JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 16 Ocak 2014 15:51

DOST VE DÜŞMAN

“O gün takva sahipleri müstesna, dost olanlar birbirlerine düşmandır. Ey benim ayetlerime iman edip de Müslüman olan kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahzun da olmayacaksınız.’’ (Zuhruf/67-68)

Dünya hayatında, Allah’a (cc) isyan etme yolunda birbirlerine dost olanlar, kötülük etrafında birleşenler, birbirlerini dalalete ve sapıklığa yöneltenler, kıyamet gününde birbirlerine düşman olacaklar, her biri diğerlerinden beri olduğunu söyleyecektir. Sapıklığın sorumluluğunu, isyan ve kötülüğün akıbetini birbirlerinin üzerine atarak birbirleriyle çekişen, lanetleşen düşmanlara döneceklerdir.

Evet, o gün dünyada arkadaşını, Allah Teâlâ’ya ibadet ve tattan alıkoyan, emir ve nehiylere uymaktan uzaklaştıran, Allah’ın (cc) sohbet ve zikrinin yapıldığı meclislere devam etmeyi engelleyen, masiyet ve gaflete sevk edenler birbirlerine düşman olurlar. Yani orada geçer akçe olan salih amellerde bulunmaya mani olan kötü dostlara uymuş olan kötü arkadaşlara düşman olacaktır. Birbirlerine “Sen benim helak olmama sebeb oldun.’’ diyerek buğz ve adavet göstereceklerdir.

Ancak Allah’tan (cc) korkanların arasındaki dostluk, bu hale gelmekten müstesnadır. Onların dostluğu kıyamette de devam edecektir. Zira onlar halkı; selamete, Allah’ı (cc) bilmeye ve bulmaya, ahlakı hamideye, aşk ve muhabbete davet ettiklerinden doğal olarak bu felaketlerden ve musibetlerden berîdirler.

Allah (Azze ve Celle) için olmayan ahbablık ve dostlukların kıyamet günü buğz ve düşmanlık nedeni olacağı gibi, Allah (cc) için olan ahbablık ve dostlukların da bağışlanma sebebi olacağı aşikârdır.

Ashab-ı Kiram; “Ya Resûlullah! Biz kimlerle konuşalım?’’ diye sual etmişler. Efendimiz (sav); ‘’O kimselerle konuşunuz ki; zikrederseniz o daha ziyade sizi zikre teşvik eder, emirleri terke ve günaha düşerseniz sizi men etmeye çalışır.’’ Bir başka hadis-i şerifte de “ Kişi dostunun dini üzerindedir. Bu bakımdan sizden herhangi biriniz kiminle dostluk yaptığını iyice düşünüp tetkik etsin.’’ buyrulmaktadır.

Böyle bir arkadaştan daha büyük bir arkadaş olmaz ve bunların yapacağı iyilikten daha büyük bir iyilikte yoktur. Bu şekilde ahbab ve ihvan olanlar, daima Mevla’nın sohbetinin yapıldığı meclislerde, zikir halkalarında karşılaşmak isterler. Birbirlerine bu noktada yardımcıdırlar.

Evliyâullahın sohbet meclisleri ve zikir halkaları, nefsin terbiye ve tezkiyesine, af ve mağfiret olunmaya en büyük vesiledir. ‘’Ey inananlar Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın.’’ (Maide/35)

Muhabbet ve sohbet dini anlama ve yaşamada vazgeçilmez bir unsurdur, hayat kaynağıdır. Hayır, muhabbet ve sohbetin cemindedir. Marifetullah ancak sohbet ile elde edilir. Ashab-ı Kiramın büyüklüğü sohbetin önemine kâfi delildir. Nitekim Hz. Mevlana şöyle buyurmaktadır; “Allah (cc) adamları ile bir an sohbet, yüzyıl yapılan riyazattan daha hayırlıdır. Allah (cc) erlerine tabi olarak sohbetlerinde bulunmak insanı Allah’a (cc) layık ve vasıl eder.”

Allah Teâlâ’nın yeryüzünde zikir ehlini arayan melekleri vardır. Melekler zikir halkalarını kuşatır. Bilahare Allah’ın (cc) huzuruna giderek yeryüzünde gördüklerini arz ederler. Cenab-ı Hak; hasbelkader meclise gelenleri, o meclisteki zikir ehli hürmetine bağışlar. Hâce Hazretleri (ks) buyurdular; “Geçmiş ümmetlerin günde bir defa tevhid etmelerine müsaade edilmişti. İşledikleri her günah hanelerine karşılığı olan ceza verilmek üzere kaydedilirdi.Efendimiz’in (sav) ümmeti olarak bizler, bilakis zikr-i kesir ile memur edilmişiz. Birkaç suç hariç (Allah’a şirk koşmak, kendi canına kıymak, kasten başka bir cana kıymak) diğer bütün günahlardan pişman olur ve samimi tevbe edersek affedileceğimiz müjdelenmiş. Bu nimetler bizim herifliğimizden dolayı değil, Efendimiz’in (sav) büyüklüğünden (Allah’a sevgili olmasından) kaynaklanmaktadır. Bunun farkında olmamak, günde bir kere dahi tevhid etmeyerek geçmiş ümmetlerden aşağılara düşmek, olacak şey değil.”

Efendimiz (sav) ölmemiş, sırlanmış olup, kabri saadetlerinde, Ravza-i Mutahharaları’nda hayy’dırlar. Bu durum sahih hadis-i şeriflerle sabittir. Ümmetinin amelleri ve durumları kimi rivayetlerde her akşam, kimi rivayetlerde de cuma akşamları kendilerine arz olunur. Efendimiz (sav) ümmetinin, hayır ve hasenatından memnun olur, sevinir. Günah ve fenalıklarından mahzun olur, üzülür. Muhammedîlik şerefini muhafaza edemeyerek Efendimiz’i (sav) mahzun etmek, O’nu (sav) üzmek, Allah’ın (cc) gazabına davetiye çıkarmaktır. Cenab-ı Hak Habibinin böyle mütemadiyen üzülmesine müsaade etmez, intikamını alır. Bizlerde belamızı buluruz. Nitekim bulduk da… Ve daha da buluruz.

Hâce Hazretleri (ks); Zikr-i kesir, Allah’ın (cc) sohbetini çokça yapmaktır, buyurdular. Yine, zikr-i kesir, Allah’ın (cc) ismini çokça değil, huzurla söylemektir, buyurdular.

İnsanın kalbi, dünya ile fitneye düşmüş olup heva ve arzularının elinde esirdir. Ahiretten yana sarhoş, Allah’tan (cc) yana da şaşkınlık içindedir. Yakîn, hiçbir şekilde böyle bir kalpte karar kılmaz. Çünkü kalp, Allah’tan başka şeylere karşı arzu ve istek ile doludur.

Huzurla Allah (cc) demek için yakîn halinin olması gereklidir. Yakîn hali ise insanda ki heves ve arzular ölmeden meydana gelmez. Heves ve arzularda şu iki durumda ölür. 1) Hayatta iken heves ve arzular ölünceye kadar nefsi terbiye ve tezkiye etmek. 2) Ölüm anında, şehvet duyguları ölür, azgın nefis yumuşar, hırs gider, göz dünyadan tamamen kesilir. Bu halde “La ilahe illallah” denirse mağfiret olup bağışlanır.

Hayatta iken huzuru bulmaya yol insan-ı kâmildendir. Başka suretle yol yoktur. Hususen ölüm anında huzurla “La ilahe ilallah,, demek için kalbimizi kıblesine döndürüp terbiye etmek zorundayız. Bu da bir insan-ı kâmile bende olup onun tasarruf ve terbiyesi altına girmek, sohbet ve zikir meclislerine devam etmekle olur. Allah’a (cc) başka yolda yoktur, varsa da uzun ve eksiktir. Allah’ı (cc) bilmek ve bulmak isteyenin gideceği en kese ve en güvenilir yol budur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 Ocak 2014 12:02

İMAN VE SEVGİ

“Hem (şunu iyi) bilin ki; gerçekten aranızda Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer O, birçok işte size itaat edecek olsa, elbette sıkıntıya düşerdiniz (helak olurdunuz). Lakin Allah size imanı iyice sevdirmiş, onu kalplerinizde çokça süslemiş; küfrü, fıskı ve isyanı da size kerih göstermiştir. İşte dosdoğru yolu bulmuş olanlar bunlardır.” (Hucurat/7) Ayeti Kerimeden anlaşılacağı üzere iman bize Allah (cc) tarafından sevdirilmiş. Yani imanı kendi çaba ve gayretimizle sevemiyoruz, bize sevdirilmeye muhtaç. Efendimiz (sav); buyuruyor. Bizlere de O’nun (sav) dünyasından iman sevdirilmiş. Büyüklerimizin üzerinde ittifak ettikleri nokta; Allah Teâlâ insanı sevdi, sonra da yarattı. Yani Allah (cc) insan olarak yaratacağı varlığı önce sevdi. Sonra yarattı. Sevgi kemale doğru bir gidiştir. Kemalli olan, kâmil olan sevilir. Öyle her şeye, herkese karşı sevgi olmaz. (Şeytan aleyhi’l-lane sevilmez.) (Hucurat/7) Hâce Hazretleri (ks); “İman mahlûk değildir, canlıdır, buyuruyor. Bu manada kendimize dönelim ve düşünelim. İmanımız canlı mı? Yoksa ölü mü? Allah’ı (cc) gerçekten seviyor muyuz, yoksa sevgimiz sadece dilde ve kuru laftan mı ibaret? Hâce Hazretleri (ks); “Soğan soyuyoruz, gözlerimiz yaşarıyor. Limon görüyoruz ağzımız sulanıyor. Yani bizde soğan ve limona karşı bir tepki, bir hareket mevcut. Limon ve soğanı bedenimiz hemen tanıyor ve reaksiyon veriyor. Ancak Allah’ın (cc) hikmetleri, eserleri, kudreti ve sıfatları karşısında aynı tepkiyi gösteremiyoruz. Allah’ı tanımıyoruz ya da sözde tanıyoruz. Allah’ın ismi şerifinin, eserlerinin ve hikmetlerinin bizde karşılığı yok.” buyuruyor. Âşık maşukun ismini duyunca rüzgar yemiş ipek gibi huzurda sallanmaya başlar.

Bugün küfür ve fısk ü fücur karşısında İslamî duruş sergileyemememizin en önemli nedenlerinden biri imanımızın ölü olmasıdır. Nasıl dirilteceğiz? Her varlığın bir kıblesi vardır. Her yaratılan kıblesini bulduğu takdirde canlanır ve meyve verir. Kıblenin manayla buluştuğu yerde hakikat, hikmet ortaya çıkar. “Bedenin kıblesi Harem-i Şerif’tir.” Namazın farzlarından biri bedeni kıblesine döndürmektir. Aksi takdirde namaz olmaz. İmanın, sevginin, ihlâsın, takvanın ve furkanın insanda karar kıldığı, yerleştiği yer kalptir. Kalbin de bir kıblesi vardır. Kalp kıblesini bulursa, iman, sevgi, ihlâs, takva ve furkan kalbe kıblesinden bir akışla gelir ve hikmetleri o zaman açığa çıkar. Yoksa bu kavramlar bizde bilgi olarak kalır. Hikmet ve hakikatleri anlaşılmaz. Bunların hakikatlerine varmanın başka yolu da yoktur. Delili de Hadisi Şerifleridir. Evet, Kalbin de bir kıblesi vardır. O’da Efendimiz (sav) ve tevarus yoluyla O’nun (sav) varisi ekmelleridir. Yani insan-ı kâmillerdir. Her Müslümanın kalp üzerine ciddi bir şekilde eğilmesi ve kalp temizliğine dikkat etmesi gerekir. Efendimiz (sav); “Bilin ki, sizin vücudunuzda bir et parçası vardır. Bu et parçası ıslah olur, temizlenir, nurlanırsa kurtulur. Eğer oraya fesad, hased, nifak yerleşirse, bütün bedeniniz ifsad olur. Dikkat edin onun adı kalptir” buyuruyor. Kalp öyle bir cevherdir ki, bir yönü ile topraktan yaratılmış olup sûridir. Bir yönü ile de nurani olup arş-ı a’laya açılan bir penceredir. Saadet güneşinin insanın ruhuna, sırrına aks edeceği bir kapıdır. Kalbi muhabetullah, marifetullah ve zikrullah ile muhafaza ve imar etmeliyiz. Her türlü vesveseden, nifaktan, hasedden ve fesaddan korumalıyız. Büyüklerimizin müjdesi ile kalplerini bu şekilde mamur edenler, temizleyip nura gark edenler, Kitab-ı Mübin’de bildirilen ikinci cennete, kalp cennetine (ruh cenneti de denir.) dâhil edilirler. Bu kulakların işitmediği, gözlerin görmediği, aklın tahayyül dahi edemediği “Zat Cenneti”dir. (Rahman/46) İşte böyle bir kalp sevilir ve sevgi doludur. Yani böyle bir kalp taşıyan insan Allah (cc) tarafından sevilir. Zaten bütün mesele de bu değil midir? Allah için kulun yapacağı tek bir amel vardır. O da Allah için sevmek ve buğz etmektir. Sevgi öyle bir şeydir ki, olduğu yerde durmaz. Mutlaka taşar ve değdiği her yere bulaşır. Sevginin olduğu yerde her zaman büyüme ve yayılma vardır. Cenab-ı Hakk bir kulu sevdi mi onu Cebrail’e (as) bildiriyor, O’da gök ehline bildiriyor. Gök ehli de yeryüzünde o kula karşı sevgi oluşturuyor. La-teşbih, Cenab-ı Hakk’ta bile bu manada sevgi durmuyor, ilan ediliyor. Yani yayılıyor. Sevgi sevilen ile alakası olan her şeye bulaşır.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh); “ buyurdular. Bizlerde sevginin artmayışının ve yalan oluşunun temel nedenlerinden biri, sevginin yanında buğzetmeyi getirmemesidir. “Buğzetmek
ile kin tutmak arasındaki azim farka da dikkat etmek lazımdır.” buyrulmuş. Allah’ın (cc) evine, tecelli mahalline, insanın helakine sebeb olacak kin sokulmamalıdır. Mateesüf, belirtmek zorundayım ki; günümüz Müslümanları kendilerini yüceltme yolunda kibre sarılmış ve kendinden olmayanlara karşı kalplerini kinle doldurmuşlardır. Kin ve kibir terk edilmeden, cehalet elbisesinden sıyrılmak mümkün değildir. Bu durumda ne iman kemale gelir, ne de gönüllerde sevgi oluşur. İman hakikatlerinin anlaşılması ve İslam’ın uyanışı her şeyden önce kendindeki kibri ve kini öldüren bir fazilet ve ahlâk hareketiyle başlayabilir. Bu da Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh) gibi Kur’an ve Sünneti (İslam’ın özünü) anlayan ve gerçek imanın yolu olarak onu bizzat yaşayan mutasavvıflar önderliğinde olacaktır.

Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh) buyuruyor: “Bugün imanın anlaşılamaması ve gerektiği zaman devreye sokulamamasının en önemli nedenlerinde biri de, Müslümanlar arasındaki sevgi noksanlığıdır.” Bizler sevmeyi erdemli bir davranış olarak görüyor, iman etme ve imanın kemale gelme zemini olarak değerlendirmiyoruz. Dolayısıyla dünya ile iman arasında sıkıştığımızda hemen imanımızdan, belki farkında olmadan, vazgeçiyoruz. İslamî duruş sergileyemiyoruz. Sevgimizi çoğaltmanın, dolayısıyla imanımızı işleyerek kemale erdirmenin yolları da bizlere bildirilmiş. Aramızda selamı yaymamız emredilmiş. Eğer aramızda selamı yayarsak (doğruluk, dürüstlük, eminlik, güvenirlik) bu durum sevgi oluşturur. Allah (cc) için birini seviyorsak bunu ona ilan etmemiz istenmiş. Bu durum sevgiyi artırır. Ayrıca sevilenden bahsetmek sevginin çoğalmasına vesiledir. Yine ilk kez karşılaştığımız kimseye; ismini, baba ismini, kimlerden olduğunu sormamız emredilmiş. Yani tanışmamızı bu şekilde yapmamız tarif edilmiş. Çünkü bu durum sevgi oluşmasına neden olur. Yapılan kötülükleri iyilikle defetmemiz emredilmiş. Bu düşmanımızın bize dost olmasına yol açar. İyilik yapanlara teşekkür etmemiz buyrulmuş. Bu durum da sevginin artmasına yol açar. Ebu Zer (ra); “İnsan bir kavmi sever fakat onların amelini işlemeye güç yetiremezse bunların akibeti ne olur?” diye sormuş. Hâce Hazretleri (Kuddise sırruh) buyurmuş: “Bizi peygamberlerle, sıddıklarla beraber kılacak tek şey amellerimiz değil, sevgimiz olacaktır.”

Eğer sevebilirsek… Allah (cc) sevgisini her varlıkla temasında hissedecek insanların oluşturduğu İslam dünyası, bugünkü İslam âleminden çok daha farklı olacaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 25 Aralık 2013 12:43

MEKR-İ İLAHİ

“Onlar hile yaptılar, Allah’da onların hilelerini boşa çıkardı (hilelerine karşılık verdi.), Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.” (Al-i İm ran/54)

Mekir: Hile, aldatma, oyun, düzen, tuzak kurmak suretiyle zarar vermek, anlamlarına geldiği gibi; gizlece, hissedilmeyecek şekilde hile yaparak, başkasını, kastettiği şeyden çevirmek manasına da gelir.

Öncelikle, Cenab-ı Allah insanların yaptıkları mekirden münezzehtir. O, mekr edenlerin hayırlısıdır. Allah’ın (cc) hilesi, başkalarının hilesi gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile değildir. O, mekircilerin mekrini iptal edip geçersiz kılar. O’nun mekri hayırdan ve hikmetten uzak değildir. Mekircilerin mekrini önlemek bakımından, umuma hayır olduğu gibi mekircilere hadlerini bildirmek ve bir kısmının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebeb olmak bakımından da bizzat o mekri yapanlar için bile hayırdan başka bir şey değildir.

Şu halde, bu ilahi fiile mekir denilmesinin sebebi, mekircilerin mekrine karşılık olmak üzere onların haberi olmadan ve bütün tahminlerin dışında bambaşka bir tedbirle onların çabalarını boşa çıkarması bakımından bir yanıltmadır. Yoksa Allah’a (cc) doğrudan doğruya mekir isnad edilemez ve makir denilemez. Zira O, her istediğini yapmaya son derece güçlü olduğundan, hile yapmaya muhtaç değildir.

Mekr-i ilahinin keşfi mümkün değildir ve durdurulamaz. Küfür ehli mekr-i ilahiye muhatab değildir. Çünkü Allah’ı (cc) ve ahireti kazanmak gibi bir dertleri olmamış ve dünyaya dalmışlar. Allah (cc), onları dünyada kendi nefislerine havale etmiş, onlar da hevalarına göre yaşamayı seçmişlerdir. Mekr-i ilahiden peygamber efendilerimiz korunmuşlardır. Çünkü onlar masum olarak yaratılmışlardır ve günah işlemezler. Ayrıca insanı kâmiller korunmuşlardır. Onlar ehl-i Mevla olarak, dünyaya ve ukbaya rağbet etmemişler. Yani Allah’ı (cc) kazanıp, dünyayı Mevla ile aralarına sokmamışlar ve mahfuzdurlar. Evliyaullahın yine de korkuları vardır. Fakat bu korku bizlerin korkularıyla mukayese kabul etmez. Çünkü bu korku cehenneme girme veya cenneti kaybetme korkusu değildir. Bu, Allah’ın (cc) zatından korkmaktır. İşte bu korku, insanı her beladan, her günahtan, rızayı ilahiye uygun olmayan her hal ve hareketten muhafaza eder. “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.” (Fatır/28) İnsanın ilmi ne kadar ileri olursa, korkusu da o kadar çok olur. Efendimiz (sav) buyururlar ki; “En ziyade âliminiz benim ve Allah’tan en çok korkanınızda benim.”

Yukarıda zikredilenler dışında kalan bütün insanlar, bilerek veya bilmeyerek Allah’a (cc) mekr ettiklerinden dolayı, değişik derecelerde mekr-i ilahiye muhatab olurlar. Müminlerin nefslerini tezkiye etmeye say ü gayret göstermemeleri Cenab-ı Hakk’a mekir ve hiledir. Allah’ın da onları kendi nefsleri ile baş başa bırakması mekr-i ilahidir. Fasıklar, Allah’ın kendilerine rahmet edeceklerini umarak ilahi emirleri terk ederler. Allah da onları, o hal üzere bırakır ve neticede cehenneme atar. İşte mekre karşılık mekr.

Müslümanlar ibadet ve taatte bulunur, karşılığında cennete razı olur. Batınlarını temizlemeye ve mamur etmeye çalışmaz. Bunlar belki cenneti bulur ama huzur-u ilahiden uzak ve mahrum kalırlar. Yine mekre karşılık mekr.

İnsan ibadet ve taati ile Allah’a yakınlık kesb eder. Kendisinde keşif ve keramet belirir. Halktan kendisine ilgi ve tazim oluşur. İnsan kalbini bunlara bağlar ve huzur ehli olamaz. Bu da büyük bir mekirdir.

İnsan modernleşme adı altında batı kültür ve medeniyeti ile uyuşmayan dinin ahkâmını ve kurallarını sistematik bir şekilde tebdil ve tağyir eder. Bu, Allah’a (cc) mekir ve hiledir. Allah da (cc) onları bu hal üzere nimetlendirir. Onlar yaptıkları yanlışların farkında olmazlar. Dolayısıyla tevbe etme imkânı da olmaz. İmanları ve ahiret hayatları tehlikeye girer. İşte ilah-i mekr. “O kimseler ki Bizim ayetlerimizi yalanlamışlardır; muhakkak Biz bilmedikleri yönden onları azar azar helake yaklaştıracağız.” (Araf/182) Yani; Allah, (cc) üzerlerine nimetleri bolca yağdırır. Onlar da bunun, kendilerinin hak etmiş olduğu bir lütuf sanarak hatalarını sürdürürler. Böylece azaba yaklaşırlar.

İbn Ataullah İskenderi (ks) buyurur ki; O’na karşı masiyet ve kötülüklerin sürüp giderken O’nun sana olan ihsanının devam etmesinden çekin ve kork! Çünkü bu bir istidrac olabilir. “Muhakkak Biz onları bilmedikleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız.” (Kalem/44)

Sözün özü her ferde göre mekrin derecesi ve çeşitleri vardır. Doğru olan biz hiç Allah’ımıza mekre yeltenmeyelim ki her çeşit mekr-i ilahiden emin olalım. Bu da ancak ve ancak bir insan-ı kâmile bende olmakla mümkündür. İnsan-ı kâmilin tasarrufu altında nefsimizi tezkiye, batınımızı imara say ü gayret edersek, mekr-i ilahiden emin oluruz. İşin doğrusu ve en kese yolu budur.

Allah Teâlâ ayeti celilede: “Şüphesiz ki münafıklar, (akıllarınca) Allah’a oyun etmek isterler. Hâlbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir. Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar. (Kıldıkları namazla da Allah’ın rızasını kastetmeyip) İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı da ancak çok az zikrederler. Onlar (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Allah kimi saptırırsa, artık sen onun için asla (kendisini doğruya ulaştıracak) bir yol bulamazsın.” (Nisa/142-143)

Cenab-ı Hakk’ın münafıkların hallerini ve sıfatlarını bize bildirmedeki muradı, bizlerin de böyle olmamamız içindir. Münafıklar, Allah’a oyun ederlermiş. Namaza gerekli önemi vermezlermiş. Namaza üşene üşene ve istemeyerek kalkar, gösteriş olsun, insanlar görsün diye kılarlarmış. Allah’ı da çok az zikrederlermiş. Şayet bizlerde namazı isteksizce ve gösteriş olsun diye kılarsak, Allah’ı da çok az veya hiç zikretmezsek, münafıklardan farkımız kalır mı? Bu halde kitab-ı mübinde münafıklar için hazırlanmış azaba değil de müminler için hazırlanmış nimetlere kavuşmayı ummak ahmaklık olmaz mı? Bu yüzden bunların sıfatları ile sıfatlanmaktan kaçınmamız ve Allah’ın zikrini çokça yaparak, huzurumuzu korumaya gayret ve himmet etmemiz elzemdir.

Hacegan yolunun büyükleri huzurun muhafazasını her işin fevkinde görmüşler. Hatta nefsle mücadeleden ziyade huzurun mevcud ve devamlı olmasını daha mühim olarak değerlendirmişler. Çünkü insan, nefisle mücadele edeyim derken, huzurunu kaybeder ve Allah’dan (cc) uzak kalır. Nefis ve Şeytanın da esas gayesi insanı Allah’dan (cc) uzaklaştırmaktır. Nefis ve Şeytanın gayelerine ulaşması ise doğal olarak bizim aleyhimizedir.

Öyleyse, huzur nedir? Tasavvufta kısaca: Kalbin gözünden gaib olan şeyi yakin berraklığıyla, sanki hazırmış gibi görmesidir. Her ne kadar O, kuldan gaib olsa da kulun, kendisini O’nun huzurunda hissetmesidir.

“Huzur hali nasıl kazanılır?” diye sorarsan, deriz ki: İnsan-ı kâmil ile birlikte yaşa da gör. Mevlana’ya (ks) “Aşk nedir?” diye sormuşlar, Mevlana (ks); Ol da gör buyurmuş. Aynı durum. Huzur hali de, insan-ı kâmil ile yaşanmadan bilinemez ve bulunamaz.

Huzur halinde yaşamak dileğiyle…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 20 Aralık 2013 15:23

FİTNE-FESAD

O küfredenler (yani, Allah’ın vahdaniyetini inkar edenler) birbirlerinin yardımcıları ve dostlarıdır. Siz de birbirinize öylece dost ve yardımcı olmaz iseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir karışıklık (fesad) baş gösterecektir. (Enfal/73)

Ayeti Celilenin haber verdiği fitne ve fesad İslam ülkeleri üzerinde artan bir şiddet ile devam etmektedir. Ülkemizde İslamî duyarlılığı olan insanlar üzerindeki baskılar azımsanmayacak derecede çok ve sistemlidir. Müslümanların eğitim haklarının engellenmesi, (başörtüsü problemi ve İmam-Hatip Lise mezunlarına uygulanan katsayı sorunu) kılık-kıyafet üzerinden uygulanan ötekileştirme çabaları gibi birçok sorun yaşamaktayız. Yine ülke olarak PKK ve Ergenekon terörü gibi iki büyük sorun ile insanlarımız kutuplaştırılmaktadır.

Diğer İslam ülkelerinde  durum pek de farklı değildir.  Filistin, Irak, Çeçenistan ve Afganistan’da İsrail ve Amerika tarafından işlenen zulüm ve cinayetler yüreklerimizi yaralamakta, içimizi kanatmaktadır.

Dünyaya baktığımızda ezilen, öldürülen, baskı altında tutulanlar hep Müslümanlar. Allah (cc) Mü’minlerle, Muhsinlerle, Muttakilerle, Sabredenlerle, mazlumlarla beraber olduğunu buyuruyor. Allah (cc) zalimlerden intikam alıcıdır, Allah (cc) zalim bir topluluğu hidayete erdirmez, buyruluyor. Oysa iş başında olan hep zalimler. Demek ki Mü’miniz, Muttakiyiz, Muhsiniz diye kendimizi kandırıyoruz. Biz Mü’min, Muhsin olamayınca, Allah’tan (cc) O’na yaraşır şekilde korkmayınca, Allah da (cc) zalimleri bize musallat ediyor.

Yaşadığımız sorunun ana kaynağı Allah’ı (cc) yanlış tanımakta yatıyor. Efendimiz’in (sav) bize tarif ettiği Allah’ı (cc) bir kenara atmışız, hayal dünyamızdan bir ilah tablosu çizmiş ve o ilaha tapıyoruz.  Çarpık anlayışımıza göre Allah (cc) sistemini, şeriatını bize bildirdi. Biz o sisteme uysak da olur, uymasak da olur. Biz nefsimizin arzu ve isteklerine göre yaşayacağız. O yukarıdan bizi seyredecek ve hiçbir şeyimize karışmayacak. Ahirette bizi affedecek ve Cennetine koyacak. Dünyamızın rahat ve huzurlu geçmesi için;  Amerika ve İsrail’in hakkında gelecek, onların maddi zenginliklerini bize verecek. Bizlere hep ikramda bulunacak, sorunlarımızı halledecek ama hayatı nasıl yaşamamız gerektiğine karışmayacak. Böyle bir ilah anlayışı, zalimlerin zulmünü başımızdan eksik etmez. Daha da arttırır.

Hz. Ebubekir. (ra); “Sen kendini tanıttığın gibisin. Sen, seni methettiğin gibisin. Sen, seni nasıl tarif etmişsen ve nasıl bildirmişsen, öylesin.” buyuruyor.  Biz ise Cenab-ı Hakk’a kendisini bildirdiği gibi değil de, kendi bildiğimiz gibi inanmak istiyoruz.  

Bu çarpık ilah ve din anlayışımız yüzünden yeryüzü fesada uğramış ve İslam âlemi belki de tarihinin en büyük krizi ile baş başa kalmıştır. Görünen o ki Müslümanlar olarak sorunu anlamamakta direniyoruz. Gazze işgalindeki gibi küfre karşı verdiğimiz refleks duygusallıktan öteye geçip aksiyona dönüşmüyor. Dua etmekle, miting ve protesto yapmakla, maddi yardımda bulunmakla görevimizi yaptığımızı düşünüyor, sorunun temeline inmiyoruz.

Ümmetin içine düştüğü bu krizden çıkması için, Müslümanlar her vakit namazından sonra, mübarek gün-gece ve aylarda (kadir gecesi, hac ayları, ramazan ayı, aşure günü…) duaların makbule şayan olduğu kutsal beldelerde (Harem-i Şerif, Mescid-i Nebevi, Arafat, Müzdelife…) dua ediyorlar. Ümmetin sıhhat, selamet ve kurtuluşu için, ehl-i küfrün kahr-ü helaki için yüz binlerce Müslüman dua ediyor. Hiçbir şey değişmiyor. Ezilenler, öldürülenler, mukaddesatı çiğnenenler hep Müslümanlar. Bunun hikmetini hiç merak etmiyoruz.

Bunun hikmeti şu ki lisanı halimiz diyor ki; Ya Rabbi! Biz nefsimizden ve onun ahlakından, arzu ve isteklerinden hiçbir şekilde vazgeçmeyiz. Sana isyan ve tuğyandan da bir an olsun geri durmayız. Yarabbi! Sen de muhakkak istediklerimizi yerine getirecek ve bizi düşmanlarımızın şerrinden muhafaza edeceksin. Yani hem istediğimiz gibi yaşıyor hem de O Kahhar, Cebbar, Kadir, Muktedir, Azim ve Celil olan Zat-ı Zülcelal Hazretlerini kendimize tabii kılmak istiyoruz. Ve bize ancak bizim istediğimiz gibi, muamele ve tecelli buyurmasını bekliyor ve umuyoruz... Heyhat! Bu ne kadar yanlış bir anlayış ve boş bir beklenti. Bu duayı Allah (cc) kabul eder mi? Bu duaya amin denir mi?

Yine çok ilginçtir: Dualarımıza çoğunlukla; “Allahümmahşurna fi zümrati’s-salihin” diye başlarız. “Yarabbi sen bizi salihler zümresiyle haşret.”  Ya da “Teveffena müslimen ve elhikna bissalihin” deriz. “Bizi Müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et.” Sonra da salihleri nerede görürsek kaçarız. Yani bu dünyada biz nefsimizin arzu isteklerine göre yaşayalım. Salihlerle beraber olmayalım. Onların sohbet ve zikir meclislerine devam etmeyelim. Ama sen ahirette bizi onlardan ayırma ki, onlarla birlikte Cennete gidelim ve nefsimize hizmet etmeye devam edelim.

Bu dünyada, salihlerden uzak olan öbür tarafta da onlardan uzaktır. Bu paha biçilmez nimetin değeri orada anlaşılacaktır. “O gün özür dilemeleri zalimlere asla fayda etmeyecektir. Lanet onların, fena yurt da onlarındır.” (Mümin/52)

Halimizi kalimize uydurmadıkça üzerimizdeki celal tecellisi devam edecektir. İbadet etmemek zulümdür, şirk koşmak zulümdür, hem de pek azim bir zulümdür. Zikir ve fikirde bulunmamak zulümdür. Nefsi tezkiye, kalbi tahliye etmeye çalışmamak zulümdür. Hakeza kibir, haset, enaniyet ve nifak zulümdür.

Netice olarak; mademki, dünyada ve ahirette saadet, selamet ve necat istiyoruz. Öncelikle yapmamız gereken ilk hareket, samimi bir şekilde secdeye kapanıp Yunus (as) gibi itirafta bulunmaktır.  “Allah’ım, seni her türlü noksanlardan tenzih ederim, senden başka ilah yoktur. Ben kendine zulmedenlerden oldum.” Bu duayı yapan masum olarak yaratılan bir peygamber. Yaptığı zelle, görev mahallini izinsiz terk etmek. Allah (cc), “Eğer bu şekilde dua etmeseydi, kıyamete kadar balığın karnında kalacaktı, diye buyuruyor. Suçumuzu itiraf ederek; Allah’tan (cc) bağışlanma dilenmeğe Yunus’tan (as) daha fazla muhtacız.

Samimi bir itiraftan sonra, Salihlerin zikir, vaazü-nasihat ve sohbet meclislerine devam ederek, dinimizi onlardan öğrenip onlar gibi yaşamaya say edeceğiz. Kitab-ı İlahi’yi bedenimizde, hem zahirde hem de batında ikame ve ihyaya sa’yü-gayret göstereceğiz. Bize lütfedilen bu hayatı Mü’min kardeşlerimizle birlikte, birbirimize destek olarak, salih bir zatın kontrolü ve terbiyesi altında yaşayacağız.

Günümüz Müslümanların en çok takıldığı ve problem yaşadığı nokta ahlâk konusudur. Ahlâk-ı zemime ağacını kökünden kesip ahlâk-ı hamide ile ahlâklanmadıkça kâmil manada iman etmiş olamayız. Kişinin ahlakî yapısını değiştirmesi çok güç. Tebliğ ile vaazü-nasihat  ile ahlâk değişiyor olsaydı, İsrailoğulları dünyanın en ahlâklı ve Mü’min kişileri olurdu. Çünkü ekser peygamberler bu topluluğa gönderilerek, tebliğde bulundular. İkaz mahiyetinde birçok musibetlere maruz kaldılar. Ahlâklarında, azgınlıklarında bir değişiklik olmadı.

Önemli olan cesedi diriltmek değil sinelerde ölen kalpleri diriltmektir. Bu özellik Efendimize (sav) verilmiştir. Efendimiz (sav) nazarları ve sohbetleri ile ölü kalpleri diriltmiş ve dünyaya asr-ı saadeti yaşatmıştır. Elan bu görevi kamil manada varisi ekmelleri sürdürmekte ve sinelerdeki ölü kalpleri dirilterek hakiki manada Mü’min ve Allah’ın (cc) ahlâkı ile ahlâklanmış insanların ortaya çıkmasına vesile olmaktadırlar.

Sözün özü halimizi kalimize uydurmanın yegane yolu Efendimiz’in (sav) varislerinin manevi tassarufları altına girerek, ahlâkımızı ve yaşantımızı Din-i Mübin’nin esasları doğrultusunda düzenlemektir. Gerisi kîl-ü kaldir.

Allah (cc) ile başa çıkılmaz. Biz O’nun istediği şekilde ve O’nun için O’na kulluk edersek, O’da bize her zaman, mekan ve hal de bize kafi gelir. Artık duaya da gerek kalmaz. Zira Kitab-ı Mübin’de Allah (cc): “Şüphesiz ki Allah (müşriklerin ezasını) iman edenlerden defedecektir.” (Hac/38) buyuruyor.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 17 Aralık 2013 15:02

HAYRA DAVET

“İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip, kötülükten nehyeden bir cemaat bulunsun.  İşte felaha erenler ancak onlardır.” (Al-i İmran/104)

Allah (cc) İslam toplumunda böyle seçilmiş, nezih, pak, hak ve hakikati meşrep edinmiş bir cemaatın teşekkül ettirilmesini, yetiştirilmesini emir buyuruyor.

Bu topluluğun asli görevi; birliğin ve İslam’ın esası olan hayra davet etmektir. Davet edilen bu hayır nedir? Efendimiz (sav) bu ayeti celileyi okuduktan sonra “Hayır, Kur’an’a ve benim sünnetime uymaktır.” diye buyurmuşlar. (Suyuti, Durul Mensur: 2/289)

Bu şekilde hayra davet, iyiliği emr, kötülüğü men edecek bir topluluğun teşkili,  Müslümanların imandan sonra ilk dini farizalarıdır. Bu farizayı yerine getiren Müslümanlar, ayeti celilenin açık hükmü gereğince kamil kurtuluşa ererler.

Günümüzde hayır deyince, cami yapmak, Kur’an kursu açmak, hayır kurumlarına makbuz karşılığı bağış yapmak gibi sadaka-i cariye hükmündeki ameller anlaşılıyor. Ancak bahse konu olan ayeti celilede ki Allah’ın (cc) muradı yalnız bu değildir. Hayrın da içini boşaltıp, sadece maddi olanaklarla yapılan bir ibadet haline dönüştürmüşüz. Aslında dinin içini boşaltıp, okul açmak ve bu okulları uluslar arası alana yaymak,  Kur’an kursu açmak, fakirlere yardım etmek gibi maddi sahalarda kazanılan başarılara döndürmüşüz. Oysa sadece sadaka-i cariye hükmündeki amellerle elde edilen başarı veya başarısızlık diye görülen şeyler hiçbir zaman meşruiyete gösterge olamaz. Aslolan maddi araçlarla değil, Rıza-i İlahiyeye uygunluk ile ölçülen muvaffakiyettir.

Hayra davet eden bu topluluğun en öncelikli görevi insanları Allah’ın  (cc) zatına davet etmektir. İşte en büyük hayır, budur. Çünkü insanları hayrın en büyüğüne Cenâb-ı Hakk’ın kendisi davet etmektedir. “Allah, son bulmaktan ve tüm afetlerden beri olan selamet yurduna, Selam olan Zat’ının cennet gibi şerefli evine, sakinlerine Allah’ın (cc) ve meleklerin çokça selam verdiği selam diyarına, tüm kullarını davet etmektedir. O dilediği kimseleri de dosdoğru bir yola hidayet etmektedir.” (Yunus/25) 

Hakk Teala fena yurdunu terk edenler için selam yurdunu hazırlamıştır. Bu Allah’ın (cc) rızasıdır. Allah’ın (cc) birinci derecede rızası imandadır. Üstad Bediüzaman  (Rahimehullahi aleyh ) bu hikmete binaen ; “Kainatta en yüksek hakikat imandır.” diye buyurmuşlardır. Öyle ise içinizde oluşturacağınız bu güzide topluluk öncelikle sizi imana davet eder. İman ise mutlak manada teslimiyettir.

Efendim (ks) Buyurmuşlardı; Hz. Musa (as) zamanında küfür dünyadaki altın çağını yaşamıştı. Efendimiz (sav) zamanında, sahabelerin mutlak manadaki teslimiyetlerinden dolayı iman altın çağını yaşamıştı. Ahir zamanda ihsan sırrının açığa çıkması altın çağını yaşayacak, yaşamaktadır. Ahir zamanda açığa çıkacak olan bu sır bir cemaat tarafında yaşanacaktır.

Sahabe efendilerimizin, Efendimiz’e  (sav) karşı olan sevgi ve mutlak manadaki teslimiyetleri, Asr-ı Saadet döneminin yaşanmasını sağlamıştır. Öyle ki Hz. Ali (kv)  “Gözlerimin önünde perde kalksa ve gaybı görsem imanımda bir değişiklik olmaz.” buyurmuş.  İmanı en üst seviyede yaşayan bu Âli Ümmete, Allah (cc) Kitab-ı Mübin’de buyuruyor; “Ey iman edenler, Allah’a Resülune, Resülüne peyderpey indirilene ve daha önce topyekün indirmiş olduğu kitablara iman edin. Ey inanmış olanlar iman edin, Ey inananlar iman edin. Kim, Allah’ı meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.” (Nisa/136) 

Muaz bin Cebel (ra), sahabe efendilerimize “Gelin bir saat iman edelim.” diye buyururmuş. Varın gerisini siz düşünün?  Günümüz müslümanı batı normları ile uyuşmayan İslam ahkamını sistematik bir şekilde değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya çalışırken, yeniden iman etmenin ve İslam hakikatlerini yol edinmiş güzide bir cemaatın varlığının zarureti daha iyi anlaşılır. 

Hiçbirimiz Allah (cc) ile pazarlık yapma konumunda değiliz. Kıldığımız günde toplasan bir saatlik namaz. Hac, umre, zekat ve infakı zenginlere tahsis edip kendimizden uzaklaştırmışız. Keza durumumuz iyi olsa dahi haccı ve umreyi ileri yaşa ertelemişiz. Sanki yaşlanacağımıza dair elimizde senetimiz var. Gaflet ve malayani içinde yüzerken kıldığımız namaza karşılıkta habire sufli ve nefsani şeyler istiyoruz. Allah’tan (cc) öncelikle O’nu isteyelim. Rızasını, likasını, muhabbetini sevdiklerinin sevgisini, nimet verdikleri ile birlikte olmayı isteyelim.

Bu güzide, seçilmiş topluluk bizleri imandan sonra salih amel işlemeye davet eder. Bizleri Allah (cc) ve Resûlu’ne (sav) yaklaştıracak, bizi örnekleştirecek, ihlas ile yapılmış ameller salih ameldir.

İşte bu davet edilen salih amellerin en öncelikli olanı cihaddır. Allah (cc) yolunda Allah (cc) için mücadele etmek. Cihadında en büyüğü nefse karşı yapılan cihaddır.

Cihaddan sonra samimi ve ihlaslı bir şekilde eda edilen namaz gelir. Namaz bizden kötülüğü giderecek,  fahşa ve münkerden koruyacak tek unsurdur. Namaz, kalbimizi, ruhumuzu, ahlakımızı temizleyecek, bize edebi öğretecek, alçakgönüllülük kazandıracak, kibrimizi ve ucbumuzu eritecek. Namaz bizi saflaştıracak tertemiz yapacak. Rabbimiz bize namazı dosdoğru kılmamızı, namazı muhafaza etmemizi, sabırla namaza devam etmemizi emrederken, günümüz insanı İslam adına namazı terk ediyor.

Namaz nefsin belini kıran, nefse çok ağır gelen bir ibadettir. Evvelinde titizlikle yapılması gereken bir temizlik var. Akabinde kılmak için uygun bir ortam ve vakitlere riayet gerekiyor. Fazileti için toplulukla kılmak gerekiyor. Çok kapsamlı ve nefse çok ağır gelen bir ibadet olduğundan, dünya işlerimizden ve rahatımızdan taviz vermemek için, namazı  çok kolay terk edebiliyoruz veya hızlıca ve eksik yapabiliyoruz. İşte ayeti celilede tarif edilen cemaat namazı korur. Namazın zırhı gibidir. Allah (cc) cemaattan birinin namazından razı olsa, umulur ki diğerlerinin namazı da makbul olur. Nefs öncelikle bize cemaatı terk ettiriyor. Ardından namazı fazilet vaktinden ruhsat vaktine, oradan kerahat vaktine kaydırıyor. Allah (cc) korusun bunun sonu namazı terke kadar gidiyor.

İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakta hayra davettir. İslam alimlerine göre kötülükten men, iyiliği emretmekten önce gelir. Kötülüğü terk etmeyen, emri gereği gibi yapamaz. Günümüzde münker bir güç tarafında sistemli olarak sevk ve idare edilmektedir. Bu yüzden münkeri nehy de güçlü bir cemaat tarafından sistemli olarak yapılmalıdır. Efendim’in (ks) işaret buyurdukları gibi: “Ruh dünyası sohbetle yoğrulmuş, çağın maddi ve manevi hastalıklarından kurtulmuş, muttaki insanlardan oluşan toplumlar ancak bir güç unsuru oluşturabilmektedir.”

Kâmil bir ahlâk üzere yaşamakta hayra davettir. Malum Efendimiz (sav); “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyuruyor. Ahlâk tebliğ ile telkin ile öğrenilmez. Ancak kâmil ahlaka sahip olan Salihlerin yaşantılarında, duruşlarında onlarla olan ilişkiler sonucu taklit edilerek öğrenilir. Taklit ihlasın kapısıdır, buyurulmuş. Günümüz Müslümanları, iman ile beraber ahlâkî hizmetleri de yürütmek zorundadır.  Nice samimi gençlerimizin ahlâk noktasındaki yanlışlıklardan dolayı imanı tehlikeye girmektedir. Büyük bir ahlak krizi yaşayan dünyamızın en zaruri ihtiyaçlarından biri de güzel ahlâkta örnek olacak bir cemaatın teşkilidir. 

Sadaka-i cariye hükmündeki amellere teşvik ve bunları örnek olacak şekilde yapmakta hayra davettir. 

“Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz: Rabbinize inanın! Diye imana çağıran yüce bir münadi duyduk da hemen iman ettik. Öyleyse bizim için günahlarımızı bağışla, kötü işlerimizi de bizden ört ve bizi iyi kullarla birlikte vefat ettir.” (Al-i İmran/193)
Amin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort