JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 05 Nisan 2013 04:17

CİHAD-I EKBER

Efendimiz (sav) ve Ashabı Kiram, Tebük seferi dönüşlerinde, Ashabı Kiram, Allah (cc) düşmanlarını mağlup edip, büyük bir zafer kazandıkları için birbirlerini tebrik ediyorlar, seviniyorlar. Ashabın bu sevincini izleyen Efendimiz (sav) buyuruyor ki; ''Küçük cihaddan büyük cihada döndük. Sahabe-i kiram şaşırıyor, yeni bir sefere mi çıkacağız? Hazırlık yapalım mı? diye soruyorlar. Efendimiz (sav): Bu cihad sizin sandığınız gibi değil. Nefsimizin arzu ve hevası ile cihad edeceğiz. Asıl o cihadı kazandığınızda sevinip birbirinizi kutlayın. Kurtuluş bu cihadı kazanmakta.

Tebük Gazvesinde düşmanın sayısı,stratejisi, gücü belli idi ve biz düşmanı görüyorduk. Bilinen ve görünen düşmana karşı savaşmak kolay. Oysa nefsimizin gücünü, taktiğini nerden ve nasıl saldıracağını bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir güce karşı mevzilenmek ve savaşmak da çok zor.

İslam muhalifleri ile , mücadele edip imanın hakikatlerini ve islamın güzelliklerini onlara anlatarak ikna edebiliriz. Ancak, İslam’ın emir ve nehiylerinden herhangi birine itiraz nefsimizden geliyorsa, onu ne ile , nasıl ikna edeceğiz? Veya ikna edebiliyor muyuz? Nefsimizin nereye ve nasıl saldıracağını, gücünü bilip ona göre önlem alabiliyor muyuz? Allah (cc) bizi uyarıyor: ''Kötü arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın. (Furkan/43) Yani hiçbir delil araştırmadan, ve emredilenleri dinlemeden kendi nefs-ü hevasının peşinden giden, nefsinin her türlü arzu ve isteğini yapan, kendi isteği ile sapıklığı tercih eden bu adama  sen mi vekil olacaksın.

İslam’ın bir hakikatını, hikmetini, maksadını başkalarına anlatıp ahkam kesebiliyoruz. Ancak aynı hakikati yalnız başımıza kaldığımızda nefsimize kabul ettirebiliyor muyuz? Misal, Tadili erkan namazın farzlarındandır. Namazın müslümanların hayatındaki yeri ve önemi malum. Namazın fazileti, Allah'a (cc) nasıl yaklaştırdığı ve sosyal yönü hakkında her müslümanın mutlaka söyleyeceği çok şeyi vardır.  Evdeyiz ve nefsimizle başbaşayız. Televizyonda beğendiğimiz bir program var ve biz onu seyrediyoruz.Akşam namazı vakti girdi. Bu durumda nefsine namazın hikmetini ve kemalatını anlat. Haydi, tadili erkâna uyarak namazı eda et. Nefs bastırıyor, hızlı kamet getir. Kısa sureleri, çabuk okuyarak namazı kıl. Namazı reklam arasına denk getir. Tesbihatı yapmasan da olur. Hani namazın hikmetini kemalatını biliyorduk. Hani tadili erkan üzere kılmak gerekiyordu. İşte cihadı ekber böyle bir durumda Allah'ın (cc) nehiy ve emirlerini nefsin istek ve arzularının önüne geçirmektir. Gerçek mücahid de bu cihadı kazanandır.

Büyüklerimiz, nefs ve hevası ile Allah (cc) için mücahid olmayan ne Allah'ı (cc) bilir, ne de Allah'ı (cc) sever, buyurmuşlar.  Allah'ı (cc) sevme ve bilme davasındaki samimiyetimiz, O'nun yolunda nefsimizin arzu ve isteklerinden geçmemize bağlı. Gerisi kîlukâl. Cihadı ekberde, nefsi tahliye ve tezkiye etmek elzemdir. Bunun en kolay ve en kısa yolu da bir mürşidi kâmile bende olarak onun sohbet ve meclislerinden istifade etmektir.

Allah (cc) hikmeti gereği bazı seçkin kullarını diğer insanların terbiyesine vesile kılmış ve bu seçkin kulları Kitab-ı Mübinde övmüştür.  ''Bilin ki, şüphesiz Allah'ın veli kulları, ki onlar üzerine hiçbir korku yoktur! Ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Yunus/62)  Efendimiz'e (sav ) evliyaullahın kimler olduğu sorulmuş. ''Onlar öyle kimselerdir ki görüldükleri zaman Allah (cc) zikrolunur.” yakınlarında bulunmak, halleri, duruş ve davranışları derhal Allah'ı (cc) hatırlatır. Yine Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur. ''Allah'ın (cc) kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehidlerde değiller. Ama kıyamet gününde Allah (cc) katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır.” Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Diye sorduklarında, Efendimiz (sav): ''Bunlar bir kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, nede ticaret ve iş ilişkisi olmaksızın, Allah için sevişirler.Vallahi yüzleri bir nur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar hüzünlendikleri zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu.   

''Ey inananlar! Allah'tan hakkıyla korkun, O'na vesile arayın ve O'nun yolunda cihat edin, ta ki siz felaha kavuşabilesiniz. (Maide/35) Efendim (ks) bu ayeti kerimeyi şöyle tefsir buyurmuşlardı: Allah (cc) öncelikle bizleri iman etmeye, yani teslim olmaya davet ediyor. Tevhid kelimesini inanarak söyleyen herkes Allah'a (cc) yakındır, ve direkt muhatapdır. Bu teslimiyetin ve yakınlığın bozulmaması ve devam etmesi için Allah'tan korkun. Kişi kaybetmekten korktuğu şeylere karşı tedbir geliştirir. Kendisi için değerli gördüğü şeye karşı muhafaza geliştirir. İmanın muhafazası ve ziyadeleşmesi için vesilelere sarılmamızı emrediyor. Bu tevessül kişinin namaz-oruç gibi salih amelleriyle olabileceği gibi, Allah rızası için sevdiği nebiler ve velilerin Allah indindeki makamları hürmetiylede olur. Allah için olan sevginin amellerin en üstünü olduğu hadisi şeriflerce sabittir.

İnsanı kamilleri kendimize vesile kılalım. Bu vesile ile imanımızı koruma altına alarak muhafaza edelim. Umulur ki, imanla, imanı muhafaza altına alacak vesilelere yapışmakla ve bu yolda mücahade etmekle kurtuluşa erenlerden oluruz. Müslümanın hayatı iman ve cihattan ibarettir. Bir ilaha inanma ihtiyacı her nefsin fıtratında mevcutur. Nefs ile mücahade edip aradan çıkarmasak, nefsin ilahdiye önümüze sürdüğü ve kendi vehimlerinden oluşturduğu bir puta taparız da haberimiz olmaz ve -Allah (cc) korusun-  helak olanlardan oluruz. Tevhide ancak Efendimiz'e (sav) iman etmekle ve O'nun (sav) iman ettiği şekilde inanmakla  ulaşırız.

Evliyaullaha sevgi; Allah'a (cc), peygamberlere, meleklere, kitaplara  imanı getirir. Dininizi ulemadan öğreniniz buyurulmuş. Onların va’zü nasihatları, halleri duruş ve davranışları Kur'an'ın tefsiri, sünnetin beyanıdır. Çünkü  Efendimiz'i (sav) en iyi onların yaşantısından görüyor ve tanıyoruz. Bugün evliyaullahı inkar edenler Efendimiz'in (sav) sünnetini tartışıyorlar. Allah muhafaza buyursun, bu gidişat Allah'ı (cc) inkara kadar gider.

Cihadı ekberi kazanmanın en kese  yolu Kur'an'ı Kerim'de buyrulan ''Sadıklarla beraber olun.” emrine ittiba etmektir. İmanımızın muhafaza edecek olan Allah (cc) korkusunu kalbimize yerleştirerek  kâmilleri, salihleri arayıp onlarla birlikte olmacağız.  O iyilerle beraberlik neticede iyiliktir. İnsanı iyiliğe ulaştırır. Bu yüzden; “İyilerle beraber olan kötü iyidir, Kötülerle beraber olan iyi neticede kötüdür.” diye buyrulmuş. İyiler için Efendimiz (sav) ''Onlar görüldükleri zaman Allah (cc) akla gelir.” buyurmuş.  Onları gördüğünüz zaman Hakk'ı görmüş gibi olursunuz. Allah ve Resulu akla gelir. Ne kadar büyük bir saadet deği mi?  Bir insana bakacaksın seni senden alacak.Hüznünü, kederini dünyanı alacak ve sana selamet verecek. Seni hiç bilmediğin, tatmadığın,belki eşiğini bile görmediğin alemlere götürecek. İşte bu güzide insanlara insan-ı kâmil deniyor. Bizler bu insanları arayıp bulmak ve ittiba etmekle yükümlüyüz. İşte bu insanlar bizlere mücahede etmenin yolunu ve usûlünü öğretirler.  Selim bir kalp müstesna hiç birşeyin fayda etmediği o büyük güne selim kalb ile gitmeye vesile olurlar.

Evet! Mücâhid olmayan müşâhid olamaz. Mücadele edenleri Allah (cc) sever. Nefs düşmanını mağlup etmak için mücadele edenleri Allah (cc) muvaffak buyuror. Bu durum Kur'an'ı Kerim'de '' O kimseler ki, Bizim uğrumuzda cihad etmişlerdir, and olsun ki; elbette Biz onları yollarımıza mutlaka hidayet edeceğiz. Gerçekten Allah elbette o güzel işler yapanlarla beraberdir.,, (Ankebut/69)


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 15 Mart 2013 21:19

MURAD-I İLAHİ

Cenâb-ı Hak; insanı ahseni takvim üzere yaratıp, ona ruh ve nefs vermiştir.

Ruh; emir aleminden olup Allah’ın (cc) isimlerinden ismi, sıfatlarından sıfatları vardır. Allah Teâlâ Mü’min’dir, insan da mümindir. Cenab-ı Hakk’ın ilim, hayat, irade, kudret, kelam gibi subuti sıfatlarının birer numunesi insanda da vardır.

İnsanın beden binitinde ruh galebe çalarsa, o insan salih amel ve güzel ahlakı elde etmeye çalışır, fikri ve zikri hep Mevla olur. Bu kişi ebedi saadeti elde ederek Allah Teala’ya vasıl olur.

Nefs; kötü bir şeydir. Eğer beden binitine nefs hakim olursa, insan surette ibadet yapsa bile, gönlü daima dünyevi şeylerle meşgul olur. Ahlaksızlık, Allah’ın (cc) sevdiklerini sevmemek, hatta sevmediklerini sevmek, gaflet ehliyle birlikte olmak, zikr-i ilahiden uzaklaşmak gibi bir durum ortaya çıkar. Bu halde ısrar şüphesiz insanı şaki yapar. Böyle olan adam insaniyetten çıkar, hayvanatın derecesine iner. Artık hayvanın ne cennete ne de Cenab-ı Hakk’a gitmesine imkan yoktur.

Ruh, asliyeti itibarı ile pak ve temizdir. Fakat bu bedende oluşundan dolayı asliyetindeki paklığı ve temizliği kaybetmiştir. Murad-ı İlahi ise insanın kendisine emanet edilen bu ruhu aslı gibi pak ederek yine, Sahib’ine (Allah Teala) götürmesi ve O’na (cc) ulaştırmasıdır. Emanete hıyanet etmeden, yani kaybetmeden veya kirletmeden Hakk Teala’ya vermek için, ruhu beden binitine hakim kılmak şarttır. Efendim’in tarifi ile nefs ile ruhun koalisyonunda, ruhun rolü %50’den fazla olmalıdır.

Nefsin ruha verdiği kötülükleri gidermek, onları iyiliklere dönüştürmek gerekir. Allah Teala  Kitab-ı  Mübin’de, kötülükleri iyiliklere tebdil edeceğini buyuruyor. O halde kötü ahlakımızı iyi ahlaka, kibrimizi mahviyete, varlık günahımızı-enaniyetimizi yokluğa, gafletimizi huzura tebdil etmeye çalışacağız. Bunu başarabilirsek; nefs kötülüklerini bırakmış, ruh ise saffet kazanmış, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaya layık hale gelmiş demektir. Murad-ı İlahi’de bundan ibarettir.

Bu durumda: Murad-ı İlahi’yi kazanmak için bize düşen görev nedir, ne yapmalıyız? Sorusu önem kazanır. Yapmamız gereken gaflet ve kibri bir yana bırakarak basit iki adım atmaktır. Bunlardan birincisi samimi bir tevbe, ikincisi bir mürşidi kamile bende olmaktır.

Tevbe İslam dairesine girmenin ilk kapısıdır. “Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurat 11)  “Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (Bakara 222)  Tevbede muvaffak olan, günahları terk etmede, ibadet ve taatları yapmada da muvaffak olur. “Evlere kapılarından girin.” ayeti kerimesinin bir manası da İslam dairesine tevbe kapısından girin demektir. Tevbe de ilim gibi, alim gibi,  bir kapıdır.

Malum; İslam Dini usuller manzumesi olduğundan, tevbenin sahih ve kabulu için bir takım kurallar vardır. Bunlardan biri Efendimiz’in  (sav) varisi ekmeli olan izinli bir insan-ı kâmilden biat alarak tevbe etmektir.

Biat, insan kalbinin fethedilmesine ve günahların terk edilmesine büyük bir vesiledir. “Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih/10) Sure-i celilede anlaşılacağı üzere biatın önemi ve ne şekilde olacağı tarif edilmiştir.

İnsan-ı Kamile biat edip tevbe eden kimse, yasakları terk edip, ibadet ve taata devam edeceğine söz verir. Habib-i Edib’in (sav) varisi ekmeli olan izinli zatın (Mürşid-i Kamil) biatı kabul etmesi; bende senin tevbene şahit oluyorum, duamla, manevi tasarufumla  ve himmetimle sana destek olacağım demektir.

Tevbe eden, insan-ı kamilin elini tutmadan önce, nelerden tevbe edeceğini düşünmeli ve günahlarından dolayı pişmanlığın acısını gönlünde hissetmelidir. Tevbe ile talip mürşidin tasarrufu altına girer. Tasaruftan maksat, şeriatın tatbiki, kalbin tahliyesi ve nefsin tezkiyesidir. Bu durumdan tam istifade için talibin mürşid-i kamile tam teslimiyeti elzemdir. Unutulmamalıdır ki; Ebu Talib’in üstüne Efendimiz’in (sav) gölgesi düştü. Ama Ebu Talip istekli olmadığı için fayda etmedi.

Hz. Musa (as) zamanında bir abid ile bir fasık varmış. İkisi de kısa fasılalarla vefat etmiş. Cenab-ı Hakk Musa’ya  (as) buyurmuş ki: “ Ya Musa, o abid cehennemlik, o fasık ise cennetliktir.”  Hz. Musa (as) hayret etmiş ve onların zevcelerini bularak hallerini soruşturmuş. Abid olan adamın zevcesi:  “Kocam derdi ki, Hz. Musa’ya (as) gelen Tevrat ve Din doğru ise nimetimize hiç diyecek yoktur.” demiş. Fasık olan adamın zevcesi ise “ Kocam derdi ki, Hz. Musa’ya (as) gelen Tevrat ve Din muhakkak doğrudur. Bizim günahımızı Cenab-ı Hakk bunların yüzü suyu hürmetine bağışlar.” demiş. Abidin imanındaki şüphe ve tereddüt, kendisini cehennemlik, fasıkın ise imanının kuvvetli ve sağlam olması, cennetlik olmasına sebep teşkil etmiş. Mürşidi kamile biat ederken, teslimiyetteki şüphe ve teredüt de böyle bir neticenin doğmasına yol açar.  
Tevbeden sonra, dinimizin ikmali, imanımızın kemale ermesi için gerekli olan ikinci adım, bir mürşid-i kamile bende olmaktır.

Resulullah (sav)  “İlmin şehri benim Ali onun kapısıdır.”buyurmuşlar. Ulema bu hadisi şerifteki kapıyı mürşid-i kamil olarak izah etmişler.  Evet, mürşid-i kamiller Allah’a (cc) açılan kapılardır. Hakikat şehrine girmek isteyenler ve hakikati arayanlar ancak o hakikatlara, mürşid-i kamil kapısından girerek vasıl olurlar.

Bu dönemde mürşid-i kamil var mı? Derseniz, bizde deriz ki; evet vardır. Çünkü güneş mürşid-i kamilsiz doğmaz. Allah’ın halifesi olmadan bu dünya, bu gökler ve yıldızlar bir an bile kaim olmaz. Demek ki hala kıyamet kopmamış ve dünyanın herhangi bir yerinde  Cenab-ı Hakk’a ayinedar olan mürşid-i kamiller mevcut.

Ahir zaman fitnesinin yaşandığı bu dönemde, İslam dairesinde sabit kadem olup ayaklarımızın kaymaması için bu Allah (cc) dostlarının sohbet halkalarına devam edip, kalbimizi tahliye ve nefsimizi tezkiye etmeye çalışmak en büyük görevdir.

Bir müminin üstüne mürşid-i kamilin tasarufu düştüğü zaman, mümin aşk ateşi ve muhabbetle, nefs ve beden külçesinden ayrılır. Ruhun safiyetini bozan her türlü batıl inanıştan kurtulur ve Cenabı Hakk’a hakiki manada abd olur.

İman edenlerin ebedi saadete nail olmaları için Allah Teala farzların ifasını şart koşmuştur. Bu farzları ifa etmemizden dolayı pek çok nimete mazhar oluruz. Sünneti seniyye gerçi farz değildir, fakat Habib-i Edibine ittibamız ve muhabbetimize bağlı olarak ortaya koyduğumuz say ü gayretimizden dolayı, Allah (cc) bize daha ziyade ikram ve ihsanda bulunur. Evliyaullah ise; Allah’ın (cc) halifesi ve Efendimiz’in (sav) varisleri olmaları hasebiyle, bunlara ittiba da Allah’a (cc) ve Efendimiz’e (sav) ittiba gibidir. Bu yüzden Evliyaullah hazeratının izine düşmek, onlara sevgi-muhabbet duymak ve sohbetlerine devam etmek ile kazancımız kat kat artar. Bizler de bu yolla elde ettiğimiz güzel kazançlarla Cenab-ı Hakk’a vuslata layık olarak geçip gideriz.

Yalnız bu neticeyi kazanmak için, vakitlerimizi ve nefeslerimizi boşa harcamamalıyız. Mürşidin sohbetine devama çok dikkat ve itina göstermeliyiz. Sohbetin temin ettiği faydayı başka hiçbir şey vermez. Mürşidin sohbetine devam etmeye engelimiz varsa hiç değilse ihvanlarla sohbetleşmeliyiz.

“Kıyamet günü bir alimle bir Abidin hesabı görüldükten sonra Abid’e; İbadetinin karşılığı olarak cennete gir, diye Cenab-ı Hakk tarafından emir buyruluyor. Böylece o cennete gidiyor. Alime de; Sen gitme, dur. Dünyada iken ilmini anlattığın kimseleri de beraberine al ve onlarla birlikte cennetime gir, diye İlahi Ferman varid oluyor.” Bu Hadis-i Şerif’in en ziyade, ilmini bizzat Allah’tan  (cc) alıp, Din-i Mübin’i yaşayıp ve yaşatan mürşidi kamilleri kastettiği asla şüphe götürmez bir hakikattir. Ayrıca bu güzide zatların yol arkadaşlarına büyük müjdedir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 25 Şubat 2013 08:22

AŞK

Tüm müslümanlar gerek Allah'a gerekse Hz Peygambere (sallallahu aleyhi ve sellem) muhabbetin her müslüman için farz olduğunda ittifak etmiştir.

Allah Teâlâ mealen buyuruyor ki; “İman edenler, sizden kim dininden dönerse şunu bilsin; Allah sizin yerinize öyle bir topluluk getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide:54)

Hz. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. “Kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah'a kavuşmayı sevmezse Allah da ona kavuşmayı sevmez.”

Tek şerefim kendisine mensubiyetimden ibaret olan büyük evliya, sohbetlerinde buyurmuşlardı ki; “Aşk Allah'a vardıran en kısa yoldur.”
Aşk... İnsanlık ve birey olarak başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi. Monteskiyö Romalıları anlatan eserinde Roma'nın yıkılışı için şöyle der: “Aşklarını kaybettiler ve kaybolup gittiler.” Buradaki aşk dikkat edilirse Hakk’a ait aşk değil. Fakat bâtıla olan aşka bile o aşkın sağladığı bir hayatiyet var, âşık daima kuvvetli... Romalı aşkını kaybedince o dereceye düştü ki, yemek yemenin zevki adına ilaç alıp gaseyan ediyor, tekrar yemek yiyordu. Ve Roma yıkılıp gidiyordu. Allah Teâlâ'nın aşksız adama ve cemiyete rızası yok.

İslam tarihi de böyle. Abbasilerin sonunda aşkı pörsüyünce yıkıldı. Türkler yepyeni bir aşkla temsil ettikleri dinini ancak Kanuni'nin zamanına kadar sürdürebildi. Aşk, yerini hikmeti kalmayan kabuk bilgilere terk edince o da bitti. Bugünlere yol açıldı.

Aşk, öyle bir şey ki; insan nasıl organlarının rahatsızlığını hissederse aşkın eksikliğini de kısmen sezmek ve içten eskimeye başladığı zaman “Ben aşkımı neden kaybediyorum?” diye sormak memuriyetindedir.

Velilerden İbn-i Semnun hazretleri minbere çıkıyor. Halka dönük aşkı anlatıyor. Gözleri boşlukta, ne yöne baktığı belli değil, büyük bir vecd içinde... O sırada nerden geldiği bilinmeyen bir kuş caminin içinden süzülüp geliyor. Semnun Hazretlerinin eline konuyor, gagasını tırnağına vuruyor. Kuşun gagasından incecik bir kan şeridi akıyor ve kuş oracıkta ölüyor.

İbn-i Semnun Hazretleri hadise karşısında buyuruyorlar ki; “Aşka ait kelimelerin bitkilere ve hayvanlara tesiri vardır, ancak gafil insana tesir etmez.” Bunu hiç unutmayalım. Aşk, her şey onda.

Muhammed Ümmeti aşkla cayır cayır yanan insanlardan oluşmuş bir ümmettir. İslam aşkla yayıldı, kılıçla yayıldı diyenler aldanır. Bir harpte mücahidlerden biri Bizanslılar tarafından esir ediliyor. Önünde darağacı, birçok silah arkadaşı asılmış. Tam idam edileceği sırada papaz geliyor mücahide diyor ki; “işte gidiyorsun!” Ve ölümü anlatıyor. “Sana beş dakika müsaade ediyorum. Sana hak dini (Hıristiyanlığı) telkin edeyim, bari kurtulmuş olarak git. Belki de affedilirsin” diye müjde de veriyor. Mücahidin cevabı insanı eritecek kadar müthiş... Diyor ki: “Beş dakikayı verdiğin için sana minnettarım. Bu beş dakika içinde asıl ben sana Hak Din İslam’ı telkin edeyim. Ben zaten kurtulmuş olarak gidiyorum, sende kurtulmuş olarak kal.” İşte aşk...

Atını diz boyu dalgalara sürüp, “Allah'ım önüme bu okyanusu çıkarmasaydın şanını daha ileriye götürürdüm.” diyen kumandanın hali.

Hz Ali (radıyallahu anhu) gibi ebedi gençlerin kılıçlarını tepelerine kaldırdıkları kâfir yüzlerine tükürünce hemen indirip; “Seni ben Allah için öldürecektim, şimdi ise nefsim karıştı.” diyen ulvilikler hep aşkın mahsulü.

Nihayet miraçta tecelli eden aşk hikmeti: Allah'ın Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrail'in (aleyhisselam) kanadında Sidretül Müntehaya kadar gider. Cebrail (aleyhisselam) der ki: ”Ben bundan bir adım ileriye gidemem, ilerleyecek olursam yanarım, kül olurum.” Allah'ın sevgilisi sorar; “Buradan ileriye neyle gidilir?” Cevap: “Aşkla”. Atar kendini nur çağlayanına ve Maksuduna ulaşır.


Aşkın ilk şartı ıztıraptır. Âşık ıztırap çekebilme kabiliyetine sahip olandır. Çünkü her oluş bir hummadır. Nasıl tohum çatlarken alev alev yanarsa, kaynayan su nasıl fokurdar ve inlerse, nasıl toprak altında kömür milyonlarca sene yatar kavrulup elmas olursa, oluş baştan aşağı böyle bir çile hummasından ibarettir. Hakiki âşık muztarib insandır. Daima olmaya çalışan, daima kendini aşmaya çalışan. Iztırap ve acı çekme kabiliyeti oluş hummasının biricik ifadesidir. Bağlanmakla şeref kazandığım Efendimden duydum ki; “Tasavvufta cansızlardan başlayan tekâmül akışı insan ve insandan öteye kadar gider. Cansızların ufku, yani son noktası mercandır. Mercan tıpkı bitki gibi kök atar, bitkileşmeye doğru gider. Bitkinin ufuk noktası hurma ağacıdır. Dişisinin üzerine abanarak tohumunu gönderir, hayvana yaklaşır böylece. Hayvanın ufuk noktası attır. Tıpkı insan gibi rüya görür. İnsan ufku ise sonsuzluk... İlahi marifet ve ebedi kemal... En büyük oluş, insandan öteye ilahi marifete geçen oluştur.” İşte aşk yaş ne olursa olsun bu kıymetleri birleştirendir.

Fuzuli bu ıztırabı Mecnun'un dilinden ve Kâbe’de “Yarab belayı aşk ile kıl aşina beni.” dizesi ile başlayan gazelde:
Az eyleme inayetini ehl-i derdden
Yaniki çok belalara kıl müptela beni
Aradığı bela, hep bela...
Ve devam eder.
Öyle zayıf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola götürmek saba beni.

Vâsıl olma hasretiyle o kadar zayıflamak istiyor ki; hafif esen sabah rüzgarı bile kendisini O'na götürsün.

Şeyh Galip, Hüsn'ün Aşk'a vasıl olmasını; Karanlık, ucu bucağı görünmeyen ormanı tek başına geçmeye, Yedi başlı ejderhayı öldürmeye, Kötü cadının kendisi için kurduğu tuzakları boşa çıkarmaya, ormanı geçtikten sonra ateşten deryayı, mumdan yapılmış bir gemi ile aşmaya bağlar. Adadaki sandığın içindeki kıymetleri getirip Aşk'a vasıl olacak.

Aşk olmasa bu tehlikelere katlanılır mı? Mürşit olmasa o ormandan çıkılır mı? İman olmazsa mumdan gemi ile ateş deryası geçilir mi? Bunlara sabredemeyen Aşk’a vasıl olur mu? Varın düşünün. Şair ne güzel demiş:

Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıl-ü kaal imiş ancak.

Sözü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in duası ile bitirelim. “Yarab kendi muhabbetini ve seni sevenin sevgisini ve beni sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini bana ihsan eyle! Sevgini soğuk sudan bana daha sevimli kıl.” Âmin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Şubat 2013 08:17

SÜNNET-İ SENİYYE

“Kim sünnetimi yaşarsa, beni yaşatmış olur. Beni yaşatansa beni sevendir, beni sevense cennette benimle beraberdir.” (Hadis-i Şerif)     

Sünnet; Hz. Peygamber’in, (Sallallâhu aleyhi ve sellem) dinin tebliği ve hayata aktarılması bağlamındaki söz ve fiilleridir.

Sünnet de, Hz. Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminden başlayarak, kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde, Kur’an-ı Kerim gibi bağlayıcıdır. Üstünlük, fazilet ve lafızların değişmezliği gibi hususlarda Kur’an’ın sünnete göre tartışmasız bir üstünlüğü var ise de, bağlayıcılık bakımından sünnet de tıpkı Kur’an gibidir. Bu noktada aralarında bir fark yoktur.

Kur’an’ın tefsiri, beyânı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merciî sünnettir ve bu bizzat Kur’an tarafından ortaya konmuş bir realitedir. Efendimiz’e (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ittiba ve itaati emreden, O’na muhalefetten sakındıran Kur’an ayetleri bu hususu tartışma götürmez bir kesinlikle ortaya koymaktadır.

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbii olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı  bağışlasın. Allah Gafur’dur, Rahim’dir. De ki: Allah’a ve O’nun Resûlüne itaat edin. Buna rağmen yüz çevirirlerse, hiç şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.”  (Ali İmran:31-32)

“Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, zaten Biz seni onların üzerine bir muhafız (bekçi olarak) göndermedik.” (Nisa:80)

“Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin ve Peygamber’e itaat edin ki merhamet olunasınız.” (Nur:56)

“Eğer (gerçek) müminler iseniz, Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin.” (Enfal:1)

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, artık ne mümin bir erkek ne de mümin bir kadın için işlerinde kendilerine başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Ve her kim Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse, artık muhakkak ki apaçık bir sapıklık ile dalalete düşmüş olur.” (Ahzab:36)

Kur’an’ı en doğru şekilde anlayan ve en ideal biçimde hayata aksettiren insan Efendimiz’dir.      Efendimiz’in (Sallallâhu aleyhi ve sellem) sünneti, O’nun yaptıkları ve söyledikleridir. Efendimiz’in sünneti, bu ümmetin takva ve verâ ehli ârif ve âlimleri tarafından sahabe döneminden itibaren muhafaza edilmiş ve gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar intikal ettirilmiştir.

Cüneyd-i Bağdadi; Efendimiz’in (Sallallâhu aleyhi ve sellem) yoluna ve sünnetine uymak ve onun izini takip etmekten başka bütün yollar insanlara kapalıdır. Çünkü bütün hayır yolları, sadece Efendimiz’e ve O’na tabi olanlara açıktır.

Zünnûn-u Mısri; Sadece dört şey, hakkında konuşulmaya değerdir. Bunlar; Celîl olan Allah Teâlâ’yı sevmek, zelil olan dünyadan nefret etmek, Kur’an’a tâbii olmak ve bu halin değişmesinin tehlikelerinden korkmaktır.

Allah Teâlâ’yı seven bir kimsenin alâmeti, Efendimiz’in (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkına, yaptıklarına, emrettiklerine yani sünnetine ittiba etmektir. Yani sevenin; ahlâkı, hali ve fiilleri güzel olur. Kalbi pâk ve selim olur. Kalbin selâmeti ile beraber salih amelleri olur.

Bişr-i Hafi: Bir gün Efendimiz’i (Sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyamda gördüm. O bana şöyle sordu: “Ey Bişr, neden Allah seni akranlarının üstünde bir mertebeye çıkardı biliyor musun?” Ben de: “Hayır ya Resûlallah, neden?” diye sordum. O da cevaben bana: “Sünnetime ittiba etmen, salihlere hizmet etmen, kardeşlerine nasihat etmen, Ashab’ıma ve Ehli Beyt’ime olan muhabbetinden dolayı seni ebrar kullar zümresine ilhak etti…” buyurdular.

Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olmanın yolu sünnete bağlılıktan geçer. Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ettiğimiz ölçüde Allah’a ve Resûlü’ne yakınız.

Ebu Muhammed Abdullah bin El-Menazil; Her kim farzlardan birini yerine getirmiyorsa mutlaka öncesinde sünnetleri terk etme musibetine maruz kalmıştır. Kim sünnetleri terk ediyorsa daha öncesinden bid’atları işleme musibetine uğramıştır, buyurmuştur.

Görüldüğü gibi sünnet, farzları koruyan ve bid’atlerden uzaklaştıran yegâne yoldur.

Efendim, Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni (Kuddise sırruh) Hazretleri: “Namaz kılsak, oruç tutsak, zekât versek Allah’ı razı edemeyiz. Ancak Resûlünü hoşnut edersek Allah’ı razı  ederiz. Çünkü bütün ibadetlerin bizde bir karşılığı vardır, sünnetin yoktur. Namaz bedenin şükrüdür, hac ömrün şükrüdür, zekât malın şükrüdür, oruç sıhhatın şükrüdür, sünnet ise aşkın şükrüdür.” buyurmuştur.

Ashab-ı Güzin hazeratı Efendimiz’e o kadar itina ile bağlanmışlar ki, bunun tarifi mümkün değil. Mesela İbn-i Abbas, Medine-i Münevvere’de bir binek üzerinde giderken, bir sokağın başında bineğin başını bir yöne döndürerek biraz durduktan sonra yoluna devam eder. Sebebini soranlara; “Ben, Resûlullah’ı bir kere gördüm, bir binek üzerinde giderken burada böyle yapmışlardı. Ben de bu sünneti öylece ihya ettim ki zâyi olmasın.” diye buyurur.

Şu halde, madem ki dünya ve ahiret saadetini arzu ediyoruz; keza insanlara, memleketimize ve Dîn-i İslâm’a hizmet etmek istiyoruz ve bu hizmetlerimizin Allah katında mahfuz kalmasını cümleten arzu ediyoruz; başka çare yoktur. Kur’an-ı Kerim’in ve Sünenât-ı Seniyye’nin hem zahir hem de batınıyla amel etmemiz lazımdır ve üzerimize farz-ı ayndır. Ta ki Allah ve Resûlü tarafında olabilelim. Onlar bize yar ve yardımcı olursa artık bizi yenecek ne bir kuvvet ne de bir devlet vardır. “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek yoktur.” (Ali İmran: 160)

Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve büyüklerimizin işaretleri ile yolumuz aydınlandı. Başka fikirlere dalmaya ve sair yollara sapmaya lüzum yoktur. Dinimizi ve kendimizi kurtarmayı gerçekten arzu ediyorsak, bugün mutlaka Kur’an-ı Kerim’e ve Sünenât-ı Seniyye’ye uygun bir yol ve bir mürşid-i kâmil bulmamız ve o yola bağlanmamız elzemdir. Başka da kurtuluş yolu yoktur. Tek yol Efendimiz’in (Sallallâhu aleyhi ve sellem) ayak izine tâbi olmak, O’nun şeriat-ı garrasının zahir ve batını ile amel etmek ve bir insan-ı kâmil elinde ahlâk-ı ilahi ile ahlâklanmaktır. Bu yapılmazsa insanın dünyaya gelmesi boşunadır ve son pişmanlık ta hiçbir fayda sağlamaz.

Efendim, Mevlânâ Hâce Yakûb-i Sâni Hazretleri (Kuddise sırruh) buyurdular ki: “Emir amir ile kaimdir. Farz Allah’ın farzı, sünnet Resûlullah’ın farzıdır.”  Yani bizim için bağlayıcılık açısından bir fark yoktur.Bu yüzden, biz Sünnet-i Seniyye’yi kurtuluşumuz için bir sığınak, bir melce olarak görüyoruz. Çünkü bu gelip geçici dünya hayatından bize düşen Allah Teâlâ’nın muradına uygun yaşamak ve O’nun rızasına ulaşmaktır. Bunun yolunu iki Cihan’ın Efendisi en güzel şekilde yaşayarak göstermiş ve öğretmiştir.

Hz. Ömer Şam’a geldiğinde, İslâm askerleri onu karşılamaya çıktılar. Hz. Ömer’in sırtında bir aba, ayaklarında nalın ve başında sarık olduğu halde devesinin yularından tutarak nehri geçiyordu. Birisi: “Ey Müminlerin Emîri! Keşke bir ata binseydin; çünkü seni karşılayanlar Şam’ın ileri gelenleridir. Buralarda büyük insanların deveye binmesi hoş karşılanmaz.  Eğer ata binersen Rumların gözünde daha büyürsün.” dedi. Hz. Ömer’in cevabı günümüz şaşkınlarına ve bizim izzet ve şerefi nerede aramamız gerektiğine güzel bir örnektir. “Biz Allah Teâlâ’nın İslâm’la aziz kıldığı bir milletiz. O’nun bizi kendisiyle şereflendirdiği İslâm’dan başka bir izzet ve şeref de istemiyoruz.”

Öyleyse hepimizin, sünnet hakkında konuşurken Allah Teâlâ’dan korkması ve Efendimiz’den gelebilecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O’nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 03 Aralık 2012 18:50

NEFS

Nefs; birçok mana ifade eder. Konumuz itibarı ile biz iki manası üzerinde duracağız.

A)Nefisten, insanoğlundaki şehvet ve öfke kuvvetini toplayan mânâ murâd edilir. Tasavvuf ehli çoğunlukla nefsi bu manada ele almışlar. Çünkü ehl-i tasavvuf nefisten, insanoğlunun çirkin sıfatlarını toplayan asıl ve esası kastederek: “Nefisle mücâhade etmek ve nefsi kırmak muhakkak lazımdır.” demektedirler. “Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının (kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir.” Hadis-i Şerif’i bu manaya işarettir.  

B) İnsanın hakikati olan latîfedir. Bu da insanın zatıdır. Bu manada nefs, mahmud ve güzeldir. Çünkü insanın zatı, Allah’ı (Celle celâluhu) ve diğer bilinenleri idrak eden hakikatidir.

Nefs varlık olarak bir tane olmakla birlikte, hallerinin değişmesi hasebiyle çeşitli sıfatlarla sıfatlanır.

1) Nefs-i Emmâre: Şehvetlerin isteğine ve şeytanın çağrısına itaat eden, baş eğen nefstir ki; hep kötü işleri ister, kötü işleri güzel görür ve kalbi devamlı o tarafa çeker. Ahiret derdi, ölüm düşüncesi, hesap korkusu, azap kaygısı yoktur. Sadece şehvetini ve rahatını düşünür. Bunları elde etmek için helâl-haram sınırı tanımaz. “Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak     Rabbi’min esirgediği müstesnadır.”  (Yusuf:53) âyeti bu sıfattaki nefsi tanıtır. Bunun tedâvisi ehlullahın gözetiminde samimi tövbe ve terbiyedir.  

2)Nefs-i Levvâme: Nefsin sukûneti tamam olmadığı, fakat şehvânî nefse karşı direndiği ve itiraz ettiği zaman, ona kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis denir. Bu aşamada önceleri işlediği günahlarda zevk alsa da, peşinden pişman olur. Kendisini kınar, yapmamaya karar verir. Ancak günah önüne gelince duramaz. İyilikler ile kötülükler arasında bocalar durur. Eğer nefs; ilahi rahmet ve manevi bir feyizle desteklenirse, bu halden kurtulur. “Kasem ederim pişmankâr nefse ki…” (Kıyame:2) âyeti bu nefse işaret eder.

3)Nefs-i Mülhime: İlham alan nefs demektir. Nefs tövbe ile günahların ağırlığından ve şehvetlerinden kurtulup itaate yönelirse, ilham ve feyiz almaya kabiliyet kazanır. Artık haramlardan kaçar ve hayırlara koşar. Ancak şeytan kalbine girmeye yol arar. Günah işletemezse bile ibadetleri ile kandırmaya çalışır. Kendini beğendirir, insanları küçük ve değersiz gösterir. Azaptan kendini emin görmeye başlar.  Mürşidi Kamil’in terbiyesi ve nezaretinde olmayanın, tehlikelerden beri kalması, çok uzak bir ihtimaldir.

4) Nefs-i Mutmainne: Huzur bulmuş, sükûnete ermiş, şek ve şüphesi kalmamış nefis demektir. Bu mertebe Allah’a (Celle celâluhu) dostluk yani velâyet mertebesidir. Nefs; mânevî tecellilere ulaşır, feyizlenir, her işte Allah’ın (Celle celâluhu) rızasını gözetir. İtaati süreklidir. “Ey mutmain olmuş (Allah ile huzur ve sukuna ermiş) nefs! Sen O’dan razı, O da senden razı olarak Rabbi’ne dön. Gir sâlih kullarım arasına; gir cennetime.”(Fecr: 27–30) âyetinin işaret ettiği nefstir. Yine bu ayette aşağıdaki üç sıfata da işaret vardır.

5)Nefs-i Râdiye: Allah’tan (Celle celâluhu) râzı olan, O’ndan gayri her şeyden geçen nefse denir.

6) Nefs-i Merdiyye: Yüce Allah’ın (Celle celâluhu) kendisinden râzı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle terbiye olmuştur ki, ne yapsa Allah (Celle celâluhu) rızasına uygun olur.

7) Nefs-i Kâmile: Kâmil, olgun, tertemiz, sâfî nefis demektir. Bu makamdaki nefs sahipleri, ilahi aşkı ve edebi en üst düzeyde temsil eden kutup insanlardır. Onlar Allah’ın (Celle celâluhu) yeryüzündeki delili ve Peygamber Efendimiz’in (Aleyhissalâtu ve’sselâm) gerçek vârisleridirler. Bütün güzel ahlâkları bünyelerinde toplamış nâdide şahsiyetlerdir. İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi, bu kâmil insanla buluşup ona benzemeye çalışmaktır. Bu yola giren ve kâmil insanı kendisine rehber ve örnek edinen herkes, derece derece nefsini terbiye edip Allah’a (Celle celâluhu) yakın olur.
İyi bilinmelidir ki, insanın eksiklik içinde olması, içinde bulunduğu gaflet halinden dolayıdır. Gaflet ise nefsin türlü afetlerinden doğar. Nefs daima hareket etme tabiatı üzere yaratılmıştır. Allah Teâlâ tarafından en büyük imtihanı olan sükûnete çağrılmıştır. Çünkü nefis, ancak sükûnete erip, kendi güç ve engellemesinden beri kaldığı ve Mevlâ’sına muhtaç olduğunu bildiği zaman istikâmet bulur. Nefs sükûnet bulduğu zaman, Allah’a (Celle celâluhu) muhtâciyet ve yakarışın alâmeti olan kalpteki gaflet perdesi kalkar, minnet ve fazilete ulaşır. Nefs tabiatına uyarak hareketliliği seçerse, o zaman imtihan ve adâlet gösterme lüzumu ile karşılaşır. İmtihanın başı, nefsin ihtilafa düşmesi, ihtilafa düşmenin başlangıcı ise muhalefet etmesidir. Nefsin yaradılış fıtratı; esas itibârı ile iki noktada toplanır. Bunlar hataya meyil ve açgözlülüktür. Hataya meyil, umumiyetle cehaletten, açgözlülük ise hırstan kaynaklanır. Hırs da nefsteki acelecilikten kaynaklanmaktadır. Bunun için buyrulmuştur ki: “Dünya sevgisi her günahın başıdır. Zühd ise her türlü tâat ve amelin kaynağıdır.”

Efendim (Kuddisesırruh) buyurdular: “Her türlü günah, gaflet ve şehvetin temeli-kaynağı kişinin nefsinden razı olmasıdır…” Şehvet ve gaflet günahın anahtarıdır.  Cebbar olan Allah Teâlâ, kullarını cehennemden dünyada tevbe, âhirette ise affıyla çıkarır. Allah Teâlâ önce cennete koyduğu Âdem’i (Aleyhisselâm) sadece bir zellesinden dolayı oradan çıkarmıştır. Bizler bu kadar günah ile görmeyi dahi başaramayacağımız cennete nasıl olurda girmeyi hayal ederiz?

Bir hadisinde Peygamber Efendimiz (Aleyhisselâtu vesselâm): “Cennet temizdir ve onda ancak temiz olanlar ikamet edebilir. Kullar, onun için temiz olduklarında, ona girerler.” buyurmuştur. Allah Teâlâ âyeti kerîmede: “Bekçiler onlara; size selâm olsun, temizlenmiş, hoş olmuşsunuz, haydi ebedi kalıcılar olarak ona girin derler.” (Nahl:32) buyurmaktadır. Cennet ehli temiz ve arınmış olmalıdır.

Çünkü Allah Teâlâ başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Ve Adn cennetlerinde temiz ve hoş meskenler.” (Tevbe: 72)

Efendim (Kuddisesırruh) buyurdular ki: “Fıkıhta terbiye görmemiş, eğitilmemiş bir köpeğin getirdiği av haramdır, yenmez. Ama eğitilmiş ise, av köpeği olarak yetiştirilmiş ise, bu köpeğin getirdiği av fıkhen helâldir, o av yenir...” İnsan nefsi de böyledir. Mürşid-i kâmilin tedrisatından geçmeyen, terbiye edilmeyen nefsin yaptığı tâat ve amellerin murdar olmasından korkulur. Çünkü bu amellerde ene olur, riya olur, dostlar alış-verişte görsünler olur.

Biz bize kalırsak, yalnız başımıza bu nefsin elinden kendimizi  kurtaramayız. Kusurlarımızı bize gösterecek, bize örnek olacak insan-ı kâmillere muhtacız. Bir taraftan kendimiz çalışıp, mücâhade edeceğiz. Nefse muhalefetle onun her dediğine tâbi olmayacağız. Diğer taraftan da Evliyaullahın yanına koşup, onlara hizmet ve muhabbetle bağlanacağız, feyz ve himmetlerini celbe çalışacağız. Ancak o zaman işimiz yoluna girebilir.

Günümüzde nefs ve şeytanın zehirlerine karşı en güçlü panzehir, Evliyaullah’ın sohbetleridir. Hak yolun yolcusu, sohbetten kaçmamalı ve Evliyaullah’tan ırak kalmamalıdır.

Sözün özü, “Elhamdülillah müslümanım.” derken samimi isek, cennete ve daha da ötesine talip isek, başka yolu yok, ölmeden önce öleceğiz. Nefsimizi terbiye ve tezkiye etmeye çalışacağız. Yukarıda geçti: “Ancak temizler cennete girer.”  Bu işi ancak, konusunda uzman, nefsi ve hallerini iyi bilen bir mürşid-i kâmilin gözetimi altında kalarak başarabiliriz.

Sonra mîzana götürdüğümüz av (amel ve tâat) - Allah korusun- murdar çıkmasın. Son pişmanlık fayda vermez.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort