JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 09 Kasım 2012 20:10

ŞEYTANIN YARATILIŞINDAKİ HİKMET

Hemen ifade edelim ki, tabiatta hayır asıl; kötü/şer izafî ve tebeîdir. Yani, varlığı hayra bağlı olup aslî gâye değildir. Hiçbir şey faydalı ve zararlı diye yaratılmamıştır. Böyle bir ayrım, insanlar tarafından yapılmaktadır.

Biliyoruz ki Cenâbı Mevlâ, bu âlemde abes, yani gereksiz, faydasız hiçbir şey yaratmamıştır. Fakat biz kendimiz, şahsımız için zararlı olan bir şeyi, herkes ve her şey için zararlı sanarak kötü addediyor, sonra da gereksiz veya faydasız olduğu yanılgısına düşüyoruz.

Meselâ yağmuru düşününüz... Ne kadar faydalı değil mi? İçeceğimiz oluyor. Bitkilerin hayatı oluyor. Onsuz hayat da kupkuru oluyor. Bu bakımdan atalarımız yağmura güzel bir isim bulmuşlar, “rahmet” demişler. Gerçekten de Allâh’ın rahmetiyle göklerden süzülüp geliyorlar. Eğer gecikse, insanlar ellerini Yaratıcı’ya açarak dua etmek sûretiyle onu isterler.

Şimdi, yazlık kıyafetiyle ve şemsiyesiz olarak yağmurda gezen için kış yağmuru iyi midir, kötü müdür? Elbette kötüdür, hasta eder. Zararı tartışılmaz. Böyle biri için, zararlı oldu diye, “Yağmur zararlıdır, yağmasın!” demek akıllıca davranış değildir elbet. Zira hayırlı olan, rahmet olan yağmuru kendisi hakkında hayırsız kılan adamın bu sözü onaylanamaz mutlaka. Aslında hayırlı olan yağmur, insanın yanlış hareketi ve tedbirsizliği sebebiyle zararlı hâle gelmiş oldu.

Ateşi düşünelim. Ateş faydalı mıdır, zararlı mı? Ateşin yaratılmış olması, varlığı insanlar için ne kadar gereklidir, değil mi? Ateş olmasaydı, medeniyet ne büyük kayıplara, noksanlıklara uğrardı? Ama mademki ateş çok faydalıymış, varlığı insanlar için gerekliymiş ve güzelmiş diye gidip içine elimizi sokarsak kötü olur. Yani, bizim yanlış ve kötü kullanışımız ateşi bizim için zararlı hâle sokmuş oldu. Yoksa aslında ateş de çok faydalı ve gerekli bir şeydir. Öyle olduğu içindir ki, ateşin yaratılması da güzeldir.

Gelelim şeytana. Peki, onun yaratılması güzel mi olmuştur? Yoksa şeytanın yaratılmasında hiçbir fayda yok mu diyeceğiz? Şeytanı Allâh niçin yaratmıştır? Hep kötülük yapsın da insanlara günah işlettirsin diye mi?

Allâh şeytanı da bir sebeple, hem de çok faydalı ve lüzumlu bir sebeple yaratmıştır. Çünkü O, kullarını seviyordu. Kullarının iyi, faydalı ve dolayısıyla da Cennet’e layık olmalarını istiyordu. İşte şeytan bu istemeye aracı olacaktı. İnsanların iyiliğini, sevabını artıracak; onların, Allâh’a layık kullar olmalarını sağlayacaktı.

Evet, şeytanların yaratılmaları şer değildir. Çünkü bunlarla iyiliklerin değeri bilenebilir. Nitekim güzelliğin bilinebilmesi, aynada parlak yüzeye yansıtıcılık özelliğini sağlayacak olan çirkin ve siyah tarafın akis görevini yapmasıyla mümkündür.

Allâh insanı, hem yükselmeye müsait bir varlık olarak hem de alçalmaya yeteneği olan bir canlı olarak yaratmıştır. Yani insan, isterse peygamberlere komşu olabilecek bir yüce makama kadar çıkabilir. İsterse kendini hayvanların seviyesine kadar, hatta ondan da aşağılara kadar düşürebilir. İşte bu düşme ve kalkıp yükselme çizgisinde şeytan, insanın işine yarar. Onu dinlemedikçe, onun içine attığı kötülüklere direndikçe veya aksini yaptıkça insan yükselir, yücelir, melekleşir, hatta onları bile geçip peygamberlere komşu olabilecek bir mânevî makama çıkabilir.

Kısaca ahsen-i takvîm/en güzel kıvamda yaratılış sırrına erişir, en güzel kıvamını bulur. Ama şeytanı dinlerse, onun içine attığı kötülükleri yaparsa düşer, alçalır, hayvanlaşır, hatta daha aşağılara düşüp şeytanlaşır. Hatta kendi türüne düşman “insan şeytanı” hâline gelir. Zaten böylelerinin çoğalmasıyla günümüzde esas şeytan çok rahattır. Hatta bazen en çok tatil yapan şeytan olmaktadır. Çünkü onun vazifesini gönüllü yüklenip zevkle yapan insanların sayısı artmıştır. Şeytan da yan gelip yatmakta, keyfini çatmaktadır. Kısaca, ona uyan, onun çekim alanına giren insan da “esfel-i sâfilîn”i (aşağıların aşağısını) boylayarak şeytanlaşmak gibi en âdi bir derekeye düşmeye hak kazanmıştır.

“Olmuş o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd

Kim sâbıka-i şöhret-i şeytân unutulmuş”


Şeytan Bir Kum Torbasına Benzer:

Şunu da diyebiliriz; şeytanın yaratılış sebebi, onu dinleyip peşinden gitmemiz değil, her gelişinde onu kovmamız, dediklerinin tersini yapmamızdır. Bu noktada insan bir boksöre benzerken, şeytan da boksörlerin kum torbasına benzemektedir.

Dikkatli, uyanık bir boksör için kum torbası çok güzel ve faydalı bir antrenman aracıdır. Onu yumrukladıkça kasları gelişir, nefesi açılır, kabiliyeti artar. Zaten kum torbasının da işi budur. Boksörün antrenman yapıp gelişmesi için yapılmıştır. Ancak, dikkatsiz bir boksör için kum torbası zararlı olabilir. Çünkü çalışması sırasında, birine laf yetiştirmeye çalışırken ya da bir başka şeye dikkat ederken torbaya ânında yumruk vuramazsa, torba kendisini yumruklar, yüzünü dağıtabilir. Şimdi böyle şaşkın bir boksör “Kum torbası çalışma salonundan çıkarılsın, çünkü çok zararlıdır.” dese, doğru mudur?

Kendisi için kum torbasının zararlı olduğu doğrudur, ama bu sadece kendi kötü kullanışı sebebiyledir. Dikkatli bir boksör için faydalıdır. Demek nasıl kullanacağını bilmeyen, ya da bildiği hâlde dikkat etmeyen kişi, kum torbasını kendisi hakkında zararlı hâle getirdi.

Aynen şeytan da bizim kum torbamızdır. Onun her fısıltısı karşısında ona destekli yumruklar savurursak, yani ona uymaz, onunla mücadele yollarına riayet edersek; onun çevirdiği filmlerin figürü ve oyunlarının nesnesi olmazsak çok sevaplı birer iş yapmış, onu her kovuşumuzda derecemizi biraz daha yükseltmiş oluruz.


“Serçenin akrobatlığı, kartalın ceberut oluşundandır.”

“Atmaca olmasaydı, kırlangıçlar uyurdu.”

Şeytanlar Olmasaydı İnsan Robot Olurdu:

Sonuç olarak, kartalın serçeye musallat olmasının, serçenin kabiliyetlerinin gelişmesine sebep olması gibi şeytan da bizim hayat tecrübemizi, imtihan dünyasında manevra yeteneğimizi artıracaktır.

Hz. Mevlânâ (ö.1273) da, kötülükler karşısında olgun mü’minin pozisyonunu, sopa yiyen ve dövüldükçe okları daha çok sertleşen ve mukavemet etmede kuvvet kazanan porsuğa benzetir.

Bu vesileyle, her şeyin zıddı ile kaim olduğu şu âlemde güzelle çirkinin, hayırla şerrin, kömür rûhlularla elmas rûhluların; esfel-i sâfilînde bulunan Ebû Cehillerle, A’lâ-yı İlliyyîndeki Ebûbekr-i Sıddîk’lerin rûhlarının aynı seviyede olmadığı da tecelli etmiş olacaktır.

Ancak “Ameller niyetlere göredir.” diye şeytanın bütün bu hizmetlerinde mükâfat alacağını söylemek mümkün değildir. Zîra onun gerçek niyeti insanları şaşırtmak ve onların cehenneme girmelerini sağlamaktır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 11 Temmuz 2012 03:41

NAMAZIN GÜCÜ

Genel olarak kitleler, içinde yaşadıkları İslâm dışı düzene uyum sağlama çabası içindedir. Bir bakıma farkında olmaksızın İslâm dışı hayat tarzıyla İslâmî olanı uzlaştırma kaygısına düşmüşlerdir. Oysaki İslâm, başka toplum düzenleriyle bağdaşmayı reddeder. Bu noktada Müslümanın görevi ve gâyesi, kendine yabancı bir ortamda bir başına rahatça yaşamak değildir. İçinde bulunduğu toplumda bir sığıntı olarak yaşamayı düşünmeden Allâh’ın hükümlerini yine O’nun rızâsı için hayata hâkim kılmak gayretinde olan Müslüman, küfür düzenlerinin lütuf ve ihsânı hâlinde kendisine bağışlanabilecek rahatlığı da reddeder.1

Asr-ı Saâdet Müslümanları, putperest düzene karşı fiilen savaş hâlindeydiler. İçinde yaşadıkları düzeni, İslâmî esaslar doğrultusunda değiştirmek istiyorlardı. İslâm, o toplum düzeni için tamamen yeni bir hâdise olduğundan, Müslümanların namazları bile tehlikeli görünüyordu. Çünkü her namaz mevcut düzene karşı bir meydan okuma, bir tebliğ ve tavır niteliğinde idi. Peygamber (as) ve ashabı namazlarını sadece vicdanlarına hasretmediler. Namazlarının tesiri kendileriyle Allâh arasında kalmadı. Aksine, toplumdaki güç ve kötülük odaklarını tehdit ediyordu. Ebû Cehil, Peygamberimiz’in (as) namazına tahammül edemediğinden mübârek başlarına deve işkembesini koyuyordu. Çünkü O’nun namazı onların düzenlerinin temellerine dinamit bırakıyordu âdeta. O, namazıyla onların putlarına saygı göstermediğini, onların büyüklüğünü tanımadığını ifade ediyordu.2

Günümüz Müslümanlarının kıldıkları namazın dîn düşmanlarını tedirgin etmemesi, paniklendirmemesi, bu namazın hakkının verilip verilmediği, yani içeriği ile olduğu kadar, İslâm’ın varlığı ile yokluğunu bir tutup onu ölü bir kültür, âtıl bir organizma, geleneksel bir miras ve statik bir müessese olarak görmekle de ilişkilidir. Bugün kılınan namazlar rûhtan uzak, şekilden ibaret olduğu için sapık ideolojilerin suratına şırak diye inen bir şamar, zotlu bir darbe niteliğini kazanamamaktadır.

Asr-ı Saâdet’te tek tek bireylerin her birinde ayrıca güçlü bir cemaat olma bilinci, toplumsal dayanışma anlayışı mevcuttu. Onlar, birey olarak Müslüman olmanın gerekli fakat yeterli olmadığının farkında idiler. Onlar, namazı alenî ve hem de cemaatla kılarken onların bu cesur çıkışları İslâm’ın küfre karşı hem tebliği, hem protestosu, hem meydan okuma niteliği taşıyordu.3


Asr-ı Saâdet’te kılınan namazlar yegâne güç ve kuvvet kaynağıydı. O namazla tebliğe hazırlanılıyor, enerji tazeleniliyor, bir tür şarj olunuyordu. O devrin insanları namazı, mü’mini pasifize eden, toplumsal olaylardan uzaklaştıran bir ibâdet değil, aksine onu toplumun inkârlarına, sapmalarına kötülüklerine cephe alan bir güç olarak biliyor ve öyle telâkki ediyorlardı.4

Bu bağlamda, son olarak, şunları da ilave edelim ki, ibâdetler bir nevi eğitim işidir. Yani ibâdetlerin hem didaktik ve hem de pedagojik yönü vardır. Her devletin, her toplumun ayakta kalabilmesi için eğitilmiş askere, polise, jandarmaya, özetle iç ve dış âsayiş elemanlarına ihtiyaç vardır. Bunların hepsi gerekli eğitimi gördükten sonra görevlerine tâyin edilirler. Namaz, oruç gibi ibâdetler de birer askerî kışla mahiyetindedir. Her mü’min, o kışlada ömrünün bütün ânını ibâdetle eşitlemenin eğitimini yapar. Her ân için savaşa hazır bir asker gibi idmanlı olan mü’min de ibâdetlerle ömrünün her ânında şeytan ve nefisle mücadele verirken Allâh’la başbaşa olmanın (ihsân mertebesi) pratiğini yapar. İşte, Allâh’ın dîninin ayakta kalması için Müslümanların eğitime ihtiyacı vardır. Bu eğitim, ibâdetler sâyesinde olur. Hayatını îman ve ibâdet bilinci içerisinde düzenleyen her mü’min, patlamaya hazır birer hidrojen bombasından daha etkilidir. Böyle bir mü’minin pısırık, uyuşuk ve tepkisiz kalması, kötülük ve haksızlıklara sessiz durması düşünülemez. Aksine böyle bir mü’minin ibâdetlerle disipline olmuş hayatı, bütün küf ve küfür kokan beşerî ve haşerî ideolojilere bir meydan okuma, bir tehdit, bir protesto ve gerektiğinde bir aktif direniş niteliğinde kendini gösterir.

İbâdetler, İslâm’da bu dünyaya ilişkin faaliyetler olarak da kabul edildiği içindir ki, onların ihmâli cezâyı gerektirmektedir. Başka deyişle, İslâm Hukuku, ibâdetlerin ihmâlini kamu düzenini bozan bir davranış saymakta ve bu ihmâli işte bu yüzden cezalandırmaktadır.5 Oysa dîn ve devlet ikiliğinin yürürlükte olduğu bir toplum düzeninde, ibâdetlerin ihmâl edilmesi hâlinde, devletin, bu ihmâli cezalandırmasını haklı çıkaracak bir mantık olamaz.

İnsanları ibâdet etmeyen bir toplum düşünülemez. Böyle bir toplum tasavvur edilebiliyorsa şayet, orada İslâm düzeninin olmadığı varsayılıyor demektir. İslâm’da hayatla ibâdet iç içedir. Başka hiçbir dînde, hiçbir toplum düzeninde ibâdetle hayatı, hayatla öte âlemi, mâsiva ile maverâyı böylesine kaynaştırmış, böylesine biri diğeri için varlığı farz kılınmış bir yaklaşım tarzına ulaşılamamıştır.6  Çünkü tek Allâh’a inanma, yani tevhîd esası, İslâm’ın her alanında hâkim olan temel ilkedir. Tevhîd esası, ilimle dînin, dünya ile dînin, siyâsetle dînin ayrılmalarını reddetmekte ve bütün toplumsal alanları dîn olgusu altında bütünleştirmektedir.7

Hıristiyan misyonerin itirafı:
İslâm Dîni’nde Müslüman olmak için îman şart, fakat yeterli değildir. Müslüman kalmak, îmanı olgun bir hâle getirmek ve Allâh’ın va’dettiği nimetlere kavuşmak için ibâdet ve amel-i sâlih gerekir.

Vaktiyle Türkiye’de Hıristiyanlığı yaymaya çalışmış bir misyoner, yürüttüğü faaliyetin gerekçesini şu cümlelerle açıklar:

“Benim maksadım İslâmiyet’e düşmanlık değildir. Fakat Türkiye’de birçok Müslüman’ın dînini bilmediğini, ibâdetlerini yapmadığını gördüm. Hem Müslüman görünmeleri hem de dînin emirlerini yapmamaları bir tarafa; yasaklardan da kaçmıyorlar, hatta dînce yasaklanan şeyleri büyük bir övünçle yapmaktan ve bunu da anlatmaktan zevk alıyorlar.

Düşündüm ki, Türkler İslâmiyet’ten uzaklaşmışlar, üstelik onu öğrenip yaşamak da istemiyorlar. Öyleyse dînsiz ve ibâdetsiz yaşayacaklarına, hiç değilse Hıristiyan olsalar, belki Hıristiyanlığa ısınırlar.8 Çünkü bir insanın inançsız ve ibâdetsiz olarak normal bir ömür süremeyeceğine inanıyorum.9”

“Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman. 10”  

Avrupa ülkelerinde her gün ateistleşen/dînsizleşen onlarca gencin imdadına niye koşmadıklarını sormayı bir yana bırakıp, misyonerin bize dönük bu çarpıcı itiraflarından hareketle diyoruz ki, ilahî bir kaynaktan beslenmemiş, amel ve ibâdetlerden mahrum kupkuru bir îman, ateş böceğinin birden bire parlayıp söndüğü gibi sönmeye mahkumdur. Bunun için insana insanlık değerini veren, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olan îman cevherinin, amel ve ibâdetlerle desteklenmesi ve beslenmesi lazımdır. Bu nitelikteki bir mü’min de mensubu bulunduğu dîne niçin inandığının, yani niçin Müslüman olduğunun bilinciyle mutluluk yolunda daha emin adımlarla yürümeli ve mutluluğunu insanlıkla paylaşmalıdır.

KAYNAKLAR:
1- Rasim Özdenören, Müslümanca Yaşamak, s. 134
2- İhsan Kebir, Namaz Bilinci, s. 35.
3- Özdenören, age., s. 139
4- Kebir, age., s. 36
5-Bak. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, c. 1, s. 101
6- Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler,  s. 99
7- Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, s.73
8-  Geçmişte büyükler bu sözü şöyle formüle etmişlerdi: ‘Edyân-ı bâtıla dînsizlikten ehvendir’.
9-  Vehbi Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri, c. 2, s. 85-86
10-  Ömer Hayyam, Rübailer.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Sosyal güvenliği sağlamanın, milletin kâr ve kazancını kendi elinde tutması ve onu kendi koruması altında bulundurmasıyla değil, ancak devletle toplumlar arası öngörülen ideal işbirliğini gerçekleştirmek ve dayanaklarını sağlama almak suretiyle mümkün olacağını açıklamıştık.

Fakat bu önemli işbirliği ve karşılıklı sevgi ile Müslüman toplum yükselir, izzet bulur, mutlu olur, adalet ve huzuru yakalar; güvenlik, esenlik ve istikrar ortamında rahat bir hayat sürer.


Sosyal güvenliği gerçekleştirmede devlet ve toplumun yükümlülükleri olduğuna göre, şefkati ve korunmayı hak edenler ve bu yükümlülük kapsamına girenler kimlerdir? Bunları sırasıyla görelim:



I- Çocukların Bakımı, Gözetim ve Terbiyesi


İslâm, hiç bir ihmal ve gevşekliğe meydan vermeksizin, çocuklarının büyütülmelerini, emzirilmelerini, bakım ve nafakalarını ana babalarına yüklemiştir.1


Çocukların eğitimlerine gelince;

İslâm, inanç bakımından eğitimi, zihinsel ve fiziksel eğitimi, ahlakî ve ruhî eğitimi... bütün bunları da velilere yüklemiştir. Bu hususta asıl dayanak “Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrîm/6) şeklindeki âyetle Peygamber’in (as): “Kendinize ve ailenize hayrı öğreterek onları eğitiniz.”2 tarzındaki buyruğudur.

Çocukların emzirilmeleri ve bakımlarına gelince:

Hayatta oldukça, anne emzirmeye daha layıktır. Çünkü o, fıtratı ve Allah’ın, gönlüne koyduğu sevgi ve merhamet gereği çocuğuna daha şefkatli, eğitmeye erkekten daha elverişli konumdadır.

Çocuk bakımı konusunda esas dayanak, Beyhakî (994-1066) ve Hâkim’in (405/1014) rivayet ettikleri şu hadistir:


“Bir kadın peygamberimize (as) gelerek ‘Yâ Resûlallâh! Şu çocuğuma karnım sığınak, kucağım barınarak, memelerim çeşme oldu. Şimdi ise, babası onu benden çekip almaya kararlı.’ deyince. Resûlallâh (as) şöyle buyurdu: ‘Evlenmedikçe çocuğun bakımına sen daha layıksın.”


Tercihe şâyan görüş, çocuğun -erkek ise- ayrıldıktan sonra, annesi yanında kalma süresi 7 yaştır, kız ise 9 yaştır.


Çocukların nafaka durumuna gelince;


İslâm, hayatta ve hali vakti yerinde oldukça, nafakayı babaya yüklemiştir. Çünkü âyette, “Onların uygun biçimde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuğun babasına aittir.” (Bakara/233) buyrulmaktadır.


İslâm, çocukları öylesine korumuştur ki, bu sebeple, babalara, ölümlerinden sonra mallarının üçte birinden fazlasını vasiyyet etmesini yasaklamıştır. Oysa Peygamber (as) Sa’d’a (ra) bir sözünde, bunu üçte birle sınırlamasının gerekçesini şöyle açıklar: “Varislerini zengin bırakman, onları insanlara yüksünen fakirler olarak bırakmandan hayırlıdır.”3    Kadının hem kendisi ve hem de çocuklarının nafakasını, pinti olan kocasının malından gizlice almasını mubah görmesi, İslâm’ın çocukları koruyup gözettiğinin delilidir. Ebû Süfyan’ın (ra) hanımı Hind, kocasının cimriliğinden, ne kendisine, ne de çocuklarına yetecek ölçüde harcama yapmadığından yakınınca, Resûlullâh (as) şöyle buyurdu: “Kendine ve çocuklarına yetecek ölçüde ve güzellikle al.” 4



II- Yetimin Güvence Altına Alınması


Yetim, babası ölmüş, korunup gözetilmeye muhtaç olan küçük ve güçsüz çocuktur. İslâm, eğitim, sosyal ilişkiler ve hayat sigortası gibi erişkinlere tanıdığı imkân ve statünün aynısını yetimlere de tanımıştır. Hatta toplum içerisinde onların gereksinimlerini üstlenecek, ihtiyaçlarını karşılayacak, leh ve aleyhlerine olan hizmetleri en güzel biçimde ve en mükemmel anlamda sunacak müessese teşekkül ettirir.


Şu âyetler, Kur’ân’ın, yetimin üzülmemesine, horlanmamasına ve itilip kakılmamasına ne ölçüde özen gösterdiğinin ifadesidir:


“Öyleyse sakın öksüzü ezme” (Duha/9).


“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, öksüzü iter, kakar” (Mâûn/1-2).

Yetim malını korumayı, en güzel ve uygun bir biçimde harcama yapması hariç,5  ona yaklaşılmamasını emretmesi, Allâh’ın (cc) yetime ne kadar değer verdiğini gösterir. “Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız ergenlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun bir tarzda sarf edebilirsiniz).” (En’âm/152). Yine, Allâh (cc), haksız yere yetim malını yiyenleri, (aslında) karnında ateş yiyen kimseler olarak takdim eder: “Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir.” (Nisâ/10)


Öte yandan Kur’ân, vâsilere, işletebilme ve koruyabilme yetkinliğini gördükleri an, mallarını yetimlere geri vermelerini emreder: “Nikâh çağına varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin...” (Nisâ/6).


Aynı şekilde, bakımlarını üstlenmeye özendirmesi, gözetilmeleri gereğine vurgu yapması, dikkat ve ihtimamla bakmaları durumunda, vâsilerin Cennette kendisiyle beraber olacaklarını müjdelemesi de, Peygamber’in (as) yetimlere verdiği önemi göstermektedir:


Tirmizî  (827-892) rivayet eder: “Peygamber (a.s.) ‘Ben ve yetimin bakımını üstlenen kişi cennette şöylece beraberiz’ diyerek işaret parmağını işaret etti.”


İmâm Ahmed (780-855) ve İbn-i Hibbân (354/965) rivayet ederler: “Peygamber (as) buyurdu ki: ‘Kim acıyarak yetimin başına elini koyarsa, Allâh, elinin değdiği her tüy karşılığında ona bir hasene (iyilik) yazar.”


Yetimi gözetip onun bakımını üstlenmek, aslında akraba ve yakınların görevidir. Gerek duyulursa, yetimin bakımı için devlete başvurulur.


İslamî kuruluşların, eğitim ve gereksinimlerini üstlenmek gibi bir şerefe nail olmaları için, yetimleri koruyup gözetmek maksadıyla bir takım yurt ve müesseseler açmak Müslümanlara vaciptir. Bu, onların başıboş ve dağınık bir biçimde yaşamalarının ve toplumsal statülerinin göz ardı edilerek insan israfının önüne geçer.



*Abdullah Nasıh Ulvan’ın et-Tekafüli’l-İctimai adlı eserinden tercüme.
1-Müellifin “İslâm’da Çocuk Terbiyesi” adlı kitabı, terbiyenin bütün yönlerini en ince ayrıntılarına kadar ele almaktadır.
2-Abdurrezzak, Said b. Mansur vd. rivayeti.
3-Müslim, Kitabu’l-Vesâyâ.
4-Neseî rivayeti.
5-Yetime bakmakla yükümlü olan(vâsi)ın, kendisi yoksul, mal da kâr ve üretime elverişli ise, makul (ve ihtiyaçlarına uygun)ölçülerde yetimin malından bir miktar alması caizdir. Zengin ise, sakınması gerekir. Çünkü ayette “Zengin olan çekinsin; yoksul olan da (malın muhafazası için gösterdiği çabaya ve ihtiyacına) uygun şekilde yesin.”  (Nisâ/6) buyurulmaktadır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 08 Temmuz 2012 04:45

KADERE ÎMÂNIN PRATİK HAYATA ETKİSİ

Nasıl ki Allâh’a ve âhiret gününe îman, insanı kötülüklerden koruyorsa kadere îman da bütün yolsuzlukların önüne geçer. Toplumsal hayata düzen verir, hayrı ve önemli işlerde sebatı öğretir, şiddet anlarında korku ve aczi yok eder.

Meselâ, kadere inanmış bir şoför, hiçbir zaman kendisinin önünde iki araba olduğu hâlde, ileride bekleyen müşterileri almak için trafiği bozmaz. Bilir ki, eğer o bekleyenler kendi kısmeti ise, iki öndeki arabaya binmezler; ya arabayı beğenmezler, ya şoförün tipi hoşlarına gitmez... Özetle, bilinmeyen bir sebeple veya gaflete düşmek yahut o ânda başını başka bir tarafa çevirmek sûretiyle arabayı kaçırır. İşte bütün bunlar o bekleyenlerin parasını almak kısmet olmadığı içindir. Bu inanç hiddetin, kızgınlık ve kırgınlığın, sinir yorgunluğunun önüne geçtiği gibi, bir şehrin trafik düzenini de sağlar.


Bu misâl insanî ilişkilerin hepsine uygulanabilir. Bir kızı bin kişi ister, sonunda kısmet kimin ise o alır. Zorla almaya kalkanlar, rahat yüzü görmezler. İşte “Allâh’ın dediği olur” sözünün özü de özeti de bu zaten...1

Bugün toplumumuzda kaderi sorgulayan, tenkit eden tipler çoğalmakta; kahreden, sebbeden, lânet okuyan mâneviyat öksüzü insanların sayıları artmaktadır. Oysa kudsî bir hadîste bütün bunların ne anlama geldiğini bütün çıplaklığı ile öğrenmekteyiz:

“Benim kazâ ve kaderime râzı olmayan, belâlarıma sabretmeyen kimse benden başka (Rab) arasın.” 2


Allâh’tan başka Rab olmadığına göre, rızâ göstermesi ve Rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunması ve sonra da şükretmesi lazımdır. Çünkü yine buyruluyor ki, “Ben kulumun zannı üzereyim, beni merhametli ve affedici biliyorsa; ben, merhametli ve affediciyim, yok beni aksi biliyorsa; ben, gazap ediciyimdir.”  3


“Yaradan rahmetini kahrından üstün saydı

Ne olurdu hâlimiz gözyaşı olmasaydı”

Kadere îmanın bize neler kazandırdığını şöylece sıralayabiliriz:


1)Kader, insanı hayatın ağır yükünden, dehşetinden kurtarıp rûhuna bir rahatlık ve bir hafiflik verir, rûhunu güçlendirir. 4

2)Kadere îman, hırs ve hasedi engeller; kısmetine râzı hâle getirir.


“Kısmetindir gezdiren yer yer seni    
Arşa çıksan âkibet yer yer seni”

3)Kader, geçmiş zaman ve musibetler için ümitsizliğin, hüznün ve stresin ilâcıdır.

4)Kader, küfre açılan kapıları kapatır, insanı kaplayan gurur ve kibirden kurtarır.


5) Kadere îman, insanı sağlam irâdeli yapar.


6)Allâh'ın tüm mahlukâtı için bir ölçü, bir nizâm ve âhenk, bir kanun ve ilke, bir gâye ve hedef tâyin ettiği; hiçbir şeyin ölçüsüz, tesâdüfî, gâyesiz ve başıboş olmadığı fikrini hâkim kılar. Kadere îman “her şeyin Allâh tarafından bir tertip ve ölçüye bağlandığına îman” anlamına geldiğinden, tesâdüf düşüncesini ortadan kaldırır, insana, olaylara ‘tevâfuk’ gözüyle bakmasını öğretir; planlı, programlı çalışma disiplini kazandırır.


7)Kadere îman, insana evrende her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Mü’min kendisine bir zarar geldiği zaman feryadı basmaz. Başarı ve iyilik dokunduğu zaman da her şeyi unutarak sevinip şımarmaz. Böylece mü’min kadere inanmakla dengeli bir olgunluk ve tatlı bir üstünlük kazanmanın yanında, dünyada da huzur ve mutluluğun zirvesine ulaşır. Bu konuda Yüce Allâh şöyle buyurur:“Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde meydana gelen hiç bir musibet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu   Allâh’a göre kolaydır. Allâh bunu, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allâh kendini beğenen  kibirli kimseleri sevmez” (Hadîd/22-23).     

8) Her şeyin Allâh’ın kaderi, kazâsı, hükmü ve irâdesiyle meydana geldiğine inanan insana hoşgörülü olmayı öğretir.


1-Mahir İz Din ve Cemiyet, s. 37
2-H.Hüsnü Erdem, İlahî Hadîsler, Ha.: 81
3- age., Ha.: 19-20
4-Muhammed İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, s. 76

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 30 Haziran 2012 19:11

KADER DEĞİŞİR Mİ?

Kaderin iki anlamı vardır:

a) Allâh’ın sübutî sıfatları içinde yer alan ve ezelî ilmi anlamına gelen kader.

b) Levh-i mahfûz (ana bellek)`da yazılı olan ve ‘kâinattaki olaylarda görevlendirilecek meleklere, üstlenecekleri görevleri hakkında geleceğin planını gösteren’ ama ‘değişmez-ezelî ilmi’ kapsamayan, ‘bilgilendirme’ amaçlı kader.    

Allâh’ın zâtî ilminden ibaret olan kader aslâ değişmez. Çünkü Allâh’ın ilmi değişse önceden bilmediği veya yanlış bildiği şeyi sonradan öğrenmesi demek olur ki, Yüce Allâh bundan münezzehtir.    

Levh-i mahfûz anlamındaki fiilî/vasfî ilminden ve meleklerin ellerinde bulunan yazılı sayfalardan ibaret olan kaderin, Allâh’ın dilemesine bağlı olarak değişebileceği görüşünde olan âlimler, Yûnus Sûresi’nin 98. âyetine istinâd etmişlerdir. Buna göre, Hz. Yûnus’un (as) kavmine helâk ve zillet hükmü verildiği, hattâ bu hükmün infâzı emredildiği, yani hükmün kazâ safhasında olduğu hâlde, o kavmin tam bir îman ve teslimiyetle Allâh’a yönelmesi üzerine, bir lütuf ve ihsân olarak infâzı durdurulmuştur. Ki buna ‘Atâ kanunu’1  denir. “Atâ kanunu kazâyı bozar” diyerek Levh-i Mahv ve İsbât’ta her zaman değişme olacağına kâil olanlar, şu âyeti kendilerine dayanak yapmışlardır:

“Allâh dilediğini siler, dilediğini silmeden olduğu gibi bırakır, ana kitap onun yanındadır.” (Ra’d/39)2


Gerçekte Allâh’ın dilediğini silmesi, O’nun ezelî ve sınırsız bilgisiyle, -yok olmasını belirlediği şeyi- zamanı geldiğinde ortadan kaldırması ve devam edecek olan şeyi de vâdesine kadar bekletmesi demektir. Bize düşen ise, zamanını bilmediğimiz şey karşısında, sınav bilinci içinde Rabbimizle olan ilişkimizi sürdürmektir.

Söz konusu âyeti dikkate alan Maturidîler cehennemlik kişi cennetlik olabileceği gibi, cennetlik de cehennemlik olabilir, demişlerdir. Buna göre Allâh dilerse bunlar hakkındaki Levh-i Mahfûz’da ya da meleklerin ellerinde yazılı bulunan sayfayı ve tespiti değiştirebilir.3

Bütün bu anlatılanlardan sonra deriz ki kazâ, herhangi bir şart ve sebebe bağlı olmayan “kazâ-i mübrem” ile şart ve sebebe bağlı kılınan “kazâ-i muallak” olmak üzere iki çeşittir. “Falan şöyle olsun” tarzında kesin olarak verilmiş bir hükmü ifade eden kazâ-i mübrem değişmez. Ancak şart ve sebebe bağlanan kazâ-i muallak bunlara paralel olarak değişebilir.4      

İmam Ebû Hanife’nin (ö.150/767) şu görüşü konumuza ışık tutmaktadır: “Bir kulun Levh-i Mahfûz’una ‘kendi irâdesiyle saîd olacak, kendi irâdesiyle şakî olacak’ tarzında yazılır. Allâh Teâlâ olacağı için yazar. Yazdığı için olmaz. Buna binâen saîdlikte daim olmak için ibâdet ve duaya devam etmek lazımdır.”5     

Takdir Tedbirle Bozulmaz

İnsan, ne derece tedbirini alırsa alsın Allâh’ın ezelî ilmi anlamındaki kaderinde var olan mutlaka başına gelir. Yani tedbir takdire aykırı değildir. Şu hadîs bu konuyu açıklamaktadır:

“Allâh kazâ ve kaderini gerçekleştirmek istediği zaman akıl sahiplerinin akıllarını çekip alıverir ki kazâ ve kaderi onlarda yer bulsun. Emri yerini bulunca akıllarını geri verir ve pişmanlık olur.”6  İmâm Şâfiî (ö.204/820) de bir sözünde şöyle demektedir: “İzâ câe’l-kazâ, dâge’l-fezâ”. Yani “kazâ gelince gökler daralır.” Yine bir hadîste şöyle buyrulmaktadır: “İzâ câe’l-kader umiye’l-basar.” Yani “Kader gelince basiret gider, göz görmez olur. Tedbire zaman kalmaz.”7

Tedbîr ile takdîr olamaz kâbil-i tağyîr
İcrâ eder ahkâmını şâhenşeh-i takdîr.

Bediuzzaman’ın dediği gibi “Kader söylerse beşerin iktidarı konuşmaz, ihtiyâr-ı cüz’î susar. Kuldan akıl alınır (akıl tutulur vs.) kazâ ve kader infaz olunur.”8  Bu meyanda Mevlâna şu ikazı yapar: “Kazâ ve kader, hükmünü izhâr edince göz açılır, pişmanlık gelir çatar! Bu pişmanlık da ayrı bir kazâ ve kaderdir. Bu pişmanlığı bırak da Allâh’a tap!”9

Ancak, tedbir kuldan takdir Allâh’tandır. Tedbir, takdire aykırı değildir. Tam tersine esas İslâmî yaklaşım, tedbirde eksiklik yapmamaktır. “Sû-i tedbire ne yapsın takdir!” “Tedbir gibi akıl, (kendini haramlardan) alıkoymak gibi vera’ ve güzel ahlâk gibi bir şeref yoktur”10  rivâyeti bu hususta gerçeği anlatmaktadır. Bu bakımdan insanın irâde ve isteğine dayalı işlerde, ölçülü hareket etmesi ve tedbirli olması gerekmektedir. Zira insan rüzgârın önündeki yaprak gibi irâdesiz değildir. İnsanın irâdesini kullanması, sebeplere başvurması, çalışması, sakınması gerekenlerden sakınması ve alması gereken tedbirleri alması Allâh’ın emridir. (Bakara/195)

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in sünnetinde ve sahabei kirâmın hayatında, bu hususta bize ışık tutacak pek çok delil bulunmaktadır. Kur’ân ve sünnette hayatımızın her alanında tedbiri elden bırakmamamız gerektiğine ilişkin pek çok delil bulunmaktadır.

“Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa da oradan çıkmayınız.”11  hadîsi tedbirin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.12  

“Tanrı’ya dua et; ama kıyıya doğru kürek çekmeyi de ihmâl etme.” özdeyişinde olduğu gibi irâdemize bağlı olan hususlarda aldığımız tedbirler, ilâhî takdirin bizim tercihimiz doğrultusunda tecellî etmesine vesile olur. “Ancak tövbe edip de inanan ve sâlih amel işleyenler başka. Allâh onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allâh çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkân/70) meâlindeki âyet ile “Allâh, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfûz) O’nun yanındadır.” (Ra’d/39) meâlindeki âyet bu hususta önemli mesajlar vermektedir. Şu hâlde hayatımızda gerekli tedbirleri almalı, bundan sonrasını Allâh’a bırakıp ona tevekkül etmeliyiz.    

Hz. Peygamber (as) bize dua gibi bir güvencemizin olduğunu da haber veriyor: “Kader, tedbirle, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olunan dua, o belâ gelirken korur.”13  Allâh’ın insanlardan dua etmelerini ve buna karşılık vereceğini (icâbet) belirtmesi (Bakara/186), duanın hayatımızda etkili olduğu anlamına gelir. Allâh (cc) bizden sözlü ve fiilî yakarışta bulunmamızı istiyor.

Eğer kadere Allâh’ın olacak olan her şeyi önceden belirlemesi, halk arasındaki deyimle ‘alınyazısı’ anlamı yüklersek dua etmenin ne gereği, ne de mânası kalır.

Oysaki Allâh’ın yapılan dualara cevap vereceğini bildirmesi, duanın insan hayatında değişimler meydana getireceğini göstermektedir.

Evet, duanın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdendir. Kalkan oka siper olduğu gibi dua da Allâh’ın merhametine sebeptir.

Bu, şu demektir:    

Meselâ Allâh bir yere bir fırtına âfeti takdir etmiş olsa, kul musibetin defi için dua etse, dua Allâh’ın takdirinin aslını değiştirmez. Fakat dua, rahmeti celbettiğinden, rahmet, fırtınanın âfetini azaltır. Yani vasfını değiştirir. Kaderde âfet olan bu fırtına, sonunda dua bereketiyle serin bir rüzgâr oluverir.
Yahut takdir edilen ağır bir hastalık, kalbin inceldiği, duygusal yoğunluğun yaşandığı esnada gözyaşlarıyla yoğrulan duanın bereketiyle hafif geçer, iyiliğe döner. Yani Allâh’ın kazâsı tümden kalkmaz, şekil ve etkisi değişir.14

Kader ve kazâya inanmak, insanın körü körüne kendini olayların akışına bırakması ve kurtuluş çâresi aramaması demek değildir. İnsan her şeyin bir sebebe bağlı olduğuna inanarak, sebeplere de sarılmalıdır. Meselâ; bir yangın esnasında, insanlar o yangını söndürmenin çârelerine bakmalıdır. Şu hadîs kaderin kapsamını belirtir niteliktedir “Ebû Huzame’den: Dedim ki: ‘Ey Allâh’ın Resûlü, okunuyoruz, ilaçla tedâvi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar, Allâh’ın kaderini bizden çevirir mi?’ Buyurdu ki: ‘Bunlar da Allâh’ın kaderidir.”15     

Resûlullâh (as) bu tavrı ile derdi kader sayıp devâyı kader saymayan, düşmeyi kader sayıp kalkmayı kader saymayan, zilleti kader sayıp izzeti kader saymayan, zayıflığı kader sayıp güçlülüğü kader saymayan çarpık anlayışı reddederken; bir anlamda kaderi izah sadedinde sebep sonuç ilişkisine dikkat çekmiştir. Bunun için, fakirliğe çalışmayla, cehâlete ilimle, günaha tevbeyle, küfür ve isyâna cihâdla, hastalığa ilaçla karşı koymak kaderin kaderle önlenmesidir.

Peygamberimiz’in (as) şu tavrı konuya açıklık getirmesi bakımından önemlidir. Bir keresinde, yıkılmak üzere olan bir yapının yanından geçerken hızla yürüyüp savuşmak isterken, “Ey Allâh’ın Resûlü! Allâh’ın kazâsından mı kaçıyorsunuz? sorusuna:”Allâh’ın kazâsından Allâh’ın kaderine ilticâ ediyorum” karşılığını vermiştir. 16

Evet, insan kader okyanusunda yüzen bir gemi gibidir. Rotasını ne yana çevirirse çevirsin, yine okyanusun içindedir. O hâlde, kaderinde ne olduğunu bilmediği için kula yaraşan, tedbir almaktır. Zira tedbir de bir kaderdir.

Bunun için İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye’nin (1299/1350) dediği gibi: “Cesur ve şahsiyetli kişi; kadere teslim olan değil, kadere karşı Allâh için daha sevimli olan başka bir kaderle savaşan insandır.”17

Tedbîrini bırakma ki sen elden
Takdîrini eyler Allâh güzelden

1- Atâ kanununu şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikâmetinde sarf eder. Fakat Cenâbı Hak o kulun güzel bir hâli, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususi bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazâya, kazâ da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbatta cereyan eden şeylerdir. Yoksa ilm-i İlâhîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususi defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir; fakat Levh-i Mahfuz-u Âzâm’da değişiklik söz konusu olmaz. Atâ bir lütufdur. Bir ihsân-ı şahânedir. Lütuflarda ise istihkak şart değildir. Allâh (cc), atâsıyla kazâsını bozmayıp irâdemizi sarf etmek suretiyle yapmaya meylettiğimiz işi yaratsaydı, bu mahz-ı adâlet olurdu. Esâsen meseleye bu açıdan baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenâbı Hakk’ın atâsı olduğunu görürüz. Atâ kanunları için bak. Mehmet Kırkıncı, Kader Nedir, s. 147; Gülen, İnancın Gölgesinde 1, s. 238
2-Bak. Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, c. 9, s. 26. Kur’ân’a göre Kader’in îmanın altı esasından olmadığını savunanlar bu âyeti kendilerine mesnet etmektedirler.
3- Bak. Süleyman Uludağ, İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhebler, s. 181; Ayrıca bak. DİA, c. 24, s. 62
4- Tehânevî, Keşşâfu Istılahat-ı Fünun, II, 1324-1325; Kâmil Miras; Tecrîd Tercemesi, c. 12, s. 222. Bak. http://yusufsevkiyavuz.com/
5- Hayati Ülkü, İslâm Dini Akaidi, s. 314
6- Süyutî, Câmiu's-Sağîr, Ha.: 406; İbn Hacer, ez-Zevâcir, c. 1, s. 103
7- Sahavî, Mekasıdu’l-Hasene., s. 81
8- Bediuzzaman, Mektubât, s. 49
9-  Mesnevî, c. 4, 1335. beyit
10- Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu Câmiu’s-Sağîr, c. 6, s. 434.  
11- Buhârî, Tıbb, 30
12- Diğer örnekler için bak. Buhârî, Eşribe, 22; Müslim, Eşribe, 96-99, (2012-2014); Ebû Dâvud, Eşribe, 22, (3731-3734); Edeb, 173, Ha.: 5247.  
13- İbn Mâce, Mukaddime, 10; Tirmizî, 33, Ha.: 2139.
14- Süleyman Ateş, Büyük Dua Mecmuası, s. 9
15- İbn Mâce (ter.), c. 9, s. 190, Ha. 3437; Tirmizî, Tıb, 21; Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, (el-Fethu’r-Rabbânî Tertibi), c. 1, s. 199; Suyutî, Câmiu’s-Sağîr, (Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi, Heyet), c. 3, s. 552, Ha: 4287
16- Bak. Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. 1, s. 615; Kâmil Miras, age., c. 12, s. 225.
17- Muhammed Gazali, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem (trc. Emrullah İşler), s. 29. (Medâricü’s-Sâlikin’den naklen).


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort