JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 08 Ocak 2014 14:50

HİDAYET VE DALÂLET KANUNU

1- Gerçek Doğru Yol, Allah’ın Yoludur:
"Sen onların kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olmazlar... Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur de" (Bakara/120).

Yani ey Muhammed (as) de ki, Allah’ın beni kendisiyle gönderdiği yolu evrensel, sağlam ve dosdoğru olan dîndir1. Yol demeye elverişli gerçek yol da odur.2 Onun ötesinde gerçek
doğru yol yoktur.3

2-Allah’ın Yolu İslâm’dır:
Allah’ın, Muhammed’e (as) gönderdiği gerçek doğru yol -ki Allah (cc) "O, Allah’ın, Muhammed`e (as) gönderdiği gerçek doğru yol, ki Allah (cc), Resûlünü, hidâyet ve hak dinle gönderdi ki o (hak) dîni bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih/28) buyurmuştur bütün hidâyet yollarının kendisine ait olduğu ve onun ötesinde başka hidâyetin olmadığı İslâm’dır. Zemahşerî (538/1143), “Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur." âyeti hakkında şöyle der: Yani Allah’ın yolu olan İslâm "hidâyet" diye isimlendirilen gerçek yoldur. Bütün hidâyet (dosdoğru yol) odur, onun ötesinde gerçek doğru yol (hüdâ) yoktur. Ey Yahudi ve Hıristiyanlar, sizin uymak için çağırıp durduğunuz ise, hidâyet değil, o ancak hevâ'dır (nefs ve arzulara ilişkin şeylerdir).4

3-Kim Allah’ın Yolunu Terkederse Allah da Onu ve Seçtiğini Terk Eder:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Elçi'ye karşı gelir ve Mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme
sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası." (Nisâ/115).

Allah’ın yolu İslâm’dır. O da Mü'minlerin yoludur. Her kim Allah’ın Elçisi ile mücadele eder ve İslâm’a tâbi olmaz da Allah’ın yolu kendisine açıklandıktan sonra Mü'minlerden başkasının yoluna uyarsa Allah onu, onun durumu ve kendi için seçtiği sapıklığı terk eder. İmâm er-Râzî (544/1149), "Onu döndüğü yolda bırakırız" âyeti hakkında şöyle der: "Yani, onu ve kendi için seçtiğini terk eder, güvendiği kimse ona dayanırız."5 Malûmdur ki onun kendi için seçip tercih ettiği, dalâlet yoludur. Çünkü, onun hak`tan (İslâm) sonra seçtiği, ancak sapıklıktır. "Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (hak'tan sapıklığa) çevriliyorsunuz?” (Yûnus/32).

4- Allah’ın Yolundan Başkasına Uyanlara Tehdit:
Uyulması gereken hak yol, İslâm’dır. Ondan ötesi, terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine tutunursa zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da ondan çeker. Ve o kişi zâlimlerden olur. Allah, Resûlüne hitâben ve O'nun ümmetine de bir emir olarak buyruyor ki: "Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allan'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz” (Bakara/120).

İbn Kesîr (774/1373), bu âyetin tefsîrinde "Bu âyette, Kur’ân ve Sünneti bildikten sonra, Yahudi ve Hıristiyan milletlerine tâbi olan Allah korusun ümmete çok şiddetli bir tehdît vardır" demektedir.6 Bir başka âyette de şöyle buyruluyor: "Sana gelen ilimlerden sonra onların keyiflerine uyarsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun" (Bakara/145).

Resûlullah`a (as) "ilim" diye gelen, Allah’ın "Şerîat" kıldığı yolu ve İslâmî emirleridir. Farzı muhal, Yahudi ve Hıristiyanların heveslerine uysan, o takdirde zâlimlerden olursun. Hitap Resûlullah'a olmakla beraber asıl muhatap ümmetidir.

Bu âyettte, bâtıllarında ısrarcı olan hevâ ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdît vardır. Menâr Tefsîri'nde bu âyeti tefsîr ederken şöyle deniliyor: "Böyle bir tehditle hitab, insanların Allah katında makamı en yüce olanınadır. O da Resûlullah`dır (as). Bu ise, hevâsına uyan, kendi bâtıllarına, tutarsızlıklarına insanları sürükleme gayreti içinde olan birilerine yapılan tehditten daha şiddetlidir. Maksat, ümmeti iken Allah (cc), Nebî’nin (as) kendisine hitap etti. Çünkü mü'minler bilsinler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa insanların hevâlarına uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve hak yol'u terk ettiren büyük bir zulümdür.7”

5-Allah’ın Yoluna Tâbi Olanlara Ne Korku Ne de Üzüntü Vardır:
Allah Teâlâ buyruyor ki: "Kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara/38).

Bu âyetin tefsîrinde İbn Kesîr şöyle der:
"Yani kendisiyle kitapların indirildiği peygamberlerin gönderildiği şeye yönelenlere, âhiret ahvâlinden karşılaşacaklarında korku, dünya işlerinden kaçırdıklarına da üzüntü yoktur.8"

Menâr Tefsîri'nde ise: “Allah’ın hidâyetiyle yol bulanlar, ne gelecekten korkarlar ne de kaçırdıklarına üzülürler. Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara hayırları kazanma yollarını kolaylaştırır, dünya ve âhiret saadetini va'deder. İstikameti bu olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği kolaylaşır. Çünkü o bilir ki, Allah, onun takipçisidir"9 denilmektedir.

6-Hidâyete Tâbi Olanın Rahat, Ondan Yüz Çevirenin Darlık İçinde Olması:
Cenâb-ı Hak buyruyor ki: "Dedi ki: ‘Ey Adem, hepiniz oradan inin, birbirinize düşmansınız. İmdi benden size bir hidâyet geldiği zaman kim benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse onun için dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü onu kör olarak haşreder (toplantı yerine getirir) iz’, ‘Rabbim, der, niçin beni kör haşrettin, oysa ben görür idim?’ Allah buyrur ki: ‘İşte böyle. Sana bizim âyetlerimiz geldi, sen onları unuttun, bu günde sen öyle unutulursun!’ İşte isrâf eden ve Rabb’ının âyetlerine inanamayanları böyle cezâlandırırız. Elbette âhiretin azabı daha çetin ve daha süreklidir" (Tâhâ/123-127).

Bu âyetler Allah’ın hidâyetine tâbi olan ve ondan yüz çevirenler hakkındaki ilahî kuralını açıklamaktadır. Âyetteki "Allah’ın hidâyeti"nden maksat insanlara tebliğ etmeleri için peygamberlere gönderdiği kitaplardır.10 Kimisi de Allah’ın hidâyetini, İbn-i Abbâs'tan (ra) rivâyet edilen "Allah Kur’ân’a tâbi olanı dünyada sapmaktan, âhirette sıkıntı ve bedbahtlıktan korumuştur." hadîsi gereği "Kur’ân-ı Kerîm"le tefsîr etmişlerdir.11

Gerçek şu ki, Allah’ın hidâyeti, Allah’ın, peygamberlerine indirdiği ve hidâyete ilişkin içeriğini, insanlara tebliğini emrettiği kitaplarının tamamını kapsar. Şüphesiz Kur'ân da o kitaplardandır. Ve en üstünüdür. Ne var ki o sonuncularıdır. Diğerlerine değil, ona uymak vaciptir. Bu itibârla, bu âyetteki "Allah’ın hidâyeti"ni "Kur’ân"la tefsîr etmek doğrudur ve câizdir. Nitekim İbn-i Abbâs'ın (ra) da rivâyeti bu yöndedir.


7-Hidâyetine Tâbi Olan Hakkında Allah’ın Sünneti ve Bunun Delili:
Hidâyetine (Kur'ân) tâbi olanlar hakkında Allah’ın âdeti, dünyada rahat bir yaşantıyla (bol bir geçimle) faydalandırmasıdır, dedik. Bu Sünnetullahın delili şu âyettir: "İmdi benden size bir hidâyet geldiği zaman kim benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez" (Tâhâ/123).

İbn-i Abbâs (ra); "Dünyada sapmaz, âhirette sıkıntıda kalmaz" demektedir.12 Dünyada "sapmak", İslâm'dan dönüş, âhirette "sıkıntı" ve azaptır.

Zemahşerî (335/1143), bu âyetin tefsîrinde şöyle der: "Mâna şudur: Âhirette bedbahtlık (sıkıntı), dünyada dîn yolundan sapmanın cezâsıdır. Kim Allah’ın Kitabı'na tâbi olur, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından kaçınırsa sapma ve azaptan kurtulur"13. Fakat, âyetin uslûbu ve ifâde tarzı (siyak ve nazmı), Kur’âna tâbi olanlar için sıkıntının olmayacağı şeklinde hükme varmaya müsaittir. Ondan bedbahtlığın kalkması dünya ve âhireti kapsar. Bu İmâm er-Râzî’nin (344/1149) "Sapmaz ve sıkıntıda kalmaz" âyetinin yorum şekillerinden biridir. İmâm, bu yorum tarzına bir sual getirmekte ve şöyle demektedir: "Üçüncü şekil: Yani âyetin tefsîri hakkında dünyada sapmaz ve âhirette sıkıntıda kalmaz. Denilse ki, Allah’ın hidâyetine uyana da dünyada bazan sıkıntı gelebiliyor. Deriz ki, maksat, dinde sapmaz ve din sebebiyle, sıkıntıya düşmez. Ama, başka bir sebeple sıkıntı hâsıl olsa da bu, iddiâmıza zarar vermez."14

Gerçek şu ki, Allah’ın hidâyetine (Kur’ân-i Kerim) uyan, tertemiz ve rahat bir hayat yaşar. Ki bu, Allah’ın va'di ve rabbânî kuralı gereğidir. "Erkek ve kadından her kim inanmış olarak
iyi bir iş yaparsa onu (dünya)da hoş bir hayatla yaşatırız. (Âhirette ise) onların ücretini, yaptıklarının en güzeliyle veririz" (Nahl/97).

Allah’ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle beraber mü'minliktir. Yoksa, Allah’ın hidâyetine tâbi olmuş sayılmaz. Onun yaşadığı"tertemiz hayat" ise kat'iyyen her hangi bir sıkıntının olmadığı hayattır. Çünkü bu, İbn Kesîr'in de tefsîrinde dediği gibi hangi yönden olursa olsun, bütün rahatlık şekillerini kapsar.15 Kaldı ki sıkıntı, Kur’ân'a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı temiz yaşantıya aykırıdır. Öyle ise "sapma"nın giderilmesi gibi, "sıkıntı" da ondan bu dünyada giderilmiştir. Zîra, Allah’ın hidâyetine tâbi olan kimse, onun rızasını gözetir. Allah’ın kendisi için taksimine de, azımsamadan, kanaat eder. Çünkü o, Allah’ın kendisine bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır, mes'uddur, rahat ve geniş bir yaşantı içindedir. Allah’ın, onu İslâm'la nimetlendirmesinden sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metaına (faydasına) değil de Allah’ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması, kesinlikle onun rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması demektir.

8-Allah’ın Hidâyetinden Yüz Çevirenler Hakkındaki Sünnetullah ve Bunun Delili:
Allah’ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah söylediğimiz gibi geçim sıkıntısıdır. Bunun delili şu âyettir: "Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse onun içinde dar bir geçim vardır" (Tâhâ/124).

"Allah’ın zikri”nden maksat; O'nun Kur'ânı ve dîni İslâm’dır. "İ'raz (yüz çevirmek)”dan maksat ise Kur’ân ve İslâm’ı terk etmek, uymamak ve hidâyeti başkasından ummaktır. İbn Kesîr, şöyle der: "Yani, kim emrime, Resûlüme indirdiğim Kur’ân'a karşı çıkar, ondan yüz çevirir, unutur gibi yapar ve hidâyetini başkasından alır ise..."16

Allah’ın hidâyetinden yüz çeviren için, dünyada geçim sıkıntısı vardır. Çünkü ( ( ضنكا asıl, darlık ve şiddet demektir. Bu da, dünyaya ve dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras, azalmasından korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir şey yoktur. Aksine, doğru yoldan saptığı için, görünüşte nimet içinde olsada, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği yerde otursa da göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah’ın hidâyeti, kalbini mamur etmedikçe ne saadeti ne de rahat bir geçimi fark edemez. Bu, dünyadaki durum...

Âhiretteki duruma gelince, cezâ hususundaki Sünnetullah geçmişti. Şöyle ki; hidâyetinden yüz çevirene azap dokunacak. Bu azapdan bir kısmı da, Allah’ın âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için, kıyâmet günü kör olarak haşredilmesi şeklinde olacak. Bu cezâ ve sebebini Allah (cc), şöyle bildiriyor: "Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun içinde dar bir geçim vardır" (Tâhâ/124).

Yani, Allah’ın hidâyetinden yüz çeviren kişi, Kıyâmet günü kör olarak haşrolunacak. Bunun üzerine o kişi "Rabbim, niçin beni kör haşrettin, oysa ben görür idim?" diyecek. Yani dünyada görüyor idim. O zaman Allah (cc) buyracak ki; "Öyle sana da bizim âyetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bu gün de sen öyle unutulursun!" (Tâhâ/125-126). Yani, Allah’ın
âyetlerini gelip sana tebliğ edildikten sonra hatırlamayanların muamelesini yaparak yüz çevirince, sen de kör olarak haşrolundun. Çün kü, Allah’ın âyetlerinden gözünü yuman, onu unutmuş ve terk etmiş demektir. "Bu gün sen de unutuldun". Yani Allah’ın âyetlerini görmezlikten geldiğin gibi yaptığina uygun olarak, sen de "körlük" hali içinde terk olunacaksın. Çünkü cezâ yapılanın cinsinden olur.17 Allah’ın hidâyetinden yüz çevireni bekleyen bu cezâ, dünyanın azabından daha çetin ve süreklidir. Aynı şekilde, Allah’ın âyetlerini
yalanlayan gâfillere de O’nun hidâyetinden yüz çevirenlere isabet eden dünyadaki geçim sıkıntısı ve âhiret azâbı dokunacaktır. Çünkü âyette: "İşte israf eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezâlandırırız" (Tâhâ/127). buyrulmaktadır.

9-Hidâyetinden Yüz Çevirene, Allah, Şeytanı Arkadaş Kılar: Hidâyetinden (Kur’ân) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden ayrılmayan, kötü amelini allayıp pullayıp çekici gösteren, hak yolundan alıkoyan ve ona doğru yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş kılar. O'nun yolundan yüz çevirenlere isâbet eden dünyadaki geçim sıkıntısı ve âhiret azâbı dokunacaktır. Çünkü âyette: "Kim Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse ona bir şeytanı saldırtırız; artık o, onun arkadaşı olur. O (şeytan) bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar" (Zuhruf/36-37).

Bu iki âyetin tefsîrinde: "Gâfil davranıp, görmezlikten gelerek Allah’ın zikrinden (Kur’ân) ve içindekilerden yüz çevirirse bâtıl ve sapıkların sözlerine uyarsa şeytanı ona arkadaş yaparız. Ondan ayrılmaz, daima onunla bulunur. Onu helâllerden men eder, haramlara yöneltir, itaatten alıkor, günaha teşvik eder, kötü amellerini ona süsleyerek güzel gösterir... Bu ise, Kur’ân`ın yolundan yüz çevirmesinin cezâsıdır. Nitekim "Allah, kötülükleri kazanmadaki artışa göre, günahları cezâlandırır." denilmiştir. Şeytanlar, Allah’ın hidâyetinden yüz çevirenleri hak yoldan alıkorlar onlar da Hakk’a yöneldiklerini zannederler.18 Âyetlerinden yüz çeviren bu sapıklara Allah’ın şu sözü doğruyu söylemektedir: "Deki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler" (Kehf/103-104).

• Abdulkerim Zeydan’ın “Es-Sünenü’l-İlâhiye” adlı kitabından tercüme edilmiştir.

1-İbn Kesîr Tefsîri, c.1, s.163.
2-Tefsîr-i Kurtubî, c. 2, s. 94.
3-Tefsîr-i Râzî, c. 3, s. 34.
4-Tefsîr-i Zêmâhşerî, c.1, s.183.
5-Tefsîr-i Râzî, c.11, s.43.
6-İbn Kesîr, c.1, s.163.
7-Tefsîr-i Menâr, c. 2, s.18.
8- Tefsîr-i İbn Kesîr, c.1, s. 82.
9-Tefsîr-i Menâr, c.1, s. 285.
10- Kurtubî, age., c.11, s. 258.
11-Âlûsî, age., c.16, s. 276.
12- İbn Kesîr, age., c. 3, s.168.
13-Tefsîr-i Zemahşerî, c. 3, s. 95.
14-Tefsîr-i Râzî, c. 22, s.130.
15-İbn Kesîr, age., c. 2, s. 585.
16-age., c. 3, s.168.
17-age., c.3, s.169; Tefsîr-i Âlûsî, c.16, s.278.
18- İbn Kesîr, age., c. 4, s.128; Tefsîr-i Kurtubî, c.16, s. 89.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 06 Ocak 2014 13:37

GÜNAHLAR VE MUSÎBETLER

Allah Teâlâ buyruyor ki: "Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem onlara size verdiğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altında akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları helâk ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık" (En'âm/6).

Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, helâk olanları, Allah, işledikleri günahları yüzünden helâk etmiştir. Bu haberde değişmez bir hakikatın ve sürekli bir kuralın anlatımı vardır: “Günahlar sahibini helâke sürüklerken, Allah (cc) günahkârları günahları yüzünden helâk etmektedir.” Hiç kimse, kısa ömrü içerisinde görmese de, bu geçerli bir kanundur. Fakat bu, günah, aralarında yayıldıkça toplumların teslim oldukları değişmez bir kanundur. Geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, milletler ya Allah tarafından gelen bir musîbetle helâk olurlar, ya da günahın dolambaçlı labirentlerinde ilerlerken helâk olmayacağını zanneden yığınların büyük bir bölümünde geçerli olan yavaş ve tâbiî bir değişim ve çözülmeyle yok olup giderler.1

Güçlü de Olsalar, Milletler Günahları Yüzünden Yok Olurlar:

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "(Onlar), yeryüzünde gezip dolaşmadılar mi ki, kendilerinden önce gelenlerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat, Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın azabından koruyan olmadı" (Mü'min/21).

Yani, ey Muhammed! Şu peygamberliğini yalanlayanlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önceki milletlerden, peygamberleri yalanlayanların âkibetlerinin nasıl olduğuna bakıp da ibret almazlar mı? Yeryüzünün değişik yerlerinde yaptıkları şehirleri, sarayları ve âbideleri kendilerinden daha sağlam oldukları halde azap inmiştir. Mekke’lilerin yapamayacağı kentler, binalar ve burçlar dikmişlerdi. Bu
üstün güce ve sağlamlığa rağmen Allah, günahları yüzünden onları cezâlandırmıştır. Günahları, peygamberlerini tekzip edip durmalarıydı. Artık onlardan günahı kaldıracak kimse de bulunmaz.2

Günahlar, Mü'minin Şeytanın Karşısındaki Direncini Kırar:

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan (yoldan) kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, halîmdir" (Âl-i İmrân/155).

Yani, Uhud Muharebesi'nde, savaştan yüz çevirip gidenler, daha önce işledikleri kötülüklerden dolayı yüz çevirip gitmişlerdi. Bu kötülükler, nefislerinde za'fiyet oluşturan ve şeytanın girip çıkacağı menfezler açan günahlardır. Böylece şeytan, savaşa katılmamalarını sağlamakla onların ayaklarını kaydırır. Nitekim büyük İslâm âlimleri: "İyiliğin sevabı, ondan sonra işlenen iyiliktir. Kötülüğün cezâsı
ise daha sonra işlenen kötülüktür" demişlerdir.3 İşleyene nisbetle günahlar, hastaya nisbetle hastalık gibidir. Mukavemetini kırar, bedeninde hastalık yapar ve mikropların girebileceği menfezleri açar veya zâten mevcut durumdaki hastalık ve mikrobu daha da kronik hâle getirir.

Günahlar, Musîbetlerin Sebebidir:

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, işlediklerinizin) bir çoğunu da affeder" (Şûrâ/30).

Yani, ey insanlar! Başınıza gelen bütün hastalık ve diğer felâketler gibi musîbetler, acılar, dertler, kıtlık, boğulma ve benzeri hoş olmayan durumlar, kazandığınız günahlar yüzündendir. Fakat Allah, günahlarınızın çoğunun cezâsını peşinen vermez. Hattâ, sonra da cezâlandırmayacağını söyleyenler olmuştur.4

İbn Teymiye (662/1263) şöyle demektedir: "Allah’ın bize dış ve iç âlemimizde gösterdikleriyle Kitâb’ında bildirdiklerinden anlıyoruz ki, musîbetlerin gerekçesi ve sebebi günahlardır. Bu sebeple Allah (cc): "Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizin yüzündendir. (Yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder". Yine "İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan ayaklarını kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti". Ayrıca "Başınıza bir belâ gelince -siz, onun iki katını Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz. De ki: 'O (belâ), kendinizdendir'" buyurmaktadır. 5

Musîbetlerin Gerekçesi İtâatsizlik Değildir:

İnsanın başına gelen sıkıntı ve musîbetler, sebep ve gerekçe olarak genellikle günah ve mâsiyetlerin sonucu durumunda olmakla beraber, itâatsizlikleri söz konusu olmadığı halde musîbetlerle karşı karşıya kalan kimseler de vardır. Zemahşerî (538/1143) diyor ki: "Peygamberler, çocuklar ve deliler gibi günahı olmayan kimselerin başlarına gelen acı ve benzeri musîbetler, verilecek bir ödül, bir fayda ve bir rabbânî maksat içindir."6

Tefsîr-i Kurtubî'de şöyle denilmektedir: "İkrime (ö. 150/767) der ki: “Kulun başına gelen hiçbir sıkıntı hatta daha kötüsü yoktur ki, Allah’ın onu affetmesine veya ancak kendisiyle ulaşabileceği yüksek bir makama erişmesine vesile olmasın."7 Peygamberlerin başına gelen sıkıntılar da cezâ değil, manevî makam ve rütbelerinin yükselmesinin murad edildiği musibetleri türündendir.8

* Abdulkerim Zeydan’ın “Es-Sünenü’l-İlahiye” adlı kitabından tercüme edilmiştir.

1-Fîzilâl, c. 7, s.129-130.
2 -İbn Kesîr, age., c. 4, s. 76.
3 -er-Râzî, age., c. 9, s. 51; İbn Kesîr, age., c.1, s. 418; Tefsîr-
i Menâr, c. 4, s.192
4- İbn Kesîr, age., c. 4, s.116; Tefsîr-i Râzî, c. 27, s.172;
Âlûsî, age., c. 25, s. 40.
5-Ibn-i Teymiye, Risâle-i Emr-i bi'l-Mâruf, s. 31.
6-Tefsîr-i Zemahşerî, c. 4, s. 226.
7-Tefsîr-i Kurtubî, c.16, s. 31.
8-Tefsîr-i Râzî, c.17, s.172.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 20 Aralık 2013 15:42

VELÂYET MAKAMI

Velî, îman esaslarına inanan, Allâh’ın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçınan, çokça tâata yönelen kimsedir.1

Velî, Allâh’ı seven, O’nu dost bilen, itaat hâlinde bulunan kul demektir.2

Velî, daimî ve ebedî olarak Hakk Teâlâ tarafından korunan ve himâye edilen kimse anlamına gelir. Velîyi koruma işini bizzat Allâh üzerine almıştır. Allâh, velî olan kulu için hizlân yaratmaz. Yani, âsi ve günahkâr olmak için ona kuvvet vermez; velî olan kuluna tevfikini devam ettirir, yani tâatta bulunmak için ona güç verir. Nitekim âyette “Allâh sâlih kullarının işini üzerine alır” (A’raf/196).3 buyurulmaktadır. Bununla birlikte evliyâ, peygamberler gibi mâsum olmadıkları için şeytanın etki alanından çıkmış değillerdir. Nitekim Bel’am b. Ba’ura, kerâmet konusunda başkalarının ulaşamadığı dereceye yükselmişken, Hz.Mûsâ’ya ihâneti yüzünden şâkî (îmansız) olarak dünyadan göçmüştür.4

a)Velâyette Gizlilik:
Ömer en-Nesefî, velînin velâyet iddiasında bulunmasının, yani “ben velîyim” demesinin câiz olmadığını, hatta bu iddiada bulunan bir kimsenin velâyet mertebesinden düşeceğini belirtir.5

İmâm Rabbânî (1034/1625), “Bir velînin, velî olduğunu bilmesinin aslâ şart olmadığını, evliyâullâhtan birçoklarının kendilerinin velâyetlerinden haberi olmadığını ve bunların kendilerinin velî olduklarını bilmediklerine göre başkalarının da bu zatların velî olduklarını bilmelerinin şart olmadığını” söyler.6

Cenâb-ı Hakk’ın velîlik sırlarını gizlemesindeki hikmet, dostlarının kadr-ü kıymetini halkın indinde yüceltmek, bir de şöhret öteden beri her şeyde âfet olduğu gibi, velâyetin örtülmesi de îman ehline bir tür rahmettir.

“Sanma taleb-i devlet-ü câh etmeye geldik
Biz âleme bir yâr içün âh etmeye geldik”

Velâyette gizlilik esası üzerinde fazlaca duran sûfiler, kerâmeti hayz-ı ricâl (erkeklerin kadınlarda olduğu gibi hayız çamaşırlarını izhâr) olarak görmüşlerdir. Kerâmetin izhârı, onlarca, bu nispette çirkin kabul edilmiştir.7

Bu bağlamda, şunu da söyleyelim ki, câhil dervişlerin geçmişten bu güne, en çok istismar edegeldikleri konulardan biri, kerâmet konusu olmuş; müritler, şeyhleri için en tabiî olayları bile kerâmet olarak yorumlamışlardır. Bu karamizahı şu mısralar güzel dile getirir:

“Şeyh uçmazsa kerâmetle eğer
Mürit uçurur tâ bekamer” (aya kadar).

b)Velî Olan Zâtın Hareketleri İslâm’a Uygun Olmalıdır:
Klasik kitaplarımızda tayy-i mekânda (mekân mefhumunun ortadan kalkması) bulunmak, kalplerdeki gizli düşünceleri okumak, suda yürümek, duası süratle kabul olmak, insanların gözlerinden kaybolmak gibi hâller hep kerâmetten sayılmıştır.8

Fakat bütün bu olağandışılıklar kendisinde görülen zâtın yaşantısının İslâm’a uygun olması, Ehl-i Sünnet’e aykırı hareketlerinin bulunmaması gerekmektedir.9

İslâm dîniyle ilgisi ve îmandan nasibi olmayan kimselerde görülecek hârikalar, o kimsenin yetkinliğine ve velîler silsilesinden olduğuna delil olarak kabul edilemez.

Böyle bir kimse havada uçarken, deniz üzerinde yürürken, arpayı duvarda yürütürken ve ateş içinde yanmadan otururken görülse bile, bu hâller onun kerâmeti olarak asla kabul edilemez. Havada uçmak kuşlarda; denizde gezmek balıklarda; ateşten etkilenmemek şeytanlarda da görülebilir. Kendisinden pek çok kerâmet ve keşf hâli nakledilen Bâyezid-i Bistâmî (ö.234/848) olağanüstü hâllere önem verilmesini istemezdi. ‘Falan kişi tayy-i mekân ediyor’ denilince, ‘Allâh’ın lânetlediği şeytan ile leş yiyen kargalar da aynı şeyi yapıyor’ diyerek bunları önemsemediğini göstermiş ve aslolanın şeriat hükümlerine bağlı kalmak olduğuna işaret etmişti.10

Hind fakirlerinde veya sahne oyuncularında görülen ve hârika işlere benzerliği bulunan şeyler, ya sihir veya şâbeze11 denilen el çabukluğu türüne girerler. Mucize veya hârikayla alâkası yoktur, bir sanattır. Tabiat kanunlarının çok kurnazca insanlar tarafından bilinmeyen yol ve yöntemlerle kullanılması sonucunda ortaya çıkar. Öğrenmekle elde edilebilir.12

c)Velînin, Kerâmetini Bilmesi Gerekmez:
Kerâmet sahibinin, her zaman kerâmetinin bilincinde olması gerekmez. Yani bazan da kerâmet gösterdiğini bilmez. Kerâmetin evlâ ve kendi açısından selâmetli (sakıncasız) olan kısmı budur. Kerâmet olarak bilmediği için, nefsine nispet etme ihtimali yoktur.13

Evliyâya, Allâh’ın kerâmetlerinden bir şey zuhûr ettiği zaman Allâh’a karşı olan zillet, meskenet, korku, tevâzu, nefislerini hakir görme ve Allâh’ın üzerindeki haklarına riâyet etme gibi duyguları daha da artar. Bu ise, onların hizmetlerini çoğaltır, yaptıkları mücadelelerde kendileri için güç kaynağı olur, verdiği nimetlerden dolayı Allâh’a şükretmelerine vesile teşkil eder.14 Bu anlamda kerâmetin izhârı zarardır, ikrâmın izhârı ise bir tahdis-i nimet (nimeti açığa vurarak şükür getirmek)tir.15

d)Velîde Aranan Şartlar:
Velînin kerâmeti, hiçbir şekilde Nebî’nin şeriatının hükmüne aykırı düşmediği gibi, kendileri de rütbece onlardan üstün olamazlar.16 Zira onların derecelerine ulaşamazlar ki üstün de olsunlar. Çünkü Peygamberler mâsum oldukları gibi sû-i hâtimeden de emindirler. Vahiy ve melek müşahedesiyle şereflenmişlerdir. Evliyânın bütün yetkinliklerini bünyelerinde topladıktan sonra insanların irşadı ve ahkâmın tebliği ile memurdurlar.17 Velî, nübüvvet iddiasında bulunamaz. Bulunursa küfrüne hükmolunur.

Velî için aranan şartlardan birkaçı şöyledir:
1)Ahkâm-ı Şer’iyyeyi bilip, Kur’ân ve Sünnet’i muhafaza etmek.

2)Ahlâk-ı Muhammediye ile ahlâklanmak. Çünkü şer`î edeplerden birine aykırı davranan birine Allâh velîlik sırrını emânet etmez.18

3)İslâm dînini iyi bilmek.19

Bu sebepledir ki, İmâm Şafiî Hazretleri (ö.204/ 820) şöyle demiştir:

“Allâh, câhili velî (dost) edinmemiştir. Eğer onu velî edinecekse, önce onu âlim yapar (daha sonra dost edinir).” 20

e)Velîden Teklif Düşmez:
İslâm’dan önce mevcut olan irfâniye (gnostisizm)21 akımının etkisiyle söylenmiş olan “Abd-i sâlik mârifet makamına ulaşınca ibâdet teklifi düşer” sözü,22 öteden beri birçok hararetli tartışmanın odağı olmuştur. Evvelâ bilmelidir ki böyle bir hüküm İslâm`ın özüne aykırıdır; temel kaynaklarımız böyle bir anlayışı reddeder. Sonra insanın aklı başında olduğu sürece de ondan teklif düşmez, yükümlülüğü sona ermez.23

Kaldı ki, muhakkik âlimler, gayet iyi niyetle bu sözü tekrarlayan mutasavvufları da rencide etmemek için, eskilere dayanan bu tartışmaya şu mâkul yorumlarıyla son noktayı koymuşlardır:

“Teklif, ‘külfet’ten müştaktır (türemiştir). Külfet, meşakkat anlamınadır. Şu hâlde ârif ibâdet ederken külfet ve meşakkat şöyle dursun, lezzet duyar, kalbi tâatla inşirah bulur, şevki artar, saâdet sebebi olduğu için ibâdetle neş’elenir. Bu yüzden bazı meşâyih demişlerdir ki: “Dünya âhiretten efdaldir.” Çünkü dünya dâr-ı hizmet (hizmet yurdu), âhiret ise dâr-ı ni’mettir. Hizmet makamı, nimet mertebesinden üstündür. Hz.Ali’den şöyle nakledilir: “Şâyet cemaatle cennet arasında muhayyer bırakılsam, cemaati seçerim. Çünkü mescit Allâh hakkıdır. Cennet ise nefsin hazz ve lezzetidir.” Bu sebeple kimi evliyâ dünyada kalmayı, âhirete kavuşmak arzusuyla birlikte ölüme tercih etmişlerdir.”24

Anlaşıldığı gibi, tasavvufî terimlerin ve bu anlamda söylenmiş sözlerin esprisini kavramak, biraz da Arap lügatının zevkine varmağa bağlıdır. Aksi takdirde, bilmeden, Allâh’ın dostlarını töhmet altında bırakmış oluruz ki Ehl-i Sünnet olmanın bedeli bu olmasa gerektir.

Sehl b. Abdullâh Tusterî (ö.273/886), tasavvufun temel prensiplerini şöyle sıralıyor:
“Yolumuzun yedi temeli vardır: Kitaba bağlılık, sünnete uymak, helâl lokma yemek, başkalarını üzmekten kaçınmak, günahtan uzak durmak, sık sık tevbe etmek, herkesin hakkını gözetmek.”25

Cüneyd-i Bağdadî (ö.279/908) de diyor ki:
“Velîden teklif düşer, diyenler ağır bir cinâyet işliyorlar. O kadar ki, zina eden, hırsızlık yapan kimse bile bu sözü söyleyenlerden daha iyidir.” Yine aynı gönül sultanı sadece Kur`ân ve Sünnet çerçevesindeki mârifetin geçerli olduğunu vurgulama sadedinde şöyle der: “Peygamberimizin izinden gitmenin, O’nun sünnetine uyup bağlı kalmanın dışında her yol Allâh’a kapalıdır.”26

İmâm-ı Rabbânî (1034/1625) çölde yürürken, boşluktan gelen “Yâ İmâm senden namaz kaldırıldı” hitabını, taşımış olduğu bilgi ambarında tarayınca ağzına gelen cevaptan evvel, ayakları şişene kadar namaz kılan Şanlı Peygamber’i hatırlayıverdi ve “Ey laîn şeytan, bu ses senin sesin. Çünkü iki cihan serverinden kaldırılmayan namaz, benim gibi birinden mi kaldırılacak?” şeklinde karşılık verdi.

Şeytan; “Seni ilmin kurtardı. Ben nice kimseleri cehennemin esfel-i sâfilîne gönderdim” cevabını verdi.27

“Velîler rütbede ermez nebîye
Bedihîdir bu söz her bir zekîye
Sukût-u emr-ü nehy olmaz velîden
Hilâf-ı şer’ şey gelmez velîden”


1- Ebû Nasr Serrâc, el-Lüma’ (İslâm Tasavvufu), (trc. H.Kâmil Yılmaz), Altınoluk, İst.-1996, s. 529
2-Bu tarif, Velî kelimesinin ism-i fâil olmasına göredir.
3-Bu tarif de kelimenin ism-i mef’ûl  olmasına göredir. Bak. Abdulkerim Kuşeyrî, Risale, s. 536-537
4-Beycurî, Şerh-i Cevhere, s. 175
5-Ömer Nesefi, Akaid, s. 177; Ramazan Efendi, Hâşiyetü Şerhu’l-Akaid, s. 292-293
6-Bak. İmam Rabbânî, Mektubat, c. 2, s. 1219, Mektup: 405
7-Gümüşhanevî, Levamiu’l-Ukul, c. 1, s. 106; Cengiz Gündoğdu, Tasavvufta Velâyet Kavramı, Basılmamış Tez Çalışması, Erzurum, s. 86
8-Kelabazî, Taarruf (trc. Süleyman Uludağ), s. 106
9-Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marifet Yay., İst.-1990, s. 139
10-Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (heyet), c. 14, s. 362; DİA, c. 5, s. 240
11-Bu kelimenin eşanlamları şunlardır: Şa’veze, hokkabazlık, gözbağıcılık, illüzyon, çeşm bendî, göz boyama, hiffet-i yed.
12-Namık Yazıcı, Peygamberimizin Mucizeleri, Ebru Yay., İst.-1987, s. 56
13-Yazıcı, age., aynı yer.
14-Kelabâzî, age., s.109
15-Bediuzzaman, Mektubât, s. 32
16-Taftazanî, Mekâsıd, c. 5, s. 77
17-İbn Kemâl, Risâletü’l-Münîre (Nevevî, Kırk Hadîs’le birlikte), s. 11
18-Bak. DİA, c. 5, s. 240
19-Bak.Uryanî, Kaside-i Nûniye Şerhi, s. 124
20- Aclunî, Keşfu’l-Hafâ., c. 1, Ha. 684’ün izahı; İbn Hacer, Fetevâ’l-Hadîsiye, s.128
21-İlahî sır ve hakikatlerin sülûk ve riyâzet neticesinde hâsıl olan ilhâmla bilineceğini, hatta irfân sahibi âriflerden ibâdet etme yükümlülüğünün düşeceğini savunun mistik akım. Bak. DİA., c. 28, s. 56.
22-Enterasandır ki bu iddia sahiplerinin âyetten getirdikleri delil, Ehl-i Sünnet`in onlar aleyhine öne sürdüğü şu âyettir: “Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr/99). Onlara göre, “yakîn”, sözünü ettiğimiz anlamda “mârifet makamı”dır.
23-Bu konuda bak.  İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, s. 335.
24- Osman El-Evşî, Tuhfetu’l-Eâlî Alâ Şerhi Bed’il- Emâlî,  Ehter Mat. İst.-1308, s. 63
25-Gündoğdu, age., s. 88.
26-Gündoğdu, age., s. 88; Bu hususta bak. Gazzâlî, el-Munkızü mine’d-Dalâl Şerhi  (trc.Salih Uçan), s. 301; DİA., c. 28, s. 56; c. 3, s. 362
27-Mehmet Ali Aynî, Dâru’l-Funûn Tarihi, s. 22

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Mescitlerin Fonksiyonu ve Câmi Kültürü:
Bu bağlamda, bizi biz yapan, bize kimlik ve kişilik kazandıran câmiler ve fonksiyonlarından söz etmek yerinde olacaktır. Bizim kültürümüzde câmi, toplayıp yeni bir millet ve yepyeni bir medeniyet oluşturan müstesna bir sosyal kurumdur.

Siyer kitaplarına ve ilgili yorumlarına bakacak olursak Efendimiz (sav) zamanında mescidin / câminin şu işler için kullanıldığını görürüz:

1) İbâdet yeri.1
2) Millet meclisi, siyasî, idarî ve askerî mes’elelerin müzâkere edilip karara bağlandığı kamu yönetimi merkezi.2
3) Milletlerarası siyasî görüşme salonu; Benî Sakîf ve Necrân heyetlerinin burada karşılanması buna bir örnektir.3
4) Eğitim-öğretim ve kültür merkezi (okul); mescit en çok bu iş için kullanılmıştır.4
5) Kimsesizler yurdu, geçici barınak. Suffe ashabının durumu buna en güzel örnektir. Ayrıca, çeşitli sebeplerle evinden ayrılanlar da geçici olarak mescitte kalırlardı.5
6) Sosyal yardımlaşma ve dayanışma merkezi.6
7) Mahkeme salonu; genellikle dâvalara burada bakılır ve hükme varılırdı.7     
8) Geçici hastane, kızılay merkezi.8
9) Devlet misâfirhanesi; yabancı delegeler, temsilciler geldiği zaman burada ağırlanırdı. Bir nevi elçilik binasıydı da.9
10) Kültür ve sanat merkezi; mescitte zaman zaman çeşitli oyun ve gösteriler sergilenir, şiirler okunurdu.10

Mescidin yalnızca bir ibâdet yeri olarak kullanılmayıp da bu kadar geniş çerçeveli hizmetlere sahne olarak kullanılması iki hikmete dayansa gerek:

1- Müslüman’ın mescit içinde bir hayatının, mescit dışında bir hayâtının olmayacağı anlaşılmış oluyor. Çünkü Müslüman’ın hayatı bir bütündür. Mescit içinde de, mescit dışında da bir olan Allâh’a itaatımız söz konusudur. Yâni, mescit içerisinde Allâh’a kulluk arzederken, mescidin dışındaki yaşantımızda O’nun emir ve yasaklarıyla çelişen beşerî kurallara itaatımız bahis mevzûu olamaz.

Mescidin bu fonksiyonu, yani bu kadar işin mescitte toplanması, Müslüman’ın hayatındaki tevhîde ve bölünmezliğe işaret ediyor. Eğer bir iş günahsa, haramsa, mekrûhsa, Allâh’ın rızâsına aykırı ise, o ne mescitte yapılır, ne de mescit dışında...

2- Ey mescit ve câmi cemaatı!. Mescit merkezli teşkilatlarla insanları bir çatı altında bütünleştirin. Faaliyetleriniz bu merkezden sevk ve idâre edilsin. Güçlü bir organizeyle Allâh’a itaat sağlamak üzere âdetâ her yeri câmi gibi, mescit gibi bilin.11  Peygamber Efendimiz’in (sav) Kur’ân’dan başka bir tezi ve câmiden başka bir okulu yoktu. İslâm’ın ilk devirlerinde Halîfe hem ordu kumandanı olarak reisti, hem de câmide imâmdı. Hz.Peygamber (sav) ve aynı şekilde halîfeler, Müslümanlara dinî bir konuda va’zetmek istedikleri zaman siyasal bir nutuk yeri olan minbere çıkar ve Müslümanlara hitap ederlerdi. Aynı şekilde, herhangi bir düşmanla savaşmak için bir ordu gönderildiği zaman aynı minbere çıkıyor, siyasî ve tamamen maddî konulardan konuşuluyordu. Özetle, câmi bir ibâdet merkezi olduğu kadar, bir hareket ve faaliyet merkeziydi de...12  Namaz imâmı, Hz. Peygamber’in (sav) uygulamasına göre, dînin reisi olabildiği için, otomatik olarak hem dinî ve hem de siyasî bir boyut vardı namazda. Oysa ki namaz, tamamen manevî özelliktedir. Her bölgede, o bölgenin siyasî temsilcisi aynı zamanda câminin imâmıydı. Câmilerde görevli gibi görünen imâm ve hatipler, aslında siyasî-idarî yapıda görev alan kişiler olup birer kamu bürokratıdırlar.13 Bu sebeple, o bölgedeki Müslümanlardan herhangi birinin bir şikâyeti olsaydı, kadıya gideceğine doğrudan doğruya câmiye gider ve şikâyetini câminin imâmına bildirirdi. Çünkü imâm, o bölgenin mülkî idâre âmiri / vâlisiydi.14  Bu hikmete binâendir ki, cuma namazı bir devlet namazı olarak farz kılınmış olup imâmet için, özellikle Henefî fıkıhçılarınca, velâyet-i âmme sahibi olan
devlet başkanı şartı aranmıştır.15  

Câmiler, dünyanın en üstün ilim, edep, fazilet ve kendini tanıma bilgisinin verildiği; aynı zamanda da gösterildiği eğitim-öğretim yerleridir. Osmanlılar, en şanlı zamanlarında yalnız câmi kültürü ile yetişmişlerdir. O zamanlar câmiler hem ibâdet mahalli, hem de muhit ve memleket mes’elelerinin görüşüldüğü yerlerdir. Hükümetin tebliğleri özellikle sabah ve yatsı namazlarından sonra halka duyuruluyordu. Hükümetin bir ayağı câmide idi.

İslâm’da dîn ve dünya, cismanî ve uhrevî ayrımı yoktur. İslâm her bakımdan tevhîd dînidir. İnsanların temizlenmesi ile ilgili hükümler indiren Yüce Yaradan’ın, dünya işlerinin en önemlisi olan devlet idâresi ile ilgili hususlarda hak ölçüler koymamış olması mümkün müdür? İnsanın dünya ve âhiret mutluluğunu gâye edindiğini söyleyip dururken, İslâm’ın, devlet işleriyle ilgilenmediğini savunmak onun evrenselliğine halel getirmez mi?

İslâm’ın devlet anlayışında, devlet kavramı dînin içinde erimiş, dîn ile bütünleşmiştir. Bizde, muharref Hıristiyanlıkta olduğu gibi, dîn ve devlet yok; dîn-devlet vardır. İslâm devleti, cihanşümul (evrensel) bir barış devletidir. Toplumun refah ve mutluluğunu hedefleyen bir siyaset güder.     

Çâreler üretme bilgisi ve tekniği, toplumu yönetme sanatı olarak ele alınacak olursa, siyaset, faaliyet alanları ve gâyeleri itibariyle, bir anlamda dînle örtüşmektedir. Ne var ki İslâm, temel ilkelerin dışında siyaset modeli ve siyasetin keyfiyeti ve şekli konularında değişmez kural, öneri ve prensipler getirmemiştir.

“İster kral idâresi, ister halk idâresi
Dîn siyâsetten ayrıldı mı Cengizliktir gerisi” 16

Bu bağlamda, birilerinin “Peygamber devlet kurmak değil, dîn kurmak! İçin gönderilmiştir” ve “İslâm’ın yüzde doksan dokuzu bireyseldir, onun toplumsal ve siyasal yönü yoktur” tarzındaki söylemlerini de, Müslümanları sosyal hayattan tecrit etme ve onların başsız sürüler hâlinde yaşamalarının devamını sağlama adına söylenmiş lakırdılar olarak algılamak gerekir. Oysa Yüce Peygamberimiz’in (sav) şu sözü, yoruma mahal bırakmayacak kadar açıktır: “Ben insanları idâre etmek için gönderildim.” 17

İslâm dîni bir sosyal hareket olarak gelişmiş ve Peygamber’in hayatında örgütlenmiştir. İslâm’ın Medine dönemi tamamen bir siyasî-idarî hareket ve örgütlenme görünümündedir.

Hz.Peygamber (sav) hicretlerinden sonra sosyo-politik organizasyon (ümmet) gerçekleştirerek dinî ve dünyevî iktidarı şahsında birleştirmiş böylece tevhîd esasının bu alandaki görüntüsünü sağlamıştır. Ve tâbiî, büyük ölçüde kuvvetler ayrılığı ilkesinin en güzel örneğini vermiştir.18  Allâh Resûlü (sav), âhirete intikal ettiğinde hemen hemen bütün Arap yarımadasının kudretli peygamber-yöneticisi idi. O’nun yönetimi ya da yöneticiliği, bir tür peygamberlik görevini yerine getirme biçimi idi. Bu sebepledir ki, dîn (İslâm) beşer hayatının bütün sahalarını kuşatan ve yönlendiren bir olgudur. İslâm câmide ve savaş alanında bulunduğu kadar, çarşı-pazarda, okulda, yasama kurumunda da bulunmalıdır; çünkü bütün buralar İslâmî değerleri gösteren ve yorumlayıp uygulayan yerlerdir. Bütün bunları hesaba kattığımızda, siyasî aksiyonun, İslâm’ın ve onun hayatın kamu kesiminde temsil ettiği değerlerin bir unsuru, bir tezâhürü ve zorunlu bir vasıtası olduğunu söylemek zorundayız.19

Niçin Müslümanım?

 
En belirgin özelliklerinden olarak İslâmiyet;
1- Tüm eksikliklerden beri, tüm yüceliklerle vasıflı bir Rabb`e inanmayı öngördüğü için,
2- En son, en yeni, en mükemmel ve en mantıkî dîn olduğu; bilgi ve inancın sağlam ve kesin delillere dayanmasını ve taklîdle yetinilmemesini öngördüğü; akıl ile nakil, dîn ile dünya, fert ile toplum ve toplum ile devlet arasında tam bir âhenk kurduğu için,
3- Her çağın ihtiyacına cevap verecek mükemmellikte olup sağlıklı bir denge içinde dünya ve âhiret mutluluğunu hedeflediği için (Bakara/201, Kasas/77),
4- Çağlar üstü, zaman ve mekân boyutunda evrensel olup bütün insanlığa (Furkân/1) hitap ettiği; millî ve ırka dayalı bir dîn olmadığı için,20
5- Fıtrî bir dîn21  olup bütün hükümleri insanlığın yaratılışına uygun olduğu22  ve körü körüne bir îman istemediği; akılla hareket etmeyi (aklîliği),23  doğru düşünmeyi, araştırmayı24 ve bilimselliği öngördüğü,25  gerçeği bulmayı engelleyen vehim ve hurafelere, karışık ve ‘sır’ kabul edilen dogmalara yer vermediği için,
6- Kolaylık dîni olduğu, güçleştirmediği için,26
7- Ayrım gözetmeden herkese yardımı öngördüğü ve yardımın istismarına karşı çıktığı için,27
8- İslâm`a itaat eden bütün kadınları kutsal addettiği için,28    
9- Kurtuluşu sadece Allâh`ta gördüğü için,29
10- Temizliği emrettiği ve temiz olan her yerde ibâdeti öngördüğü için,
11- Dünya ve âhiret dengesini mantıkî bir şekilde kurduğu için,
12- İnsanların temelde eşit olduğunu ilan ederek ırk ve sınıf farkını, bunlara bağlı imtiyazları kaldırdığı, üstünlüğü akıl ve rûh kemâline, bilgi ve fazilete bağladığı için; buna paralel olarak insanlığı hilkatte eş, Müslümanları dînde kardeş kabul etmekle gayri müslimlere de hoşgörülü olduğu; onlara karşı emperyalist emeller gütmediği ve olumsuz bir misyon yürütmediği için,30  
13- Barış dîni olduğu için (Nahl/125),31
14- İbâdet ve tevbede aracı kabul etmediği için,
15- Doğuştan var olan haklarımı koruyucu tedbirler öngördüğü için,
16- Güzel ve en ideal ahlakı öngördüğü için,
17- Sosyal adâleti sağlayıcı ilkeler koyarak insanca yaşanan ideal bir toplumun oluşmasını hedeflediği için,
18- Kendinden önceki bütün ilâhî dînleri, o dînlerin peygamberlerini ve kutsal kitaplarını kabul edip yadsımadığı için (Mâide/68),
19- Her vesileyle bayraklaştırdığı ‘iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama’ ilkesiyle îmanın sosyal ve siyasal boyutuna vurgu yaptığı için (Tevbe/72),
20- Herkesi yalnız kendi günahlarından sorumlu tutarak suçun şahsîliğini savunan bir dîn olduğu için,
21- Hiçbir şahsa, kurum ve otoriteye muhtaç olmaması bakımından teokratik bir din olmadığı için,
22- İslâmiyet`te dîn o kadar erişilebilirdir ki, herkes aynı oranda bu dînin bilgisine sahip olabilir. Dolayısıyla dinî işlemlerin yürütülebilmesi için ruhbân sınıfına32  ihtiyaç olmadığına inandığım, bilakis ruhbânlığı ibâdette aşırılığa saparak dünya işlerinin ihmâlini önleyen bir hayat tarzı olarak gördüğüm için ve daha birçok sebeplerden ötürü cân-u gönülden Müslümanım ve gül gibi dînimi bir gül dalı nârinliği ve hassasiyetiyle yüreğimde koruyor ve her alanda yaşatmaya çalışıyorum.

1- Bak. Mustafa Ağırman, Hz.Muhammed Devrinde Mescid ve Fonksiyonları,  s. 111
2- Davut Dursun, Din Bürokrasisi, s.109; Ağırman, age., s.158, 173, 177; DİA, c. 7, s. 51-52
3- Ağırman, age. s. 159
4- age. s. 131; DİA, c. 7, s. 50-51
5- Münir Muhammed Gazban, Nebevî Hareket Metodu, c.1, s. 216;     Ağırman, age.,s. 146
6- Ağırman, age., s. 168; 7- age., s. 173; DİA, c. 7, s. 52
8- age., s. 165; 9- age., s. 159-160
10-  Karaman, İslâm Işığında Günün Meseleleri, c. 3, s. 83
11- Karaman, Türkiyede İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, s. 21-23
12- Hamidullâh, İslâm Müesseselerine Giriş, s. 30
13-  Dursun, age., s.114,   14- age.,s.30
15- İbnu’l Humâm, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, s. 129; Ayrıca bak. Zebidî, Tecrîd-i Sarîh Trc., c. 3, s. 47 vd.
16- İkbâl, Cebrail’in Kanadı’ndan
17- İbn Kesîr, Tefsîru Kur'âni'l-Azîm, c. 1, s. 556; Münavî, age., c. 3, s. 203, Ha.: 3151, Aclûnî, age., Ha.: 918
18- Bak. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 191; c. 2, s. 888; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 108.
19-  Fazlur Rahman, Allâh’ın Elçisi ve Mesajı (Makaleler 1), s. 60-61
20  Kuşkusuz, her asırda sömürünün (vahşi Batı) ileri karakolu işlevini görmüş bulunan Hıristiyanlıkla, millî dîn olan ve kendinden olmayanları sağmal inek gören, onların her şeyleri ile yağma ve talan edilmesine izin veren (Tesniye/20:13) Yahudiliğin evrensel nitelikte olması imkân dışıdır. Tevrat`ta Yahudiliğin evrensel olduğuna dair bir kayıt bulunmadığı gibi (Bak. Hezekiel/36:6; II. Kırallar/5:15; İşaya/54:3), Hıristiyanlık da İsâ`nın (a.s.) kendi ifadesiyle evrensel değil, yerel bir dîndir (Bak. Matta/15:24).
23- Müslim, Kader, 25.
24-  İnsan İslâm'la dindarlaşma kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır. İslâm'da akla ve insan tabiatına zıt hiçbir şey yoktur. Örneğin Roma hukukunda yer alan ve borçlunun alacaklıya kendini satma hakkı gibi doğal olmayan bir şey mevcut değildir. Bak.Mehmet Fehmi (sad. Niyazi Kahveci), İslâm Hukuk Felsefesi, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ank.-1994, s. 9, 10.
25-Bak. Rûm/24, Bakara/44; 26-  Bak. Nahl/43, Hucûrât/6.
27-  Bak. Nahl/43. Ayrıca, Peygamberimizin (a.s.) sadece şu hadîsini bu anlamda kayda değer buluyorum: “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, âhireti isteyen ilme sarılsın, her ikisini isteyen ilme sarılsın”, “Ya ilim öğreten, ya ilim öğrenen, ya dinleyen veya bun¬ları seven ol. Sakın beşincisi olma! Yoksa helak olursun”. Taberânî, Mu'cemü's-Sağîr, (trc. İsmail Mutlu), Mutlu Yay. c. 1, Ha.: 541
28-  Bak. Bakara/185, 286; Buharî, İlim: 11, Edeb: 80; Müslim, Cihâd: 4.
Sadaka ve yardımda gizlilik esastır. Bak. Buharî, Zekât: 14 , Müslim, Zekât:1031,  
Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta sadece rahibeler kutsal kabul edilir.
29-  Oysa diğer dînler ebedî kurtuluşu sadece kendilerine hasrederler (Bakara/111).
30-  Bak. Fussilet/34, Şuarâ/40
31-  İslâmiyet, filolojik yapısı ve lügat mânası itibariyle ‘barış’ anlamına gelmekle çok yönlü bir esenliği öngörür.
32-  Napoleon bile şöyle demiştir: "Eğer bir dînin dindârı olsaydım Müslüman olurdum. Zira Müslümanlıkta ruhbâniyet yoktur". (A.Vakit, Tefekkür, 6 Nisan, 2008, Pazar).

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İslâm, sadece zihinde kalan bir inanış ve kanaatten ibaret bir olgu da değildir. Zihnin her türlü şirkten arındırılması, gizli küfür bulaşıklarından temizlenmesi, kısaca kelime-i şehâdetin kavranılması ve tasdik edilmesi, insanı Müslüman yapmaya yeterli ise de, Müslüman kalmasına yeterli değildir. Müslümanca bir hayat tarzını yaşayabilmek için şehâdet kelimesinin getirdiği sonuçlara uymak da gerekir. Bunun adına amel denilmektedir. Yani ibâdet... Fakat bugün ibâdetler kendilerinden beklenen sonuçları veriyor mu? Bir de buna bakmak lazım...


İslâm’ın emrettiği ibâdetlerin hemen hiçbiri, İslâm dışı bir toplumda icrâ edildiğinde, toplum bakımından onlardan beklenen sonuçları doğurmaz. İslâm`ı bütünüyle benimsemeyen bir toplumda da İslâm`ın kısmî olarak uygulanmasından beklenen ve arzulanan ideal sonucu almak mümkün değildir. Meselâ, faiz üzerine kurulu, ahlakî ve mânevî değerlere önem vermeyen, kendi menfaatlerini her şeyin üstünde tutan (homo ekomomikos / ekonomik adam)lardan oluşan kapitalist bir toplum düzeninde zekâtını veren bir Müslüman, bireysel olarak ibâdetini yerine getirmiş olur. Allâh için vermişse, sevap da kazanır. Ancak verdiği zekâtın topluma sağladığı başarılı bir faydadan söz edilemez. Bu yüzdendir ki, emirlerinin sosyal semerelerini almayı hedefleyen İslâm, ancak bütünüyle kendi hükümlerinin yaşandığı, ilke ve prensiplerinin uygulandığı bir toplum düzenini zorunlu kılar. Çünkü İslâm, kendine özgü bütünlüğü ve özgünlüğü içinde, kendi dinamizmi ile var olan en ideal hayat nizâmıdır. Binâenaleyh, Müslümanlık fikir ve kalplerde, özel alanlarda hapsedilmek ve sadece kafa kâğıtlarına yazılmak için gönderilmediği gibi; hayat rehberimiz, esin ve besin kaynağımız Kur`ân da, ölülerden ziyâde dirileri muhatap alan saâdet kaynağımız olmuştur (Yâsîn/70).

“İnmemiştir hele Kur`ân bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlarda okunmak, ne de fal bakmak için”

Ne yazık ki, bakışlarımıza İslâm’ın öngördüğü şartlar değil de İslâm dışı dünyanın gözümüze taktığı gözlükler hâkim kılındığından beridir, bizler İslâm’ı Batı zihin kalıplarına göre anladık. Oysa dînin belirgin özel


liği (alâmet-i fârikası), yaşanan bir inanç bütünü olmasıdır. Yoksa sırf kafalarda kalan filozofik bir akîde veya entellektüel bir anlayış tarzı değildir. İslâm, ne salt duygu ve düşünce sistemi, ne sırf aksiyon, ne sadece rûhî ibâdet ve ne de ekonomik ve toplumsal bir nizâmdır. Bilakis, o, kapsamlı ve küllî fonksiyonları olan bir hayat programıdır. O, ‘yönlendirmede şefkati, anlayışta inceliği, akâidde yüceliği, ibâdette güzelliği, mihrapta imâmlığı, harpte komutayı birleştiren bir sistem’ olup bireysel ve toplumsal planda olduğu gibi uluslararası düzenlemede de her devrin ihtiyacını karşılayacak bir derinliğe ve genişliğe sahiptir.


İslâm sistemi, reaksiyoner veya alternatif bir hareket değildir. Kimi doktrinlerde olduğu gibi ekonomik bozukluklara karşı oluşmuş antitez bir hareket değildir. Hele Hıristiyanlıkta olduğu gibi rûhanî bir okul hiç değildir.


“İslâm bir şuurdur. Şuurla uyulup boyun eğilecek bir disiplin, teslimiyet duygusu içinde pazarlık yapmadan ‘şu kadarı yetmez mi?’ demeden, yan çizilebilir alanlar aramadan, dahası Allah’a öğretmeye kalkmadan, sürekli ‘giderim ha!’ tavrı içinde zihnî sapmalara yönelmeden bağlanılacak bir değerler manzumesidir.”


İslâm, özelliklerinde yegâne, vasıflarında tek olan bir sistemdir. O, ulvîliğe ve izzete çağırır. Pazarlıkları ve izin vermediği biçimde kendine kavuşulmasını reddeder. Yani İslâm, Makyavelizm`e1  konu olan düşünce ve gidişatı tasvip etmez. Eğer dîne hayatımızın her şeyi diye bakmıyorsak, onu kendisiyle amel edeceğimiz emir ve yasaklar bütünü olarak görmüyorsak, dîni bir zihin fantezisi veya değiştirilebilen bir aksesuar olarak görüyoruz demektir. Ne acıdır ki, yaşadığımız toplumda dîn anlayışı bundan öte gitmemektedir. Bizim îman ettiğimiz dîn, yeri göğü, hayatı, ölüm ve ötesini açıklarken, yaşadığımız ‘dîn!’, karı ile koca arasındaki ihtilâfları bile çözemiyor.


Hıristiyanlığın, Batı yaşama tarzı içindeki yeri, belli bir alışkanlığın yerine getirilmesinden ibarettir. “Tanrı’yı sev, sonra dilediğini yap” anlayışı egemen olduğu için, kurtuluşa ermek yerine, işlenen günahın bağışlanmasından bir teselli ummak için arada bir uğranılan kapıdır.


Bu gün, haftada bir / cumadan cumaya veya yılda iki kez / bayramdaaan bayrama uğranılmakla, Hıristiyanlık gibi fertlerin muayyen ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik törenlere, ayinlere indirgenmekle İslâm’ı da bu anlamda dejenere etme gayretleri baş döndürücü bir hızla sürerken, elem veren sonuçlarını daha şimdiden görebilmekteyiz. Son zamanlarda “Müslümanım ama, câmiye de girerim, plaja da uğrarım. Hacc’a gider zemzem de içerim, viskimi de yudumlarım. Namaz da kılarım, bikini ile de dolaşırım” gibi absürd lakırdılarla kendini avutan ve aldatan karikatürize olmuş tipler de türedi ki, sergiledikleri böylesi kara mizahların adını kendileri koydular bile: Laik Müslümanlık...


Evet, İslâm, salt zihnî bir olgudan ibaret değildir. Kelime-i Şehâdet’in kavranılması ve tasdik edilmesi yanında “mü’minlik sertifikası” demek olan Tevhîd Kelimesi’nin getirdiği zarurî sonuçlara uymak da gerekmektedir. Bu da ancak amelle / ibâdetle mümkündür. Hiç ibâdete başvurmayan insanın dindarlığı ise farazîdir, fantezidir, gerçek dışıdır.

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası
İhya-yı din ile olur bu milletin ihyası”.

İslâmiyet, diğer bâtıl ve bozuk dînler gibi, mâbetlerin dar sınırları içine sığmaz; O, hayatın her sahasında varlığını duyurmak ister. İslâmiyet’i hiç bilmeyen, diğer dînler hakkında da şöyle böyle bir mâlumat sahibi olan bazı bilgiç çevreler, fıkır fıkır hayat ve dinamizm kaynayan, insan hayatını ideal ve örnek seviyeye eriştirmeyi hedefleyen yüce dînimizi de, onlar gibi algılayıp, câmi duvarları arasında hapsetmek isterler. Bu gibilere göre dîn, adetâ bir meslektir. Böylelerine göre dîn, kûşe-i uzlet arayan pîr-i fânilere ve kim bilir hangi kompleksle hayatın sıkıntılarından ve güçlüklerinden kaçan ve mâbetlere sığınan kimselere teselli veren bir sosyal müessesedir. Hıristiyanlık, onlara göre pekâla kiliseye hapsedilmiştir. Yine Budizm ve benzeri dinler, uzlete çekilebilmiştir de İslâmiyet neden câmiye sığmasın? Böyleleri, dinlerin bu pasif ve statik / donuk karakteri yanında, İslâmiyet’in hiç bitmeyen bir dinamizm içinde, genç ve yaşlı demeden kitleleri sürükleyen bir aktivite içinde olmasını hazmedememektedirler.2


Günümüzde yapılan çoğu tartışmalar, İslâm’ı yaşanan hayattan çok, kişilerin vicdânında yalnızca bir inanç ve âhirete yönelik bir kült (ibadî bir disiplin) olarak gören aydınlanmacı pozitivizmin3 ürünüdür.


Şurası bir gerçektir ki, Batı’nın çöküşü, dîni, hayatından kovmaktan; Doğu’nun batışı ise, dîni, yanlış anlamaktan ve hayatında onu bir fantezi olarak görmesinden olmuştur. Sonuçta Batı, dîni batırmış, Doğu dîne rağmen batmış. Merhum Cemil Meriç, Batı’nın Hıristiyanlığı ile, Doğu’nun İslâm’ı hakkında şu tespiti yapar:

“Hıristiyanlığın tanrısı dünya işlerine karışmıyordu, bir mâvera yöneticisiydi. İsâ’nın tahtında rönesanstan beri Promete vardır. Tanrı, İngiltere Kralı gibi dekoratif bir varlık, bir remiz / sembol veya bir hâtıradır.” 4

“Tohum çatlar da bilmem kafa nasıl çatlamaz;
Yeni odur ki, solmaz, pörsümez, bayatlamaz.”

1-Makyavelizm: Siyâsette maksada ulaşmak için her türlü vasıtayı mübah sayan felsefi görüş. Bak. Ömer Demir, age., ilgili madde.
2-Arvasi, Türk İslam Ülküsü, c. 3, s. 222-223
3-Aydınlanmacı Pozitivizm: Dînin yol göstericiliğini reddeden ve insanın ilerlemesinin ancak akıl ve bilim sayesinde gerçekleşebileceğini kabul eden anlayış. Bak. Demir, age., ilgili madde.
4-Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yay., s. 103


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort