JoomlaLock.com All4Share.net

PEYGAMBERİMİZ’İN (sav) SÜNNETİ VE ÖRNEK KİŞİLİĞİ

Peygamber kelimesi, Farsça bir kelime olup “mektup taşıyan” anlamındadır. Zaten peygamberler de Allâh’ın, kullarına göndermiş olduğu mektuplar / mesajlar bütünü olan kitaplarla gelirler. Şu farkla ki, postacı mektubu bırakır ve gider. Mektubun içeriği onu asla ilgilendirmez. Oysa Peygamber, İlahî vahyi alıp aktaran, âdeta pasif bir kanal değil; peygamberlik hikmeti gereği, tebliğinde ümmetinin anlayış seviyesini aşmayan ‘model bir kişilik’ olması bakımından getirmiş olduğu mektubun içeriği ile ilgilenir ve sâir mükellefler kadar sorumlu olarak, mektuptaki tüm mesajlar onun hayatında sembolleşir. (Bakara/285).

Peygamberler, bilgi ve eğitim alanındaki rolleri yanında, Allâh’ın koyduğu ilâhî esasları, emir ve yasakları insanlara bildirmek ve telkin etmek ve bu esasları kendileri de bilfiil yaparak onlara güzel örnek ve rehber olmak üzere, her millete gönderilmişlerdir (Bakara/151). Çünkü peygamberlik müessesesi, daha çok pratikle ilgili bir müessesedir. Ve örnek alınacak şahsın, pratik örnek olması büyük önem taşımaktadır. Bu yüzden “Ne Mûsa, ne İsâ, ne de Muhammed (aleyhimusselâm) soyut cümlelerle teoloji inşâ eden teolojisyenler değillerdi. Bilakis saf rûhlara telkin ettikleri o mânevî enerjinin esas akümülâtörü idiler.”1

İbâdet ve muamelâtın tatbiki için, peygamberin vahyi somut bir biçimde kendi nefsinde ve toplumunda yaşayıp yaşatması; vahyin onda söz ve yazı olmaktan çıkıp ayaklanarak yaşanan hayat olması, başka ifadeyle, dînin onun hayatında sembolleşmesi, kısaca, tüm toplumlara model (usve) olması gerekmekteydi .2

İşte Allâh Resûlü’nün, Allâh tarafından tüm farklılıklarına rağmen insanlar için güzel örnek (numûne-i imtisâl, model kişilik) olarak ilân edilişi, hem de yeminle: “Yemin olsun Allâh Resûlünde sizler için, Allâh’ı ve âhireti arzu eden, Allâh’ı da çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb/21).

Burada Resûl’ü “örnek” almak, kuşkusuz siyasal misyonunu ve toplumsal liderliğini kendi devrine hasrederek O´nu sadece ‘ahlâk sembollüğüne’ indirgemek değil, öncelikle dinî anlayış, algılayış, yaşayış ve yaşatış biçiminde örnek almaktır. Çünkü herkes, farklılıkları ne olursa olsun, O`nda örnek alacak bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmelidir.

Bu anlamda sünnet, dînin olmazsa olmaz şartıdır ve Kur’ân’dan kesinlikle ayrılamaz. Kur’ân’sız bir sünnet nasıl düşünülemezse; sünnetsiz bir Kur’ân da düşünülemez. Çünkü kitaplar insanlara örnek olamazlar. Bu nedenledir ki Kur’ân biz insanlara kendisini değil, Allâh Resûlünü model/örnek göstermektedir. Bu yüzden, geçmişte kitapsız peygamberler gelmiştir; ama peygambersiz kitaplar gelmemiştir.

1926’da İslâm’la müşerref olan Avusturya asıllı ilim adamı Muhammed Esed (Leopol de Weiss)’in bu konudaki tespiti kayda değer niteliktedir: “Sünnet on üç asırdan fazla bir zaman içinde vâki İslâmî kalkınmayı anlamanın anahtarı olmuştur. Şimdiki çöküş ve çözülüşümüzü anlamanın da anahtarı niçin olmasın? Resûlüllâh’ın sünnetini tatbik, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın çökmesidir. Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelet idi, sen herhangi bir binanın iskeletini yok edince, kâğıttan bir baraka gibi onun çökmesine niçin şaşarsın?” 3

“Müjdecim, kurtarıcım, efendim, Peygamberim
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim
Sende insan ve toplum, Sende temel ve bina
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna”

Sünnetsiz bir hayatın olamayacağını, olsa da anlamsız olacağını şu vecizeler ne kadar güzel ifade ediyor:“Hayatını sünnet-i seniyye ile zinetlendir, hareketlerine sünneti rehber kıl, örnek al, adî hareketler âli hüviyet alsın.”4  “Göklere giden yolu bulmak isteyenler, Allâh elçisinin yerdeki ayak izlerini takip etmelidirler. Çünkü, tahkika giden yollar, O’nun sünnetini taklitten geçer.5”

Lâilâhe İllellâh’ı hayatın her şubesine hâkim kılma zarureti, Muhammedu’r-Resûlüllâh olmadan gerçekleşmez. Bu yüzden, peşpeşe gelen âyetler, tevhîd için Allâh’a inanmanın (Deizm) yeterli olmadığına, her hareketimizin bu iki ana kaynaktan beslenmesi gerektiğine işareten, Allâh’ı tanımak ve O’nu birlemenin yanı sıra, Peygamberine itaatıngereğine dikkat çekmiştir. Yani ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ olmadan kuru bir Lâilâhe İllellâhı gerçek mâna ve muhtevasıyla anlamak mümkün olmadığı gibi, ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ olmadan râh-ı selâmet (esenlik yolu) de muhâldir.6

Sünnet, Kur’ân’ın, Allâh Resûlü (as) tarafından yaşanmış şeklidir. İslâm’ın pratiğidir. Son ilahî kitap Kur’ân’ın son peygamber Hz. Muhammed (as) tarafından evrensel boyutta ve bütüncül karakterde ortaya konmuş peygamberî yorumudur. Uygulanabilir bir bütünlüğe 7 sahip olan bu yoruma uymanın zorunlu oluşu, Peygamberin Allâh’ın elçisi olması nedeniyledir. Onlar, kendilerine bildirilen, emânet edilen ilâhî bilgiyi ayniyle muhafaza ettikleri için emîndirler. İşte peygamberin bu bilgisi Allâh’a izâfe edildiği için Peygamber’e itaat, tevhîdin ikinci şubesidir. Zîra “Resûl’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiştir” (Nisâ/80).

a)Peygamberi Tanımak, Allâh’ı Bilmektir

Resûlüllâh’ın peygamber sıfatıyla gelip tevhîdi tebliğ ettiği Mekke müşrikleri Allâh’a inanıyor ve O’nun yaratıcı olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak buna rağmen Müslüman değillerdi. Zira onlar Allâh’ı hakkıyla bilip tanımanın yanı sıra, Allâh’la beraber başka varlıkları da, bir yaratığın sahip olabileceğinin çok üstünde niteliklerle donatmaktaydılar. Kısacası, onlar Allâh’la ilgili inanç ve tasavvurlarında bazı yanlışlara sahiptiler. Yanlışlarından en önemlileri şunlardı: Zanlarınca Allâh, başta insan olmak üzere bütün varlıklardan o kadar uzaktadır ki hiçbir yaratıkla doğrudan ilgilenmez. Söz konusu uzaklık, mekânla ilgili değil, üstünlükle ilgilidir. Yani çok yüce olan Allâh (cc), aşağı olan varlıklarla pek tabii olarak da insanla, zanlarınca, doğrudan irtibat kurmaz. Bundan dolayıdır ki, Resûlüllâh, Tevhîd gerçeğinin ikinci şartı olan Muhammedu’r-Resûlüllâh’ı ifade ettiği zaman müşriklerin şaşkınlıkları iyice artar. Çünkü onlara göre bir insanın Allâh’tan bilgi / vahiy alması imkansız şeydir. Zira hiçbir insanın hiçbir şekilde Allâh’la irtibat kuramayacağına inanıyorlardı. 8

Oysaki insan ancak Peygamberi tanımakla Lâilâhe İllellâh ilkesinin gereklerini yerine getirebilir. Ancak Allâh’ın Resûlü aracılığı ile bu tevhîd inancını gerçekleştirmek için izlenmesi gereken yolu öğrenebilir. O’nu taklitle tahkîka ulaşır, O’nun izinden giderek mi’râc’a erişir. Aksi hâlde, Peygamberimizin kılavuzluğundan yoksun kalan insan, uçsuz bucaksız bir çöl ortasında şaşkın kalır. Ne yön ne rota belirleyemeden ‘çamura düşmüş eşek’ gibi debelenir durur.

Bu yüzden Peygamberimizi tanımak, önem bakımından Allâh’ı bilmeye denktir. Çünkü Allâh`a kul olma ilkesi kesinlikle O`nun Elçisi`nin rehberliğine dayanır ve insan, Allâh’ın Resûlü’nü tanımadıkça Allâh’a karşı taşıdığı sorumlulukları yerine getiremez. Bu gerekçe ile Yüce Allâh, Peygamberlerin insanlara gönderilmiş bir Allâh Elçisi olduğunu kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına (Nisâ/150-151) ve doğru yolda olmadıklarına (Âl-i İmrân/20) hükmetmektedir.9

Bunun içindir ki, İslâm’ın parolası, Lâilâhe İllellâh Muhammedu’r-Resûlüllâh olmuştur. Allâh ve Resûlü birbirinden ayrı düşünülemez.

b)Peygambere Îmanın Mânası

Peygamberi tanımak ve O`na îman, sadece O`nun sîretini ve şemâilini tanımak değildir; aslolan, bir medeniyet tesis ederken ona rehberlik eden ilke ve esasları tanımak ve dolayısıyla O’nun insanlık âlemine kazandırdığı değerler ve evrensel ilke ve esaslar ile ilgili pratik delilleri bulup çıkarmaktır.

Düşünelim, eğer ferdî ve ailevî hayatımızı Peygamberimizin yaşantısına göre şekillendirmezsek, toplumsal hayatımızı O’nun tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak örneklendirdiği düsturlarına göre düzenlemezsek O’na îmanımızın ne anlamı olacaktır?


Kendi arzularımızı mabutlaştırdıktan, şunun bunun ardından sürüklendikten, toplumun olumsuz gidişatına entegre olduktan sonra, Azîz Peygamberimize îman etmenin pratik hayatta elbette ki hiçbir önemi kalmayacaktır.

Ne kadar acıdır ki, minarelerimizden her gün okunan yüz binlerce ezanlar, Azîz Peygamberimizi amelî hayatın tek önderi olarak ilân
ederken, bizler, sosyal müesseselerimizle Muhammed’siz bir yaşayışın karanlıkları içinde bocalıyoruz.

Şu hâlde, bugün ümmetin karşı karşıya kaldığı sorun, “Kitapsızlık” tan, yani Kur’an’a bağlanmamaktan kaynaklanan bir sorun değil, “Peygambersizlik” ten, yani Peygambere tâbi olmamak, O’nun sünnet ve sîretinden gitmemek, O’na götüren yollardan insanları uzak tutmak ve şüpheye düşürmekten kaynaklanan sorundur.

c)İslâm Sadece Kur’ân’dan İbâret Değildir

“Lâilâhe İllellâh’ cümlesi îmanın ilk rüknü olan Allâh’a inanmayı açıkça ifade ederken, ‘Muhammedu’r-Resûlüllâh’ cümlesi de açıkça Peygamberimize inanmayı dile getiriyor. Peygamberimize inanmak, diğer peygamberlere de inanmayı gerektirir. “Kur’ân İslâmı”10  söylemiyle Peygamberimizin sünnetini devre dışı bırakmak isteyenlerin gayretlerinde, önce Muhammedu’r-Resûlüllâh’sız bir Lâilâhe İllellâh, sonra da kendi Kur’ân yorumlarıyla İslâm’ın pâk dairesine Yahudi ve Hıristiyanları sokuşturma gayretkeşliği yatmaktadır. Oysa Kur’ân’ın değişik yerlerinde, peygamberleri tasdik etmeyenlerin kâfir sayıldıklarına11  şahit olmaktayız.

Bu bağlamda “Laf / hadîs eğlencesi” yaveleriyle erdirici Sünneti, hadîsleri ve 1500 yıllık İslâm kültür mirasını töhmet altında bırakarak görmezlikten gelen bu işgüzarlar, eğer kılıyorlarsa, namazı acaba neye göre kılıyorlar, merak ediyorum. Zîra ilgili âyetlerde namazın kaç rek’at, nasıl ve hangi vakitlerde kılınacağına dair bilgi verilmemektedir. Bunları sadece Resûlüllâh’ın tâlim ve uygulamasından, yani sünnetinden öğrenmekteyiz.12  Zîra Peygamberimizin (as), Kur´ân`ın değinmediği konularda tamamlayıcı rolü de vardır. Bu sebepledir ki Mekhûl (ö.116/734): “Kur’ân’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’ân’a olan ihtiyacından daha fazladır”13  derken, İmâm Evzaî (ö.153/770) de: “Beyân cihetiyle sünnet Kur’ân’a tekaddum eder. Sünnet Kitab’ın anlamını belirleyicidir”14  demek durumunda kalmıştır. Kuşkusuz bu vurgularıyla, her iki âlim de Kur`ân`ı tâlî bir konuma yerleştirmiyor; bilakis İslâm`ın / Kur`ân`ın anlaşılması sürecinde, Kur`ân`ın hayatla buluştuğu otorite olan Peygamberin (as) konumunun vazgeçilmezliğine dikkat çekiyorlardı.

Bilindiği gibi tasavvufta “fenâfirrasul”     olunmadan “fenâfillâh” olunmaz düsturu vardır. Resul-i Ekrem’e vâsıl olunmadıkça Allâh’a vuslat mümkün değildir. Şanlı Peygamberin cemâlinin hasreti duyulmadan cemâlüllah ele geçmez. Tahkiki iman, O’nu taklid etmektir. Asıl mi’raç O’nun ayak izlerini takip etmektir.

Zira Ebubekir, Peygamber sevgisi ile ikinin ikincisi olmuş ve “sıddıkiyet” mertebesine yükselmiştir. Hz. Ömer O’nun sevgisiyle adaletin sırrını çözmüş ve “fârukiyet” makamını elde etmiştir. Hz. Osman bu yüce sevgi ile “zünnureyn” olmuş, iki nuru kucaklamış, Hz. Ali  bu aşk ile Resul’ün kardeşi ve Ehl-i Beyt’in Reisi olmuş, Hz. Musa ile Hz. Harun arasında mevcut olan sırrı, şanlı peygamberimiz ile paylaşmıştır.

Sonra yüz binlerce sahabi ve onların ardından bu günlere kadar gelen milyonlarca mü’min bu sevgi ile kurtuluşun yolunu bulmuş, hidayetin lezzetini tutmuş. Bir an için bu sevgiyi yok farz edin, ne İslâm kalır, ne iman, ne aşk, ne vecd… Bu sebepledir ki; O’nu sevmek dindir, imandır bize; dinsiz, imansız hayat buhrandır bize…

Şair Fuzulî bu sevgi ile bu sevgi ile Su Kasidesi’ni yazdı. Mevlânâ bu sevgiyi dile getirdi. Yunus Emre bu sevgi ile yanıp tutuştu. Bu sevgi ile tutuştuğundandır ki; “Canım kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhammed” demişti. “Dağları kül eyleyen aşk bile O’nunla ve onun sünnetiyle devletlü nesne olur.” Satır satır yazılamayan böyle bir aşk, dillerde beste olur.

Mü’mine yaraşan, gönül bardağını O’nun  aşk çeşmesinden doldurmaktır.
Biz de yazımızı sevda makamında söylenmiş şu dizelerle bitirelim:

Basmasaydın pây cihâne yâ Resûlellâh
Gezerdi âlem divâne yâ Resûlellâh!

Ne açardı bir gül ne öterdi bülbül
Dönerdi âlem vîrâne yâ Resûlellâh!

Bir kıvılcım olup düşse aşkın kalbime
Dönsem âteş-i sûzâne yâ Resûlellâh!

Muhabbet bağının bülbül-i kemteriyim
Mültefit ol bu civâne yâ Resûlellâh!



1-Malik Bennanî, İslam Dâvası, Trc. Ergun Göze, Yağmur Yay., İst.-1969, s. 43.
2-Hayatı örnek alınacak şahısta bulunması gereken özellikler için bak. Raşit Küçük, Peygamber ve Aile Hayatı, s. 286.
3-  Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, s. 88-89
4- Nizamettin Saltan, Fikir Huzmeleri, s. 60 5-Saltan, age., s. 60
6- Bak. Elmalılı Tefsiri (sad.), c. 7, s. 487
7- Örnekler için bak. İsmail Lütfi Çakan, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, Ensar Neşr., 1988-İst., s. 90 vd.
8-Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, Pınar Yay., s.100
9-Peygamberimizin, Ehl-i Kitabın da Peygamberi olduğunu ifade eden âyet için bak. Mâide/15. Allâh Resûlü (a.s.) bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: “Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, Yahudi olsun, Hıristiyan olsun bu ümmetten beni duyup da getirdiğim Kitab’a îman etmeden ölen kimse mutlaka cehennemlik olur.” Müslim, Îman, Ha. 240, s. 134; Dârimî, Mukaddime, 39. Bu konuda Kur’ân’ın A’râf/157, Mâide/15 âyetlerine bakılabileceği gibi; Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamber gelişine dair sarih atıf örnekleri için bak. Tesniye 18: 15-19, Matta 21, 33-46, Yuhanna 1: 19-21, 14: 25-30, 15: 25-26, 16: 7-15.
10-   20. asrın başlarında, bu konuyu ilk kez Mısır’da tartışma sahnesine koyan Muhammed Tevfik Sıdkî adında bir tıp doktoru “İslâm Kur’ân’dan İbarettir” başlığı ile kaleme alarak meşhur el-Menâr dergisinde yayınlattığı makalesinde: “Beşere vâcip olan her şey Allâh’ın kitabında belirtilen hususlardan ibarettir” iddiasıyla (özellikle dînin tebliğine ilişkin olan) sünnet ve hadîsin belirleyiciliğinin ve sürekli bir hukukî değerinin olmayacağı görüşünü savunmuştur. Bak. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadîsin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, s. 90-91. Araya çok farklı beşerî unsur ve kötü kasıtlar girdiği ve bunlara güvenilemeyeceği gerekçesiyle Sünnet`i bir yana bıraktıklarında Kitâba da ihânet etmiş olan bu modernist kesime göre, hadîs ve sünnet dînde ölçü değil, örnektir. Hz.Peygamber’e (a.s.) itaati vurgulayan âyetler, O’nun sağlığıyla sınırlı olup O Yüce Resûl de ‘ahlâk sembolü’, dolayısıyla tarihsel bir kişilik olmaktan öte gitmemektedir.
11-  Bak. Nisâ/41, Yunus/47, Rûm/47.
12- Süt hala, süt teyze ve süt kızlarla evlenilemeyeceği, bir kadınla hala veya teyzesinin aynı nikâh altında bulundurulamayacağı, ninenin mirastaki payı, çoğu haram olan içkilerin azının da haram oluşu, bazı hayvanların etlerinin haram kılınması, zekât miktarı ve uygulaması, hacc menâsiki ve pratiği, Kâbe’nin yedi defa tavaf imizin abdest ve teyemmüm gibi ön hazırlıkları için de aynı şey söz konusudur. Zira bütün bunlar, pratiği Kur’ân’da bulunmadığı hâlde, Allâh
Resûlü’nün (a.s.) öğretip bizzat uyguladığı ve hükme bağladığı hususlardır. Sünneti ve hadîsleri inkâr etme cereyanın yeni olmadığını Beyhakî’den naklen anlatan (İmrân b. Huseyn (r.a) ile cemaattan biri arasındaki) ilginç diyalog için bak. Suyutî, Miftahu’l-Cenneh (4.baskı.1410, Medine),  10.  13-Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ân Tefsiri, s. 37
14- Görmez, age., s. 109.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort