JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Perşembe, 30 Ocak 2014 09:51

İNSANIN FİİLLERİ VE İRADE -1-

1- İNSAN FİLLERİ
Kader kavramı Kur’ân’da insan ile ilgili olarak geçtiği gibi, tarifinden de anlaşılacağı üzere, kâinatın (kevnî) düzeni ile ilgili olarak da kullanılmıştır. Ancak, biz, kaderin insanla ilgili boyutunu ele alacağız.

Kuşkusuz biliyoruz ki, kâinatta var olan her şey Allâh’ın yaratması (mâhiyet vermesi) ile varlık sahasına çıkmıştır. Nitekim Allâh (cc) bu gerçeği değişik âyetlerinde vurguladığı gibi,1 “Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır.” (En’âm/102) âyetinde de aynı gerçeği dile getirmektedir.

Âyette vurgulanan “her şey”in, istisnâsı olmayan genel bir ifâde olduğu açıktır. İnsandan sâdır olan fiiller de bir “şey” olduğuna göre bu ifâdenin vurgu alanına girmektedir. Buna göre insanın, irâdesi dâhilinde yapıp ettiklerinin yaratıcısı da Allâh olmuş olmaktadır. Zaten Ehli Sünnet âlimlerinin kanaati de bu istikamette yoğunlaşmaktadır.2

İnsan fiilinin Allâh tarafından yaratılması, insanın irâde ve ihtiyârı ile hiçbir gücü olmayan âciz ve sorumsuz bir varlık olması anlamına gelmez. Neticede kul, fiilinin “yaratıcısı” değil, “yapıcısı”dır. Bütün fiillerini sonucuna katlanmak şartıyla kendi hür irâdesi ile seçer ve yapmaya karar (azim) verir. Fiilin iyi ve kötü olarak ahlakî ve hukukî nitelik kazanması Allâh’ın kanununun emrettiği ve yasakladığı ile münasebette olmak sûretiyle insanın hürriyetine bağlıdır.

İnsan hür seçimiyle fiili kendisine sıfat yapar. Fiil iyi ise insan iyi insan; fiil kötü ise insan kötü insan olur. Kâfir insan, mü’min insan, âsi insan, günahkâr insan, hayırsever insan, namaz kılan-kılmayan insan... gibi. Fakat insanın yaptığı işlerin iyi ve fena oluşunu ilahî kanun tâyin ve tespit eder. Bu fiillerin ahlakî ve hukukî değer kazanması insanın elindedir. İnsan cüz’î irâdesiyle fiillerinin iyi ve fena olanını seçme hürriyetine sahiptir. Ama bu fiiller Allâh’ın kanunu tarafından belirlenmiştir.3

İnsanda iki türlü fiil/iş vardır:
İhtiyarî, Izdırarî...

İhtiyarî; yeme, içme, bakma, konuşma gibi irâdeye bağlı olarak (psikolojik olmaktan çok) ahlakî bir şuurla (bilinçli ve özgür bir seçimle) yapılan fiillerdir ki, insan bunlardan sorumludur. İnsanların bu kabil fiil ve hareketleri, kendi irâde ve ihtiyârlarına dayandığı için zorlama (cebr) lâzım gelmez. Bunlarda Cenâbı Hakk’ın irâdesi insanların cüz’î irâdelerine tâbidir ve kader ve kazâ devrededir.

Izdırarî fiiller ise, dünyaya gelişimiz, fizyolojik ve psikolojik niteliklerimiz, reflekslerimiz, kan dolaşımı gibi irâde ve tercihimiz dışındaki zorunlu olan hareketlerimizdir. İnsan irâdesinin bu fiillerin oluşumunda en ufak bir rolü olmadığı için kişi, bunlardan sorumlu tutulmaz.4

2- İNSAN İRÂDESİ
Bütün canlıların hareketleri, tropizm (içsel uyarıcıların motivasyonu ile yönelim) ve içgüdülerle mekanik olarak düzenlenmiş olduğu hâlde, insan ‘irâdeli’ olarak yaratılmış; ‘otokritik’ kabiliyeti olarak ona akıl, şuur ve zekâ verilmiş ve kendi tercihlerinden sorumlu tutulmuştur. Bir bakıma, insanoğlu için hayat bir nevi ‘doğru-yanlış, emir-nehiy, iyi-kötü’ testinden ibarettir. O, bir ömür boyu, böyle bir sınava tâbi tutularak ‘yücelmenin’ veya ‘alçalmanın’ yolunu tutacak, nihâyet ‘büyük hesap gününe’ hazırlanacaktır.5

İrâde, kısaca harekete geçme gücü ve yeteneği demek olup insanın yapabildiği (mümkün nitelikteki)6 bilinçli seçenekleri / tercihleri ifâde eder.

İnsan, fiilin gerçekleşmesinde belirleyicidir. Hiç şüphesiz bu tercihi yapabilecek kudret ve hürriyette yaratılmış olduğu için insan iştiyak, kast, eğilim, sevgi... gibi şuurlu davranışlarından sorumlu tutulmuştur. Bunun için, insanın fiil ve hareketlerini anlamlı kılan, şuurlu bir irâdenin eseri oluşlarıdır.

Evet, kul, hür bir irâdeye sahiptir ve bu hür irâdenin, fiilin meydana gelişinde ve insanın kaderine yön vermede tesiri vardır. Ancak fiillerin yaratıcısı Allâh`tır (cc). Yani 'Kul diler, Allah yaratır'. Allâh Teâlâ kulların şuurlu ve irâdeli fiillerini, insanların irâde ve seçimlerine uygun olarak irâde eder ve yaratır. Bunun böyle olması Allâh’ın, fiilleri kulların irâde ve seçimlerine göre yaratmaya mecbur olduğundan değil, âdetullâh ve sünnetullâh adını verdiğimiz tabiî kanunlarını ve Rabbânî geleneğini bu şekilde düzenleyip icrâ ettiğindendir.7

Atlamadan ifâde edelim ki, kullara nispet edilen irâdeye cüz’î irâde de denilmektedir. Bu terkipte kullanılan 'cüz’î' kavramı, sayısal anlamda azlık değil, muayyen/belirli demektir. Küllî ise bunun tersine muayyen olmayıp hâriçte (dış âlemde) varlığı olmayan, fakat çok sayıda insan fertlerine kapsamı bulunan zihnî ve itibarî bir kavramdır.

Meselâ, zihindeki insan tasavvuru/kavramı küllîdir. Bütün insanlığı kapsar. Hâriçteki fertleri (Ali, Veli...) ise cüz’îdir. Buna göre, insandaki küllî irâde, insanın bir işe başlamasından önce çeşitli işlere sarf edilebilecek özelliktedir. Yani bir insan, kendi irâdesini okuma, yazma, yürüme gibi fiillerden her birine kullanabilecek potansiyelde olduğundan, kulda bi’l-kuvve mevcut olan bu "irâde" gücüne küllî denilmektedir. Fakat bir işe karar verdiğinde artık irâdesi cüz’îleşmiş (müşahhas hâle gelmiş), belli bir yöne yönelmiştir.8

Ehli Sünnet`in temsilciliğini yapan iki ekolden biri olan Mâturidî düşünce sistemi, insanın cüz’î irâde sahibi olduğunu kabul etmektedir. İnsan, karşılaştığı seçimlik bir iş karşısında, bütün ihtimâlleri düşünerek cüz’î irâdesini kullanır ve bir seçimde bulunur; alternatiflerden birini tercih eder. Ama Allâh tercih edilen bu fiili yaratmaya mecbur değildir. Çünkü O’na hiçbir sûrette mecburiyet yüklenemez. Şu kadar var ki, insana fiilinde bir hürriyet alanı vermek için âdeti gereği, insanın istediği fiili yaratarak ona yardım etmekte, böylece fiillerinde hür ve bağımsız olarak davranmasına vesile olmaktadır. Şunu hemen ifâde edelim ki, insan, bir şeyi yapmayı istemekle (azim), Allâh’ın yaratmasını tâyin ediyor değildir. Ama kul kesbiyle (kazanımıyla, irâdî yönelimiyle) kendi kaderine yön veriyor. Allâh bu durumda, insanın istediği fiili yaratmayabilir. Fakat insana bir sorumluluk yüklediği için, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler sebebiyle, onu belli bir alanda serbest bırakmış, ona yardım etmek sûretiyle istediği fiili yapmasına (kesb) imkân vermiştir.9 Burada ne bir zorunluluk, ne de Allâh’ın irâde ve yaratmasını yönlendirme vardır. Tam tersi Allâh’ın yaratıcılığı, insanın da hür irâdesi ile bir şeyi seçmesi ve yapması söz konusudur. İşte bu izahla hem Yüce Allâh’ın yaratıcılığına gölge düşmez10 hem de insan için herhangi bir baskı ve zorunluluk söz konusu olmamış olur.11

Allâh’ın irâdesi göz önüne alınmakla birlikte, insanın irâdesi vardır; ama insanın irâdesi hem küfre hem îmana yönelebilir. Fakat insan, kendi cüz’î irâdesini kullanarak küfrü tercih etmekte, îmanı tercih etmemektedir. Allâh, insan için küfrü dilerken, insanın aynı anda îmana gücü vardır. Eş’arîler ise, genelde insana irâde tanırlar; ancak onlar bu konuda daha hassas davranarak insan irâdesini, Allâh’ın karşı konulamaz ve her şeyi çepçevre kuşatan mutlak irâdesinin yanında bir hiç mesabesinde tutarlar. Böylece sorumluluk ilkesini aklî temelden yoksun bırakırlar.12

İnsanların cüz’î irâdeleriyle Âdil-i Mutlak’ın emir ve yasaklarını tercihte serbest bırakılmaları, Cenâb-ı Hakk’ın adâletinin de gereğidir. Buna göre Allâh’ın irâdesini ispat adı altında ferdin irâde ve hürriyetini13 kısıtlamak, yok saymak doğru değildir. Ehl-i Sünnet’e göre Allâh’ın irâdesi mutlaktır, zâtı ile kâimdir, ezelîdir; hâdis (sonradan var olma) değildir, her şeyi kuşatıcıdır. Onun irâdesi olmadan hiçbir şey vukua gelmez. Dolayısıyla herkesin îman veya küfrünü dileseydi, şüphesiz herkes toptan mü`min veya kâfir olurdu.14 Ancak, bu söz konusu irâde tekvînî irâdedir. Her şeye tesir ve taalluku olup beşerî tesirlerle değiştirilmesi kabil değildir. Bir de, bir şeyi sevmesi ve hoşnut olması anlamına gelen teşriî irâde vardır ki, bu anlamdaki dinî/teklifî irâdesi ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini gerektirmez.15

1- Bak. Mü’min/62, Zümer/62, Ra’d/16.
2-Bak. DİA, c. 25, s. 304-5. Temel hedefleri putperestliğin reddi olan bu tür âyetlerin kulların fiillerini değil, nesnelerin yaratılışını konu edindiğini göz önünde bulunduran âlimler, bu istidlâli sağlam bulmamışlardır. Bak. DİA, c. 13, s. 63. Bak. DİA, c.13, s. 63.Ayrıca bak. M.Sait Yazıcıoğlu, İslam Düşüncesinin Tarihsel Gelişimi, s. 248-258. 3-Şerafeddin Gölcük, İslâm Akaidi, s. 220
4- Bak. Kırkıncı, Kader Nedir, s. 36; DİA, c. 24, s. 63
5- Bak. S. Ahmet Arvasi, Türk İslam Ülküsü, c. 3, s. 160-61
6-Bu seçme gücüne daha çok kelâmî literatürde “ihtiyâr” denilmektedir. Sadece psikolojik bir fonksiyon, meleke olmayan irâde, ‘ihtiyâr’dan daha kapsamlıdır. İhtiyâr, bir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygun, en iyi ve doğru bulduğu şeyi seçip (‘hayr’ kelimesinden) ona yönelme kararıdır. İrâde de çoğu zaman bu anlamda kullanılır. Ancak insan mümkün olanların yanında mümkün olmayanları da ister, halbuki sadece mümkün olanı seçer. Şu hâlde her ihtiyâr irâdedir, fakat her irâde ihtiyâr değildir. Bak. DİA, c. 22, s. 381
7- Bak. Abdulkerim Zeydan, Rabbânî Gelenek (ter. Nizamettin Saltan), s. 6; A. Saim Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş, s. 100.
8- Bak. Kırkıncı, age., s. 31
9-Kesb teorisi hakkında bak. DİA, c. 22, s. 383-4; c. 25, s. 304-5
10-Böylece Mu’tezile açmazı çözülmüş olur. Çünkü Mu’tezile mezhebi ve rasyonalistler, Zâtında bir olan Allâh'ın icraâtında da yegâne olduğunu savunan, dolayısıyla ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allâh'a eş ve ortak koşmaktan çekinen Ehl-i Sünnet anlayışının tersine, fiilin yaratıcısı olarak insanın bizzat kendisini kabul ederek insanın yaptığı işlerde Allâh’ın irâdesine hiçbir rol vermemiştir. Onlara göre, insanın sorumluluğu da, kendi işini kendisi yaptığı içindir. Bak. Sait Yazıcıoğlu, İslâm Dini Esasları (Îman Esasları - Ahlak Esasları), s. 42-44.
11-Böylece de Cebriye açmazı çözülmüş olur. Zira Cebriye, insana hiçbir irâde ve seçme hakkı vermez, onu Allâh’ın irâdesi karşısında, âtıl bir varlık, rüzgarın önündeki irâde ve kudreti olmayan bir tüy gibi kabul ederler. Bu sebeple insan, hiçbir işte serbest olmadığı için Allâh’ın irâdesine göre şekillenmek durumundadır. Bak. Sait Yazıcıoğlu, age., s. 42-44. Ehl-i Sünnet âlimlerinin kanâatine göre “kâfir küfründe ma’zur olmadığı gibi mü’min de îmanında mecbur değildir”. Dolayısıyla ihtiyarî fiillerin ilahî irâdenin zorlamasıyla gerçekleştiğini söylemek Allâh`ın adâlet, rahmet ve hikmet sıfatlarıyla bağdaştırılamaz; ayrıca peygamber göndermek suretiyle insanları buyruklarına uymakla yükümlü tutmasına ve sonuçta uymayanları cezalandırmasına hem nasslar hem de apaçık aklî ilkeler açısından savunulabilir bir açıklama getirmek de mümkün değildir. Zira kullarına rahmetle muamele ettiğini beyân eden (Enâ`m/12) Allâh`ın, insanları îman ve itaati sağlayacak irâde ve kudretten yoksun bıraktıktan sonrinkâr ve isyânları sebebiyle cezâlandırması adâlet ve rahmet anlayışına aykırıdır. Bak. Aliyyu’l-Kârî, Şerhu Fıkhu’l-Ekber, s. 77; DİA, c. 7, s. 207.
12-Bak. age., c. 7, s. 226; c. 11, s. 454
13-“Kul irâdesinde hürdür” demek “fiilinin yaratıcısıdır” demek değildir. Sahibi ve tek sorumlusudur, demektir.
14- Gölcük, age., s. 223
15- Âlimler, Allâh’ın tekvinî (kevnî) ve teşriî olmak üzere iki irâdesinin varlığından söz ederler. Tekvinî irâde, Allâh’ın yaratmasıyla, "ol!" emriyle (Yâsîn/82); Teşriî irâde ise, uysunlar diye insanlara gönderdiği tâlimatla, sevip râzı olmasıyla ilgilidir. Allâh’ın bir şeyi sevmesi vuku bulacağı mânasına gelmez. Ancak tekvinî irâde ile meydana gelmesi istenirse o zaman vuku bulması gerekli olur. Tekvinî irâde, uyulması zorunlu olanıdır (zorunlu kader). Burada beşer irâdesinin tesiri yoktur. Teşriî irâde karşısında ise insanlar tamamen hür ve serbest bırakılmışlardır. Buna uymak onların seçimi çerçevesindedir. Bu irâdenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allâh yalnızca istekli olanları yola getirir (Kehf/29; Ra'd/27; İbrahim/4). Tekvinî irâde daha geniş kapsamlıdır. Allâh’ın dilemesi sonucu vuku bulan şer’î irâde aynı zamanda kevnî irâdedir. Mümin kulun îman etmesi kevnî irâde sonucudur. Fakat Yüce Allâh’ın kulunun îman etmesini sevdiği ve istediği için îmanının vukuu şer’î irâdedendir. Öyleyse her kevnî irâde şer’î irâde değildir. Yani Allâh kevnî olarak yarattığı her şeyi sevip, olmasını dilemek zorunda değildir. Bu kâfirin küfretmesinin Allâh’ın kevnî irâdesi sonucu olup, Yüce Allâh’ın küfrü sevmediği için küfrün vukuu şer’î irâde değildir. Ebu Bekir'in (r.a) îmanı hem kevnî hem de şer’î irâde gereğidir. Fakat Ebu Leheb’in küfrü sadece kevnî irâde sonucudur. Yüce Allâh onun küfrünü yaratmıştır ama ondaki bu küfür hasletini sevmez, râzı olmaz. Bu sebepten onun küfrü şer’î irâde sonucu değildir. Yüce Allâh bu kâinatta günahları yaratmış ama kullarından günah işlemelerini istememiştir. Bak. Kılavuz. age., s. 87. Ayrıca bak. İ. Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesi-ne Cevap, s. 15; Uludağ, İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s. 160; Hayati Ülkü, İslâm Dini Akaidi, s. 77-78.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Namaz, Küfre Karşı Bir Meydan Okumadır:
Genel olarak kitleler, içinde yaşadıkları İslâm dışı düzene uyum sağlama çabası içindedir. Bir bakıma farkında olmaksızın İslâm dışı hayat tarzıyla İslâmî olanı uzlaştırma kaygısına düşmüşlerdir. Oysa ki İslâm, başka toplum düzenleriyle bağdaşmayı reddeder. Bu noktada Müslümanın görevi ve gâyesi, kendine yabancı bir ortamda bir başına rahatça yaşamak değildir. İçinde bulunduğu toplumda bir sığıntı olarak yaşamayı düşünmeden Allâh’ın hükümlerini yine O’nun rızâsı için hayata hâkim kılmak gayretinde olan Müslüman, küfür düzenlerinin lütuf ve ihsânı hâlinde kendisine bağışlanabilecek rahatlığı da reddeder.9  

Asr-ı Saâdet Müslümanları, putperest düzene karşı fiilen savaş hâlindeydiler. İçinde yaşadıkları düzeni, İslâmî esaslar doğrultusunda değiştirmek istiyorlardı. İslâm, o toplum düzeni için tamamen yeni bir hâdise olduğundan, Müslümanların namazları bile tehlikeli görünüyordu. Çünkü her namaz mevcut düzene karşı bir meydan okuma, bir tebliğ ve tavır niteliğinde idi. Peygamber (a.s.) ve ashabı namazlarını sadece vicdanlarına hasretmediler. Namazlarının tesiri kendileriyle Allâh arasında kalmadı. Aksine, toplumdaki güç ve kötülük odaklarını tehdit ediyordu. Ebû Cehil Peygamberimiz’in (a.s.) namazına tahammül edemediğinden mübârek başlarına deve işkembesini koyuyordu. Çünkü O’nun namazı onların düzenlerinin temellerine dinamit bırakıyordu âdeta. O, namazıyla onların putlarına saygı göstermediğini, onların büyüklüğünü tanımadığını ifade ediyordu.10

Günümüz Müslümanlarının kıldıkları namazın dîn düşmanlarını tedirgin etmemesi, paniklendirmemesi, bu namazın hakkının verilip verilmediği, yani içeriği ile olduğu kadar, İslâm’ın varlığı ile yokluğunu bir tutup onu ölü bir kültür, âtıl bir organizma, geleneksel bir miras ve statik bir müessese olarak görmekle de ilişkilidir. Bugün kılınan namazlar rûhtan uzak, şekilden ibaret olduğu için sapık ideolojilerin suratına şıraak diye inen bir şamar, zotlu bir darbe niteliğini kazanamamaktadır.

Asr-ı Saâdet’te tek tek bireylerin her birinde ayrıca güçlü bir cemaat olma bilinci, toplumsal dayanışma anlayışı mevcuttu. Onlar, birey olarak Müslüman olmanın gerekli fakat yeterli olmadığının farkında idiler. Onlar, namazı alenî ve hem de cemaatla kılarken onların bu cesur çıkışları İslâm’ın küfre karşı hem tebliği, hem protestosu, hem meydan okuma niteliğini taşıyordu.11

Asr-ı Saâdet’te kılınan namazlar yegâne güç ve kuvvet kaynağıydı. O namazla tebliğe hazırlanılıyor, enerji tazeleniliyor, bir tür şarj olunuyordu. O devrin insanları namazı, mü’mini pasifize eden, toplumsal olaylardan uzaklaştıran bir ibâdet değil, aksine onu toplumun inkârlarına, sapmalarına kötülüklerine cephe alan bir güç olarak biliyor ve öyle telâkki ediyorlardı.12

Bu bağlamda, son olarak, şunları da ilave edelim ki, ibâdetler bir nevi eğitim işidir. Yani ibâdetlerin hem didaktik ve hem de pedagojik yönü vardır. Her devletin, her toplumun ayakta kalabilmesi için eğitilmiş askere, polise, jandarmaya, özetle iç ve dış âsayiş elemanlarına ihtiyaç vardır. Bunların hepsi gerekli eğitimi gördükten sonra görevlerine tâyin edilirler. Namaz, oruç gibi ibâdetler de birer askerî kışla mahiyetindedir. Her mü’min, o kışlada ömrünün bütün ânını ibâdetle eşitlemenin eğitimini yapar. Her ân için savaşa hazır bir asker gibi idmanlı olan mü’min de ibâdetlerle ömrünün her ânın da şeytan ve nefisle mücadele verirken Allâh’la başbaşa olmanın (ihsân mertebesi) pratiğini yapar. İşte, Allâh’ın dîninin ayakta kalması için Müslümanların eğitime ihtiyacı vardır. Bu eğitim, ibâdetler sâyesinde olur. Hayatını îman ve ibâdet bilinci içerisinde düzenleyen her mü’min, patlamaya hazır birer hidrojen bombasından daha etkilidir. Böyle bir mü’minin pısırık, uyuşuk ve tepkisiz kalması, kötülük ve haksızlıklara sessiz durması düşünülemez. Aksine böyle bir mü’minin ibâdetlerle disipline olmuş hayatı, bütün küf ve küfür kokan beşerî ve haşerî ideolojilere bir meydan okuma, bir tehdit, bir protesto ve gerektiğinde bir aktif direniş niteliğinde kendini gösterir.

İbâdetler İslâm’da bu dünyaya ilişkin faaliyetler olarak da kabul edildiği içindir ki, onların ihmâli cezâyı gerektirmektedir. Başka deyişle, İslâm Hukuku, ibâdetlerin ihmâlini kamu düzenini bozan bir davranış saymakta ve bu ihmâli işte bu yüzden cezalandırmaktadır. Oysa dîn ve devlet ikiliğinin yürürlükte olduğu bir toplum düzeninde, ibâdetlerin ihmâl edilmesi hâlinde, devletin, bu ihmâli cezalandırmasını haklı çıkaracak bir mantık olamaz.

İnsanları ibâdet etmeyen bir toplum düşünülemez. Böyle bir toplum tasavvur edilebiliyorsa şayet, orada İslâm düzeninin olmadığı varsayılıyor demektir. İslâm`da hayatla ibâdet içiçedir. Başka hiçbir dînde, hiçbir toplum düzeninde ibâdetle hayatı, hayatla öte âlemi, mâsiva ile maverâyı böylesine kaynaştırmış, böylesine biri diğeri için varlığı farz kılınmış bir yaklaşım tarzına ulaşılamamıştır.13  Çünkü tek Allâh’a inanma, yani tevhîd esası, İslâm’ın her alanında hâkim olan temel ilkedir. Tevhîd esası, ilimle dînin, dünya ile dînin, siyâsetle dînin ayrılmalarını reddetmekte ve bütün toplumsal alanları dîn olgusu altında bütünleştirmektedir.14

Hıristiyan misyonerin itirafı:
İslâm Dîni’nde Müslüman olmak için îman şart, fakat yeterli değildir. Müslüman kalmak, îmanı olgun bir hâle getirmek ve Allâh’ın va’dettiği nimetlere kavuşmak için ibâdet ve amel-i sâlih gerekir.

Vaktiyle Türkiye’de Hıristiyanlığı yaymaya çalışmış bir misyoner, yürüttüğü faaliyetin gerekçesini şu cümlelerle açıklar:

“Benim maksadım İslâmiyet’e düşmanlık değildir. Fakat Türkiye’de birçok Müslüman’ın dînini bilmediğini, ibâdetlerini yapmadığını gördüm. Hem Müslüman görünüyorlar, hem de dînin emirlerini yapmaları bir tarafa, yasaklardan da kaçmıyorlar, hatta dînce yasaklanan şeyleri büyük bir övünçle yapmaktan ve bunu da anlatmaktan zevk alıyorlar.

Düşündüm ki, Türkler İslâmiyet’ten uzaklaşmışlar, üstelik onu öğrenip yaşamak da istemiyorlar. Öyleyse dînsiz ve ibâdetsiz yaşayacaklarına, hiç değilse Hıristiyan olsalar, belki Hıristiyanlığa ısınırlar.15 Çünkü bir insanın inançsız ve ibâdetsiz olarak normal bir ömür süremeyeceğine inanıyorum.”16

“Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman.”17  

Avrupa ülkelerinde her gün ateistleşen / dînsizleşen onlarca gencin imdadına niye koşmadıklarını sormayı bir yana bırakıp, misyonerin bize dönük bu çarpıcı itiraflarından hareketle diyoruz ki, ilahî bir kaynaktan beslenmemiş, amel ve ibâdetlerden mahrum kupkuru bir îman, ateş böceğinin birden bire parlayıp söndüğü gibi sönmeye mahkumdur. Bunun için insana insanlık değerini veren, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olan îman cevherinin, amel ve ibâdetlerle desteklenmesi ve beslenmesi lazımdır. Bu nitelikteki bir mü`min de mensubu bulunduğu dîne niçin inandığının, yani niçin Müslüman olduğunun bilinciyle mutluluk yolunda daha emin adımlarla yürümeli ve mutluluğunu insanlıkla paylaşmalıdır.

9- Rasim Özdenören, Müslümanca Yaşamak, s. 134
10-  İhsan Kebir, Namaz Bilinci, s. 35.
11- Özdenören, Müslümanca Yaşamak, s. 139
12-  Kebir, age., s. 36
13-  Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler,  s. 99
14-  Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s.73
15- Geçmişte büyükler bu sözü şöyle formüle etmişlerdi: ‘Edyân-ı bâtıla dînsizlikten ehvendir’.
16-  Vehbi Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri, c. 2, s. 85-86
17- Ömer Hayyam, Rübailer.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

İslâm itikâd nizâmının altı mühim ve değişmez esaslarından biri ve sonuncusu; hayır ve şerrin İlâhî kader ve kazâ ile olduğuna, yani hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız ne varsa hepsinin Allah’ın takdiriyle, tertibiyle, yazmasıyla, hükmüyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla meydana geldiğine; bunların daha sonra alacakları şekil ve özelliğin ne olacağını evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna inanmaktır.

Kadere îman, “îmanımızın bütününü perçinleyen bir mühür durumunda” olup anarşiyi, tesâdüfü, haddi aşmayı, gâyesizliği, en geniş anlamıyla zulüm demeye gelen taşkınlık ve aşırılığı inkâr ve reddetmektir.

Kadere îman, Allah’ın dinî ve dünyevî, bireysel ve toplumsal, kevnî ve Kur’anî tüm yasalarına uymayı, özetle sünnetine (kâinattaki hâkim kanuna) teslim olmayı gerektirir.

Kur’an ve sünnet, kadere îmanı nasslaştırarak inanılması zorunlu temel dinamiklerden saymıştır. Îman esaslarını, âmentü formülünde olduğu gibi topluca konu edinen bazı ayet (Bakara/285, Nisâ/136) ve hadislerde kader inancının prensip olarak yer almayışı, konunun      Allah’ın ilim, irâde, kudret ve tekvîn sıfatları içinde mütâlaa edilmesi gerektiğine bağlanmalıdır. Yoksa Allah'ın bütün fiillerini hikmet ve adâlet ışığında yorumlayan Mutezile`nin ve onun günümüz uzantılarının iddia ettiği gibi İslâm'da kader inancının bulunmayışından dolayı değildir. Çünkü Allah’a ve Allah’ın anılan (özellikle de Allah'ın âlemi yaratması ve idâre etmesi ile ilgili olan sübûtî) sıfatlarına gereğince inanan, kadere de inanmış demektir. İslâm âlimleri her şeyin Allah’ın takdirine bağlı bulunduğunu ifâde eden ayetlerden hareketle hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmayı bir îman esası olarak zikretmişlerdir. Konunun akışı içerisinde bu ayetlerden bir kısmına yer vereceğiz. Bu konudaki hadislere de yer yer temas edeceğiz. Ancak kaderin, îmanın altı temel esasları arasında yer aldığını göstermek için, sadece referanslarını vermekle yetineceğiz.

Allah, (cc) âlemi yaratmadan önce, ona ilişkin her şeyi hesaplamış ve ona göre yaratmıştır. Bu yüzden kâinat içinde her ne oluyor, meydana geliyorsa hep o tedbirin eseri ve âlemi tespih taneleri gibi kudretiyle evirip çeviren Müdebbir’in çizdiği İlâhî programın gereğidir. Bu programı göz ardı ederek evrendeki tüm olayların serseri bir tesâdüfün eseri olduğu inancında olan bir insanın, mümin olduğu söylenemez. Kaldı ki, müminim diyen herkes, itikadın esası olarak sık sık tekrarlayıp durduğu “Lâilâhe İllallâh” sözüyle, söz konusu kadere ilişkin ayrıntıların hepsine inandığını kısaca (icmâlen) kabul etmiş olmaktadır. İnsanımızın, bilerek veya bilmeyerek, bir takım sapmalarla bu inancına aykırı davranışlar sergilemesi, onu şirkin ve küfrün kucağına iter. Böyle bir tehlikeden emin olmanın yolu, bu hassas konunun, en azından kendi irâdesine doğrudan taalluk eden konuların, yeterince kavranmasından geçer.


İSLÂM’IN EN HASSAS KONUSU: KADER

Kader ve kazâ konusu dinî düşüncenin en çetin ve çetrefilli problemlerinden, en hassas ve mühim konularından biridir. Bu konunun iç yüzünü gerçek anlamıyla kavramak çok zordur.
Ebû Hureyre’nin (ra) şu rivayeti bu gerçeği ortaya koymaktadır:

“Biz kader meselesi hakkında tartışmakta iken, Allah Resûlü (as) yanımıza geldi. Tartışmamızın kader meselesi olduğunu anlayınca, o derece kızdı ki, mübârek yüzleri kızardı ve şöyle dedi:

- Siz bununla mı emrolundunuz, yoksa ben mi bunun için gönderildim? Sizden öncekiler kader üzerine tartışmaya daldıkları için helâk oldular.”

Demek ki kader ve kazâ konusu, Allah’ın Zâtı konusu gibi üzerinde durulup özellikle münakaşa tarzında konuşulması men edilen konulardandır. Kula yaraşan, Allah’ın kaderdeki büyük hikmetlerini öğrenmenin yanında, O ne emretmiş ise ona tâbi olması, neden nehyetmiş ise ondan kaçınmasıdır. Ve enerjisini aklî kıyaslarla kaderin sırlarını keşfetmeye çalışmak gibi faydasız şeylere harcamamasıdır. Zira, İmâm Ebû Hanife (ö. 150/767)’nin (rh) de dediği gibi gözün güneşe bakması mümkün olmadığı gibi, aklın da kader ve kulların fiilleri konusunu (hürriyet-zaruret çelişkisinden kurtararak) nihaî çözüme kavuşturması mümkün değildir.

Nitekim Hz. Peygamber (as) aynı konuda şöyle buyurmaktadır: “Kader konusunda konuşmayın, zira kader sırrullâh (Allah’ın sırrı) dır. Allah’ın sırrını ifşâ etmeye kalkışmayın. Çünkü Allah’ın Zâtı’na ilişkin sırlardan bahsetmek, onları kurcalamak şirktir.”

“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zîra bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez”

Evet, kader her türlü idrâkin üstünde bir sırrı İlâhîdir. O sınırsız ve zamansız İlâhî ilmi, mutlak irâde ve kudreti anlamak, her türlü kayıtla mukayyet bulunan kıt ve güdük akılların işi değildir. Yüce Allah kaderin iç yüzünü hiç kimseye bildirmediği gibi bu ‘lüğazın sırrı’nı akıl yoluyla halletme ve ona ‘son noktayı koyma’ imkânını da kullarına vermemiştir. Allah sırrını açıklamış olsaydı teklifin anlamı kalmazdı. Müminlerin cennete girdikleri zaman, kaderin sırrını anlayacakları ve cennete girmeden bunu idrâk edemeyecekleri ifâde edilmiştir.
Kâinatta Allah’ın ilmi, irâdesi, takdir ve yaratması kapsamında olmayan bir şey yoktur. Bütün hâdiseler, insanların eylem ve hareketleri Allah’ın takdiri ve yaratması ile meydana gelmektedir.

İnsanların irâde ve ihtiyâr sahibi bir mahluk olması da Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve takdir buyurması ile olmuştur. Allah, insanın istediğini yapabilir yetenekte olmasını dilemiş ve öyle bir kudrette yaratmıştır. Böylece, insanlar kendi istek ve arzularıyla bir şey yapmak veya yapmamak iktidarına (istitâat) mâliktirler. İkisinden birini tercih ve ihtiyâr edebilirler. Bundan dolayı kişi annesinden mümin veya kâfir (saîd veya şakî) olarak doğmaz; mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir.

Kulun fıtraten (dolayısıyla zorunlu olarak) sahip olduğu hürriyeti (gücünü iyiye de kötüye de kullanma serbestiyeti) de dâhil, her şeyi takdir edip yaratan (Hâlık), Allah Teâlâ’dır (Saffât/96). Fakat çalışıp kazanan, işi yapan (kâsib / fâil), kulun kendisidir. İyi veya kötü, iki seçenekten birini beğenerek seçip almak, kula ait bir iştir. Kul irâde ve ihtiyârını hangi yöne sarf eder, hangi tarafı tercih ederse Allah da ona uygun bir şekilde yaratır. Zira insanın irâde ve sorumluluğunun kapsamına giren her şeyde Allah'ın takdiri, insanın aklını ve irâdesini kullanmasıyla gerçekleşir.

Meselâ; Allah herkesin rızkını takdir etmiştir. Fakat mukadder olan rızkını arayıp bulmanın, kulun görevi olduğunu da söylemiştir. Aramak kuldan, yaratmak Allah’tandır. Allah’ın bu koca kâinat disiplini içerisinde kendisine vermiş olduğu irâde ve ihtiyâr ile herhangi mümkün olan bir şeyi yapıp yapmamakta insan hür ve serbesttir. Bunun içindir ki her insana işlediği şeyden sorulur. Hayır işlemiş ise mükâfatını, şer ve kötü işlemiş ise cezâsını görür. Yoksa “merhamet etmeyi üzerine almış (prensip  edinmiş) olan Rabbimiz (En'âm/54)”, hiç kimseyi şer yola zorlayıp da sonra onu cehenneme sokmayacağı gibi, kendilerine sırf azap etmek istiyor diye de cehennem için insan yaratmaz.

Peygamber (as) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın en ilk yarattığı Kalem’dir.”

Bundan maksat, Allah’ın, mahlukâtı ve onlar hakkındaki bütün detayı yazmış olmasıdır. Bu sûretle gelmiş ve gelecek her şey tespit edilmiştir. Hadisi "cebir" anlamı yüklemeden okuyan İmâm-ı Âzam (rh) şunları söyler:

“Ne dünyada ne de âhirette O’nun dilemesi, bilgisi, hükmü, takdiri, yazgısı ve zuhûrundan önce Levh-i Mahfûz’a yazısı olmadan hiçbir şey var olmaz, hiçbir hâdise meydana gelmez.”

KADER VE KAZÂ NEDİR?

Kader ve kazâ Allah’ın zâtî ve ezelî sıfatlarından olup O’nun mutlak irâdesi ve ezelî (zaman üstü öncesizlik) ilmine taalluk eden iki kelimedir.

Allah’ın ezelî ilim ve mutlak irâde sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki mevcudât ve hâdisâtı belli bir nizâm ve ölçüye göre (Kamer/49) düzenleyen İlâhî kanunu ifâde eder.    Allah’ın mutlak kudret ve tekvîn sıfatlarına dayanan kazâ ise, yeri ve zamanı geldiğinde bu İlâhî kanuna uygun şekilde yaratıp hükme bağlamasını ifâde eder.
Allah’ın ezelden ebede (zaman üstü sonsuzluğa) kadar makro ve mikro âlemde olacak şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini ezelde daha onlar meydanda yokken bilip o sûretle tâyin ve takdir buyurmuş olmasına kader denir.

Kader, Allah’ın ezelî ilmi ve hükümleridir. Kazâ, o hükümlerin oluşlar âleminde cereyan etmesi ve varlık âlemindeki ifâdesidir. Bir başka anlatımla kazâ, ezelde takdir olunan her şeyin Cenâb-ı Hakk’ın yaratma ve îcadıyla varlık sahasına çıkması, fiilen uygulanması demektir. Başka bir ifâdeyle; kader kâinatta olacakların plan ve senaryosuysa; kaza, o plan ve senaryonun icrâsıdır.

Allâme Zemahşerî’ye (do.467/1075) “Kader nedir?”, “Kazâ nedir?” diye sormuşlar. O da benzer bir tanımla,
-Kader, gökte yazılı olandır, kazâ ise yeryüzünde yapılandır, diye kestirme bir cevap vermiştir.

Kişi iman getirirse kadere,
Kalbinde yer kalmaz gam-u kedere.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 21 Ocak 2014 10:48

SAHİH TEVEKKÜL ANLAYIŞIMIZ

Bu yazımızda sahih tevekkül anlayışımız nasıl olur, gerçek tevekkül bilinci nasıl elde edilir? sorularının cevabını vermeye çalışalıcağız.
Tevekkül Allah’a itimat etmek, bir işte O’nu vekil ve velî tayin etmektir.1
Allah’a güven ve itimat, O’na îmanın ve O’na îmanın ifâdesi olan “lâilâhe illellâh” kelimesinin gereği olduğu için Yüce Mevlâ bu bağlılığı şöyle dile getiriyor:
“Ölmek şânından olmayan O Bâkî’’ye güvenip dayan.” (Furkan/58)
“Artık ancak Allah’a güvenip dayanın, (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz.” (Mâide/23)
Tevekkül maksada erişmek için, hayatı çekilmez kılan monotonluktan2  kurtaran gerekli maddî ve manevî sebeplerin hepsine yapıştıktan, ön hazırlıkları yaptıktan sonra Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Meselâ, çocuk arzulayan birinin daha evlenmeden “Allah bana çocuk vermiyor.” diye serzenişte bulunması tevekkülsüzlüktür. Çünkü sebebe sarılmamıştır. Yani evlenmemiştir.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”

Tevekkül, sebeplere başvurmaya engel değildir. Çünkü sebepler kaderin cüzlerinden biridir. Kader sebepler ile bir bütündür. Dolayısıyla çalışmayı terk ederek ahlâkî sorumluluktan kaçmak Hz. Peygamber’in (as) sünnetine karşı gelmektir. Kul yapacağı işlerde sebeplere sarıldıktan sonra Allah’a tevekkül eder, O’ndan kaderinin hayırlı olmasını ister. Eğer başına bir musibet gelecek olursa da “Allah takdir etti ve dilediğini de yaptı.” der (Tevbe/51). Peygamber (as) şöyle buyurmuştur: “Güçlü kuvvetli mümin kul, zayıf ve iman sahibi kuldan Allah’a daha sevimli gelir. Ama  ikisinde de hayır vardır. Sana fayda verecek işleri hırsla talep et. Allah’tan yardım dile, âcizlik gösterme. Eğer sana bir musibet gelecek olursa keşke şöyle yapsaydım, şöyle şöyle olurdu deme. Ve lâkin Allah takdir etti ve dilediğini yaptı de.3”
Aslında bu noktada bize yöneltilen emir iki yönlüdür. Allah bize hem çalışmayı hem de emeğimize güvenmememizi emrediyor. O bize her konuda maddî sebeplere sarılmamızı, her işin bilinen çözüm yollarını denememizi, fakat aynı zamanda yalnız kendisine dayanmamızı, sırf O’na tevekkül etmemizi emrediyor. Buna göre, herhangi bir konuda kim elinden gelen hazırlığı yapar, olanca gayretini ortaya koyarak gereken çalışmayı gerçekleştirir de O’na dayanmaz ise Allah’ın birbirine bağlı iki emrinden birini savsaklamış olur. Buna karşılık kim herhangi bir konuda sadece tevekkül ile yetinir, gerekli hazırlığı yapmaz ve olanca gayretini ortaya koymaz ise, o da bu emirlerin öbürünü savsaklamış, kulak ardı etmiştir. Bu noktanın ardında kâfir ile mümini birbirinden ayıran gizli bir nüans saklıdır. Görünüşte kâfir de olanca gücünü kullanıyor, mümin de. Fakat birincisi, sırf ortaya koyduğu emeğe güvenirken; ikincisi, sadece ortaksız      Allah’a dayanıyor. 4
Tevekkül tedbirden sonradır. Hz. Peygamber, (as) tevekkül sahiplerinin efendisi olduğu hâlde, gereken bütün tedbirlere başvurur, tedâriklerde bulunur, sonra tevekkül ederdi.

Hendek Savaşı’nda güzel bir tevekkül örneği:
Allah Resûlü’nün (as) hayatı bizim için her bakımdan en güzel örnektir. O’nun hayatında tedbir ve tevekkülün de en güzel örneklerini görmek mümkündür. Hendek Savaşı’nda Peygamber Efendimiz (as) bütün tedbirleri almış, başta kendisi olmak üzere sahabe tarafından 5,5 km.lik bir hendek kazılmış, askerî ve stratejik tedbirler tamamlanmıştı. Müslümanlar birlik ve beraberlik içinde düşman karşısına dikilmiş, âdeta birer tevekkül âbidesi kesilmişlerken5  Hz. Peygamber (as) bütün bunları yeterli bulmayarak şöyle dua etmişti:
“-Ey Allah’ım, ey Kur’ân’ı gönderen Rabbim! Ey düşmanlarla hesabı tez gören Rabbim!. Şu düşman topluluğunu kır. Onları hezimete uğrat. İrâdelerini sars Allah’ım!” 6
Bu üstün teslimiyetten dolayıdır ki, Allah (cc) onları rüzgâr ve sair görünmeyen askerleriyle destekleyip düşmanlarını helâk etti ve tabiî tevekkül timsâli Müslümanlara da dünyalık olarak ganimetler ihsân etti.7
Bu yüzden Peygamber (as) şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a gereği gibi tevekkül etmiş olsaydınız, kuşları nasıl rızıklandırıyorsa sizleri de öyle rızıklandırırdı. Baksanıza, aç gidiyorlar, tok dönüyorlar.”8     
Yani kuş, rızkını araştırmak için yuvasından çıkıp gidiyor. O, gücünün yettiği maddî sebepleri tamamladıktan sonra Cenâb-ı Hak ona ayrıca gücü kapsamında olmayan diğer sebepleri hazırlıyor, ikrâm ediyor.
Bütün bunlara rağmen, Allah’a tevekkülün, aczi yenen, güven veren, mutlu eden erdeminden insan kendisini nasıl yoksun kılabilir?

"Allah'a tevekkül edenin yâveri Hakk'tır,
Nâşâd gönül bir gün olur şâd olacaktır."

Atlamadan ifâde edelim ki, sebepler her şeyi halletmez. Başarı için bu yeterli değildir. Başarı için determinist9  yaklaşım değil, inançla tevekkül lazımdır. Tevekkül, mümin oluşun ayrı bir özelliğidir. Hatta inanmanın şartıdır. Bu gerçek şu âyette kendisini bulur: “Artık ancak Allah’a güvenip dayanın, (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz.” (Mâide/23). Nitekim tevekkül; ‘Sebeplere değil, sebepleri Yaratan’a güvenmektir, O’nu tercih etmektir.’10  ya da ‘insanların elinde olandan ümidini kesip Allah’ın katında olana itibar ve itimat etmektir.’11  diye tanımlayanlar, bu gerçeği göz önünde bulundurmuşlardır.

“Baş eğmeziz edâniye dünyây-ı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz itimâdımız”

Hz.İbrahim (as) ateşe atıldığı zaman, Cebrâil (as) ona “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormuştu da o şu karşılığı vermişti:
- Var ama sana değil. Cebrâil (as),
- Ondan iste öyleyse, deyince, İbrahim (as),
-O hâlimi bilir, dilediğimi verir, demişti.” 12
Bu farklı yaklaşımlara rağmen, tevekkülde esas, kalbin Allah ile olan samimî irtibatıdır. Sebeplere el atmak, onun Allah ile olan samimî irtibatına zarar vermemelidir. Çünkü tevekkül neticesinde ümit, imanlı gönüllere yeni bir yaşama sevinci aşılar, yepyeni bir dinamizm kazandırır.

“Gerçi sebeb-i zâhire ettimse de temessük
Amma biliyorum cümlenin isnâdı Sanadır”

Cenâb-ı Hakk’a güvenip bağlanmakla birlikte hiçbir gevşekliğe ve tembelliğe düşmeden çalışmak tevekkülün özüdür.
Meselâ, bir çiftçi evvela zamanında tarlasını güzelce sürer, adamakıllı emek verir. Tam zamanı gelince tohumu tarlaya atar. Yapılması gereken her şeyi yapar. Bundan sonra Allah’a tevekkül eder, “Artık mukadder ne ise o olur.” der. Yoksa bunların hiçbirini yapmadan “Adam sende, biraz da mütevekkil olmalıdır, kader ne ise öyle olur.” deme aymazlığında bulunmak câiz değildir.

“Yürü var Hakk’a tevekkül eyle
Hâline sabr-u tahammül eyle”  

Tevekkül tembellik, zillet, meskenet ve her şeyi boş vermişlik şeklinde algılanmamalıdır. Fakat bütün sebeplere sarılır da istek ve arzusunun aksi çıkarsa, ona da râzı olmak zorundadır. Zira o da bir kaderdir.

“Gökten iner mi tembel için arza mâide
Öyle kütük gibi yaşamakta ne fâide”

1-Er-Râğıb, age., s. 531
2- Kâinat sebeplere dayalı olarak programlanmış ve hayatta bütün canlılar bu sebeplere başvurmaya ve çalışmaya sevk ediliyor. Eğer yüce Yaratıcının bitimsiz ikrâmları sebepler perdesiyle takdim edilmeseydi, hayat can sıkıcı bir mono-tonluğa bürünecek; meselâ, seherlerimizi süsleyen ses cümbüşleriyle bülbüller cıvıldaşmayacak, arı bal coşkusuyla dağdan dağa dolaşmayacak, ufuklarda geometrik süzülüşlerle kanat çırpan göçmen kuşlar olmayacak, yemyeşil bahar bahçelerinde nazlı güller, işvelenecek bülbül, çiçekler, kucaklayacak böcek bulamayacak ve biz rûha ferahlık veren bu muhteşem ve hârika güzellikleri temâşadan mahrum kalacak, engin bir iştiyâkla söylediğimiz ‘seher vakti bülbüller, ne de güzel öterler’ ilâhisini terennüm edemeyecektik. Herkes ve her şey olduğu yerde kabuğuna çekilecek, rengârenk süslü bahçelerin ötüşerek raks eden coşkulu misafirleri, gökyüzünün çığlık çığlığa süzülen serâzat sahipleri olmayacaktı. İnsan sebepler perdesiyle kendisine cömertçe takdim edilen çeşitli boyutlardaki ikrâmların gerçek sahibinin o perdeyi aralayarak farkına varır, zih-nini daima sebepleri Yaratanla meşgul eder; paylaşır, bencillikten kurtulur, iniş ve çıkışlarla renklenen hayatını kulluğa adayarak O`nu tanımanın ve san`atındaki esrârı keşfetmenin doyumsuz lezzetiyle yüce ruhlar, sevgili kullar arasına katılır.
3- Müslim, Kader: 34, (2664).
4- Said Havva, İslâm I, s. 87, 88.
5-Münir Muhammed Gadbân, Nebevî Hareket Metodu (ter. Tarık Akarsu),c.1, s. 458
6- İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd (ter. Muzaffer Can), c. 3, s. 1233
7-Ramazan el-Butî, Fıkhu’s-Sîre (ter. Ali Nar-Orhan Aktepe), s. 308-309
8-İbn Mâce, Zühd, Ha.: 4164; Sahavî, age., s. 753
9-Determinizm: Evrendeki her olay ve olgunun nedensellik zinciri çerçevesinde belirli kanunlar ya da kurallara bağlı olarak meydana geldiğini ileri süren, dolayısıyla sebepleri Yaratandan soyutlayan görüş, esbâbperestlik. Bak. Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, ilgili madde.
10- İbrahim Hakkı Erzurumî, Marifetnâme, s. 550
11- age., s. 549
12- Fahruddîn er-Razî, et-Tefsîr el- Kebîr, c. 1, s. 287; Said Havva, age., s. 549. Buna tasavvufta “tecrîd / tecerrüd hâli” denilmektedir. Yâni, zâhirî sebep ve alâkalardan kopma hâli denilmektedir. Ki bu sıradan insanların yapacakları iş değildir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 20 Ocak 2014 14:58

İNSANIN İBÂDETE OLAN İHTİYACI

İnsan yaşayabilmesi için birçok nimetlerden yararlanmak zorundadır. Allâh’ın nimetlerinden faydalanmadan hayatiyetini sürdüren hiçbir varlık yoktur. Bu sebeple her nimete bir teşekkür gerekir. Nimete teşekkür etmemek nankörlüktür. İbâdetlerin şâhı olan ve Peygamberimizin (as) “Gözümün nûru” 1 dediği namaz, kulun Allah karşısındaki “esas duruşu” demek olup insanın çok yönlü ifâde imkân ve vâsıtalarını bir bütün hâlinde ve sistematik olarak işleme koyan bir fihrist mesabesindedir. Güzel bir usûl ve uygun sözlü formüllerle Allâh’ın büyüklüğünü ve yüceliğini belirten; kulun zayıflığını ve güçsüzlüğünü, Allâh’a olan bağımlılığını, şükrân ve minnettârlığını simgeleyen bir ibâdettir.2  Bütün bunlar, namaz merkezli ibâdetin lüzum ve önemini ortaya koymaktadır. Namaz kılanın, diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Böylece bütün ömür sermâyesini âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü tek bir cihete saklar.3

“Âkil isen kıl namazı çün saâdet tâcıdır;
Sen namazı şöyle bil ki  mü`minin mi`râcıdır.”

Bir mücâdeleden ibaret olan hayatta, insan zaman zaman rûhî bunalımlar geçirebilir, mânevî sıkıntılar çekebilir. Böyle zamanlarda bir teselliye ihtiyaç vardır. Teselliyi ise ancak Yaradanına kulluk etmekte bulur. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz (as) şöyle buyururlar:“Mü’min tâze ekin gibidir. Rüzgâr estikçe yatar, fakat yine doğrulur kalkar; kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgâr estikçe gürler, ama bir kere yıkılırsa bir daha kalkamaz.” 4

Bu güzel benzetmesiyle Sevgili Peygamberimiz (as), mü’minin bir Hayy-u Bâkî’ye merbut (bağlı) olduğuna işâret buyurmuştur. Muhammed İkbâl bu hadîsi şâirce yorumlar ve şöyle der:

“Bir kâfirin özelliği ufuklarda kaybolmaktır
Ama bir mü’min ise ufukların onda kaybolmasıdır.”    

Öyleyse insan için en doğru olan, yaratılışına uygun hareket etmektir. Yaratılış gâyesi ise ibâdettir. O hâlde, insan, nasıl yaratıldığından çok, niçin yaratıldığını iyiden iyiye kavramanın ezelî zevkine varmalıdır.

“Ân oluyor bir garip duyguya varıyorum
Ben bu sefil dünyâda acep ne arıyorum?.”

Bir ân için Allâh’ın nimetlerinden ayrı kaldığımız yoktur ve mümkün de değildir. Meselâ, uyanık olmak bir nimettir, fakat uyumak da bir nimettir. Uyuyamamanın ne menem dert olduğunu ‘mübtelâ-yı gam’ (hasta) olanlara sormak lazım. Onlar bilir gecelerin kaç saat olduğunu. “Uzun gece belâsını bîmar (hasta) yeğ bilür” diyor şair. Uyuyamamak insana cinnet getirtir. Kezâ, işitmek nimet olduğu gibi, işitmemek de nimettir. Bütün sesleri işitsek, istirahatımız kaybolur, çılgına döneriz. Karanlık gecelerde cirit atan cinlerin seslerini, çığlık ve nâralarını işitseydik durum ne olurdu, bir düşünelim. Görmek bir nimet olduğu gibi, görmemek de bir nimettir. Yüzüne baktığımız bir kimsenin beynini yahut topraktaki bakteriyi görsek veya yediğimiz gıda ve içtiğimiz sudaki mikropları fark etsek ne kadar rahatsız oluruz!. Sa’d-i Şirâzî (ö.691/1294) ne hoş söylemiş:

“Der nefesî dü nimet mevcûdest
Ve ber her nimetî şükrî vâcib.”

Yani “İnsanın her nefes alış verişinde iki nimet vardır. Nefes alması hayatının selâmetini temin eder, vermesi ise vücuduna ferahlık verir. Şu hâlde bir nefeste iki nimet vardır. Ve her nimete iki şükür vaciptir.”5

Sensin kurda, kuşa ve yele âhenk âhenk ses veren,
Bir cânda çifte nimet, doyumluk nefes veren.

Bu sebepledir ki, tarikat ehli, “hoş der dem” (nefes alıp verirken gaflette olmamak)  şeklinde düstur koyup bir nefesten dahi gâfil olmamayı şiar edinmişlerdir.

Allâh’ın nimetleri karşısında insanın imkânları o kadar sınırlıdır ki, onun verdiği nimete şükretmek, hatta ona ibâdet edebilmek bile ancak yine onun başka bir nimeti ile mümkündür. Mısırlı Şâfiî fakîh Mansûr b.İsmail (rh) şöyle demektedir: “Allâh’a şükretmek bir nimettir ki, o da şükrü gerektirir. Nimetlere karşı nasıl şükredeyim ki, şükrü de bir nimettir.”6  Gene bir Allâh dostu şöyle der: “İsyânımızın çokluğu ile beraber Allâh’ın nimetleri birbirini takip etmektedir. Hangisine teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz. Bize yaydığı nimete mi, yoksa örttüğü günaha mı?”     

Merhum Necip Fazıl’ın da bu anlamda bir sözünü hatırlıyorum: “Ya Rabbî, Sana hamd edebildiğim için hamd ederim.”7

“Tende kudret nerden olsun nimet-i cân şükrüne
Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne.”

Cenâb-ı Hakk (cc), kullarını birtakım ibâdet ve farizalarla sorumlu kılmış ve onlara birçok peygamberler göndererek onların aracılığı ile kanunlarını ve hükümlerini bildirmiştir. Oysa Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının ibâdetine ihtiyacı yoktur. Belki o sorumluluklarla ilâhî bir ihsân olarak kullarının faydalanması murad edilmiştir. Nitekim Yüce Mevlâ, nimetleriyle sayısız ihsânlarda bulunmuştur. Hatta ibâdetlerdeki nimet, diğer bütün nimetlerden daha büyüktür. Çünkü ibâdetlerin dışındaki nimetlerin faydası dünyaya dönük iken ibâdetlerin faydası hem dünyaya hem âhirete yöneliktir. Öyleyse ibâdet en büyük nimettir.

1- Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c. 3, Ha.no: 3537
2-  Bak. Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV. Yay. Ank.-1993, s. 237. Yukarıdaki cümleler, klasik kitaplarda “Namaz, şükrün bütün aksâmını bünyesinde toplar” şeklinde formüle edilmiştir.
3- Bedîuzzaman, Sözler, s. 20
4- Nevevî, Şerhü'l-Müslim, c.17, s.151; Veliyyullâh Dehlevî, Hüccetullâhi’l-Bâligah, trc., c.1, s. 241
5-  Zübde-i Gülistan, Eser-i Tayyâr, Matbaa-i Amire, İst.
6-  Mâverdî, Edebu’d-Dünyâ ve’d Dîn, (trc. Ali Erkan), s.127
7-  age., s. 127

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort