JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazar, 24 Haziran 2012 02:39

“OKU”MANIN YERİ TEK KİŞİLİKTİR

-Oku!
-Ben okuyucu değilim…
Semanın kudsiyeti sıkı sıkıya bağrına bastı, öğlesine kavradı ki nefes kesildi. Hasret böyle buluşturur sevgilileri…

-Oku!
-Ben okuyucu değilim...
Tekrar bağrına bir çekiş çekti, sıkı sıkıya kavradı nefes yine bu muazzam kavuşmada kesildi…
-Oku!
-Ben okuyucu değilim…

Üç çokluğa işarettir. Üçüncü defa yine bütün heybeti, sevdasıyla sarıldı. İnsan öyle çarpıcı, muazzam, mutlu anlar yaşar ki nefesin ritmi bozulur, hızlanır, kesilir, durur. Nefes kesildi yine…

Önceden de gelmişti melekler peygamberlere, Meryem’e ya da Harut, Marut gibi kesilen cezanın bedelini ödemeye.

Cebrail kaç kere Sen’den önce azaba indi yeryüzüne. İbrahim yemek verince melekler yemediler, İbrahim korkmuştu hani ve demişti “Siz kime azaba geldiniz.” Belde ismi söylediklerinde “Ama orada Lut var.” demişti. Lut’un evinde sabahladılar. Lut’a “Sen ve ashabın gece arkanıza bakmadan çıkın bu şehirden.” dediler...  Harut ve Marut nefis verilerek yollandılar bu dünyaya, hile hurda öğretip durdular.

Cebrail Meryem’e Sana yakın sayılacak gibi geldi. Allah’ın kelimesini ilka etti. Ama sıra Sana gelince dostuna gelir gibi, sevdalısına gelir gibi, kardeşine gelir gibi geldi Cebrail. Sana nasıl sarılıyordu öyle. Nefesin gidip geliyordu.

Yetmedi Sana sarılmak, doyamadı Sana. Hani bir gelişinde göğsünü yardı, kalbin elindeydi. Göğsünün içine girmek dilediler. Sana Rabbin dostluk kapısını açmanın, nübüvvet kapısının kapanmasının işaretlerini veriyordu. Sonunda Rabbin ”Nübüvvet kapısını kapatın dostluk kapısını açın.” buyurdu.

Bundan değil miydi Selman’ın Senden söz aktarırken‘dostum Muhammed’ demesi. Ebu Zer ‘dostum Muhammed’ demiyor muydu?

Sen kimin elini tuttuysan o elini çekmeden Sen çekmedin. Kime sarıldıysan o kollarını bırakmadan Sen bırakmadın. Nefesin kesilmeseydi Cebrail hiç Seni bırakır mı idi?

-Oku!

Hira’dayken, Rabbinle taşların arasında düşüncelere, dertlere, çilelere dalmışken. Yaşantınla Rabbini çekerken kendine. Gecenin  karanlığı, Hira’nın  karanlığı kat kat. Sen bu siyahlığı Kâbe’nin örtüsü gördün. Kâbe’nin içinde kendine yolculuğa çıkmışken, kendini ararken, kendine çekilmişken tam okuma vaktidir.

Kâbe taştan yapıldı. Sen de bir ağacı, ovayı… Seçmedin. Yine Hira’ya geldin. İçine girdin. Yollar, tepeler aştın. Sanki Kâbe’nin içi saydın orayı. Kâbe taş, Hira taş.

“Oku”; Mekke’ye bir tepeden bakarken. Kâbe ne güzel gözüküyor. İnci, mercan gibi…
Rabbinin yazdığını oku ki o sürekli yaratarak yazar.

“Oku”; çünkü sen ümmisin. Sen insanlığın varlık sebebisin. Sen fıtratsın. Allah’ın yazısını sadece ümmiler okuyabilir. Sen tek dil bilirsin o da Allah’ın dilidir. Allah’ın dilini bilen hangi dili bilemez.

Okumaya Cebrail’in kucaklamasıyla, dostluğuyla, sevdasıyla başladın. Sevginin diliyle okumaya başladın. Sen ‘bir dil bir insandır.’ buyurmuştun. Şimdi anlıyorum dilleri.
Bak Hatice’n yine ter kan içinde elinde azığın Seni kendinle baş başa bırakma sevdasında. Biliyor Hatice’n Sen kendini açmaz isen yandık Ya Resûlallah.

“Oku” Hatice’n için.
“Oku” kardeşin Cebrail için.

Kâbe sızlıyor, ağlıyor içi hep put dolu aynı göğsümüz gibi. “Oku” Kâbe’nin özgürlüğü için.
Bak Mekke mahzun. Mekke bekliyor Medine’yi doğuracak. Sa’d bin Muaz Medine’de dertli dertli bekliyor. Nedir derdi bilemiyor.

“Oku” Medine ve içinde bekleyenler için.
Bak Bilal’in ne hallerde, kimlerin elinden Ebu Bekir’in kurtaracak onu.

“Oku” Bilal için

Dinle Cafer Sadık “ceddim”, Gazali’n “efendim” diye yalvarıyor. Ya Veysel’in ne halde, ya Selman’ın mekân bir mekân senin peşine düşmüş. Prensliği bırakmış Medine’de bir yahudinin kölesi olmuş.

“Oku” varlık sebebi olduklarının kurtuluşu için. Dostluk kapısını kapanmamak üzere aç ki gelebilsin, varabilsin dostların. Evini açmak için oku.

Bak zaman âhir. Gök demir, yer bakır. Ümmetin yetim. Yetimlerin içindeki yetimlerin yetimi Yakub’un. Seni zamanın ahirine yazmak istiyor. Sensiz bir yer görmeğe tahammülü yok.

“Oku” bütün yetim evlatların için, yaşadığını göstermek için.
Zamanın ahirine ağlama düştü. Oku ki gülsünler. Yetimlerinin Sen her şeyisin. İştiyakından Seni ağlatan evlatların onlar. Bak Yakub’unun yanında yöresinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlar Sana müştak. Seni görmek, Seninle beraber olmak istiyorlar. Oku ki Seni Yakub’un da görebilsinler. Yakub’un da Sana, onlar da hizmetiyle yarasına tuz basar. Aşkı seni her yerde görmek istiyor. Her yerde gördükçe de firakı artıp duruyor. Firakının acısına bir ortak bulur da nefeslenir biraz.

Sen okursan kendini, herkes Sen’den okuyacak Rabbini. Âlemlerin Rabbi’nin yazısı Sen’sin. O Sana yazdı. Bu yazı aşk ile okunur. Allah’ın yazı dili aşktır.

Bak melekler sana selât u selam ediyorlar. Âlem onların seâmını alman için yarışıp duruyor. Ne kutsal yarış bu böyle.

Öğret onlara, öğretmek için oku.

Rabbin bütün âlemi neden var etti cevabını bekliyor varlık. Âlemin Efendisi’ni bilmesi için, hizmetini sunabilmesi için oku.

Sen Rabbinin her şeyi niçin yaptığının nedeni ve muazzam cevabısın.

Sen Muhammed Mustafa’sın.

Sen ümmisin. Sen anasın. Âlemi taşıyan sensin. Kendini açmaz isen böyle taşların arasında kalırsan evlatların nasıl bilir kendilerini, Seni, Rabbini.

Sen kullarını Rabbine davet edeceksin. Allah’ı kullarıyla buluşturacaksın.

“Oku” Rabbine vuslat yolunu açmak için.

Rabbinin ismi Sen’in dilinden bir başka güzel ifade ediliyor. Rabbinin başkalığı için oku.
İbrahim’i, Meryem’i oku.

Senin dilinde isimleri, gönlünde sevgileri oluşsun. Herkes okumanla Sendeki yerini bilsin, bulsun.

Sen herkesin aslısın. “Oku” asla davet için.

Okunacak Sensin. Sen kendini oku ki âlem Seni nasıl okuyacağını bilsin. Sevgi dili en sade fakat en zor dildir.

Sen okumazsan âlem ne yapar.

Sen okumazsan insanlık ne yapar.

Sen okumazsan Hatice’n, Fatıma’n, Hasan’ın, Hüseyin’in ne yapar.

Şu kâinatın tatları, ziynetleri, izzetleri, cennetin efendileri ne hale gelir. Sen, Sen değilsin sadece, Sen her şeysin.

“Oku” var eden Rabbinin ismi için.

Güneşleri solmasın, nefesleri bitmesin.

Her güzel Senin izin, devamındır. Yaşamak, yaşatmak için okumak zorundasın.


Alak’tan yarattı Rabbin. Alak sevgi demektir ki o Sensin. Kalem ile insana bilmediğini öğretti Rabbin. Kalem akıl demektir, hüküm demektir ki o Sensin.

Senin hürmetine Senden var edilenlere Rabbini öğreterek buluşturmak için;

“OKU” yani evlatlarına aç kollarını.

Ey insanlık siz de okuyanı okuyun çünkü  “Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 18 Haziran 2012 00:08

CEVABINDAN KAÇILAN SORU BEN KİMİM?

İnsanın kendini bilmesi  “Elinden tutarlar kapı kapı dolaştırırlar.” ifadesiyle açıklanan seyrinin içinde gizlidir. İnsanı heyecana düşüren, aklını başından alıp kendini kemirmesini sağlayan, derdini tavan yaptıran gerçek, kendini aramasıdır. Ben kimim sorusunu her yıkılışta, her düşüşte, her sarhoş edici, korkutucu yükselişte insan kendine sorar. Nedir bu olanlar? Olanlar ne, ben neyim? Ne arıyorum bu işin içinde?
Birgün bir adam önde topluluk da arkasında koşuyormuş. Bu macerayı izleyen iki kişi birbiriyle konuşurken demiş birisi: “Bak şu adama koskoca topluluğu arkasına takmış peşinden koşturuyor...” Gülmüş ötekisi kahkahayla ve demiş, “Ben o adamı tanıyorum. O topluluğu peşine takıp götürmüyor, o kalabalıktan kaçıyor. Kalabalık onu kovalıyor...”
Her hadise içinde kıvranan bizlere, acı acı hatırlatır o muazzam soruyu ben kimim ve bu hadise ne? Ne arıyorum bu olayların içinde? Hep sorgulamadı mı gençlerimiz, ihtiyarımız büyük oyunların içinde piyon olduklarını öğrendiklerinde. ‘Kullanmışlar bizleri’ demediler mi? Kardeşi kardeşe kırdırttılar. ‘Ben birinin oyununa gelmişim birader.’ demedik mi alan alacağını aldıktan, hedeflerine vardıktan sonra. Her sorgulama, işkencelerden sonra neyin belirtileri idi büyük yıkılışlarımız, büyük sorgulamalarımız, büyük hesaplaşmalarımız. Eskiden sosyalisttik, ulu ırkın savunucuları idik, adaleti zenginlerin kasalarına yazacaktık… Bütün bunlar benim neyimdi? Ben neydim? Asıl soruya bizleri getirdi hadiseler. Ne yaptık. Kaçtık. Şimdi de demokratlık oynuyoruz.
Aslını bilmeyen insanların tutumlarını sergiliyoruz. Köyden indim şehre. Bu değil bizi gülünç duruma düşüren. Göç her zaman oldu dünyamızda. Yeniden kurulmaya çalışılan şehirlerimizin harsı, kültürü yoktu. Özenilen şehirler, şehirde komplekse kapılan köylüler. Birilerine benzemeye çalışanlar, onların hakir bakışından kimyaları bozulup kendilerini bilmeyenlere benzemeye çalışanlar. Öyle bir şeyi kaçırmıştık ki her şey yabanda kalmamıza neden oluyordu. Biz niye birlikte yaşıyorduk ve şimdi nasıl yaşamalıydık. Hayatımızın sorularını bile sormamıza izin vermedi zaman. Öyle hızlı aktı ki toplum çivisi çıktı zihnimizin. Cevap vermeyi bırak, soruları bile soramadık ki. Bizlerin yerine çağın akışından aklı şaşanların elleri uzandı hep mahremiyetimize. Neyimiz varsa bizi biz yapan horlandı, engel göründü çağdaş yaşamda! Türkülerimiz radyolardan, giysilerimiz şehirlerden, mânâmız bilimden, kültürden itildi. Dinimiz mağaralara kovalandı.
Şu an herkeste bir ümit var. Nereden kaynaklanıyor. Boş ver bir zulüm dönemi kapanıyor deniyor. Ağaca su ilkbaharda yürürse kalıcı olur. Yoksa kışın birkaç gün süren güzel bir güneşte açan çiçeklerin geleceği parlak değildir.
Herkes asıl sorudan, hayatın bizleri eze eze, kıra kıra, lime ede ede kapısına kadar getirdiği gerçekle yine yüzleşmekten kaçıyor. Ben kimim?
Hayat insanı ezer. İnsan da bu ezmeye tecrübe der. Ne de olsa bir yerimiz, raconumuz var yani, namusumuz mesela.
Tecrübelerini değerlendiriş kanmışlığının içindekiler, plan değişikliğini nizam değişikliği sananlar, dava için ölmeden er sayılamayacağına inanıp şimdilerde insanlara ekmek ulaştırmakla gurur duyma seviyesine gelenler, davalarının hiç bilmedikleri güçler tarafından yönlendirildiğini görüp ‘batsın bu dünya’ deyip mafya ayağına yatanlar… Biliyorum bilinçlenen (!) bir süreçte olur böyle kırılmalar, ak dediğine kara demeler, bıkkınlıklar, bükemediğin elleri öpmeler.
Olabilir fakat sahte inananın sahte düşmanın elindekilere özlem duyması... Düşmanın elindekileri elde etmeye başladığında düzelmeler var demesi kızdırıyor insanı.
Hey demokrasiyi geliştiremeyen, sivil toplum gidişine yol bulamayan, padişahın oğlu kalmadığı zaman nizam elden gidecek diyenlerin torunları, sendikaları, burjuvaları… Ancak dayak yedikten sonra dayak yediği için öğrenmeye çalışanların akrabaları, bizi biz yapan değerlerde ihmalkârlık gösterip anlayamadığı oluşumların kompleksine düşenlerin çocukları… Gelin asıl soruyu sorun. Cevaplayın demiyoruz sadece asıl soruyu sorun. Biz kimiz?  Eski, modası geçmiş oyuncaklarınıza tu kaka diyerek rahatlama ya da bilinçlendiğinizi! Söylemenize izin yok. Yeni oyuncaklara tutunmayı ilerleme diye telkin etmeyin. Çünkü en büyük yalan insanın kendini kandırmasıdır. Kendini bilmemek insanı yüzeyleştirir.
Bizi şaşkına çeviren batı denen ucubeye bakarsak; kendini tanımlamaya tarihsel sürecindeki gelişmesiyle cevap veren bir topluluk görürüz. Batı bir cevap vermiştir hayat tecrübesiyle. Söyleyeyim sizlere tecrübe insanın ‘ne’liğine cevap veremez. Neyim diye sormasına kadar götürür insanı. Ancak kapıya götürebilen nesnelerle kapıdan içeri girilmez. Şahı Nakşibendî buyurmuş ya o zamanın âlimlerine: “İmanınızı kapıda bırakın içeri öyle girin.” diye.
Bizler cevap değil, daha soruyu sormaktan korkanlar yüzeysellik boğulmuşluğunda kompleksli yaratıklar ve soruya kibir ve gururuyla sarhoşluk içinde verilen edepsiz cevapların çocukları batılılar. Bir de bu aymaz ortamda bunların aralarında yer bulmaya çalışan inanan erler!
Gelin bu yalana son verelim. Gelin kendimiz-le derinlerde yüzleşelim. Yüzleşmeden gerçekleri savunanlar yarınların zalimleri olurlar.
Din insanın kim olduğuna Allah’ın verdiği cevaba denir. Şeriat ise bizim, toplum oluşumuzun gerekliliğine cevabıdır âlemleri çekip çevirenin. Ne olduğumuza verilen cevaptan korkmadan âlemlerin Rabbini dinlemek selamettir. Gelin cevaplarımızı yaratanımızdan alalım.
Bizi yalanlar bulamasın Ya Rab! Bizi yalancılar bulamasın Ya Rab! Bizleri Sen bul, Seni de bizlere buldurt Ey Erham-ur Rahimin.
Biz bizi ancak Seninle bulabiliriz. Kendimizi kandırmamıza izin verme. Bizi bize kaçamayacağımız bir şekilde duyur Ya Rab!
Yalanın özü âlemlerin Rabbinden işitilmeyen söz, Hazreti Cenabı Muhammed’e uğramayan arayıştır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 02 Haziran 2012 19:22

İTAATSİZ İBADET İNSANI NEREYE GÖTÜRÜR?

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”. Zariyat 56

Demek ki insan Allah’a hizmet için var. Kulluk için var. Peki, kulluk nasıl yapılır? Kul kimdir? Kul kime denir?

İslam aklı çözücü olarak görmez, takip edici, bağlayıcı olarak tarif eder. Kulluk bizim çözeceğimiz bir vasıf değil kulları bulup onları takiple elde edebileceğimiz bir nimet-i uzmadır.

Abdülhakim Hüseyni Hâce Hazretlerine rabıta tarifinde “Şah-ı Hazneyi önünden yürür kabul et ve Onların izlerini takip et” diye buyurmuşlar sonra da Hâce Hazretlerine Ako demişlerdir. Yani akıllı. Bizler bu ifadeyi mükemmel takipçi diye anlıyoruz.

Peki, o zaman kulluk yapmak için, yaradılış gayemi gerçekleştirmek için kimi takip edeceğim, kimi örnek alacağım. Aklımı nasıl kullanacağım.

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” İsra 1

“Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kul! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.”Sad 30

“Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyub'u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. ne güzel kul! Daima Allah'a yönelirdi.”Sad 44

Hiçbir varlığa nasip olmayan bir yolculuk. İsra ve miraç. Böyle önemli bir yolculuğa çıkarılan Efendimizin vasfı ne olarak açıklanıyor; kul.

Muhteşem bir saltanat ve tasarruf içinde Allah’a kulluğunu gerçekleştiren birisi Süleyman aleyhisselam ne diye bizlere bildiriliyor; ne güzel kul.

Sabrı çatlatan birisi, sabırda timsal. Ne diye bizlere bildiriliyor; ne güzel bir kul.

Demek ki yaradılış gayemiz kulluğun nasıl yapılacağını, Allah’ın kullarının kimler olduğunu, takip edeceğimiz varlıkların kimler olduğunu Rabbimiz bizlere bildiriyor. Efendimiz her yönden örnek ( üsvet-ul hasene ) olduğundan abd-i kâmildir. Onun dışındaki herkes belli vasıflarıyla kulluğa örnektir. Öteki peygamberlere “ne güzel kul “ denmesi bak sana bu konuda ne kadar da benzemişler manasındadır.

Peki, bu kullarla ilişkimiz nasıl olacak hangi düzeyde gerçekleşecektir. Kulluğu bu şahıs-ı ekberlerden nasıl tedarik edeceğiz ve öğreneceğiz.

“Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de bağışlanmayı dileseler, Resul de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”Nisa 64

Allah bizleri nasıl kulluk için yani Resullerine benzemek için var ettiyse, Resullerini de bizler onlara itaat edelim diye bizlerle buluşturdu. Resullerle ancak mutlak itaatle buluşulur, ilişkiye girilebilir. Kulluk Resullerden ancak itaatle alınabilir. Burada Hâce Hazretlerinin “kulluk mutlak itaatten” ibarettir ifadesini hatırlamamız her şeyin en ince tarifinin nasıl yapılabileceğini bizlere göstermesi açısından bir şanstır.


İtaat kulluğu öğrenmenin ana yoldur. Eğer itaatsiz bir ibadet tarif edilecekse düşeceğimiz durum şu haldir;

“De ki: Allaha ve Peygambere itaat edin; eğer aksine giderlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez” Al-i İmran 32

Küfrün itaatsizlik olarak tarifini bugün sadece Kuran yapmaktadır.

“Ey o bütün iyman edenler! Allaha itaat edin ve Resule itaat edin de amellerinizi ibtal eylemeyin” Muhammed 33

Bugün görünürde Müslümanların bir şeyler yapmaları fakat işlerinin hep verimsiz olması nedendir. Ameller niçin boşa çıkmaktadır? Kuran bunun nedeninin Onlara karşı edepsizlik yapılmasını olarak gösterir.
“Ey o bütün iyman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden üstün kaldırmayın ve ona birbirinize bağırır gibi iri söylemeyin! Haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir” Hucurat 2

Kim peygamberiyle ilişkisindeki ilişki düzeyini Allah’ın irade ettiği seviyeye getirmeye çalışmaktadır? Sesinin tonu bütün amellerinin yok olmasına neden oluyorsa ya fikirlerin, inancın… Kim inancın, fikirlerin sesi yoktur diyebilir.
Ona sırtını dönmek küfür, Onu kendi vücut ülkende birinci yapmaman amellerinin yok olmasına sebeptir.

“Çünkü Allah ve Resulüne eza edenler muhakkak ki Allah onları Dünyada ve Âhırette lâ'netlemiş (rahmeti sahasından koğmuş) ve onlara pek hakaretli bir azâb hazırlamıştır” Ahzab 57

Sünneti hafife almak O’na eziyet değimlidir? Ashabını sevmemek O’na eziyet değimlidir? Ehl-i beytini bulmamak O’na eziyet değimlidir? Kim olursan ol O’nu incitirsen lanete uğrarsın. Hem burada hem orada hem her yerde lanet peşini bırakmaz. Yani âlemlerin rahmetinden mahrum kalırsın.

Resullere bugün elçi denmektedir. Elçi elin adamı demektir. Elçinin kendisi değil getirdiği haber önemlidir. Resul ise bizlere kendisi gönderilendir. Bizlere Onlar gönderilmiştir.

“Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” Şuara 108

“Gelin Allahdan korkun ve bana itaat edin” Şuara 126

Resul bizleri bekleyen değildir sadece. Açıktan bizleri kendisine davet eder. Kendisine itaat etmeye davet eder. Kendisine itaat edeceğimiz bir insan nasıl elçi olabilir. Ancak bir Resul olabilir.

“Kim Resule itaat ederse Allaha itaat etmiş olur, kim de yan bükerse üzerlerine seni gözcü de göndermedik” Nisa 80

İtaat insanın yine bir insanda gerçekleştirdiği bir fiildir. İnsan insana itaat eder fakat Allah’a itaat emiş olur. İbadetin insanın yine bir insanda gerçekleştiği yönüne itaat denir.

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Al-i İmran 164


Kitabı, hikmeti öğrenmemiz ona itaatten geçer. Temizlenmemiz ona itaatten geçer. Kâinat kitabının bizlere bildirilmesi ona itaatten geçer.

Kitapla aramızda onun öğreticiliği vardır. Hikmetle aramızda onun öğreticiliği vardır. Temizlenmemiz ancak onunla mümkündür. Allahın müminlere büyük lütfu ancak O’dur. O yoksa bizlere kalan apaçık bir sapıklıktır.

Peki, itaat bizlere neler kazandıracaktır. Kulluğumuzu gerçekleştirmede bizlere nasıl yardımcı olacaktır.

Rahmete ulaşmayı;
“Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.”Al-i İmran 132

Rahmet-el âlemin olan şahs-ı ekbere ulaşabilmek, kavuşabilmek ancak itaatle mümkündür. Bizim kavuşacağımız, bizim için hedef onların kendileridir. Onlar birer araç değil bizler için hedeftirler. Bizim rahmetimiz Resullerdir.

Bu günlerde çok büyük ihanetler yaşıyoruz. Bugünlerde çok acımasız, alçakça saldırılara maruz kalıyoruz. Ey Allah’ım bizleri vesile kıl sevmediğin her şeyi ortadan kaldırmaya sevdiklerini sahnenin önüne getirmeye. Ya Rabbi bil ki bizler sevdiklerinin meftunuyuz. Son anımıza kadar onların hizmetkârlığında olmak istiyoruz. Her türlü hizmeti senin yardımına güvenerek, senin yol göstermene tevekkül ederek yerine getirmeye hazırız. Yeter ki senin sevgililerin yani kulların doğru anlaşılsın. Yani Sen bilin Ya Rabbi.

Hidayete ermeyi;
“De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir.” Eğer ona itaat ederseniz, hidayete erersiniz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır. Nur 54
Hidayete eremeyen O’nu kabullenemeyen, O’na itaat etmeyenlerdir. O seni sevebilir bu Onun büyüklüğüdür. Onun seni sevmesine sen itaatle karşılık verirsen hidayet açığa çıkar. Fakat O seni sever  sen O’na itaat etmezsen;

“Doğrusu sen sevdiğine hidâyet veremezsin ve lâkin Allah, kimi dilerse hidayet verir ve hidayete irecekleri o, daha iyi bilir” Kasas 56

En güzel yol arkadaşlarıyla buluşmayı;
“Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır “ Nisa 69

İtaatsiz ibadet hem bizleri küfürden kurtarmaz, hem amellerimizi koruyamaz, hem de her iki yaşam yerinde de üzerimize lanetin gelmesine mani olamaz.

Bütün güzellikler Hazreti Muhammed’e itaat ve tabi olmakla, bütün çirkinlikler ve kötülükler O’nu unutmak ve O’na sırtını dönmekle açığa çıkar.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - ŞUBAT 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Pazartesi, 02 Haziran 2014 14:27

HÜRRİYET

Evvela hürriyet ile özgürlüğü aynı anlamda kullanmadığımızı belirtelim. Günümüzde özgürlük, “Kişinin kendi sınırları içinde kalmak şartıyla, sınır tanımaksızın yaşamasıdır.” İnsanlık tarihi, “Temel Hak ve Özgürlükler Beyannamesi”nin kabulünden önce birbirleriyle savaşmayı, birbirlerinin ellerindekini almayı özgürlük sayıyordu. İnsan tecrübesinin vardığı son noktada ise özgürlük; birileri ile savaşmadan, birilerinin ellerindekine göz dikmeden, bireysel alanda herkesin dilediği şekilde yaşamasıdır. Bu durumda başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tecavüz edilmediği sürece, hesap verme söz konusu olmaz. Batılı ve batı taklitçisi insanı, bencil, acımasız, menfaat düşkünü ve sömürgen yapan bu özgürlük anlayışıdır. Bunun örneklerini çevremizde çokça görmek mümkün. Irak’ta sözde özgürleştirme adına yapılanlar hepimizin malumudur.

Bireysel anlamdaki bu sınır tanımaz özgürlük anlayışını İslâm, “nefsü hevaya kulluk” olarak tarif eder. Efendimiz’in (sav)  “Hevasını benim getirdiğim ölçülere uydurmayan iman etmiş olmaz.” buyurduğunu hatırlarsak, böyle bir özgürlük anlayışının Müslümanlar için geçerli olmadığını anlarız.

İman; ilâhî teklifi kabulleniştir ve özünde feragat vardır. Nefs-i emmârenin taleblerini, dünyanın aldatıcı süslerini terk etmek gerekir. İslâm uleması, zulmü; kişinin Allah (cc) hukukuna, kul hukukuna ve kendi nefsine zulmü olmak üzere üç sınıfa ayırmıştır. Kişinin başkasına zarar vermeden işlediği her çeşit günah üçüncü sınıfta yer alır. İşte bu nokta, Müslümanın hürriyet anlayışı ile modern mânâda özgürlük anlayışının farklılaşma, ayrışma noktasıdır.

Eşyaya ve olaylara, İslamî pencereden bakma anlayışımız dumûra uğratıldığından, hürriyet anlayışımız da bozulmuş. Mânâ bozulunca kelime de değişmiş; hürriyet, özgürlük olmuş. O zaman nedir hürriyet?

Hürriyet; Allah’tan (cc) başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Yani kendi nefsi veya başkalarının hesabına değil; söz, hareket, niyet ve özde yalnız Allah (cc) hesabına olmaktır. Umum işlerde sebeblere değil, Müsebbib’e dayanmak, kul için ilk kurtuluş kapısıdır.

Hâce Hazretleri (ksa) sohbetlerinde, üstadlarından naklen sık sık buyururlar; “Bizim görevimiz çözmek ve bağlamaktır.” Hürriyetin en güzel tanımı da kanımca budur. Çözmekten maksat, sizleri nefislerinizin arzu ve isteklerinden, dünyanın aldatıcı süslerinden, makam ve mevkilerinden kurtarmak, bunlarla olan irtibatınızı, bağlarınızı çözmek; bunun neticesi olarak da sizleri Allah’a (cc) bağlamaktır.

Hepimiz “esfele sâfilîn” denilen dünyada yaşıyoruz. Yaşamın gereği olarak da mâlî, ahlâkî, ve siyâsî olaylarla iç içeyiz ve onların tesiri altındayız. Bunlardan kendi hoşumuza giden, menfaatlerimize uygun olanları benimsiyoruz. Hükmü, hissiyatımız ve dünyevî menfaatlerimiz doğrultusunda veriyor sonra da hükmümüze uygun deliller arıyoruz. Dayandığımız deliller ışığında, şu veya bu cemaate bağlanıyor, şu veya bu hareketin güya hür tercih edicisi oluyoruz. Aslında hissiyatımızın ve menfaatlerimizin esiri oluyoruz da farkına bile varmıyoruz.

Kur’ân-ı Kerim; üç kişinin şahsında üç önemli noktayı nazara vererek, bunlara çok dikkat etmemiz gerektiğini buyuruyor. Bunlara kölelik yapmamamızı emrediyor. Firavun’un şahsında iktidar sahiplerine, Karun’ un şahsında sermayeye, Bel’am’ın şahsında da din sömürücülerine karşı uyanık olmamızı emrediyor. Günümüzde üçüncü sınıf çok sinsi ve tehlikeli. Çünkü bizde araştırma, hakikati arama gayreti yok. Düşünme zaten yok. Dolayısıyla imanımızı ve dinimizi bir şekilde birilerine ısmarlamış durumdayız. Dinimiz birilerinin elinde esir. Artık kimi seversek, menfaatlerimize, çıkarlarımıza neresi, hangi cemaat uyarsa, o cemaatin dininden oluyoruz. Bu cemaatin yaptıkları İslâm’la ne kadar bağdaşıyor, yanlışları yok mu, diye bakmıyoruz. Evet! Bel’am bin Baura’da çok salih bir zâttı. Derler ki; o kadar âlim ve sâlih bir zâttı ki ondan açığa çıkan ilimleri ve hikmetleri yazmak için bin tane katibi vardı. Dini, nefsü hevası ve dünyevî istekleri için araç yapınca geldiği noktayı Cenâbı Hak şöyle nazara veriyor. “Onlara şu kimsenin haberini de oku ki, kendisine ayetlerimizi verdik de (o inkâr ederek) onlardan sıyrılıp çıktı; bunun üzerine şeytan onu peşine taktı; böylece azgınlardan oldu. Halbuki dileseydik onu onlarla (verdiğimiz ayetlerle) elbette yükseltirdik; fakat o, dünyaya meyletti ve nefsinin arzusuna uydu. İşte onun misali, köpeğin misali gibidir. Üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, onu bıraksan da dilini çıkarıp solur.” (Araf/175-176)

Hürriyeti elde etmek için hür insanlara ve onların talim ve terbiyelerine ihtiyaç vardır. Hür insanın olmadığı yerde hürriyet olmaz, din/iman da olmaz. Hür insan; nefsin arzu ve isteklerinden sıyrılmıştır. Şeytanın hile ve desiselerine aldanmaz. Her hâl ve kârda Rabbi’ne kulluk vazifesini yerine getirir. Hiçbir şey onun Rabbi’ne karşı olan kulluğuna mani olamaz. Böyle güzîde zâtlar, şahsiyet sahibi, aklı ve imanı hür kimselerdir. Bu zâtı akdesler tanınmadıkça iman da İslâm da anlaşılmaz.

Hür olmanın tek yolu, hürriyeti elde etmiş mânâ erlerinin talim ve terbiyesi altına girerek, şahsiyetimizi, kimliğimizi oluşturmaktan geçer. Şahsiyet tamamen ahlâkî değerlerden oluşur. Merhamet ve adalet duygusu, şeref ve haysiyet duygusu, sevgi ve hakikat aşkı gibi ahlâkî değerlerin toplamı şahsiyeti oluşturur.

Bizlere bu ahlâkî değerleri aşılayarak kimliğimizi kazandıracak, mesuliyet şuuru oluşturacak insan lazımdır. Bizleri, her türlü dünyevî menfaatten yüz çeviren Efendimiz (sav) gibi “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz yine de bu davadan vazgeçmem.” diyen mânâ erleri kurtaracaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 16:22

HÜRRİYET

Evvela hürriyet ile özgürlüğü aynı anlamda kullanmadığımızı belirtelim. Günümüzde özgürlük, “kişinin kendi sınırları içinde kalmak şartıyla, sınır tanımaksızın yaşamasıdır.” İnsanlık tarihi “Temel Hak ve Özgürlükler Beyannamesi’nin” kabulünden önce birbirleriyle savaşmayı, birbirlerinin ellerindekini almayı özgürlük sayıyordu. İnsan tecrübesinin vardığı son noktada ise özgürlük; birileri ile savaşmadan, birilerinin ellerindekine göz dikmeden, bireysel alanda herkesin dilediği şekilde yaşamasıdır. Bu durumda başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tecavüz edilmediği sürece, hesap verme söz konusu olmaz. Batılı ve batı taklitçisi insanı, bencil, acımasız, menfaat düşkünü ve sömürgen yapan bu özgürlük anlayışıdır. Bunun örneklerini çevremizde çokça görmek mümkün. Irak’ta sözde özgürleştirme adına yapılanlar hepimizin malumudur.

Bireysel anlamdaki bu sınır tanımaz özgürlük anlayışını İslam, “nefsü hevaya kulluk” olarak tarif eder. Efendimiz’in (sav) “Hevasını benim getirdiğim ölçülere uydurmayan iman etmiş olmaz.” buyurduğunu hatırlarsak, böyle bir özgürlük anlayışının Müslümanlar için geçerli olmadığını anlarız.

İman; ilâhî teklifi kabulleniştir ve özünde feragat vardır. Nefsi emmarenin taleblerini, dünyanın aldatıcı süslerini terk etmek gerekir.
İslam uleması, zulmü; kişinin Allah (cc) hukukuna, kul hukukuna ve kendi nefsine zulmü olmak üzere üç sınıfa ayırmıştır. Kişinin başkasına zarar vermeden işlediği her çeşit günah üçüncü sınıfta yer alır. İşte bu nokta, Müslümanın hürriyet anlayışı ile modern mânâda özgürlük anlayışının farklılaşma, ayrışma noktasıdır.

Eşyaya ve olaylara, İslamî pencereden bakma anlayışımız dumura uğratıldığından, hürriyet anlayışımız da bozulmuş. Mânâ bozulunca kelime de değişmiş, hürriyet, özgürlük olmuş. O zaman nedir hürriyet?

Hürriyet; Allah’tan (cc) başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Yani kendi nefsi veya başkalarının hesabına değil; söz, hareket, niyet ve özde yalnız Allah (cc) hesabına olmaktır. Umum işlerde sebeblere değil, Müsebbib’e dayanmak kul için ilk kurtuluş kapısıdır.

Hâce Hazretleri (ksa) sohbetlerinde, üstadlarından naklen sık sık buyururlar; “Bizim görevimiz çözmek ve bağlamaktır.” Hürriyetin en güzel tanımı da kanımca budur. Çözmekten maksat, sizleri nefslerinizin arzu ve isteklerinden, dünyanın aldatıcı süslerinden, makam ve mevkilerinden kurtarmak, bunlarla olan irtibatınızı, bağlarınızı çözmek, bunun neticesi olarak da sizleri    Allah’a (cc) bağlamaktır.

Hepimiz “esfele safilin” denilen dünyada yaşıyoruz. Yaşamın gereği olarak da mâlî, ahlâkî, ve siyasî olaylarla iç içeyiz ve onların tesiri altındayız. Bunlardan kendi hoşumuza giden, menfaatlerimize uygun olanları benimsiyoruz. Hükmü hissiyatımız ve dünyevî menfaatlerimiz doğrultusunda veriyor sonra da hükmümüze uygun deliller arıyoruz. Dayandığımız deliller ışığında, şu veya bu cemaate bağlanıyor, şu veya bu hareketin güya hür tercih edicisi oluyoruz. Aslında hissiyatımızın ve menfaatlerimizin esiri oluyoruz da farkına bile varmıyoruz.

Kur’ân-ı Kerim; üç kişinin şahsında üç önemli noktayı nazara vererek, bunlara çok dikkat etmemiz gerektiğini buyuruyor. Bunlara kölelik yapmamamızı emrediyor. Firavun’un şahsında iktidar sahiplerine, Karun’un şahsında sermayeye, Bel’am’ın şahsında da din sömürücülerine karşı uyanık olmamızı emrediyor. Günümüzde üçüncü sınıf çok sinsi ve tehlikeli. Çünkü bizde araştırma, hakikati arama gayreti yok. Düşünme zaten yok. Dolayısıyla imanımızı ve dinimizi bir şekilde birilerine ısmarlamış durumdayız. Dinimiz birilerinin elinde esir. Artık kimi seversek, menfaatlerimize, çıkarlarımıza neresi, hangi cemaat uyarsa, o cemaatin dininden oluyoruz. Bu cemaatın yaptıkları İslam’la ne kadar bağdaşıyor, yanlışları yok mu, diye bakmıyoruz. Evet! Bel’am bin Baura da çok salih bir zattı. Derler ki; o kadar âlim ve salih bir zâttı ki ondan açığa çıkan ilimleri ve hikmetleri yazmak için bin tane katibi vardı. Dini, nefsü hevası ve dünyevi istekleri için araç yapınca geldiği noktayı Cenâbı Hak şöyle nazara veriyor. “Onlara şu kimsenin haberini de oku ki, kendisine ayetlerimizi verdik de (o inkâr ederek) onlardan sıyrılıp çıktı; bunun üzerine şeytan onu peşine taktı; böylece azgınlardan oldu. Halbuki dileseydik onu onlarla (verdiğimiz ayetlerle) elbette yükseltirdik; fakat o, dünyaya meyletti ve nefsinin arzusuna uydu. İşte onun misali, köpeğin misali gibidir. Üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, onu bıraksan da dilini çıkarıp solur.” (Araf/175-176)

Hürriyeti elde etmek için hür insanlara ve onların talim ve terbiyelerine ihtiyaç vardır. Hür insanın olmadığı yerde hürriyet olmaz, din, iman da olmaz. Hür insan; nefsin arzu ve isteklerinden sıyrılmıştır. Şeytanın hile ve desiselerine aldanmaz. Her hâl ve kârda Rabbi’ne kulluk vazifesini yerine getirir. Hiçbir şey onun Rabbi’ne karşı olan kulluğuna mani olamaz. Böyle güzide zâtlar, şahsiyet sahibi, aklı ve imanı hür kimselerdir. Bu zatı akdesler tanınmadıkça, iman da, İslam da anlaşılmaz.

Hür olmanın tek yolu, hürriyeti elde etmiş mânâ erlerinin talim ve terbiyesi altına girerek, şahsiyetimizi, kimliğimizi oluşturmaktan geçer. Şahsiyet tamamen ahlâkî değerlerden oluşur. Merhamet ve adelet duygusu, şeref ve haysiyet duygusu, sevgi ve hakikat aşkı gibi ahlâkî değerlerin toplamı şahsiyeti oluşturur.

Bizlere bu ahlâkî değerleri aşılayarak kimliğimizi kazandıracak, mes’uliyet şuuru oluşturacak insan lazımdır. Bizleri, her türlü saadetten yüz çeviren Efendimiz (sav) gibi “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz yine de bu davadan vazgeçmem.” diyen mânâ erleri kurtaracaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort