JoomlaLock.com All4Share.net

MÜSLÜMANIN DİN ANLAYIŞI NASIL OLMALIDIR?-1

İslâm, sadece zihinde kalan bir inanış ve kanaatten ibaret bir olgu da değildir. Zihnin her türlü şirkten arındırılması, gizli küfür bulaşıklarından temizlenmesi, kısaca kelime-i şehâdetin kavranılması ve tasdik edilmesi, insanı Müslüman yapmaya yeterli ise de, Müslüman kalmasına yeterli değildir. Müslümanca bir hayat tarzını yaşayabilmek için şehâdet kelimesinin getirdiği sonuçlara uymak da gerekir. Bunun adına amel denilmektedir. Yani ibâdet... Fakat bugün ibâdetler kendilerinden beklenen sonuçları veriyor mu? Bir de buna bakmak lazım...


İslâm’ın emrettiği ibâdetlerin hemen hiçbiri, İslâm dışı bir toplumda icrâ edildiğinde, toplum bakımından onlardan beklenen sonuçları doğurmaz. İslâm`ı bütünüyle benimsemeyen bir toplumda da İslâm`ın kısmî olarak uygulanmasından beklenen ve arzulanan ideal sonucu almak mümkün değildir. Meselâ, faiz üzerine kurulu, ahlakî ve mânevî değerlere önem vermeyen, kendi menfaatlerini her şeyin üstünde tutan (homo ekomomikos / ekonomik adam)lardan oluşan kapitalist bir toplum düzeninde zekâtını veren bir Müslüman, bireysel olarak ibâdetini yerine getirmiş olur. Allâh için vermişse, sevap da kazanır. Ancak verdiği zekâtın topluma sağladığı başarılı bir faydadan söz edilemez. Bu yüzdendir ki, emirlerinin sosyal semerelerini almayı hedefleyen İslâm, ancak bütünüyle kendi hükümlerinin yaşandığı, ilke ve prensiplerinin uygulandığı bir toplum düzenini zorunlu kılar. Çünkü İslâm, kendine özgü bütünlüğü ve özgünlüğü içinde, kendi dinamizmi ile var olan en ideal hayat nizâmıdır. Binâenaleyh, Müslümanlık fikir ve kalplerde, özel alanlarda hapsedilmek ve sadece kafa kâğıtlarına yazılmak için gönderilmediği gibi; hayat rehberimiz, esin ve besin kaynağımız Kur`ân da, ölülerden ziyâde dirileri muhatap alan saâdet kaynağımız olmuştur (Yâsîn/70).

“İnmemiştir hele Kur`ân bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlarda okunmak, ne de fal bakmak için”

Ne yazık ki, bakışlarımıza İslâm’ın öngördüğü şartlar değil de İslâm dışı dünyanın gözümüze taktığı gözlükler hâkim kılındığından beridir, bizler İslâm’ı Batı zihin kalıplarına göre anladık. Oysa dînin belirgin özel


liği (alâmet-i fârikası), yaşanan bir inanç bütünü olmasıdır. Yoksa sırf kafalarda kalan filozofik bir akîde veya entellektüel bir anlayış tarzı değildir. İslâm, ne salt duygu ve düşünce sistemi, ne sırf aksiyon, ne sadece rûhî ibâdet ve ne de ekonomik ve toplumsal bir nizâmdır. Bilakis, o, kapsamlı ve küllî fonksiyonları olan bir hayat programıdır. O, ‘yönlendirmede şefkati, anlayışta inceliği, akâidde yüceliği, ibâdette güzelliği, mihrapta imâmlığı, harpte komutayı birleştiren bir sistem’ olup bireysel ve toplumsal planda olduğu gibi uluslararası düzenlemede de her devrin ihtiyacını karşılayacak bir derinliğe ve genişliğe sahiptir.


İslâm sistemi, reaksiyoner veya alternatif bir hareket değildir. Kimi doktrinlerde olduğu gibi ekonomik bozukluklara karşı oluşmuş antitez bir hareket değildir. Hele Hıristiyanlıkta olduğu gibi rûhanî bir okul hiç değildir.


“İslâm bir şuurdur. Şuurla uyulup boyun eğilecek bir disiplin, teslimiyet duygusu içinde pazarlık yapmadan ‘şu kadarı yetmez mi?’ demeden, yan çizilebilir alanlar aramadan, dahası Allah’a öğretmeye kalkmadan, sürekli ‘giderim ha!’ tavrı içinde zihnî sapmalara yönelmeden bağlanılacak bir değerler manzumesidir.”


İslâm, özelliklerinde yegâne, vasıflarında tek olan bir sistemdir. O, ulvîliğe ve izzete çağırır. Pazarlıkları ve izin vermediği biçimde kendine kavuşulmasını reddeder. Yani İslâm, Makyavelizm`e1  konu olan düşünce ve gidişatı tasvip etmez. Eğer dîne hayatımızın her şeyi diye bakmıyorsak, onu kendisiyle amel edeceğimiz emir ve yasaklar bütünü olarak görmüyorsak, dîni bir zihin fantezisi veya değiştirilebilen bir aksesuar olarak görüyoruz demektir. Ne acıdır ki, yaşadığımız toplumda dîn anlayışı bundan öte gitmemektedir. Bizim îman ettiğimiz dîn, yeri göğü, hayatı, ölüm ve ötesini açıklarken, yaşadığımız ‘dîn!’, karı ile koca arasındaki ihtilâfları bile çözemiyor.


Hıristiyanlığın, Batı yaşama tarzı içindeki yeri, belli bir alışkanlığın yerine getirilmesinden ibarettir. “Tanrı’yı sev, sonra dilediğini yap” anlayışı egemen olduğu için, kurtuluşa ermek yerine, işlenen günahın bağışlanmasından bir teselli ummak için arada bir uğranılan kapıdır.


Bu gün, haftada bir / cumadan cumaya veya yılda iki kez / bayramdaaan bayrama uğranılmakla, Hıristiyanlık gibi fertlerin muayyen ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik törenlere, ayinlere indirgenmekle İslâm’ı da bu anlamda dejenere etme gayretleri baş döndürücü bir hızla sürerken, elem veren sonuçlarını daha şimdiden görebilmekteyiz. Son zamanlarda “Müslümanım ama, câmiye de girerim, plaja da uğrarım. Hacc’a gider zemzem de içerim, viskimi de yudumlarım. Namaz da kılarım, bikini ile de dolaşırım” gibi absürd lakırdılarla kendini avutan ve aldatan karikatürize olmuş tipler de türedi ki, sergiledikleri böylesi kara mizahların adını kendileri koydular bile: Laik Müslümanlık...


Evet, İslâm, salt zihnî bir olgudan ibaret değildir. Kelime-i Şehâdet’in kavranılması ve tasdik edilmesi yanında “mü’minlik sertifikası” demek olan Tevhîd Kelimesi’nin getirdiği zarurî sonuçlara uymak da gerekmektedir. Bu da ancak amelle / ibâdetle mümkündür. Hiç ibâdete başvurmayan insanın dindarlığı ise farazîdir, fantezidir, gerçek dışıdır.

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası
İhya-yı din ile olur bu milletin ihyası”.

İslâmiyet, diğer bâtıl ve bozuk dînler gibi, mâbetlerin dar sınırları içine sığmaz; O, hayatın her sahasında varlığını duyurmak ister. İslâmiyet’i hiç bilmeyen, diğer dînler hakkında da şöyle böyle bir mâlumat sahibi olan bazı bilgiç çevreler, fıkır fıkır hayat ve dinamizm kaynayan, insan hayatını ideal ve örnek seviyeye eriştirmeyi hedefleyen yüce dînimizi de, onlar gibi algılayıp, câmi duvarları arasında hapsetmek isterler. Bu gibilere göre dîn, adetâ bir meslektir. Böylelerine göre dîn, kûşe-i uzlet arayan pîr-i fânilere ve kim bilir hangi kompleksle hayatın sıkıntılarından ve güçlüklerinden kaçan ve mâbetlere sığınan kimselere teselli veren bir sosyal müessesedir. Hıristiyanlık, onlara göre pekâla kiliseye hapsedilmiştir. Yine Budizm ve benzeri dinler, uzlete çekilebilmiştir de İslâmiyet neden câmiye sığmasın? Böyleleri, dinlerin bu pasif ve statik / donuk karakteri yanında, İslâmiyet’in hiç bitmeyen bir dinamizm içinde, genç ve yaşlı demeden kitleleri sürükleyen bir aktivite içinde olmasını hazmedememektedirler.2


Günümüzde yapılan çoğu tartışmalar, İslâm’ı yaşanan hayattan çok, kişilerin vicdânında yalnızca bir inanç ve âhirete yönelik bir kült (ibadî bir disiplin) olarak gören aydınlanmacı pozitivizmin3 ürünüdür.


Şurası bir gerçektir ki, Batı’nın çöküşü, dîni, hayatından kovmaktan; Doğu’nun batışı ise, dîni, yanlış anlamaktan ve hayatında onu bir fantezi olarak görmesinden olmuştur. Sonuçta Batı, dîni batırmış, Doğu dîne rağmen batmış. Merhum Cemil Meriç, Batı’nın Hıristiyanlığı ile, Doğu’nun İslâm’ı hakkında şu tespiti yapar:

“Hıristiyanlığın tanrısı dünya işlerine karışmıyordu, bir mâvera yöneticisiydi. İsâ’nın tahtında rönesanstan beri Promete vardır. Tanrı, İngiltere Kralı gibi dekoratif bir varlık, bir remiz / sembol veya bir hâtıradır.” 4

“Tohum çatlar da bilmem kafa nasıl çatlamaz;
Yeni odur ki, solmaz, pörsümez, bayatlamaz.”

1-Makyavelizm: Siyâsette maksada ulaşmak için her türlü vasıtayı mübah sayan felsefi görüş. Bak. Ömer Demir, age., ilgili madde.
2-Arvasi, Türk İslam Ülküsü, c. 3, s. 222-223
3-Aydınlanmacı Pozitivizm: Dînin yol göstericiliğini reddeden ve insanın ilerlemesinin ancak akıl ve bilim sayesinde gerçekleşebileceğini kabul eden anlayış. Bak. Demir, age., ilgili madde.
4-Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yay., s. 103


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort