JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

 

Bizler var edilen varlıklarız. Bizler yaşayan değil bir ilahi iradeyle yaşatılan varlıklarız. Yaşamamıza izin verilen, yaşamımıza belli bir ecel -süre- tayin edilen varlıklarız. Allah’tan buralara sürüklenen belli bir zaman sonra da yine Allah’a döndürülecek varlıklarız.

Peki, varoluşumuza nasıl dönebiliriz? Buna mutasavvıflar üç değişik cevap vermişlerdir. Var edilişimize Allah ile vucûdî beraberliğimiz sayesinde varırız ki bu görüş vahdeti vücût olarak tarif edilegelmiştir. Yani sen yoksun ki zaten. Kendinin yokluğunu, sadece O’nun var olduğunu, varlığın O olduğunu, O’na ait olduğunu bilirsen O’nunla beraberliğin varlıkla gerçekleştiğini bilirsin. Bu ancak zevk ile anlaşılır. İkinci bakış, insan ancak müşahedesiyle bu beraberliği yakalayabilir. Ona görülen O değildir. Ondan gelendir fakat O değildir. O ötelerin ötesindedir. Hem müşahede edilebilir ki Cemalullah bunun ifadesidir hem de görünen O değildir fakat O’ndandır. Varoluşumuza müşahedemizle varabiliriz. “Kim yollarımızda mücahede ederse onlara yollarımızı açarız” buyrulmuştur ki bu müşahedeyi gerçekleştirir. Üçüncü bakış kusûtîdir. Yani Allah ile kullar ancak Allah’ın iradesinde, emirleri veriş nedenlerinde yani kasıtlarda buluşabilir. Gerçek zemin anlayıştır. Bu anlayışın cümlesi “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi!”dir. Allah ile ancak emir âleminde varlık olarak bir buluşma olabilir. İradedeki, kasıtlardaki buluşma zati bir buluşmaya en yakın buluşmadır.

Var edilişimizin nedenine ulaşmamız o zaman nasıl gerçekleşir? Tabi ki bizi var edenden var etme kastını öğrenirsek gerçekleşir. Var edilişimize neden olan ilahi irade o an nasılsa bu an da öyledir. İradede hiçbir değişiklik söz konusu değildir.

İnsan öyle bir var ediliş nedenine sahiptir ki; var ediliş nedeni sadece Allah’ın kendinden kendine dönüşüyle, kendinden kendine tecellisiyle meydana gelmiştir. Bu yüzden her an bu iradenin yüce muamelesine uğrar-durur.

İnsanın büyüklülüğünün, izzetinin yetiştiği, açığa çıktığı yatak ilahi iradedir. Allah kendini açmayı, paylaşmayı irade ettiğinde bu irade sevilmeyi açığa çıkarmıştır. Kibriya Allah’ın kendi iradesini beğenisi, iradesini sevmesinin neticesidir. Bütün sıfatlar kibriya ve gayyur sıfatlarından neşet olmuştur. Bu iki sıfat da sevginin ürünüdür.

İşte insan saf bir ilahi iradeyle meydana getirilmiş ve kendisinin var edilme iradesi sevilerek zuhur eylemiştir. Yani yaratılmadan önce sevilmiştir.

Var olan varlığın tümüyle Allah arasındaki rabıta da sevginin insana akmasıyla oluşmuştur. Sevgi insana akınca iman zuhur etmiştir. İman sevginin has çocuğudur. İman Allah’ın iradesine insanın yol bulabileceği tek hakikat ve imkândır. İman sevgilinin sevilene geldiğinin izidir, eseridir, işaretidir.

İrade hedefler, amaçlar, kasıtlar açığa çıkarmıştır. Bu kasıtlar ilahi emirlerle kullara aktarılmıştır. İlahi irade Âlemlerin Rabbi’nin ellerini çamura sokmasını, çamuru yoğurup şekillendirmesini gerektirmiştir. İnsan var edilecekse eller çamura sokulacaktır. Bel suyu rahimlerde takip edilip, en iyi şekilde korunup büyütülmelidir. İnsanın var ediliş sebepleri zahirde düşük tutulmuştur. Fakat yaradılış nedeni tam aksine yüceler yücesidir. Yüceyi en alt seviyede yaratmaya başlama iradesi kudreti en yüksek seviyede ortaya koyma iradesidir. Kibriya ve gayyur olmasının fiiliyatı için en iyi zemindir. Şekillendirilen çamura nefha edilen ruh Allah’ın ruhum dediği ruh, kimden aktarılmıştır? “Âdem çamur ile vücut arasında iken ben Nebi idim” ifadesiyle bu ruhu beraber düşünürsek Âdem’e kimin ruhundan aktarıldığı anlaşılır hale gelir. “İlk var edilen benim, kâinat benim nurumdan var edildi.” ifadesi herkesin kimin ruhuyla hayata devam ettiğini bilmesine yarar.

Osman Bedruddin Hazretleri’nin ifadesiyle “Ruh şey-i vahiddir.” Abdulhakim el- Hüseynî Hazretleri’nin ifadesiyle “Şah-ı Hazne benim ruhumun ruhudur.” Ruhun kime ait olduğunu bizlere bildirir. “Bir an Resulullah’ın ruhaniyetiyle alakam kesilse bu benim küfrümdür” buyuran Abdulhakim el-Hüseynî’nin yaklaşımı gerçeğin bu yönünü gözlerimizin önüne serer. Kore’de ki savaşını gâvurlara karşı verdiğini söyleyen kişiye Abdulhakim el-Hüseyni’nin “Oğlum gâvur kim?” sorusu insanı mücerret ne güzel bir tariftir.

Allah’ın paylaşmak istediği hazine insan-ı ekber Hazreti Muhammed’den başkası değildir. Ona ait olan kutsiyet Âdem’e aktarıldığında âlem Âdem’e secdeye davet edilmiştir. Gizli hazine Hazreti insan yani Hazreti Muhammed’dir. Her insanın İslam fıtratı üzere var edilmesi O’na ait izler, işaretler taşıması hasebiyledir. Allah kendini açmayı sevgilisinin varlığıyla gerçekleştirmiştir. İşte irade böyledir. Akıl hayrette, iman meftuniyette şarhoş şarhoş dolaşır durur. Buna hangi kalp dayanır. İşte irade budur. Bizlerin var edilmesi nelerin, nasıl mahremiyetlerin, hangi izzetlerin açılıp saçılmasıyla, paylaşılmasıyla zuhur etmiştir. Bunu bilen hangi vicdan kanamaz. Bunu bilen hangi kalp dertlenmez. Heybetin korkusuyla titremez. Bunu bilen hangi akıl şaşkın şaşkın oraya buraya bakıp da kalmaz.

Şükür var ediliş nedenimizi bildiğimizde yerine getirebileceğimiz bir davranıştır. Gerçekten de var ediliş nedenini bilenler çok azdır.

Allah ile rabıtamızı sağlayan iman peygamberler ile de rabıtamızı gerçekleştiren bir kutsiyettir. İman ruhun ruha teması, ruhumuzun sahibini bulması, bizi kendisiyle yaşatanı tanıması, bizlere bizlerden evla olana yol bulması demektir. Hâce Hazretleri “Kardeşlik ruhu ruha feda ile başlar” buyurmuşlardır. Kardeşlik ruhun fedasıyla başlıyorsa iman nasıl olur da insana nefha edilen ruhtan bağımsız algılanabilir.

Peygamberimizin kendisini tamamlamakla görevli olduğunu buyurduğunu ahlakı hamide imanın içeriğini tamamen ortaya çıkarmak amaçlı bir harekettir. Ahlakın tamamlanması imanın davranışlarımıza hâkimiyetini ve hayatımızdaki kullanılırlılığını anlamamızı getirecektir. Ahlakı hamide Peygamber Efendimiz’in kişiliğine, din ise kimliğine ait yönleri temsil eder. Ahlakın kemali imanın kemale gelmesine sebebtir. Yani O’nun kişiliği ile kuracağın rabıta, O’na benzeme oranın imanı kemale getirmenin yoludur. Ahlakın kemale gelmesi bu anlamda Marifetullah’ı ve Muhabbetullah’ı açığa çıkaracaktır. Kimlik ve kişiliğin beraber olması “La ilahe illallah Muhammedur Resulullah” ifadesinde kendini bulur. İmanın zirvesinin “La ilahe illallah” olması kimliğin, ahlakın imanın içeriği olması kişiliğin neticesidir.

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) “La ilahe illallah sadece seni seviyorum demektir.” ifadesi imanın zirvesinin sevgilinin gönülde tek kalması yani Muhabbetullah’ın açığa çıkması olduğu çok net anlaşılmış olur.

Ahlakın toplumsal ve bireysel davranışlara hâkimiyeti ameli salihi doğurur. Ameli salih barış amelleridir. Güven, emniyet üzere kurulu bir ilişki ağı açığa çıkartır.

İşte insan ameli salihe yolun ta nerelerden geldiğini bilmelidir.

Hâsılı kelam Allah’tan var oluşumuz Hazreti insanın paylaşılmasıyla başlamıştır. Bedenimizde buna tabi olarak iki insanın birleşmesiyle var olmuştur. Her insan iki insan birleştiğinde, kendilerini paylaştığında, yine bir insanın içinde var edilir. Peygamber Efendimiz nefes-i Rahmandır. Aldığın nefes kimin nefesidir? İnsansız kalan Allah’sız kalmıştır. İnsansız bir hedef cehaletten başka bir şey değildir. İnsan ancak insana varır. İnsanın insanını bulması İslam’ın asli gayesidir.

Nasıl ki var oluşumuz insanla ve insanda gerçekleşmiştir, var ediliş nedenlerimizde Hazret-i insan da bulunmaktadır.

Kim var oluş sırrını bilmek isterse ebter olmayan şahsı ekberin varisi olan Hazreti insanla yol arkadaşlığı yapması üzerine ilk vecibedir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İnsan temiz olmalıdır. Temiz kalmaya dikkat etmelidir. Temizlik imanın yarısı ise her şeye temizliği yaymalıdır. Zekâ temizlik demek değil midir? Araplar zeki insana temiz demişlerdir. Tevbe kalbin abdestidir. İnsan hem elbisesini hem de çalıştığı, kaldığı ortamı temiz tutmalı, temizlemelidir. İçini de tevbe abdestiyle temizlemelidir. Nefsi, İslam âlimleri kömüre benzetmişler. Suyla ne kadar yıkarsan yıka, siyahlığı gitmez, demişler. Fakat ateşe atılırsa hem kırmızılaşır hem de ateş olma özelliğinden dolayı temizleyici olur. Nefsin ateşi, aşkı ilâhidir. En iyi temizleyici ilahi aşkın ateşidir, buyurmuşlar.

Bedenimiz helalle, aklımız tefekkürle, kalbimiz zikri ilahi ile temizlenir. İslam, emir ve nehiyleriyle temiz olmamız ve kalmamızın sigortasıdır.

Nebiyi Zişân’ın sakındığı faydasız ilimler, fâsıkların getirdiği haberlerle oluşan gündemler, bilgi zehirlenmesi, kirliliğe neden olmuştur. Zirvesi marifetullah ve muhabbetullah olan iman bir bilme, tanıma seyridir. Fenâ, bekâ, seyr-i fil eşya… Hep bilme, tanıma yollarıdır. Bilginin sahihliğinin İslam ilimlerinde bu kadar çok önemsenmesinin nedeni bu olsa gerektir. Bilgi kirliliği iman mücahedesinde hayati bir öneme haizdir. İmanın kemâle gelememesinin ana nedenlerinden birisi de bilgi kirliliğidir.

Kirlilikten bizleri kurtaracak temizlik; “elbiseni temizle” emiri ilahisiyle başlayan, bizlere rahim olan Nebiyi Ekrem’e varıncaya kadar giden yolun adıdır.

Bu temizlikte “İhvan benim azalarım, ihvan benim namusumdur.” buyuran, bu düşünce yapısına sahip, takva elbisesini ar kabul eden “çağımızın arı” Hâce Hazretleri’nin (ksa) zihnî yapısının bugüne söyleyeceği sözleri bitmiş değildir. Mevlânâ’nın güneşinin altında söylenmedik söz kalmamış olabilir. Kâinattaki güneşlerin sayısı bilinemeyecek kadar çoktur. Hâce Hazretleri her şeyin hazinelerinin içinde olduğu bir güneştir. Ya da “Yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.” buyuran Mevlânâ’ya “Sözlerin sahibini getirmek lazım güzelim.” demek gerekir. Her şey ilerliyorsa bunu ifade etmek gerekmektedir.

Temizleme nübüvvet hizmetidir. Nebilerin hizmetlerinden birisi de ümmetlerini temizlemeleridir. Ümmetlerine temizlenme yollarını, usullerini nebiler öğretmişlerdir. “Temizlik imanın yarısıdır.” hadisi ile “Sizleri Nebiler temizler.” ifadelerini beraber düşünürsek temizliğin imanla, imanın nübüvvetle bağını çok rahat bir şekilde kavrarız. Nebilerin emeklerinin, gayretlerinin bizlere sirayet ettiği kadar imanımız oluşur, var olur. İman ilk önce nebilerin bizleri temizlemesiyle başlar, Kitab ve Hikmeti bizlere öğretmesiyle kemâle erer. Nebilerle yapılan yolculuk ve yol arkadaşlığı imanımızı kemâle erdirir. Temizlik yolculuk sırasında gerçekleşir. Onların gözleri gözlerimize değer, elleri ellerimize değer, emekleri, tasarrufları gönlümüze hâkim olur. İman bu temizlenmenin neticesi hâsıl olur. Mübarek ayakları yeryüzüne değdi diye bütün yeryüzünü secde mahalli yapan Şahsı Ekber’in duyguları duygularımıza, düşünceleri düşüncelerimize değdiğinde bizler de secde mahalli oluruz. Temizlik onlaşma ameliyesidir. İman bu onlaşmanın aynileşmeye vardırılmasıdır.

İmanın atası aşk, içe ağlamak demektir. Tevbe içe ağlamaktır. İbadetlerinde başını secdeye götürdüğün gibi duygu ve düşüncelerini de götürmelisin. Temizlik Cenâbı Hak ile beraber yaşayabilmenin gereğidir. Şunu unutmamalısın ki kalbin müşahede edebileceği en temiz varlık insanı kâmildir.

Kirliliğe gelirsek, günahın kararttığı yer dilin değil ki dilinin söylediği kelimeler seni temizlesin. Günah kalbin kararmasıdır. Kalb dille nasıl temizlenir? İnsanın içine, kalbine konuşan dil nedir? Bu bilinmeli ki içini temiz kılabilesin. İçin konuşması, için dili; niyetler, duygular ve düşüncelerdir. Şeytan vesvese verirken, nefis havatır yayarken dil kullanmıyor mu sanıyorsun? Ancak duygularının saflığı ile kalbini temizleyebilirsin. Pişmanlık, nedamet duygudur. Gözyaşı, düşünce ve duygularla içe; sonra da gözden yanağımıza akar. Gözyaşımızı doğuran duygular kalbimize akar. İçe akan gözyaşı nedir, dışa taşan nedir? Çünkü kararan dışarısı değil, kalbindir. Gözyaşının aklaştırma fiili kalbe nasıl ulaştırılır? Hâce Hazretleri “Hazret-i Ebubekr ilk zamanlar çok ağlardı fakat hilafeti döneminde neredeyse hiçe indi. Sonradan içe ağladı.” buyurmuşlardı. Cehennemi kurutan iki damla gözyaşı, “Beni o kadar büyüt ki cehenneme kimse giremesin.” duygu ve düşüncesinin yanaktaki yansımasıydı. Duygu ve düşünceleriyle kalbine ağladı. İşte bu şekilde içe ağlamanın adına “dert” denir. “Derdim bana derman imiş.” buyurmuş büyükler, ne güzel demişler. Kalbi ağartan bu dert değil midir zaten?

“Birbirinize dilleriniz temizdir. İki müminin musafahaları bitene kadar günahları dökülür. İki mümin güler yüzle birbirlerine baktığı sürece günahları dökülür. İki mümin birbirlerini temizleyen el gibidir.” Bütün bu hakikatler, temizliğin birbirimizi sevmekten geçtiğini bizlere göstermektedir. Kalbin temizleyicisi sevdadan başkası olamaz. Kalbe sevgilinin sevgisi hâkim olduğunda kalpte ihlâs gerçekleşir. İhlâs tüm saflıktır. Tam temizliktir. Pür ü pak olmaktır. Bu temizliği oluşturan sevgilinin cazibesi, tasarrufundan başka ne olabilir ki?..

Necaset sayılan şirk, sevginin bölünmesini ifade eder. O’nun yanında başka birini sevme şirk. O’nun adına, O’na ait her şeyi sevmek ibadettir. Necaset, sevgiliyi bulamayanların yabanda dolaşmalarından dolayı üstlerine, başlarına, içlerine, dışlarına yabaniliği bulaştırmaları sonucu oluşur.

Temizliğin aslı sevgiliye uygun duruşu sergilemektir. İman kemâle sevgiliyi bulmak ve rızasına göre yaşamakla erer. Her kutsal, her değer, her güzellik; sevgiliyi anlama ve onu hoşnut etme derecesine göre şekillenir.

Tertemiz insan Leylâ’sına Mecnûn olmuş insandır...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 10 Temmuz 2012 03:24

LEYLÂ’YI MECNÛN’DAN DİNLEMEK

DEDİLER…

Âşık, maşûkun sırrına vakıf olunca dert üstüne dert ile karşılaşmış. Hicranı vuslattan sonra bulmuş. Âşık şaşırıp kalmış. Üstelik aşığa geri dönemeyeceği yere geldiği söylenmiş. Geldiği yer yoklukmuş. Karşılığı olmayan bedele varmış. Derdini anlatacağı insanı arasa o insan bu yükle ne yapar diye düşünüp durmuş.
Âşık yanmış, nedenini anlatamamış. Âşık coşkuyla yârini anlatmış durmuş. Yangınının nedeni firakmış, diyememiş. Yüzü gülmüş, gönlü kanamış.
Maşuk heybetiyle aşığı ezip geçerken haberi bile olmamış. Âşık maşukun sadece kendisinin olduğu yere varmış. Bitmiş. Her şey bitmiş. Dert, derman, vuslat, hicran bitmiş. Olanı söyleyememiş. Gönüle cennet diyenleri aramış durmuş. Gördüğü mü yanlış, söylenenler mi, şaşırmış kalmış.
Âşık anlamış ki âşıklığın sonucu meğerse maşuk olmak değilmiş. Sadece maşukun eğlencesi olmakmış. Maşuk öyle yüceymiş ki, kendini paylaşmayı bile eğlenceye verirmiş. Maşukun kendini açması, feda etmesi demekmiş. Âşık, kendinin var edilme sebebini öğrenince açılan yarayı kapamayacağını anlamış. Feryadı, iniltisi, çığlığı, cilvesi kendi gözüküyorsa kimin gizlendiğini anladığından kaynaklanmış.

…OLDU

Âşık bir yüzde kâinatı gördü, kâinatı yapanı gördü, hayrette kaldı, şaşırdı. Görmesine daha çok şaşırdı. İnanırdı güzelin yüzündeki çekicilikte her şey görünebilir diye fakat kendisinin görmesi bozdu onu. Kendisine nimetin açılmasına, iman etmesi gerektiğini anladı. Yoksa nimetin büyüklüğüne inanıyordu. Nimete inanmak yeterli değildi. Yaratıcısının büyüklüğü,  şaheserliği tabii ki kabul görmeliydi fakat kendi hakirliğine bu muhteşemliğinin açılması… Hayret, imanın şaşırması değil mi?
Gül dedi sevgiliye, kendi bülbül oldu. Leyla dedi, Mecnun oldu. Musa dedi, Hızır oldu. Allah dedi, Muhammed oldu (sav). Bir baktı ki parmakları arasından suları akıtan muhteşem güzellik meğerse aşkı da gönlünden akıtıyormuş. Kim kimi severse Âlemlerin Sevgilisi’nden rızıklanır olmuş. “İnsanlar sureten O’na benzerler diye Mevla rızıklarını verir.” buyurmuş büyükler de ne güzel buyurmuşlar.
İlaha karşı put ne kadar yavansa, sahteyse varlığının Allah’a karşı öyle olduğunu gördü âşık. Aşk her şeyin aslını ona gösterir oldu. Her şeyin aslını Hakk’ın katından aldığını gördü. Nispetin, eşyanın Hakk’a nispeti olduğunu anladı.
Başı dönmeye başladı sevgilinin etrafındaki tavafından. Başı döndükçe bildiği gerçeğin değiştiğini gördü. Korktu. Gerçek değişir mi hiç, diye kendine sordu durdu. Haşyeti anladı. O’nun tesirinin sarhoşluğu, insanın gerçeği olduğu gibi algılamasını engelleyebiliyordu. Demek ki haşyet O’nun tesiriydi. O’nun huzurunda bir edepsizliğe, yersizliğe neden olabildiğinden ötürüydü. O’nunla beraberlik, O’nu tanıtıyordu. Bir nevi sarhoşluktu bu. Küçümsenen aklın, sevgiliyle, sevgilinin istediği gibi yaşamaya yaradığını anladığında her şeyin sevgiliyle ilişkide yerine oturduğunu gördü. Sevgili dairenin merkez notası, ilişki yarıçaptı.
Öğrenmek O’nu dinlemek, hizmet O’nunla yürümek, himmetin O’nun gayretini görmek olduğunu hissetti. Sırat el-müstâkim O’nun gittiği yöndü, hidayet rotası.
Bıçak kesmenin aracı, ateş yakmanın, virüs hastalığın… Her sebep mananın taşıyıcısı dedi âşık. Sonra düşündü, insan neyin taşıyıcısı? Düşünmek sevgiliden gönle ilhamın düşmesiydi. Gönlüne “İnsan, Hak taşıyıcısıdır.” gerçeği düştü. İnsan imanın, aşkın zuhurudur, görünür hale gelmesidir. Âşık sevgilideki cazibeyi yavaş  yavaş anlamaya başladı. Gerçi pek de umrunda değildi. O sevgiliyle beraberliğe bakıyordu fakat sevgili bunu yeterli görmedi. “Sevmek tanımayı getirmeli.” buyurdu.
Âşık ölmek diledi yolunda maşukun. Maşuk; “Yaşa, yaşat.” buyurdu. Âşık zevk ile sefa sürmek diledi, maşuk; “Cevr ü cefa sermayen.” buyurdu. Maşuku için ne yapmak diledi ise âşık, “Bizim isteğimiz sensin.” buyurdu maşuk. “Senin hiçbir isteğin, sen istediğin için kabul göremez, hepsi doğru bile olsa.” buyurdu maşuk. “Ancak ben takdir edersem olur.” buyurdu.
Din, arkadaşlık teklifi geldi aşığa, maşuk tarafından. “Dostlarının Hak ile arkadaş olmak için makama ihtiyacı  yoktur.” ifadesini duyunca neşenin, şevkin nasıl bir duygu olduğunu anladı. Âşık şevkin, maşukun kendini iradesiyle açma/paylaşma arzusu olduğunu bildiğinde, şevk minnete dönüştü. Zevk fakriyette belirdi. Kendi yokluk sıfatlarında sevgilinin varlığı belirmeye başladı. Ne şaşılacak işti bu! Yıllarca sevgiliyi yabanda arayıp durmuştu. Kendine baktı, maşuku izledi durdu.
Maşuk, anlayışında karşısına çıktığında âşık şaşırıp kaldı. Yaratılan, Yaratanı yaratılanda buldu.
Âşığa dendi ki;“ Varlığın yararı onu kaybetmenin acısıyla pişmendir. Varlığının yok olması gerçek varlığa firarını sağlar. Varlık  erimesiyle maşuka vardırır seni.”
Varlık meğerse öç alma yeriydi. Kaçış mekânıydı. Allah kuluna, kulunun bile kabul edemeyeceği özellikler, özgürlükler verdi.
Kendisine verilen imkânlar O’nun arzusuna takılıyor sadece. Her şey yapılabilir fakat O’nun arzulamadığını yapmak ihanettir. O sana her şeyi verir, sen de sadece O’nu arzular durursun.

OLUR...

Maşuk âşığı sevdiğinden her şeyini üzerine alır. Maşuğun nazarı, âşığın suçlarına da değer. Âşığın derde duçar olması, sevgilinin nazarının suçlarına değmesindendir. Sevgi, âşığın fiillerini âşıktan ayırmaz. Allah severse mağfiret eder. Mağfiret suçlara karşılık gelir. Maşuktan mağfiret, âşıkta yara açar. Bu yara, maşukun sarma kudretinden ötürü âşıktaki ezilme duygusundadır. Sevgi, her şeyi kapsamayı gerektirir. Maşuk âşığı ihata eder. Âşık ise beşerdir. Suçlarla malûldür. Maşuk, âşığa sevgisinin nasıllığını, iyiyi ve kötüyü kapsamasıyla gösterir. Maşukun suçlara nazarı, âşığın derdi olur.
Maşuka ait ne varsa âşığın sevgi alanını oluşturur. O’nun adına sevmek ibadeti, O’nun yanında birini sevmesi şirkidir. Âşık maşukun muhitine de âşık olur. Çünkü maşukla ancak tenezzül ettiği, tecelli ettiği yerde karşılaşılır.
Hazreti Musa Rabbini görmek istediğinde Cenabı Hak; “Beni bana bakarak göremezsin, dağa tecelli edeceğim, dağa bak.” buyurdu. Dağ tuz buz olduğunda Musa’nın aklı kalktı gördüğü karşısında. Yani beni bulmak, görmek isteyen tecelli ettiğim yere baksın. Âşığın maşukunu bulduğu yerler fanidir. Âşık maşukunu gördüğü yere can evini açar. Fakat maşukun dışındaki her şey fanidir. Geçicidir. Maşuk âşıkla kendi muhitinin arasını gün gelir ayırır. Âşık can evinden yaralanır. Can evinden yaralanma sebebi, maşukunu bulduğu yerin yitirilmesidir. Buna firak denir. Yoksa maşuk her zaman aynı yakınlıktadır. Firak, maşuka değil müşahede yerine olan uzaklaşmadır. Âşığın firakının sebebi maşukun izlerinin yitirilmesidir.
Maşuk, âşığın bütün varını teker teker alır. Çünkü âşığın kendisine firar etmesi, etrafının çaresizliğini, yitmesini, gitmesini görmesiyle daha kolay olur. Elindekileri alır, sana düşman eyler; sonra bana firar et, buyurur. Kopyalı, tüyolu imtihan. Hak etrafını boşaltıyorsa bil ki seni kendine davet ediyor demektir.
Maşuk, âşığa duyduğu arzu ve sevgisinin şiddetiyle onu öyle sarar ki, âşığın âşık olmaya bile imkânı kalmaz. Buna benliğin esareti denir. Âşık kendisini bilebilecek bir an dahi nefes alamaz. Esareti ilginin yoğunluğundan, sevginin taşmasından olunca, âşık maşukun birliğini bilecek vakti bulamaz. Maşukun heybetli iradesi, âşıkta hal bırakmaz, mecal bırakmaz. “La havle ve la kuvvete illa billâh” ne demek anlar âşık. Geriye sadece şuuru kalmış, iradesi iptal olmuştur. Şuuru da sadece olup biteni izlemesine yarar. Maşukun heybetli iradesi âşığı her şeyi terk etme abidesi yapar.
Dirlik elden gider. Dosta göç etmeye yarar dirliğin elden gitmesi. Ne verirlerse geri vermen için verirler. Yenisini alırsın böylece. Verileni isterler ki verenle ilişkin devam etsin. Verilenler hep eceli gelince alınacak firak sebepleridir. Âşık eline, gönlüne ne verilmişse gideceğini bildiğinden verene şükrünü sunmak için ilgilenir olur verilenlerle.
Âşık yanar kimseye söyleyemez, yanar tütemez. Mahremiyet yakıcı ateştir; yabana, ele haramdır. Sevgilinin muamelesini ele vermeye; elin, sevgilinin muamelesini görmesine izin veremez. Fakat bu muamele âşığı baştan ayağa eritir. Bülbül olur gülün elinden; ötemez. Maşukun yanındadır. Vuslat hâsıl olmuştur. Maşukun sonsuzluğu, vuslatı özleme dönüştürür. Sevgilinin yanında sevgiliyi özler durur.
“Maşuk göğüste tek kalp var, o da benim nazargâhımdır. Kalp bana aittir.” buyurarak âşığı gönülsüz bırakır. Âşık, Allah’ın gönlüne göre hareket etme alanıdır. “Derviş gönülsüz gerek” boşuna mı söylenmiştir. Âşığın gülşeninde gül, gölünde su kalmaz. Fatiha hastalıklara şifadır. Âşığa gelince hastalığının sebebidir.
Sığınağında sığınacak kimse kalmamışken, huzur evi tarumar olmuşken; maşuk, âşığın başına halkı üşüştürür, peşine münkiri düşürür. Maşuk âşıktan ne ister bilinmez.
Hem elindekileri alır hem de hüznüyle âşığın yalnız kalmasına izin vermez. Etrafını sardırır durur. Hem de kimlerle?
Bunlar olup biterken maşuk âşığın haline, ağlamasına bakmaz. İradesini yerine getirir. Maşuka ait olmak her şeyin başa gelmesi demektir. Tuzsuz taş yalama yoludur bu yol.
Maşuk âşığın her şeyini almakla yetinmez her şeyi de başına üşüştürür. Hem yoklukla hem çoklukla dener de dener.
Âşık başına gelenlerden bitap düşer, erir, inler derinlerden fakat şikâyeti yoktur. Niyazı vardır.
Maşuktan yardımını talep eder. Talep etmesinin nedeni yine maşukun arzularını yerine getirmek içindir.

BİZE NE DÜŞER?

Âşıkla maşukun seyri bu izlerle, görgülerle, rivayetlerle ne kadar anlatılabilir ki?
Bizlere âşıkla maşuku baş başa bırakmak düşer. Âşıkla maşukun arasına girilmez, girilemez. Bize dedikodulardan kurtulup, maşukun âşığının peşine düşüp, izinde gitmek düşer.
Âşığın  dertleri bize derman, âşığın cefasının neticesi bize sefa olur. Âşık insanlığı maşuka taşıyan Sefine-i Nuh’tur. Nefes-i Rahman’dır. Varis-i Muhammed’dir.
Sevgililer sevgilisi buyurmuşlar ki; “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamaktır.”
Abdulkadir Geylani de demiştir ki; “Allah âşığını gören Allah’ı görmüş gibidir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 09 Temmuz 2012 02:12

İKİ DAVET EDİCİ HAZRETİ İNSAN VE ÖLÜM

Bir yanda ölüm evi, bir yanda cennet bahçesi, hayat dolu yaşam evi;

Yaşam evi
Mekân

İçindekileri saklama arzusunu neredeyse insan boyuna kadar gelen yüksekliği ile açığa vuran taşla kaplı bir duvarla çevrili, baktıkça insanın içini gençleştiren, gönlüne huzur ve sükûn veren, insanı kendi karmaşıklığından alıp kendi huzur dolu gündemine çekebilen yemyeşil çimli, yoncalı sade bir bahçe.

Duvar boyu canlı kalmaları sert geçen kışın ayazına karşı verdikleri mücadeleye bağlı olan ağaçlar dizili, yeşilliğin bitiminde giriş duvarına nazire yapar gibi sanki içindekileri gizlemekle görevli kale duvarına benzeyen üstü ahşap kafesle örülü tavanı ahşap bir çardak olan bir bahçe.

Tatlı tatlı, ılgıt ılgıt esen serin rüzgâr, bulutlardan kurtulduğunda sanki ben buradayım diye haykıran güneş, üzerimize büyüteç tutulmuş gibi yakıcılığını hissettiren ışığı, dinçliğini nefesimizle bize aktarmasını bilen taptaze havası…

En arkada ilk bakışta dikkat bile çekmeyecek bir görüntü sergileyen fakat içi insan emeği, kardeşliği, sevdası, aşkı ile yapılmış bir dergâh. Üst katındaki duvarı, tabanı, yükseltilmiş tavanı tabiatta insana en yatkın doğal malzeme olan ahşapla kaplı. Bilinçle seçildiği belli olan mekâna hâkim sonsuzluk işareti boşluk. Renklerin sadeliği ve uyumu ile kendine davet eden yekpare halısı.

İnsan eli ile sunileşen şehirlerde dar alanlar içine hapis olan insanın boşlukla karşılaşması…

Olabildiğince karmaşık ve dağınık hale getirilen parçalanmış bir yaşamdan yekpare bir uyum ve sadeliğe zorlanmaksızın bir geçiş mekânı…

Paranın, makamın, statünün böldüğü derecelere ayırdığı, sınıflaştırdığı insanlığın aynı halkada diz dize kol kola vererek oluşturduğu birliğin muazzam farklılığı…

Ölü evi

Baba toprağı dışında bir ölüm. Vatanında gömülme isteği. Asla dönme özleminin belki de bir çırpınışı. Fakat gelenek olmuş artık doğduğu yerde gömülme isteği. Ta Almanya’dan uçakla getirilen bir cenaze. Anadolu çekiciliği, memleketin dağıldıkları yerlerinden cenaze evine sökün etmeler.

Sözlerde üzüntü ifadesi başsağlıkları, yüzlerde elimizden ne gelir ki izleri. Temenniler, gönül alma çabaları. Merkez camiinden sala ve vefat haberi. Hakk’ın rahmetine kavuştu duyurusu. Hakk’ın rahmeti, Hakk’ın rahmeti. Âlemlere rahmet nerede acaba? Yedilere kırkına taziyeye gelenleri davetler. Yandaki komşu bahçesindeki canlı fakat sükûnun hâkim olduğu topluluğu meraklı  gözlerle izlemeler.

Kaynağının parçalandığı fakat ışığının devam ettiği bir görünüm. Dinin kaybedildiği geleneğiyle yola devam edilmeye çabalamanın insanı getireceği yer.

Cennet evi dinin cazibesi, gelenek evi tutuculuğun, hikmeti yitirmenin izleri. Birisi hayat birisi araf. Birisi karar ve irade birisi sürüklenme ve hayıflanma. Birisi proje, birisi bakiye.

Yerli ihvan

Kendilerine velinimet kabul ettikleri Hazreti İnsan’ın misafirliğinin coşkusu heyecanı ile minnet dolu emekle yapılan hizmet…

Birbirleri ile tartışmadan tembellik göstermeden kim neyi yapabilirse onun peşine düşerek candan arzulu Hazreti İnsan’ın etrafında onu rahat ettirmek korkusu ve coşkusuyla peyk ederek sunulan bir hizmet…

Arkadaşlık kardeşlik dostluk kokan bir hizmet…
Hizmet edileni mahcup eden, utandıran sevecen bir hizmet…

Hoş geldin iyi ki varsın ne olur her zaman gel burası ve bizler seniniz diye haykıran bir yöneliş…

Dudaklarda gülümseme, gözlerde hayat ışığı, ellerde emek, yüreklerde sevda, dillerde şükran, hoş geldin İlahi güzellik, hoş geldin Hazreti İnsan diyerek candan bir ağırlama.

Misafir ihvan

Ülkenin dört bir yanından evine gelir gibi, ihtiyacına süzülür gibi, cananına koşar gibi, anasına, sılasına varır gibi, sevdiğine, efendisine, Hazreti İnsan’a gelen civanlar.

Kimsi mahcup gözlerden kaçar gibi, kimisi endişeli kırdığını sezer gibi, kimisi yanlış olduğunu bilse bile kırgın varlığını ortaya döker gibi… Ama hepsi aynı noktada, aynı halka da, ilahi merkezin cazibesi, heybetiyle can evinde, Kâbe de buluşur gibi.

Hazreti İnsan

Muhteşemliği sadeliğinde eriyen Hazreti İnsan. Sevinci rahatlığına vurmuş, yarenlerine demi yârini, buram buram yakınlık kokan bir içtenlik ve özlem ile tesbih taneleri gibi dizip dillendiren Hazreti İnsan…

Tabiat safiyetinin ortasında Allah’ın kulları için nasıl bir yaşam dilediğini izhar eden dilinden dökülen ilahi proje yansımaları. Çekiciliği, hayrette bırakıcılığı, kararlılığı, sunuşundaki asaleti, kapsayıcılığı, sevincinin çekiciliği ile Hazreti İnsan.

“İlim senden, amel onlardan, müjde bizden” buyuran yüceler yücesinin izni ile dile getirilen projeler.

Hazreti İnsan’dan etrafa saçılan kardeşlik, dostluk, birlikte yaşam tohumları...

Canın özüne dair, gönlün ortamını bulduğunda nasıl gözükeceğine dair, bir sözde, bir yüzde nasıl aksedeceğine dair, tebessümünde, tazeliğinde neleri gizlediğine dair dolu dolu bir doğal safiyet mekânında gülün arzı endam ederek açılışına hayran fakat utanarak, heyecanlı fakat endişeli gözlerle nazar eden civanların pür dikkat dinledikleri, seyre daldıkları can evinde…

Sohbet irad eden âlemin can kaynağı Hazreti İnsan…

İrşad, öğrenim, öğreti, gönül, sevda… Ne ile tanımlanabilir ki Hazreti İnsan?

Cem bu olsa gerek, davet kılmak, aguşunu açmak, bekleyip karşılamak bu olsa gerek. Demiş ya sûfi “Ne o gerek ne bu gerek/Bize seni gerek seni.” Hazreti İnsan varsa ne gam.

“Bize gelin” buyuruyor. Nerede olursak olalım biz sizi davet ediyoruz, kapımız açık. Gelin ve getirin. Hâcegân nispetini götürebildiğiniz yere götürün. Gün bizim günümüz, ailemizin kayıp evlatlarını evlerine getirin. Daveti kendine, can evine. Neşe sunan sonsuzluğun heybeti neşemizi boğuyor. Emrinin sorumluluğu şevkimizi eziyor. Fakat Hazreti İnsanın kararlılığı civanları sürüklüyor. Sonun başlangıcı gördük ve işittik tekrar o kutlu nükteyi “Kim demiş zemheride ılık bir bahar olmaz diye”

Anadolu da bir ilçe; Orta

Gelin beğenilir gibi beğenildi, gelin seçilir gibi seçildi Orta. Kendisinin Hazreti İnsan tarafından seçilişine bekâreti, safiyeti ve doğallığıyla karşılık verdi Orta.

Ne vardı burada bizi çeken doğallığında? Stratejik konumuna girmeyeceğim üzerinde çok konuşulması gerekse bile. Cıvıl cıvıl öten kuşları bile otların arasında ötüyor burada. Çünkü ağaç neredeyse yok. Şehrin çekici hiçbir mimari özelliği yok. Peki, ne var?

Bekâreti var. İnsan eliyle belki biraz işlemiş burayı o kadar. Bozamamış insan Orta’yı. Bozulmamışlık bizleri içimizdeki huzura kadar götürebiliyor.

Şan sana, şeref sana kapısını açmış seni bağrına basmış Hazreti insan. Çöle yapılan kutsal ev gibi, Bağdat, İstanbul gibi.

Bakalım saf sivil bir iradenin şehri neleri sunacak insanlığa?

Kendi payını ahirete saklayan bir muhteşem güzelliğin ahiret payından bir kâse sunuşunu gördük hepimiz. Gerçek sevincin mutluluk izlerini sezdik. İnsanlığın tümüne hayırlı olsun. Hâcegân nisbeti açılıyor, ahiret dünyaya iniyor. Cennet açılıyor, cehennem adalet elbisesini giyiyor.

Selam olsun bugünlere kadar sabredenlere, sevdayla yürüyenlere, sevgiliye kendini feda edenlere.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Büyüklerimiz Allah’ın insanı sevip yarattığını buyurmuşlar. Hayatımızı fıtratımıza uygun yaşamalıyız. O zaman; hayatımızı severek yaşamalıyız. Sevdiğimiz kişilerle hayatımızı geçirmeliyiz. Sevdiğimiz işleri yapmalıyız. Sevdiğimiz kişiyle evlenmeliyiz. Sevdiğimiz çocuklarımızla ilgilenmeliyiz.
Ama heyhat hayat, bunların hepsine izin vermiyor. Zor koşullar altında yaşıyoruz. Sevmeyi bırakın daha önce hiç tanışmadığımız kişilerle çalışmak zorunda kalıyoruz. Belli zamanlarda sadece bir küçük iş için görüşüp bir daha hiç göremediğimiz ne kadar çok insan var. Çalışma hayatımızın yoğunluğundan çoluk, çocuğumuzla ilgilenemiyoruz…

Peki, o zaman yaradılış sürecimize uygun nasıl bir program, nizam oluşturacağız? Sevginin sebep olduğu bir yaşama nasıl geçeceğiz?

Büyükler “Sana iyilik yapanı sevmen sevmenin aslı değildir. Sevmenin aslı iyilik ya da kötülük yapsın yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. Ve sana gelen kötülüğü, çirkinliği iyilikle, güzellikle uzaklaştırmalısın. Zulüme zulümle karşılık verilmez. Zulüme adaletle karşılık verilmelidir. ” buyurmuşlar.
Peki, sevmeye nereden, kimden başlamalıyız. Kendimizi sevmekle işe başlayabiliriz. Ama kendimize Allah’ın sanatı gözüyle bakmak şartıyla. Sahibimizin gözü ile kendimize bakmayı başarabilirsek.
Kendimizi ta’zim ederek işe başlayabiliriz. Çünkü bizler Allah’ın gayesine göre var edildik. İnsan var edildiğinde azim idi. Bundan dolayı âlem kendisine hizmete sunuldu.
İnsan ahsen-i takvim yani yaratanın yaratış gayesine en güzel en uygun şekilde, en güzel kıvamda, oranda var edildi. Bundan dolayı da âlemdeki her cüz kendisinde mevcut. Örneğin hepimizin nefsi, şeytanı, melekleri var.
Nefsin tabiatı için Hâce Hazretleri “küfür üzerinedir.” buyurmuşlardır. Eğitildiği takdirde sıfatları değişir fakat asliyeti değişmez. Şeytan ise insanın apaçık düşmanı. İnsanı daima vesveseye düşürmeye çalışır. Ateşten var edildi. İnsana vesvesesiyle ateşi tattırır. Dünya hayatı insanı masivaya davet eder durur. Kötü arkadaş, kötü çevre insanı içine çekip yutmak ister.

O zaman kendimizi nasıl sevmeliyiz, kendimizi nasıl ta’zim etmeliyiz?

İnsan mükemmel Allah hazineleriyle doludur. Hazinelerini açığa çıkarabilir sonra da işleyebilirse kendisiyle beraber olan zararlı gözüken yönlerini de kontrol altına alabilir. Onları kontrol altına aldıktan sonra yararlı işlerde kullanabilir. Hazreti Süleyman şeytanları denizlerden inci, mercan çıkartmak için kullanmamış mı? Nefsi köpeğe benzetmişler. Köpek necistir. Fakat eğitildiği zaman av köpeğinin getirdiği av yenir. Nefis sabun gibidir kendisi fıkhen kirlidir fakat temizleme işine yarar. Kendisi temiz değil fakat temizlemeye yarar. Ateş yakar fakat ateşe dayanıklı malzemeler içinde hep yaparız yemeklerimizi.

İşte insan şer gözüken her şeyi böyle yararlı, faydalı hale getirebilir. Bu ameliyeye insanın kendisini tenzih etmesi denir. Allah tesbih edilir tenzih edilmez. Allah’ın düzelteceği sıfatı yoktur. Allah mükemmeldir. Kemâle gelmeye muhtaç insandır. Onun için insan kendini tenzih etmeli yani kusurlarını gidermeli, dezavantajlarını avantaja çevirmeli, amelini salaha erdirmeli…
İnsanın kendisini tenzih etmesi ahlak-ı zemimesini  (yerilen kötü ahlak) ahlak-ı hamideyle (övülen yüce ahlak) değiştirmesiyle mümkündür.
İnsan cimridir. Paylaşmak çok ağırına gider. Cimriliğini nefsine, dünyaya çevirirse kanaata varır. Hasedi vardır. Başkalarının elindeki nimetlerin onlarda değil kendisinde olmasını arzular. Kendisine her şeyi toplamaya çalışırken kendisini dağıtmaya başlar. Haset infaka dönüşür. İnsanların elindekilerini çekemiyorken artık kötülük üzere yaşamalarına, arzu ve isteklerine köle olmalarına tahammül edemez duruma gelir. Hırslıdır. Arzuladığına sahip olmak ister, hak hukuk tanımazken sevdiklerini korumada hırslı olur, amel-i salih işlemede gayretli olur. Hırs gayrete dönüşür…
İşte böyle insan kendisini bu şekilde tenzih eder ve bu tenzih bizleri yaratılış gayemize uygun hale getirir.
Bizlere verilen şer gibi gördüğümüz her şey ile (nefs, şeytan,kötü arkadaş,dünya hayatı) nasıl severek yaşayacağız.Yani fıtratımız her şeye severek bakmamızı , her şeye severek başlamamızı gerektiriyorsa bu bizlere kötü gözüken varlıkları nasıl severek yaşayacağız ya da nelerini seveceğiz?

İnsan düşmanıyla, nasıl sevdiğinden savaşacak ve severek onunla nasıl beraber yaşayacak? Soru bu.

İnsan düşmanını sevmeyecek. İmtihanını sevecek. Düşmanla bizi imtihan edeni sevecek. İnsan sadece Allah’ın kendisine  meccanen (karşılıksız, lutfen, fadlen) verdiği nimetlere teşekkürüyle, şükrüyle, minnetiyle hizmet etmeyecek düşmanlarıyla mücahede ve mücadele ederek Allah’a olan sevgisini açığa çıkarmış olacak. İlk önce O’nunla sonra O’nun uğruna sevgisini izhar edecek.
Allah kendi yolunda birbirine tutkun bir şekilde, omuz omuza,  birbirine adeta yapışmış savaşanları sevdiğini, buyuruyor. Allah savaşı sevmiyor kendi yolundaki büyük fedakârlıkları göze alarak birbirimize bağlanmamızı, engel tanımamamızı seviyor.

Demek ki düşmanımı değil imtihanı vermeyi seveceğim. Çünkü insanın düşmanı Allah’ın da düşmanı demektir.

Savaşmak her şeye sevdiğinin uğrunda neler yapabileceğini haykırmak demektir. Savaşmayı Allah’ın sevgisine sebep kılabilenler kardeşlerine tutkunluğu, bağlılığı başarabilenlerdir. Savaşmak salt olarak övülmedi, sevgiliyi sevmeyen, ona düşmanlık edenlere karşı hep beraber harekete geçmek sevildi.
“Ölmeden önce ölünüz “ buyruldu. Ölemeyen sevgilisi için yaşayamayandır.
Yaradılış gayeme ve sürecime göre yaşamak sevgimi açığa çıkarıp artıran lütuflar, nimetlerle şükrümü artıracak, sevgiliyi anlamayanlarla onun uğruna mücahedeye girmem ise ona olan tutkunluğumu açığa çıkaracak.

İlk önce sevildiğini anlayarak sev. Sevgiyle O’nu tanırsın çünkü. Sonra tanıdığın uğruna neler yapabileceğini göster.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort