak yaparlar. Ayeti kerime de geçen “ yahsebun” ifadesi hesap etmek manasına gelir. Bir iş hesap edilerek yapılırsa daha doğru bir netice elde edilir. Hesapsız her iş netice itibari ile yararsızdır. Şeytanın kendilerine arkadaş olduğu insanlar hidayete erişlerini! İşte böyle kendilerince çok ciddi hesaplar neticesinde elde etmişlerdir. Şimdi can alıcı bir soru sorabiliriz? Herkes kendisini ciddi hesaplar neticesinde(hayat tecrübeleri, mukayeseler, muhasebeler…) hidayete ermiş görüyorsa gerçek hidayete eriştiğimizi nasıl bilebiliriz? Hidayette olduğunu hesap etmek en büyük dalalettir. Şimdi her gün en az kırk defa Fatiha’ da “Bize hidayet et” diye Allah’a (celle celaluhu) yalvarmamızı bir daha düşünmek gerekir. Hidayete varmak isteyenler kendi hesap ve kitaplarını bırakıp Rahman’ın zikrine yani açıklaması ve yorumuna her şeyleri ile yönelip “semi’na ve eta’na “ diyen insanlardır. Kilidi ancak Rahmanın zikrine yönelmekle açabiliriz. Arkadaşımızın bir dost mu ya da bir şeytan mı olduğunu Rahmanın sözlerine kulak verdiğimizde anlarız. Kâinata Hakk’ın kâinatı görüşü nasılsa öyle bakmalıyız. Leyla’yı Mecnun’dan dinlemeliyiz. Zaten Mecnun’u Leyla’yı kendi gözleri ile görenler “Bu kara kuru bir kızda ne buldun diye eleştirenlerdir.” Nihayet bize geldiği vakit “Ah!” der; “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Sen ne kötü arkadaşmışsın?(karin)(Zuhruf 33–38) Allah’a döndüğünde ne yazık ki bu dönüş mecburi bir dönüştür, ihtiyari bir dönüş değildir. Kendisine arkadaş edindiği varlıktan kendisinin daha ötesini bilmediği bir mesafe ile uzaklaşmak ister. Ve onu sen ne kötü arkadaşmışsın diye yerer. Kendisini o hale getiren şeytanı Allah’a (celle celaluhu)  vardığında anlamıştır. Ama yine asıl sebebi anlayamamıştır. Asıl sebep Rahman’ı dinlememektir. Rahman’ı dinlemediği için şeytan ona musallat edilmiştir. Yine anlayamadı kendisini bu hale neyin getirdiğini.


Bugün Müslümanlar;”Bu hale niye düştük? diye sebepleri araştırmaya ve tanımaya çalışacaklarına Allah ile ilişkilerini düzeltmeye çalışsalar nimet verilenlerin hidayetine yol bulacaklardır. Yoksa ahrette de yine sebepleri anlayacağız. Allah’ı (celle celaluhu) anlayamayacağız.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Düşünceler hak ölçüler ile faydalı ürünler verir. Düşünceyi kutsayıp ölçüleri unutursak düşüncemiz bizim dosdoğru yol üzerinde yürümemizi sağlayamaz. Yazımızda ki düşüncelerimiz Allah ve Resulünün ortaya çıkardıkları ölçülere göre olacaktır. Niyetimiz ölçülerle rızıklanıp bir davet,anlayış sofrası kurmaya çalışmaktır.

Ebû Hüreyre (ra) rivayet ediyor ki, Resûl-ü Ekrem (aleyhisselam) şöyle buyuruyor:
“Ameller niyetlere göredir. Kişi için ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Şu halde kimin hicreti Allah ve Resulü için ise o kimsenin hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık veya nikâhlayacağı bir kadın için ise, onun da hicreti hicret ettiği o şeyedir.” (Hadis-i Nebevi)

Eylemin neredeyse putlaştırıldığı bir çağda insanın eylemiyle değil de ufkuyla değerlendirilmesinin anlaşılması çok zor gözüküyor. Gerçi bugün insan menfaatine göre yaşamak için, “Benim niyetim çok temiz, Allah’ı seviyorum ama…” gibi şartları öne sürerek niyetin arkasına saklanmıyor değil. Bu insanın niyeti menfaati olduğu için sonuçta elde edeceği de menfaati olacaktır. Zaten böyle bir düşünceye sahip insanın istediği de menfaatidir. Hadis-i Nebevide belirtildiği üzere, bulunduğumuz konum niyetimizin, kastımızın bize gösterilmesidir . İşlenen ameller aynı olmasına rağmen neticeleri insana çok farklı dönmektedir.İşlediğimiz amellerin bize tesiri olacaktır. Fakat bu ameller işlenirken Allah’a ulaşacak olan bize tesir eden yönü değil bizim o işi yapıştaki kastımızdır. Kişinin ulaşacağı karşılık işe başlamadan önceki niyetiyle kayıtlanıyor. Hicret misal getiriliyor. Bir yerden bir yere göç etmek. Gitmek istediğim yere varmam neticesi orayla muhatap oluyorum fakat amellerim ile Allah’a ve Resulüne varmam mümkün değil. Niyet yeryüzüne çakılı olan beni Allah ve Resulü ile buluşturabiliyor. Allah ve Resulü ile buluşmak isteyenler o zaman niyetlerini Allah ve Resulüne yöneltmeliler. Demek ki insan niyetine varacak. Rabbimize ulaşan, yükselen değerlerin niyetle dolaysız bir bağı var.

Kitab-ı Kerim’den örnek verirsek;                    

“Bu kestiğiniz hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin O'nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. İyilik yapanlara müjde ver.”(Hac 37)

Demek ki benden Hakk’a ulaşan, giden ve ulaşmayan, gitmeyen ameller var. Ulaşan ameller hep kalp amelleri, ulaşmayanlar hep fiiller, suret ve şekiller. Hadis-i Nebevi de belirtildiği üzere: "Şüphesiz Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar."   Fiil;kalp amellerimizin açığa çıkmasına vesile ve sebep oluyor. Hakk’ın bizden istediği amellerin Hakk’a ulaşan yönü, kalbi olanlar, bizde kalan yönü fiili olanlardır.

Demek ki fiilin kendisiyle Allah’a ulaşılmaz. Fiili yapıştaki kastımız ile Allah’a ulaşılır.  

Burada önemli bir nokta var. Benim niyetimin Allah ve Resulü olması, amelimi sebep kılıp onlara varmak için. Peki,  onlara vardığımda niyetim ne olacak. Allah’ın bizimle beraberliği var, yakınlığı var. Mesela; kul olmam onun bana şah damarımdan daha yakın olmasını sağlıyor. Sabredenlerle, Muhsinlerle, Muttakilerle beraber olduğunu buyuruyor. Burada bir ulaşma söz konusu değil, beraberlik söz konusudur. Demek ki O’nun bana yakınlığında, O’nun bana gelmesi açısından hiçbir engel, hiçbir mesafe yok ve bu vakıa gerçekleşiyor. Ama benden ona giden şeylerde önemli özellikler, vasıflar gerekiyor. Bu vasıflar da, O’nun bana olan yakınlığının ne kadar bilincine varmışsam, bende o ölçüde oluşuyor. İhlâs; Allah’ın, mü’min’in kalbine attığı bir nurdur. İşte Hakk ile olan yakınlığımın bilinci ile yaşamaya devam ettiğimde Allah kalbime, O’na beni yakın kılacak değerleri veriyor. Evet, şimdi niyetim bu beraberlikte nasıl olmalı.  Kısacası Onlarla birlikteysem niyetim ne olacak. Hakk’ın bizi yaratmasında, bizimle beraber olmasında, bizi desteklemesinde bir kastı varsa ve bu kasta göre arzusunu, isteğini bizlere iletiyorsa, bizlere bildiriyorsa -ki buna emr-i ilahi deniyor bu bildirmeye vahy-i ilahi deniyor- o zaman benim niyetim ne olacak? Vahyi ilahiden örnek vermek gerekirse;

“Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.” (Kasas 4)

“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk.” (Kasas 5)
“Ve o yerde onları hâkim kılmak; Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).” (Kasas 6)

“Yusuf babasına: «Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm» demişti.” (Yusuf 4)

“Babası şunları söyledi: «Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır».”(Yusuf 5)

Hazreti Musa (as) örneğinde; Hakk’ın, güçsüz düşenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve varisler kılmak gibi bir kastı olduğu, Hazreti Yusuf (as) örneğinde Hazreti Yusuf’a açılan nimet, çizilen ufuk, gösterilen hedef ve Hakk’ın onu getirmek istediği yer hakkındaki kastını görüyoruz. Bu kasıtlardan sonra gelişen hadiselerin merkezi bu kasıt oluyor ve bütün bir toplum, şahıslar hep bu kasta göre yeniden şekilleniyor. Benim O’nun kastı olan yerde niyetim;  O kastını icra ederken ona yardım etmek ve bu kasıttaki rolümü anlayıp en güzel şekilde ifa etmek olmalıdır. Peki, O’nun benim de içinde bulunduğum kastını ben nasıl öğreneceğim? “Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı(beyanı) öğretti” (Rahman 1–4) Âyet-i kerimelerin ve “Bildiklerinizle amel ederseniz bilmediklerinizi Allah size öğretir” Hadis-i Nebevisinin ışığında niyetim, kastım şöyle olmalıdır: Allah, Allah olduğundan ibadete layıktır ve O’nun emri, O’nun emri olduğundan bana ait bütün niyetlerin, kastların ve düşüncelerin üzerindedir. Bana ait hiçbir şey O’ndan bana gelenle mukayese edilemez anlayışıyla emr-i ilahinin kendisini niyetim bilmek. O emirle şereflendiğimi, O’nun benden bir istediği olduğunu anlayarak niyetimi, kastımı emr-i ilahi bilmektir. Emr-i ilahiyi ifa ettiğimde, Allah bana neyi isterse onu öğretecektir.

Efendimizin asrında, niyet her zaman sadelikle beraber olmuş. Yalın, pürüzsüz, katıksız bir anlayış ve bunun getirisi olarak bir yaşam tarzı oluşmuş. Daha sonra hem fikri alanda hem de sosyal hayatı kuvvet ve ihtişam, ayrıcalık üzerine yani Hakk tarafından süslenmiş dünya hayatını yaşam tarzı olarak kabullenen uygarlıklarla Müslümanlar yüz yüze gelmişler. Osmanlı’yı düşünelim mesela. Karşınızda fethettiğiniz İstanbul’un Ayasofya’sı duruyor. Şimdi Efendimizin dönemindeki Mescid-i Nebevi’nin sadeliği ve yalınlığını nasıl ve nerede korumalısınız. Azim camiler yapmış Osmanlı. Belki fiilde bir karışıklık, sadelik ve yalınlıktan uzaklık gözükse bile niyetleri İslam’ın öteki dinlere olan üstünlüğünü göstermekti. Bu niyetin yalınlığından,  kabul edilen ve bugünlere kadar Hakk tarafından korunan eserler geldi. Gerçi o azametin içerisinde yine de bir yalınlığı koruyabildiler ama örnek olacak bir sadelik değildi bu, sadece gidişatı süse çevirmeyen bir korumaydı. Şimdi şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Allah kulunun zannı üzereyse ki bunu bize bildirmişler niyetimin saflığı, Efendimiz’in sünnetiyle tamı tamına örtüşmeyen bazı fiillerin benden sadır olmasına rağmen beni koruyabiliyor ve Efendimizin hoşnutluğunu celbedebiliyor. Ama istenilen, ulaşılması gereken yer burası mıdır? Yani ben niyet edeceğim ve bu niyetim onların hoşlandığı ve sevdiği şeyler olacak.Bu niyetin gerçekleşmesi içinde çabalayacağım.Örnek verirsek; İslam büyüğünden işittim ki “Efendim (aleyhisselam) veda hutbesinde; burada işittiklerinizi burada olmayanlara ulaştırın, ola ki onlar sizden daha anlayışlı kimseler olurlar.” İşte insan tebliği bu niyetle yapmalıdır.İçinde bulunduğu yola kendisinden daha layık, içinde bulunduğu yolu kendisinden daha iyi anlayan insanlara ulaştırmak için tebliğ etmelidir. İslam büyüğünden işittim ki; İmam-ı Âzam buyurdu ki “Bir erkek başı açık dolaşırsa, bu şekilde daha yakışıklı oluyorum, düşüncesiyle veya kibrinden böyle yapıyorsa bu ona haramdır. Fakat ben Allah’ın kölesiyim, kölenin efendisinin karşısında başı açık dolaşması gerekir niyetiyle dolaşıyorsa bu caizdir...

Birinci örnekte; insanın niyetini, kastını Allah ve Resulünün gösterdiği hedef ve gaye olması, kendi isteği ve arzusu veya düşüncesi olmaması gerektiği, ikinci örnekte ise, bu gaye ve hedef bilinemediği takdirde haddini bilmesini onu kurtarabileceği ortaya konmuştur. Zannımız, hüsn-ü niyetimiz, ilahi kastı ve iradeyi bilmeden yaptığımız amellerimiz, bizi azaptan kurtarmakta fakat yaradılış gayemize uygun hedefe bizi götürememektedir.

Unutmamak gerekir ki Allah’a yönelik gizlimiz saklımız yoktur. İçimiz, dışımız O’na yönelik birdir. Bundan dolayı suretimize nazar etmez nefsimize, kalbimize nazar eder ve bizi her şeyimizle sorumlu tutar. “Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da  gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azabeder. Allah her şeye kadirdir.” (Bakara284). O’nun kastını bilmiyorsak bile O’nun bizim bütünüyle sahibimiz olduğunu ve her şeyimizin O’na açık olduğunu bilerek, amelimize gösterdiğimiz özenin kat ve kat fazlasını niyetimize göstermeliyiz

Niyetim Hakk’ın rızasıyla nasıl örtüşecek. Allah-u Teala insanlığı sürekli bir kulluk üzere yani bilinç haline dönüşmüş bir kulluk üzere yaşamak için yarattığını açıklarken ve beni o kasıt üzere donatıp, şekillendirdiğini vaaz ederken benim zanni niyetimin O’nun rızasıyla örtüşmesi nasıl gerçekleşebilir.Kısacası, O’nun iradesi billur bir şekilde ortaya çıkmışken ben kendi zannımla,bilgimle  nereye kadar O’nun rızasıyla örtüşebilirim? O zaman yapmam gereken kendime ait fıtratımın, yaratılış üzere olduğum yapımın dışında neyim varsa onlara dayanmadan Allah’ın emrine ve katına külliyen teslim olmaktır. O’nun beni yaratış kastına sarılmam, O’nun emrini öncelemem aslında O’na teslim olmam demektir. O’nun için niyet etmeden önce olanı hatırlayıp, O’ndan işitmeyi bilmeli ve işittiğimi bana iletene kadar itaat ederek fiiliyata dökmeliyim. Niyet; kalbin mevlasını işitebilme özelliğidir. Niyet yaşamınızı şekillendirirken Allahın rızasına uygun hareket etmeyi yine Allahtan işitmesiyle başlamasıdır semi’na ve ata’na ilk işitmeye niyet, işittiğini uygulamaya taat denir.Niyet insanın kalbine yol bulabilme hadisesidir.

Kısacası işittik ve itaat ettik vahy-i ilahisine göre şekillenmeliyim. Niyetimi Evvel olandan alarak, yine O’nunla beraber, O’nun “dosdoğru yol” buyurduğu yolda yürüyüp, beni nasıl ve nereye götürecekse, o şekilde O’na inkiyad ederek yürümeliyim. Ben onun mülküysem her şeyim O’na aitse niyetimde bu aitlikten payını ihmal etmemeliyim ve niyetimi sahibimin kastı yapmalıyım. Kısacası İslam büyüklerinin veciz ifadesiyle ”İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi”.

O’na varana kadar kastım, yaşamımın gayesi ve manası O’dur. O’na vardığında ise talebim, tercihim sadece O’nun rızasıdır. Hazreti Ebu Bekir’in ifadesiyle ” ne zaman hak ile kendi tercihlerim çakıştı ben hep Hakkı tercih ettim.”

İşte insanın niyeti ve kastı. Bir daha, önemine binaen;

”İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi”.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 25 Şubat 2013 08:35

HÜSRANA YOL, YALANDIR-1

Yalan art niyeti gizlemenin yoludur. Yapmak istediğini gizlemektir. Amacını saklamaktır.  Bir insanın yalancı olduğunu niyetini bildiğimizde anlarız. İnsanın niyetine vakıf olmak ise söz ve amellerindeki zaman içerisinde açığa çıkan çelişkilerle bilinir. Yaptıkları doğru, iyi, meşru olabilir. Gözükmek istediği şekil ile varmak istediği amaç farklı olabilir. Yalan; hayatı çelişkiler ağı içerisinde yaşamaktır. Yalan ağır bir hastalıktır. Bu hastalığın belirtisi çelişkilerin açığa çıkmasıdır. Söylemle amacın, yapılanlarla gözükenlerin, niyetle hedefin çatışık olması, çelişkili halde bulunması, yalanın netisicesidir.  Müslüman yaşamı çelişkili bir biçimde geçiremez. Müslüman ikili oynayamaz. Müslüman, içi dışı bir olan insandır. İçin gereği farklı, dışın gereği farklı olabilir. İçin, dışın bir olması demek; için ve dışın bir bütünü oluşturan parçalar olması demektir. Yalancıda ise iç bir bütündür. Dış sadece için hedefine ulaşması için her türlü kullanıma açık bir metadır. Müslüman içteki nefsine uyup gaflete dalıp günaha girebilir, fakat asla ikili oynamaz. Niyeti farklı ameli farklı olmaz. Müslüman; İçini dışına, dışını içine yol eden insandır.  Müslüman kendi nefsine söz geçiremeyebilir, fakat nefsinden şikâyetçidir. Buradaki yalan kişiyi zora sokanı ele vermeme çabasıdır. Müslüman kendisini Hak’tan uzak kılan yönünü yani nefsini ifşa etmesi ile yalandan kurtulur. Nefsinin kendisini içine düşürdüğü durumu yani Haktan uzaklık pozisyonunu tövbe nimeti ile Hakka yakınlaşarak izale eder. Yalancı ise nefsinin kendisine yaptığını nefsine yapma taraftarı değildir. Nefsinin kişiye yaptığı kişiyi Allah’tan uzaklaştırmaktır. Burada yalan nefsin düşmanlığına duyarsız kalmaktır. Duyarsızlık yalanın zemini ve serpilip- büyüme  yeridir. Düşmanını bilemeyip, düşmanının kendisine yaptığını düşmanına yapma gibi bir düşünceye sahip olmayanlar kendi yalanlarına kapı açmışlardır. Müslüman günah işleyebilir, fakat asla yalan söylemez. Haktan uzaklaşabilir, fakat asla Haktan mahrum olmaz.

Yalanın büyüğü kişinin kendini aldatmasıdır. En büyük aldatma kişinin kendisini kandırmasıdır. “Aldatan bizden değildir!” buyurmamış mıdır Allah Resulü. Yalan söz verip aldatmaktır. Ticari ilişkilerde borcunu ödeme fikri yokken ileriki bir tarihe söz vermek, yalanın sözü verdiğimiz tarihte başlamasını sağlar. O tarihler arasında gelecek imkânlarla borcu ödeme imkânı yokken ödemeyi gelişigüzel hadiselere, kısmete bağlamak insanın kendisini aldatmasıdır. Her sözün doğruluğu ya da yalanlığı söz sahibinin niyetine göredir.

Kalple dilin çelişkisi yalanı doğurur. Yalan uyumsuzluktur. Bağdaşamamaktır. Söz niyetle uyumsuzsa, bağdaşamıyorsa yalandır. Yalan vefasızlıktır. Hiç kimsenin sende hatırının yeri olmamasıdır. Olmamak yalanın zeminidir. Sana iyilik edenlerin, seni düşünerek gayret edenlerin kalbinde yeri olmazsa, yani olması gerekenlerin kalpte yeri olmazsa yalan olur. Olmayanı olur göstermek yalan ise olması gerekene duyarsızlık göstermek, olması gerekeni engellemek nasıl yalan olmaz.

Müslüman beşeriyeti gereği hataya düşebilir, hatta fuhuş işleyebilir, yaşamını münker bir şekilde geçirebilir, dünyaya dalabilir, gafletle hayatını idame ettirebilir. Ama bütün bunlar sürekli olmaz ve kasıtlı olmaz. Bütün uygunsuz işlerde tekrar aslına, özüne dönme imkânı vardır.(Hadis-i şerifte geçen ve haksız yere doksan dokuz insanı katleden insana açılan kapı gibi).Tövbe kapısı açıktır. Kişiyi bu uygunsuz hallere nefsi sürüklemiştir. Arzu ve isteklerinin kölesi olmuştur. Kölelikten azad olma fırsatı vardır. Yanlışlıklar, uygunsuzluklar bir açıdan insanın doğal yapısından açığa çıkma, kaynaklanma özelliğine sahiptir. İçerisinde ekili bulunan şehvet, gazap… v.s gibi özelliklerin eğitilememesi, kontrol altına alınamaması neticesinde bu özelliklerin taşkınlığı, vurdumduymazlığı insanı çok büyük olumsuzluklara götürebilir. Bütün bu olumsuzlukların sebebi olan özellikler Nasuh tövbe ile tedavi edilebilir. Nasuh nasihat kökünden gelir. Nasihat bir şeyi tamamıyla anlamak, anlaşılır hale getirmek demektir. Müslüman’ın kendisini uygunsuz, olumsuz hale getiren sebebi  anlaması ve aslına tekrar yönelmesi Nasuh tövbe ile mümkündür. Tövbe aslına yönelmek manasına gelir. Allah’a karşı ne yaptığını, hangi cüreti işlediğini anlamak ve itiraf etmektir. İtiraf kelimesi de “arefe” kökünden gelip, arefe bilmek, ince biliş demektir. Nasuh tövbe Hakk’a yaptığın yanlışı anlayıp, Hakk’a anlatarak Hakk’ı ne yaptığını bildiğine ikna etmektir. Nasuh tövbe anladığını anlatabilme kabiliyetini sergilemeyi de içinde barındırır. Nasuh tövbe bozulmamış olandan, fıtrat dan seni  uzaklaştıranı anlamış bir şekilde tekrar Hakk’a  yönelmektir. Bundan dolayı beşer şaşar buyurmuşlar. Şaşkınlığın izale imkânı vardır. Günah bir nebze de olsa doğallığın etkisindedir. Günah bağlarından boşalan doğallığın aşırılığıdır. Dengeye getirilmesi gerekir. Fakat yalanın doğallığı olmaz. Yalan olmayanı olur gösterme çabasıdır. Müslüman olan aşırılığın çaresini bulur. Aşırılıklara düşer, fakat olmayanı olur gösteremez. Allah şirk hariç bütün günahları affeder. Çünkü şirk yalanın çocuğudur. Olamayan bir ilahı varmış gibi gösterip olmayana göre yaşamaya çalışmaktır. Kibir yalanın çocuğudur. Çünkü kimsenin kimseye üstünlük taslama, böbürlenme hakkı yoktur. Olmayan bir üstünlüğü varmış gibi göstermek yalancılığın işidir. Zannın çoğu günahtır. Çünkü kesin olduğunu bilmediğin şeyler zandır. Bir şeyin olmama ihtimali varken o şeye uymak zanna tabi olmak demektir. İslam böyle bir hareketin çoğunu günah saymıştır. İslam’a şahadet ile girilir. Şahadet bir görgü hadisesidir. Olanı seyretmek ve ikna olmak şahadeti getirir. Bugün herkes görmediğine inanarak çağımızın en büyük yalanına ortak olmaktır. Müslüman şahit olan insandır. Müslüman şahadete görürüm ki diye başlayarak Allahın tek ilah olduğunu, Efendimizin(sav)’ de Allah’ın Resulü olduğunun delili olur. Şahit olmadığının yani sadece inandığının ispatçısı, delili olamaz. Şahit olamadığın yolda yürümeye çalışmak yalancı konuma düşmek demektir. Bugün şahitsiz Müslümanlığın içinin boş oluşu Müslüman’ın; Müslüman olmasını sağlayacak vakıanın şahidi olmadan Müslüman olduğunu sanmasıdır. Putun asıl manası sahteliğindedir. Hakikati olmayan hakikati ile bir bağı bulunmayan bir heykelin yapılıp ona yönel inmesi putçuluktur. Buradaki putçuluk sahteliğin neticesidir. Şahitsiz Müslümanlık en büyük sahtekârlıktır. Bugünkü sahte yaşamın büyük yalanı şahit olmadan Müslüman olduğunu sanmak ve savunmaktır.

Suret olan eve melekler girmez. Çünkü kıyamette “O surete hayat ver bakalım!” denilecektir. Hayatı olmayan bir suretin hakikati bulunmayan bir puttan farkı nedir? Kuru balçığa ruh üflenmesi, can üflenmesi, hakikat üflenmesi sonucu var olan insan nasıl olurda cansız ürünler verebilir. Can taşıyan bir varlığın canından eserine aktaramaması meleklerin o mekâna girmesini engeller. Burada yalan olanın aktarılamamasından açığa çıkar. Canı olmayan, can veremediğin bir varlığı nasıl olurda varmış gibi gösterebilirsin! Eserin olarak gösterebilirsin. Allah yalanın suretine bile tahammül edemez.

İftira olmayanı varmış gibi göstermektir. Mü’min bir kadına leke sürmek için iftira attığı beli olan kişi hayatı boyunca İslam toplumundaki şahit olma vasfını kaybeder, tövbe etse bile. Çünkü olmayanı kendi nefsi arzuları için olur göstermeye çalışmıştır. Gördüm demiştir. Fakat gördüğü yoktur. Onun için hayatı boyunca bir daha gördüm diyemez. İftira yalanın çocuğudur.

Gıybet eden olanı söylemiştir. Fakat o özelliğe sahip olan kişi orada yoktur. Vasıf vardır, fakat vasfın sahibi o ortamda yoktur. Bu yaklaşım o kişinin ölmüş etini yemek olarak tarif edilmiştir. Yalan sadece olmayanı söylemek değil, olupta aynı zamanda bulunduğun yerde olmayanın vasıflarını söylemektir. Allaha ait bir vasfı söylerken Allah’la beraber olmayan insan acaba ne durumdadır. Gıybet yalanın çocuğudur.

Yalanın tek çaresi vardır. O da söylememektir. Hak yarattıklarının içerisine bizleri bırakmıştır. Yaşamımız her an yeni yaradılışın içerisinde geçmektedir. Her an sonsuz oluşların içinde olmayan şeyleri sayıklamak ve varmış gibi hareket etmek, Müslümanın yapamayacağı tek şeydir.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 13 Şubat 2013 08:32

KALBE YOLCULUĞUN ADI ORUÇ

—Allah’ın rızası ile insanlık için kemâle getirdiği din İslam, en başta bir eğitim ve öğretim nizamıdır. Bir öğretidir. Bir edeptir. İslam, insanın yaradılış gayesine ulaşması için konulmuş nizamdır. Bu te’dip müessesesinin, Allah için yapışı değil de terk edişi öğreten bölümüne oruç denilmektedir.


—Oruç, takvaya erişilmesi için va’z edilmiştir. Takvaya, yememek ve içmemek ile nasıl varılır? Takva, Allah ile buluşabilme keyfiyetidir. “Gıybet orucu bozar” fehvası ve “Size birisi ağır bir söz söylerse ‘ben oruçluyum’ deyin!” emri imdadımıza yetişmektedir. Takvaya erdirecek orucun; üç kere: “Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır.” buyurarak, elleriyle kalbini gösteren Efendimizin (Aleyhisselâm) yol göstermesiyle insanın kalbine seyretmesi, yol bulması olduğu bizlere gösterilmektedir. Oruç, bizleri kalbe bir davettir. İlk adım olarak bedensel hareketlerimizi kısıtlayarak bu yol açılmaya başlanmıştır. Bunlardan anlıyoruz ki, oruçta insanın zihni ve kalbi derinliğine varabilmesi için yaşamının kısıtlanması, daraltılması söz konusudur. Oruç, insanın tefekkür ile gönlüne seyahati için gereken yolculuğun adıdır.

—Bunun en güzel misali, “Ebu Bekir’in imanı bir kefeye konsa bütün insanlığın imanı da diğer kefeye konsa Ebu Bekir’in imanı ağır basardı” hadisidir. İmandaki bu derinlik Hazreti Ebu Bekir’in orucunun, yani kendi derinliğine inme oranının mükemmeliyetini bizlere gösteriyor.

—Ramazan’da cennet ve sema kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapatılması, şeytanların zincire vurulması ile oluşturulan huzur ve bereket ortamında; teravih kılınması, itikâfa girilmesi, fidye ve zekâtın bu ayda verilmesi gibi ibadetlerinin de yardımıyla insan arınır, içi aydınlanır ve saflaşır. İnsan, içini müşahede etmeye başlar. İnsan bu aydınlıkta gönlüne inebilirse, gönlünde tecelli eyleyen Rabbi ile baş başa kalır. Gönül, ihlâsın bir nur olarak ilka edildiği yerdir.

İman, gönül ile tasdik edilirse iman olur. Basiret, furkan, ihsan… gibi çoğaltabileceğimiz nitelikli özelliklerin kaynağı, masdarı, mazharı gönüldür. Gönül nazargâh-ı ilahidir. Gözler kör olmaz göğüslerdeki kalpler (gönüller) kör olur. Dört kitabın manası bir gönle girmektir. Gönle giren Allah ile buluşmuş demektir. İşte bu baş başa kalış, Allah’ın oruç ibadetini sadece kendine has etmesini, ‘benim’ diye sahiplenmesini bize açıklar.

—Oruç; her eylemi, Allah’ın var ediş gayesine yani iradesine vardırma tefekkürüdür. Eylem ile insanın var oluş gayesi arasındaki derin bağı bulmamızı sağlayan yol oruçtur.

—Oruç gizli zikirdir. Gizlilik özel bir ilişkinin varlığını gösterir. Özel ilişki mahremiyetin gereğidir. İşte oruç, Allah ile kulu arasındaki mahrem ilişkinin en iyi şekilde korunmasını sağlayan ortamı oluşturur. Oruç mahremiyetin evidir, yeridir, yurdudur. İkili ilişkinin yalın şekline oruç denilir.

— İbadetler insanın Hakk’a göre, Hak eksenli yaşamaları için va’z edilmiştir. İbadetlerin sürekliliği ile Hak zâhir olur, açığa çıkar. Bu açıdan yaklaşılırsa, kalpteki imana oruç ile varılır. Oruç ile insan tefekkür, tövbe, sabır, takva gibi iç amellerini öğrenir. Oruç içe gizlenmiş, yerleştirilmiş değerlere varmamızı sağlar. Bâtınımızdaki bütün değerleri zahir kılma yoludur. İnsanın zihni ve kalbindeki hazineleri açığa çıkartan ibadetin adıdır.  Bu sayede iç, dış bir olur. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi ‘için dışın bir olsun,’ orucun ifadesidir. Oruç iç ışığıdır, içi, görünür kılan nurdur.

—Âlimlerimizin bir kısmı Ramazan isminin Esmaü’l Hüsnâ’dan olduğunu bildirmişlerdir. Allah, aylardan bir aya kendi ismini vermiş, o aydaki ibadeti de  ibadetler arasından kendine has seçmiştir. Her işe Allah’ın adı ile başlanması o işe Allah’ı vekil etmek anlamına gelir. Ramazan ismini bir aya vermekle Allah o ayda bütün inananlara kendini vekil kılmıştır. Allah’ın vekilimiz olduğu yere rahmet ve bereketten başka ne gelebilir. O ne güzel, en güzel, tek güzel vekildir.

—Kulun gündelik yaşam ile neleri örtülüyor. Gündelik yaşamın neyin kılıfı, kabuğu olduğunu tuttuğu oruç neticesinde anlar. İnsanda saklı olan nedir, tutulan orucun neticesinde açığa çıkar. Açlık hedef değildir çünkü iftarda acele ediniz buyrulmuş, sahura kalkmak teşvik edilmiştir. Hedef kendini denetim altına alarak, Allah’ın emirlerine uyma yeteneğinin kazanılmasıdır. Oruç, insanın günlük yaşamını devam ettirmesini sağlayan sebepleri eğip bükmeyi, kullanabilmeyi, mümkün mertebe onlarsız yaşamayı öğrenebilmesini sağlamaktadır. Oruç, Rabbimizin bizleri terbiye etme usullerinden birisi olma özelliğini içinde barındırmakla Allah medresesinin en önemli derslerinden birisi olmuştur.

—İyi amelleri yapmaktansa yerilen amelleri tek etmek ihlâsa daha yakındır. Çünkü amel yapmakta nefsin aldığı bir haz vardır fakat nefsin arzuladığı amelleri terk etmekte nefsin hiçbir hazzı olamaz. İhlâs, sadece Allah için yaşamaktır. Bu da yapmakla değil terk etmekle zirvesine ulaşır. İşte bu terkin adı oruç olduğundan Allah orucu kendine has saymıştır.

—Allah’ın kendine has kıldığı ibadeti insanlığın tümünün yapabileceği bir ibadetten seçmesi, Allah’ın her kuluyla buluşma arzusunu ortaya koyar. Orucun bize ve bizden öncekilerin tümüne emredilmesi de bunun en iyi göstergesidir.

—Oruç bir tecrit hareketidir. Yapma değil yapanı bilme eylemidir. Susmayı bil ki, konuşanı duyasın. Yeme ki, doyuranı bulasın. Kötü, yerilen ahlâkını terk et ki, güzelliğin kaynağı ile yüz yüze gelesin. Seni meşgul eden ne varsa en aza indirmeyi öğren ki seninle ilgileneni görmeye başlayasın. Büyüklerin veciz ifadesiyle: “Neyle meşgul olursan onunla kalırsın, neye yönelirsen o olursun.” fehvasınca meşguliyetlerini azalt ki yönelmeyi öğrenesin.

—Allah-u Teâlâ orucu toplumsal çatışma ve sorunlarda, bireysel hatalarda, ıslah edici sebep olarak kullanmıştır. Gerçi hep son sebep kılmışsa da yine de neticede çözüm aracı yapılmıştır. Toplumsal barış ve bireyin hatalarına bedel olma özelliklerinin bugün kullanılmamasının, ön plana çıkarılmamasının bizlere neler kaybettirdiğinin farkına varılmalıdır. Hukukî çözümlerde, cezaî uygulamalarda, nezir ve bedel hadiselerinde sosyal tabanlı çözüm yolları olarak kullanılan oruç, ne yazık ki bugün bir ay içerisine ibadet olarak sıkıştırılmış veya pazartesi, perşembe ibadet boyutuyla tutularak sosyal tabanlı çözüm özelliği olma boyutu unutulmuştur.

—Gündelik yaşamın, Allah’ın istediği zaman dilimi içerisinde alaşağı edilmesi, tersyüz edilmesi ile, sanki kul Rabbine şöyle seslenir: ”Sen istedin diye, yaşamımı senin istediğin tarzda değiştiriyorum. Zorluklar senin istemenin yanında bana vız gelir. Mülkün senin olduğunun bilincindeyim, sahibim sensin, malikim sensin, rican, emrin başım üstüne. Sana olan sevdam, senin isteklerini canla, başla bana yaptırıyor. Bunlar en hayati meselelerim olsa bile böyledir… Zaten sen beni benden iyi bilir, beni benden iyi düşünürsün.”

Kulunun kendi emrini, ricasını kırmayıp, canla, başla Rabbinin arzusunu yerine getirmeye çalışması karşılığında Allah: “Kulum beni anladı, kulum beni kendi yaşamına tercih etti, benim isteğimi canından aziz bildi.” buyurup kulundan razı olur. Allah sevindi mi güller açar, gönüller rahatlar. İnsan, insan olmanın ne demek olduğunu kavrar. Allah kuluna ‘aferin’ der. Ortalık güllük gülistanlık olur. Neticede Allah kulunu sever kul Allah’ına hayran olur. Âşık maşûkunu bulur.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 15 Aralık 2012 20:47

İMANI ANLAMA GAYRETİ

Zihin kapasitesini kalbi verilerle oluşturmadığı için kısırlaşan batılı kafa yapısı kâinatı ele geçirme sevdasıyla saldırıp, her yeni buluşuyla zihni donanımını altüst etmesine ilerleme adını takmış, her ele geçirilen bilgi ile yeni zihni gelişmeler oluşturmaya çabalamıştır. Müslümanın zihni yapısı ise kalbi veri-lerle oluştuğu için her yeni tecrübe ve her bilgi Müslümanın zihni kapasitesinde yerleştirilecek bir yer bulmuştur. Bundan dolayı her yeni buluş Müslümanın Allah'ın kendisine lütfettiği verilerle oluşan zihni yapısını tasdik ve teyid etmesine yol açmıştır.


Batılı, her yeni gelen bilgi ile başkalaşıp dönüşürken Müslüman her yeni gelen bilgi ile imanını ziyadeleştirmiş ve şükrünü arttırmış olur. Batılı şaşkınlık içerisinde kıvranırken Müslüman Allah’ın kendisine bahşettiği imanın muazzamlığı ile hayrettedir.

İnsanın dünya hayatında karşılaşacağı her şeyin kendisindeki karşılığını bulmasına yarayan kalbi veri imandır. İmanla müşerref olmuş insan şaşkınlığı atmış olgunluğa ermiş bir bireydir. Bugün karşılaştığımız hadiseleri değerlendirmedeki kısırlığımız, imanı anlayamamaktan, anlayışla imanı işleyememekten ötürüdür. İşlenmiş imanla beslenen zihnin kapasitesinin sınırlarının bilinmesi mümkün değildir. Bu yazımız imanı tarif etmekten ziyade anlamaya çalışma gayretinin bir sonucudur.

İman; Müslümanın yaşamını belirleyen yegâne kıstastır. İman doğru anlaşılmazsa, her alanda anarşi ve kargaşa doğar. Bugün imanın içi boşaltılmıştır. İman yalın bir inanç ve kabul olarak algılanmaktadır. Hayatımızı kendi yapıp ettiklerimizle doldurduğumuz için hayatımızda Allah'a ayırdığımız yer sadece O’nun varlığını kabul edip inanmakla sınırlanmıştır. Kabulle sınırlandırılan ilah sanal bir ilahtır. İman ise bir yaşama tarzıdır. Allah eksenli yaşama biçimine iman denir. İnsanın kendi merkezli yaşama biçimine de cahiliye (küfür) denir. İmanı inanç olarak tarif etmeye çalışmak bu anlattıklarımız çerçevesinde büyük yanlışlıklara yol açabilir. Çünkü küfür de bir inançtır. Yaşamın, bireyin kendi sınırları içerisinde, bireyde oluşan yargısıdır. Bir diğer ifade ile var edilenleri, var edenin açıklamaları ile değil de kendi çabaları ile değerlendirerek varılan bir yargıdır. İşte bu yargının sonucunda ortaya çıkan yaşama biçimini İslam cahiliye olarak açıklar. Bu anlatılanlara göre, İslam’a göre iman, Allah ile yaşam sürmeyi başarmaktır. Mümin âleme Allah ile bağı oranında yanaşır, değer verir, ilişkiye girer.

İman sadece inanç olarak anlaşılıp yaşam tarzından, yaşamı sürme gayesinden, yaşamın manasını kavrama yeteneğinden ay rı düşünülürse hayattan kovulmuş olur. Zihnin kıvrımlarında bir kabul olarak kalır.

İman salt inanç ve kabul olarak anlaşıldığında bu anlayışın gaybî imanı getirdiği nokta zaten sanal konumuna indirgenen ilahın insanın hayal zenginliğine terk edilişidir. İmanın Allah eksenli bir yaşam tarzı olarak anlaşılmasının gaybî imanı getirdiği nokta ise Hakk’ın gıyabında Allah’ın halifeliğini yaşam içerisindeki davranışlar, tavırlar, fikirler ile gerçekleştirmemiz manasına gelir. Burada imanın yarısının sabır, yarısının şükür olduğunu belirten hadis-i şerif aklımıza geliyor. Bu hadisi şerif baz alındığında gaybî imanın bilinemeyen, ulaşılamayan bir âleme inanmayı çağrıştırdığından daha ziyade Hakk’ın gıyabında yaşam içerisinde hadiseler karşısındaki insanî tavır ve davranışları bizlere öğretmektedir. Hadiste iman bir inanış biçimi yerine bir davranış biçimi tarzında tarif edilmektedir. İman bir yaşama azmi ve yaşam karşısındaki duruş tarzıdır. Sabır ve şükür insanın hadiseler karşısındaki davranış biçimleridir. Yaşamı değerlendiriş şeklimiz, yaşam içerisindeki hadiselere karşı duruş biçimimiz imanımızla gerçekleştireceğimiz fiillerdir. Hadis bizlere yaşamı nasıl sürmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yaşama karşı Allah’ın ahlâklarından, sıfatlarından iki sıfatla alınan bir tutumu ifade etmektedir. İmtihanda olan birey imtihana Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak için sokulmuştur. Ahlâklanma gerçekleşirse netice hasıl  olacaktır. Netice ise imandır. Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sırruh) Zihin kapasitesini kalbi verilerle oluşturmadığı için kısırlaşan batılı kafa yapısı kâinatı ele geçirme sevdasıyla saldırıp, her yeni buluşuyla zihni donanımını altüst etmesine ilerleme adını takmış, her ele geçirilen bilgi ile yeni zihni gelişmeler oluşturmaya çabalamıştır. Müslümanın zihni yapısı ise kalbi verilerle oluştuğu için her yeni tecrübe ve her bilgi Müslümanın zihni kapasitesinde yerleştirilecek bir yer bulmuştur. Bundan dolayı her yeni buluş Müslümanın Allah'ın kendisine lütfettiği verilerle oluşan zihni yapısını tasdik ve teyid etmesine yol açmıştır.

Batılı, her yeni gelen bilgi ile başkalaşıp dönüşürken Müslüman her yeni gelen bilgi ile imanını ziyadeleştirmiş ve şükrünü arttırmış olur. Batılı şaşkınlık içerisinde kıvranırken Müslüman Allah’ın kendisine bahşettiği imanın muazzamlığı ile hayrettedir.

İnsanın dünya hayatında karşılaşacağı her şeyin kendisindeki karşılığını bulmasına yarayan kalbi veri imandır. İmanla müşerref olmuş insan şaşkınlığı atmış olgunluğa ermiş bir bireydir. Bugün karşılaştığımız hadiseleri değerlendirmedeki kısırlığımız, imanı anlayamamaktan, anlayışla imanı işleyememekten ötürüdür. İşlenmiş imanla beslenen zihnin kapasitesinin sınırlarının bilinmesi mümkün değildir. Bu yazımız imanı tarif etmekten ziyade anlamaya çalışma gayretinin bir sonucudur.

İman; Müslümanın yaşamını belirleyen yegâne kıstastır. İman doğru anlaşılmazsa, her alanda anarşi ve kargaşa doğar. Bugün imanın içi boşaltılmıştır. İman yalın bir inanç ve kabul olarak algılanmaktadır. Hayatımızı kendi yapıp ettiklerimizle doldurduğumuz için hayatımızda Allah'a ayırdığımız yer sadece O’nun varlığını kabul edip inanmakla sınırlanmıştır. Kabulle sınırlandırılan ilah sanal bir ilahtır. İman ise bir yaşama tarzıdır. Allah eksenli yaşama biçimine iman denir. İnsanın kendi merkezli yaşama biçimine de cahiliye (küfür) denir. İmanı inanç olarak tarif etmeye çalışmak bu anlattıklarımız çerçevesinde büyük yanlışlıklara yol açabilir. Çünkü küfür de bir inançtır. Yaşamın, bireyin kendi sınırları içerisinde, bireyde oluşan yargısıdır. Bir diğer ifade ile var edilenleri, var edenin açıklamaları ile değil de kendi çabaları ile değerlendirerek varılan bir yargıdır. İşte bu yargının sonucunda ortaya çıkan yaşama biçimini İslam cahiliye olarak açıklar. Bu anlatılanlara göre, İslam’a göre iman, Allah ile yaşam sürmeyi başarmaktır. Mümin âleme Allah ile bağı oranında yanaşır, değer verir, ilişkiye girer.

İman sadece inanç olarak anlaşılıp yaşam tarzından, yaşamı sürme gayesinden, yaşamın manasını kavrama yeteneğinden ay rı düşünülürse hayattan kovulmuş olur. Zihnin kıvrımlarında bir kabul olarak kalır.

İman salt inanç ve kabul olarak anlaşıldığında bu anlayışın gaybî imanı getirdiği nokta zaten sanal konumuna indirgenen ilahın insanın hayal zenginliğine terk edilişidir. İmanın Allah eksenli bir yaşam tarzı olarak anlaşılmasının gaybî imanı getirdiği nokta ise Hakk’ın gıyabında Allah’ın halifeliğini yaşam içerisindeki davranışlar, tavırlar, fikirler ile gerçekleştirmemiz manasına gelir. Burada imanın yarısının sabır, yarısının şükür olduğunu belirten hadis-i şerif aklımıza geliyor. Bu hadisi şerif baz alındığında gaybî imanın bilinemeyen, ulaşılamayan bir âleme inanmayı çağrıştırdığından daha ziyade Hakk’ın gıyabında yaşam içerisinde hadiseler karşısındaki insanî tavır ve davranışları bizlere öğretmektedir. Hadiste iman bir inanış biçimi yerine bir davranış biçimi tarzında tarif edilmektedir. İman bir yaşama azmi ve yaşam karşısındaki duruş tarzıdır. Sabır ve şükür insanın hadiseler karşısındaki davranış biçimleridir. Yaşamı değerlendiriş şeklimiz, yaşam içerisindeki hadiselere karşı duruş biçimimiz imanımızla gerçekleştireceğimiz fiillerdir. Hadis bizlere yaşamı nasıl sürmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yaşama karşı Allah’ın ahlâklarından, sıfatlarından iki sıfatla alınan bir tutumu ifade etmektedir. İmtihanda olan birey imtihana Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak için sokulmuştur. Ahlâklanma gerçekleşirse netice hasıl  olacaktır. Netice ise imandır. Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sırruh) Hazretleri’nin: “İnsan Allah’ın en büyük sıfatıdır. Bunun nedeni ise Allah’ın sıfatlarının   ekserisinin insanda toplanmasıdır.” ifadesinin açtığı ufukla düşünürsek, imanın Allah’ın hadiseler karşısında ortaya koyacağı eda ve tavırlarının insanda zuhur etmesi olduğunu anlarız. İman Allah’ın kuluna sıfatlarını aktarma olgusudur. Çünkü mümin Allah’tır. Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sırruh) Hazretleri’nin: “İman mahluk değildir.” sözleri Allah’ın insana neler aktardığını ne güzel anlatıyor. Allah sadece ruhunu aktarmadı bizlere, yaradılışa sığmayan ne hakikatler dizdi içimize. İman bir yekûndür. Bir toplamdır. Allahın kuluna pazarını açmasıdır.


Peki, Allah kime iman eder. Allah’ın Resûlü, Allah’a ve mü’minlere iman ederken, Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sırruh) Hazretleri’nin: “Müslüman Allah’a teslim olan, mümin Allah’ı teslim alandır.” sözünün ışığında Mümin olan Allah kime iman eder! “Yine içlerinden öyleleri var ki Peygamberi incitiyorlar ve «o her söyleneni dinler bir kulak» diyorlar, de ki: sizin için bir hayır kulağıdır, Allah’a iman eder, mü'minlere iman eder ve iman edenleriniz için bir rahmettir, Allah’ın Resûlünü incitenler için ise elîm bir azab vardır.” (Tevbe 61)

Ashab-ı Kiramın Peygamberimize imanı sadece resul olduğunu kabul etmek değil, kendisinden ve sahibi olduğu her şeyden Peygamberimizi daha çok sevmeleri ileydi. Onlar için İman; topyekûn bir tercih idi. İman, iman ettiğinizi ilk başta kendinize daha sonra da sahip olduklarınıza topyekûn tercih etmektir. Sevmek imanın zemini, hayat bulma yeridir. Sevgi imanı başlatan, arttıran, kemâle getiren özelliktir. Kısacası İman sevginin zirvesidir. İmanımızı sevgimiz oluşturmuyorsa, yaşamımız Allah eksenli olamaz.

Hadislerden imanın yetmiş küsur şubeden oluştuğu, hayânın, eziyet verme ihtimali olan taşı yoldan almanın bunlardan biri olduğunu, “La ilahe illallah” ifadesinin imanın en efdal derecesi olduğunu anlamaktayız. Başka bir hadis-i şerifte ashab-ı kiram en efdal amel nedir Ya Resûlallah? diye sorduklarında, Peygamber Efendimiz “İmandır.” diye cevap vermişlerdir. Zikredilenlerden anladığımız imanın, amel, ahlâk toplamı ile gerçekleştirilen yaşama tarzı olduğudur. Ünlü Cibril hadisinde Cebrail  Peygamberimiz’e İman nedir? Diye sorduklarında, imanın kendisini tarif yerine imanı iman edilenlerle açıklaması, imanın bir ilişkiye girme düzeyi olduğunu, kiminle nereye kadar ve nasıl bir ilişki içerisine girmemiz gerektiğini imanın bize öğreteceğini göstermektedir. Kime iman ediyorsanız, onunla onun çizgisinde onun ölçülerine göre yaşamaya söz vermiş ve aday olmuşsunuz demektir. İlişkinizin düzeyi hayatınızın iman ettiğinize göre nasıl şekillendireceğinizi açıklar. İman kelâm ilminde itikadî esaslar olarak açıklanmıştır. İtikat akit kökünden gelir, yani bir sözleşmedir. Siz artık hayatınızı o sözleşmeye göre biçimlendirirsiniz. Sevgi, sabır, şükür, hayânın… İmanın şubeleri kılınması iman ettiğimizle beraber yaşamamız hususunda bize sağlanan donanımı göstermektedir. Buradan anladığımız iman; iman ettiğimizle beraber yaşamımızı sürdürmemiz için gereken donanımdır. Kulun hayatını iman ettiğine göre ayarlaması, iman ettiği ile uyum içerisinde hayatını sürdürebilmesi imanı işleyebilme kapasitesiyle doğru orantılıdır.

Hatm-i kelâm Mevlânâ’ya aşk nedir diye sorduklarında: “Ol da gör.” buyurmuş. İmanı anlamak isteyen kardeşlerimize tavsiyemiz; Peygamberin iman ettiği bir mümin görmeleridir.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort