JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

D- Allâh (cc) buyuruyor ki: Allâh; “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz, diye yazmıştır.” (Mücâdele/21)

Bu âyetin tefsîrinde, “Allâh, ilk kitabında (Levh-i Mahfûz’unda) yazmış, hükmetmiş, takdir buyurmuştur ki, dünya ve âhirette yardımı, peygamberlere ve mü’min kullarınadır. Bu va’dine aykırı davranmadığı gibi değiştirmez de.”17 denilmektedir.

E- Allâh (cc) buyruyor ki: “Elbette Biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz.” (Gâfir/Mü’min/51)

İbn Kesîr (774/1373), bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Bu, Allâh’ın, önünde sonunda mü’minlere dünyada yardım ve eziyet edenlerin eziyetlerine karşılık onları hoşnut edeceğine dair mahlûkatı hakkındaki ilâhî kuralı ve adetidir.” Süddî (245/859) diyor ki, “Allâh bir millete hiçbir peygamberi veya o milleti hakka davet etsinler diye mü’minlerden bir toplumu göndermemiştir ki, onlara kötü muameleyi reva görmesin ve mücâdele etmesinler.” Allâh, bu milleti, kendilerine yardım edecek ve dünyada onlara bu kötü muâmeleyi reva görenlerden intikam alacak birilerini gönderir de sonra yok eder. Süddî diyor ki, “Peygamberler ve mü’minler, dünyada öldürülmüş olabilirler. Oysa ki onlar orada Allâh’ın yardımını görmüşlerdir.”18
Bunun anlamı şudur: Bâtıl yanlıları ehli hak mü’minleri öldürüp, görünüşte onlara üstünlük sağlasalar da, mü’minler Allâh’ın yardımına mazhardırlar. Mutlu bir son ve galibiyet, geç de olsa, ancak mü’minlerindir. Şöyle ki, hakkı ortadan kaldırmak isteyenleri cezâlandıracak, hakkı savunanlara yaptıklarının cezâsı olarak onları öldürecek biri geliverecektir. Bu da, bâtıl taraftarlarının kovulmasına ve hakkı savunanların gâlibiyetine işarettir.

F- Allâh (cc) buyruyor ki: “Mü’minlere yardım etmek, üzerimize borç idi.” (er-Rûm/47). Bu âyetin tefsîrinde, “Bu âyette, Allâh’ın yardımını hak etmelerinden ötürü, mü’minlerin şeref ve üstünlükleri söz konusu olduğu gibi, intikamın, onların lehine olacağına işârettir. Âyetin zâhiri gösteriyor ki, bu yardım, dünyadadır. Peygamberden sonra, bütün mü’minler için umumî olup, topyekün Müslüman kitleyi kapsar.” denilmiştir.19

12- Daha Büyüğü İçin Yardım   Bazen Gecikir:

Bilinmesi gereken bir husus da şudur ki, Allâh’ın âdetinin bir gereği olarak, mü’minlere yardım bazan gecikir. Çünkü, Allâh, onlar için daha büyük, mükemmel, daha kalıcı ve hayat gerçeğinde mü’minlerin, daha geniş çaplı yardımı hak etmeleri ve karşılamaları için gerekli unsurları hazırladıktan sonra tüm insanlık hakkında daha tesirli yardımı murad ediyor. Resûlullah ve beraberindeki mü’minlere ne bir gece ve gündüz, ne de bir yıl içerisinde; ancak nübüvvetin ekserisi geçtikten sonra yardım gelmiş olması buna delalet eder. Bu yardım hicretin 8. yılında, yani Allâh Resûlü’nün vefatından iki yıl önce, Kureyş’e karşı galibiyet, intikam ve Mekke’nin fethi ile gün yüzüne çıkmıştı. Bu yardım sebebiyledir ki insanlar grub grub Allâh’ın dînine girdiler. Allâh (cc), bu konuda şu sûreyi indirdi:

“Allâh’ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allâh’ın dînine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbi’ni överek tesbih et, O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr/1-3)

Bu sûrenin tefsîrinde şöyle denilmiştir: “Resûlullâh (as) Mekke’nin fethi sırasında Araplarla Kureyş’e karşı yardıma mazhar olmuştur. Halbuki Mekke’nin fethi Hicret’in 8. senesi, Ramazan’ın onunda vuku bulmuştu. Resûlullâh’ın beraberinde Ensâr, Muhacir ve çevre Araplardan on bin kişi vardı. Fetihten sonra, insanlar yoğun bir şekilde İslâm’a giriyorlardı. Daha önce kabileler birer ikişer İslâm’a girerken, şimdi topluca akın ediyorlar.”20

13- Yardım Bazen, Düşmanın Eziyet ve Mağlûbiyetinden Önce Gelir:

Allâh’ın mü’minlere yardımı, âdeti (sünetullâh) gereğidir. Âdet, harcayacakları büyük gayret ve cehd, bâtıl savunucularıyla mücadelede takdim edecekleri kurban olmadan hâsıl olamaz. Şöyle ki, bazen mü’minler için, adet olarak, bâtıl gürûh tarafından şiddetli bir eziyet ve yenilgi söz konusu olabilir. Bu durum, Allâh’ın ilahî kuralı gereği mü’minlere yardım etmesiyle çelişmez. Çünkü işlerin değeri sonuç ve âkıbetlerine göredir. Âkibet ise daima bâtıl gürûha gâlip gelmek üzere mü’minlerindir. Bâtıl yanlılarını dağıtan yardıma kavuşmadan önce, mü’minlerin dûçar kaldığı eziyetlerin sır ve hikmeti Allâh’a aittir. Bu hususa delâlet eden âyet şöyledir, ki müfessirler de buna işaret etmişlerdir:

“Eğer size (Uhud’da) bir yara dokundu ise, o topluluğa da (Bedir’de) benzeri bir yara dokundu, o günler... (Evet ) Onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz (bazen gâlibiyet veriyoruz, bazen mağlûbiyet, bazen iyi gün gösteriyoruz, bazen kötü gün) Allâh inananları ortaya çıkarsın, sizden şahitler edinsin diye. Allâh zâlimleri sevmez. Ve inananları temizlesin ve kâfirleri mahfetsin diye! (böyle günleri insanlar arasında çevirmektedir)” (Âl-i İmrân/ 140-141)

Allâh (cc), belirtmiş oluyor ki, savaş sebebiyle herhangi bir sarsıntı geçirmeleri, mü’minlerin düşmanla cihad hususundaki gayretlerini zayıflatmaması gerekir. Çünkü, onların yara almaları gibi, daha önce düşmanları da böyle bir yara almıştı. Kaldı ki onlar, yaralandılar diye, kötü âkıbet ve bâtıl davalarına rağmen, sizinle muharebeden usanmıyorlar. Öyle ise, ey mü’minler, siz ehli hak olarak bu tabansız düşmanla muharebe ve mücâdele hususunda za’f ve gevşeklik göstermemeye daha layıksınız.21

Allâh Teâlâ “O günleri Biz, insanlar arasında çevirip duruyoruz.” buyurmaktadır. Yani, iyi netice sizin olsa da, hikmetimiz gereği bazen gâlibiyeti düşmana devrederiz. O hikmetlerden olarak:

1-Mü’minleri bilgi sahibi kılarız.
2-Ehli bâtılla savaşınız neticesinde öldürülerek şehîd olursunuz.
3-Kâfirleri mahvü perişan ettiğimizi gösteririz.

Cenâbı Hakk’ın bazen gâlibiyeti düşmana vermiş olması, sebep ve illet gibi hikmetler gereğidir.22

Âyetteki “eyyâm/günler” zafer ve gâlibiyet zamanlarıdır. Gâlibiyet ve zaferin mü’minlere düşman arasında elden ele dolaşması ise, bunun bir mü’minlere, bir düşmanlarına geçmesi demektir. İşte bu, ehli hak ile bâtıl gürûhun mücâdelesindeki sünnetullâhtır. Bu elden ele geçişte şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü ehli hakkı destekleyen sır ve incelik, iyi âkıbetin onlar için olacağıdır. Zaten, işler de sonuçlarına göredir.23 Fakat, bilinmesi gerekir ki, gerçekte gâlibiyetin elden ele geçmesi, her iki tarafın da çalışmasına bağlıdır. Yenilginin sebeplerini bilen ve bunlara hakkıyla riâyet eden için mağlubiyet söz konusu değildir. Yardım ve gâlibiyetin iki taraf arasında dolaşması, ona götüren toparlama, sebat, görüş ve düşünce sağlamlığı, irade ve karar gücü, psikolojik hazırlık ve yeterli kuvvet hazırlığı gibi çalışmalara bağlıdır. Mü’minlerin, gâlibiyeti elde etmeleri ve onun düşmana geçmeyip, hep kendilerine kalması için bu ve benzeri çalışmaları yerine getirmesi gerekir.24 Allâh Teâlâ,

“Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve gâlip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur.” (Saffât/171-173) buyurmaktadır.

Âyette geçen “kelime”, yine aynı âyetteki “Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.” ifâdesidir. Maksat, Allâh’ın mü’minlere dünyada, savaş meydanlarında ve yeterli delîl getirmede, düşmanlarına karşı gâlibiyeti, âhirette üstünlüğü va’detmiş olmasıdır. Bazı yerlerde, onların yenilgileri va’dedilen bu yardım ve gâlibiyetle çelişmez. Çünkü üstünlük, nihâyet onların ve onlardan sonra gelenlerin olacaktır.25

Allâh Teâlâ buyruyor ki: “Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında hem de şahidlerin (şahidliğe) dura- cakları günde yardım ederiz.” (Mü’ min/51)

Zemahşerî, bu âyetin tefsîrinde: “Allâh (cc), bazı zamanlar dünyada kendinden bir imtihân olarak onlara mağlubiyet verse de her iki dünyada da, hepsine, muhaliflerine karşı zafer ve delîlle üstünlük verecektir. İyi netice onlarındır.”26 demektedir.

Âlûsî (1270/1853) ise bu âyetin tefsîrinde “Biz resûllerimize ve onların bağlılarına dünya hayatında delil, zafer ve düşmanlarından intikâm almak suretiyle yardım ederiz. İmtihân için, kâfirlerin üstünlük arz edecek şekilde ittifak etmeleri önemli değil. Çünkü, göz önünde bulundurulması gereken, neticeler ve gâlibiyetlerdir.”27

14- Mü’minlerin Yardım Âmilleri ve Yardıma Mâni Haller:

Bâtıl ehli muhaliflerine karşı, hak ehli mü’minlere yardım etme hususundaki ilâhî kural, onların, Allâh’ın emrettiği, İslâm’ın gönderdiği yardım âmillerini kendi öz nefislerine ve yaşadıkları toplumda hazırladıkları; kendilerinden ve toplumlarından yardıma mâni durumları, gevşekliğe ve korkuya yol açacak etkenleri uzaklaştırdıkları zaman gerçekleşir. Mü’minlerin elde etmesi gereken yardım faktörleri, ne-fislerinden ve toplumlarından uzaklaştırmaları gereken yardıma mâni haller nelerdir? Bunları, alt başlıklar halinde açıklayacağız. Önce yardım âmillerini ele alacağız:

1) Îmân:

İmân, sünnetulâhın kendisiyle etkin olduğu ve Allâh’ın (cc) bize haber verdiği yardım âmillerindendir. Allâh (cc) -ki O söz söyleyenlerin en doğrusudur-; “Müminlere yardım etmek, üzerimize borç idi.” (Rûm/47) buyurmaktadır.

Menâr Tefsîri sahibi bu âyet hakkında “Bu âyet, yardımı imânla sebeplendirmenin delilidir.”28 demektedir. Âlûsî ise, “Âyetin zâhiri, yardımın dünyada, bütün mü’minleri ve peygamberlerden sonraki Müslüman kitleyi de kapsayacağını ifade eder.” demektedir.29

Allâh Teâlâ buyruyor ki: “Eğer fetih istiyorsanız (ey kâfirler), işte size fetih geldi (Yenelim derken yenildiniz. Asıl layığınızı buldunuz). Ve eğer (küfürden, düşmanlıktan) vazgeçerseniz, bu sizin için daha iyidir. Yine (O’na düşmanlığa) dönersiniz, biz de (Resûlümüz’e) yardıma döneriz. Topluluğunuz ne kadar çok da olsa sizden hiçbir şeyi savamaz. Allâh, mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl/19). Yani, her kim Allâh’ın yardımı kapsamında ise, ne kadar çok olursa olsun, hiçbir topluluk ona üstünlük sağlayamaz.30

Görülüyor ki, bu “ilâhî beraberlik” imânları sebebiyle mü’minlere has bir beraberliktir. Ki bu da, onların imânlarının kıymet ve zenginliğinin, onunla yoğrulup şekillenme ve etkilenme ölçüsüyle orantılıdır. Şüphesiz bu âyette “mü’min” vasfıyla muhatab alınan ve “Allâh’ın kendileriyle beraber” olduğu ifade edilen sahabeyi kirâm için, imân zenginliğinden, imânla şekillenme ve etkilenme anlayışlarından ötürü “hususî beraberlik”ten büyük bir pay vardı. Bunun için onlar, Resûlullâh’ın zamanında ve O’nun vefatından sonra sayılarının azlığı, düşmanlarının  çokluğuna rağmen Allâh’ın yardımını görüyorlardı. Böylece “Allâh’ın beraberliği” mü’minler için mânevî yardım ve destek olarak, daha sonra imânın niceliği ve mü’min gönüllerdeki zenginliği ile beraber, düşmanları püskürtme tarzında “yardım” olmaktaydı.
*Abdulkerim Zeydan’dan Tercüme

17- İbn Kesîr, age., c. 4, s. 229.
18- age., c. 4, s. 83-84.
19- Âlûsî, age., c. 21, s. 52.
20- Tefsîr-i Zemahşerî, c. 4, s. 810-811.
21- Tefsîr-i Râzî, c. 9, s.14.
22- İbn Kesîr, age., c. 2, s. 208; Tefsîr-i Râzî, c. 9, s.14.
23- Tefsîr-i Menâr, c. 4, s.147.
24- age., c. 4, s.148.
25- Zemahşerî, age., c. 4, s. 67.
26 -age., c. 4, s.172.
27- Âlûsî, age., c. 24, s.76.
28- Tefsîr-i Menâr, c. 7, s. 38.
29- Âlûsî, age., c. 21, s. 52.
30- Tefsîr-i Kurtubî, c. 7, s. 387
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

1- Hakk’ın Lugat Anlamı:

İbn Manzûr’un (711/1311) Lisânu’l-Arab’ında1:  “Hakk, bâtıl’ın zıddıdır. (Hakka’l-emru): Bir iş doğru ve sabit oldu.” denilmiştir.

Ezherî de “Bunun anlamı, vacip ve gerekli oldu.” der. Âyette de “sabit oldu” mânasına gelmektedir: “(Azap) söz(ü) üzerlerine hak olanlar dediler ki...” (Kasas/63).

Şu âyette  de “hak” kelimesi “vacip ve sabit oldu, bir şeye müstahak oldu (hak kazandı, hak etti)” anlamına gelir. “Ama kâfirlere azap sözü hak oldu.” (Zümer/71).

Şu âyette de “Hiyânetleri sebebiyle günahı hak ettiler” anlamınadır: “Eğer onların bir günah işledikleri anlaşılırsa...” (Mâide/107).

Bu kelime Mu’cemu’l-Vasît’te2 (Hakka’l-emru): Yani sabit, doğru ve kusursuz oldu. (Tehekkaka’l-emru): Yani kusursuz ve sahîh oldu, meydana geldi, gerçekleşti. (hakkaka’l-emru): Tasdik etti, gerçekleştirdi, isbât etti, sağlamlaştırdı.” şeklinde incelenir.

Anlaşılıyor ki, “el-hakk” kelimesi, lugatta sübût, vücûb ve sıhhat mânalarına geliyor. Öyle ise hak: sabit, vacip ve gerekli, doğru ve kusursuz olandır.

2-Bâtıl’ın Lugat Anlamı:

Bu kelime, Lisânu’l-Arab’da3: “Zayi olan, zarar eden ve hükümsüz kalan bir şey bâtıldır. Bâtıl, hakkın zıddıdır. Çoğulu (ebâtîl) dir.” şeklinde incelenirken, Muc’emul Vasît’te4 (betale’ş-şey’u): Bozuldu, hükmü düştü/hükümsüz kaldı, (ebtele’ş-şey’e): Hükümsüz bıraktı, ibtal etti, bozdu.” şeklinde incelenmiştir.
El-Müfredât’ta ise bu kelime şu tarzda ele alınmıştır: “Bâtıl, hakkın zıddıdır. İyi bir araştırıcıya göre, sübûtu, doğruluk ve gerçekliği (aslı astarı) olmayan demektir.”5 “Bu, böyledir. Çünkü Allâh Hak’tır. O’ndan başka yalvardıkları ise bâtıldır” (Hacc/62).

3-Terim Olarak Hak ve Bâtıl:

Fıkıh âlimleri “hakk” kelimesinin lugat mânasıyla yetinerek terim mânasına ehemmiyet vermemişlerdir. Onu, fıkıh bahislerinde; “Hak, şerîatın hükmü ile sâbit ve vacip olan bir şeydir; başka şeyle sabit olan ise, doğru olmadığı gibi, şer’an doğru ve değişmez olana lazım gelen, ona lazım gelmez.” şeklinde kullanmışlardır.

4- Tedâfu’un Anlamı:

Bu kelime, Lisânu’l-Arab’ta6 (eddef’u): Kuvvetle geri çevirmek, itmek; (dafea anhu): Ondan uzaklaştırsın. Zaten biz de “Allâh senden kötü şeyleri def etsin” diyoruz. (tedafeal-kavmu): Müdaafalaştılar, taraf tuttular; (el-müdafeatu): Himâye etmek, savmak; (el-indifâu): İşe koyuldu.” şeklinde ele alınırken, Mu’cemu’l-Vasît’ta7 ise: “Bir şeyi kuvvetle uzaklaştırıp ortadan kaldırınca (defeaş-şey’e)  denilir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Eğer Allâh, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu.” (Bakara/251) buyrulmuştur. (defeal-kavle): Sözü delille reddetti, çürüttü; (defea fulânun ilâ kezâ): Mecbur kıldı, birini bir şeye mecbur etti; (dâfeahu): Himâye etti, yardımcı oldu, savundu; (dâfea anhu): Rekabet etti. “O, kavmin rakipsiz lideridir” denilir. (el-kavmu tedâfea): Mücadele ettiler, kakıştılar, taraf tuttular” şeklinde ele alınmıştır.

5- Hak ile Bâtıl Arasındaki Mücâdeleden Maksat:

İncelememizde “hak” ile “yapılması vacip, doğru ve sâbit; itikat, söz ve eylem olarak da sürekliliği şerîatın hükmü ile kaim olan şey”i, “bâtıl” ile de, “hakkın zıddını, yani gerçekliği, geçerliliği ve sürekliliği olmayan, doğrulukla vasıflanmayan, yapılmaması gereken, hatta kökten kazıyıp yok edilmesi şerîatın hükmüyle gerekli kılınan şey”i kasdediyoruz. Buna göre  “hak”, Allâh’ın bütün emirlerini, “bâtıl” ise, bütün yasaklarını kapsar..
“Hak ile bâtıl arasındaki mücadele”den kastımız da, birinin diğerini bertaraf etmesi, gerektiğinde kuvvet kullanmak suretiyle yok etmesidir.

6- Hak ve Bâtıl Savunucuları Arasındaki Mücâdele:

Hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, gerçekte taraftarları, yani mü’minlerle onların dışında kalanlar arasındaki mücâdeledir. Çünkü taraftarlar hak ile bâtılın ilkelerini tatbik etmekte ve o ilkeleri hayatın her alanında ortaya koymak ve ikame etmek hususunda gayret sarfetmektedirler. Böylece iki grup, yani hakkı savunanlarla bâtıldan yana olanlar arasında bir mücadele, çatışma ve rekabet baş göstermektedir.

7- Hak ve Bâtıl Arasındaki Mücâdelenin Lüzumu:

Hak ve bâtılın, yani taraftarlarının mücâdelesi, gerekli ve kaçınılmazdır. Çünkü, birbirinin zıddıdırlar. Zıtlar ise bir arada bulunamazlar. Sonra, birinin hüküm sürmesi, diğerinin mücadelesini yok etme ve ortadan kaldırma gayretini gerektirir. Hiç olmasa güçsüz bırakma ve yaşantısında kendisine yapacağı tesir ve müdâhaleden men etme konumunda olmasını gerektirir. Bu takdirde hak ve bâtılın birbirine üstün gelmeden barış içinde yaşaması düşünülemez. Ne var ki, her iki tarafın da zayıf kalması, hak ve bâtılın kural ve ilkelerini bilmeme ve etkinlik za’fiyeti gibi sebeplerden dolayı barışık kalmaları tasavvur olunabilir.

8- Bâtılın Despotik Gücü Vardır:

“Tedafu” kelimesinin lügatta “kuvvetle yok etmek” mânasına geldiğini söyledik. Öyle ise, hakkı savunanlarla bâtıldan yana olanların mücadelesi de, biri diğerini kuvvet kullanarak yerinden sürgün etmek ve galebe çalmak şeklinde bir gayrettir. Bâtıl yanlıları, bâtılları üzere bulunmakla kalmazlar, hakka ve hak savunucularına üstün gelmeye, hakkı yok etmeye, savaşarak ve kuvvet kullanarak, mal dağıtarak, bağışlar yaparak insanları ondan alıkoymaya ve arzularını gerçekleştirmek için, gerek  duydukları her bir güçle gayret sarfederler.
Bâtılın ve onun gücünün durumu budur. Bu güç, onu zorba kılar, hakkı ve hak ehlini, velevki güç kullanarak olsun, yok etmeye iter. Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edenler, Allâh yolundan (insanları) menetmek için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu kendilerine  yürek acısı olacak, nihâyet yenilecekler.” (Enfâl/36). “Onlar yapabilseler sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler’’ (Bakara/217). Kâfirlerin mü’minlerle savaşmaları, tâğûtun yolunda bâtıllarına yardım için savaşmaları demektir. “Mü’minler  Allâh yolunda, kâfirler ise tâğût (şeytan) yolunda savaşırlar” (Nisâ/76).

9- Hakkın Koruyucu Gücü Olmalıdır:

Dediğimiz gibi, bâtılın kendini ve taraftarlarını zorba kılan gücü olunca hakkın da, bâtılın ve yandaşlarının zorbalığından koruyacak, hakka ve hak ehline gâlibiyet imkânı verecek gücünün olması lazımdır. Bu sebeple Allâh (cc), bâtıl ehlini korkutmak ve onları ehl-i hak ile uğraşmaktan vaz geçirmek için kuvvet hazırlamayı ehl-i hakka emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allâh’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allâh yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl/60).
Allâh (cc), hak ehline, bâtıla üstün gelerek Allâh’ın dîni yücelip kâfirler zelîl ve perişan olsunlar diye, kendi yolunda mal, can ve bütün imkânlarla cihad yapmayı emretmiştir. Bütün çeşitleriyle cihad -ki savaşmak ta bir cihaddır- hakkında âyetler çoktur. İşte onlardan bir kaçı:
“Gerek hafif, gerek ağır olarak (hangi halde bulunursanız bulunun) hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe/41).
“Gerçi hoşunuza gitmez ama, size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey kötü olabilir. Allâh bilir siz bilemezsiniz” (Bakara/216).
“Fitne kalmayıncaya ve dîn tamamen Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer vaz geçerlerse muhakkak ki Allâh ne yaptıklarını görmektedir” (Enfâl/39).

10- Hak ve Bâtıl Mücadelesinde Sünnetullâh:

Sünnetullâh, hak ve bâtıl mücadelesinde hakkın ve hak ehlinin gâlibiyetini; bâtılın ve bâtıl ehlinin yok edilmesi ve kovulmasını hükme bağlamıştır. “Bâtılı mahveder, hakkı sözleriyle yerleştirir.” (Şûrâ/24).
Zemahşerî8 (538/1143), bu âyetin tefsîrinde: “Bâtılı yok etmek, kelimeleriyle, yani, vahyi veya hükmü ile hakkı isbat etmek Allâh’ın âdetlerindendir” demektedir. “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarızda o onun beynini parçalar, derhal, (bâtılın) canı çıkar.” (Enbiyâ/18).
Fahri Râzî de Tefsîri’nde9: “Bâtılı hükümsüz bırakıp, hakkı yerleştirmek, Allâh’ın âdetindendir” der.
Allâh (cc), şöyle buyurmaktadır: “Onlar (iplerini, değneklerini) atınca Mûsa: Sizin getirdiğiniz şey büyüdür, dedi, Allâh, onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allâh bozguncuların işini düzeltmez!” (Yûnus/81).
Bu âyetin tefsîrinde “bu fesat ortamı ve âsayış, hak ve bâtılın çekişmesinde sünnetullâha dayalı genel bir kaidedir. Buna Firavun sihirbazlarının sihri de girer. Çünkü sihir, fesat ve bâtıldır. Yani, bozguncuların yaptıklarını Allâh faydalı kılmaz”10  denilmektedir.
Zemahşerî de bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Sâbit ve devamlı kılmaz, fakat ona helâk ve ölümü musallat eder.”11  Âlûsî ise: “Amelin islah olmamasından maksat, ilahî destekle takviye edilmemesi ve gerçekleştirilmemesidir. Yani, Allâh (cc) müfsidin amelini gerçekleştirmez ve devamlı kılmaz. Aksine, yok eder veya destekleyip takviye etmez. Bâtıllığını ortaya koyar, onu yok ve hükümsüz sayar.”12  Sünnetullâh, müminlere yardım hususunda ebediyen geri durmaz. Çünkü bu, Allâh’ın haberiyle sâbittir. Allâh söz söyleyenlerin en doğrusudur. Buna işaret eden Kur’ânî delilleri hatırla.

11- Müminlere Yardım Etmede Sünnetullâh ve Bunun Delilleri:

A- Allâh (cc), şöyle buyruyor: “Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı, sonra ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamazlardı. Allâh’ın, öteden beri süregelen kanunudur bu: (Allâh, peygamberlerini ve inananları üstün getirmeyi takdîr buyurmuştur). Allâh’ın kanununa bir değişme bulamazsınız” (Fetih/22-23).
Kurtubî13 (671/1273), “Allâh’ın öteden beri süregelen kanunudur bu.” âyeti hakkında, “Yani Allâh’ın yolu ve geçmiş düşmanlarına karşı dostlarına yardım etmektedir13” der. İbn Kesîr (774/1373) de: “Bu, Allâh’ın mahlukatı hakkındaki genel Rabbânî kural ve âdetidir. Küfür ve îman nerede  karşılaşmış ise, Allâh, küfre karşı îmana yardım etmiştir. Nitekim Bedir Savaşı’nda da aynen böyle yapmıştır.”14  demektedir.

B- Allâh (cc) şöyle buyruyor: “Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihâyet onlara yardımımız yetişti. Allâh’ın kelimelerini (yardım va’dini) değiştirebilecek kimse yoktur...” (En’âm/34). “Allâh’ın kelimelerini değiştirecek kimse yoktur”. Yani, dünya ve âhirette mü’min kullarına takdir ettiği yardım va’dinde değişiklik yapabilecek kimse yoktur. Nitekim Allâh (cc) şöyle buyurmaktadır: “Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir”15 (Saffât/171-173).

C- Allâh (cc) şöyle buyruyor: “Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve gâlip gelecek  olanlar mutlaka bizim ordumuzdur!” (Saffât/171-173).
Zemahşerî (538/1143), bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir. “(Kelime), Allâh’ın şu âyetteki sözüdür: “Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve gâlip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.” Âyette mü’minlerin, dünyadaki mücadele ve savaşlarında düşmanlarına gâlip ve âhirette onlara üstün geleceklerine dair ilâhî va’d anlatılmaktadır.”16

1-Lisânu’l-Arab, c.11, s.332 vd.
2-Mu’cemu’l-Vasît, c.1, s.187.
3-Lisânu’l-Arab, c.13, s. 59.
4-Mu’cemu’l-Vasît, c.1, s. 60.
5-Râğıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 50.
6-Lisânu’l-Arab, c. 9, s. 441 vd.
7-Mu’cemu’l-Vasît, c.1, s. 288.
8-Zemahşerî, age., c. 4, s. 222.
9-Tefsîr-i Râzî, c. 27, s.168.
10-Tefsîr-i Menâr, c.11, s. 468.
11-Tefsîr-i Zemahşerî, c. 2, s. 263-264.
12-Âlûsî, age., c.11, s.167.
13-Tefsîr-i Kurtubî, c.16, s. 280.
14-İbn Kesîr, age., c.4, s.196.
15-age., c. 2, s.130.
16-Tefsîr-i Zemâhşeri, c. 4, s. 67
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 23 May 2014 15:23

MEZHEB BİLİNCİMİZ -6

Mezheplerde Kimlik İslâm’dır:            
Bu başlık altındaki açıklamayı, Mehmed Şevket Eygi’nin bir yazısından aktarmak istiyorum:

“Bazı vilâyetler kendi sınırları içinde yaşayanlara ayrı kimlik cüzdanı vermeye kalkışsalar, bu Türkiye’nin bütünlüğüne halel getirecek bir davranış olmaz mı? Devlet ve millet müsaade eder mi? Elbette etmez. Türkiye bir bütündür, kimlik kartı o bütün adına verilir. Müslümanlıkta da durum böyledir. İslâm dînine mensup olan kimsenin kimliği Müslümanlık kimliğidir. Müslümanlar arasındaki meşrû çeşitlilikler, mezhepler (hatta gruplar, hizipler, cemâatlar) taraftarlarına kimlik cüzdanı veremezler. Bir hanefînin kimliği hanefîlik değil, İslâm’dır. Bir nakşînin kimliği nakşîlik değil, İslâm’dır. Kelimelerin sonuna cu, cü, ci diye ekler getirilerek yapılan birtakım cemaat ve fırkalar, kendilerine tâbi olanlara müstakil kimlik cüzdanları vermeye kalkışırlarsa Muhammed ümmetinin kıyâmeti kopmuş demektir.    

Müslümanın elbette itikadda ve amelde mezhebi olacaktır. Müslüman elbette turûk-i âliyyeden (tasavvuf tarikatlarından) birine mensup olabilir. Müslüman, nasibi varsa elbette bir hizmet grubu mensubu olabilir. Lâkin bunlar hiç bir zaman onun temel kimliğini teşkil etmez. Hangi mezhepten, hangi ekolden, meşrepten olursa olsunlar, bütün Müslümanların üst kimliği İslâm Kimliği’dir.    

(......)Müslümanları kan gruplarına göre ayırmak ne kadar budalaca ve câhilce olursa, Tevhîd ehli olan mü’minlere, mensubu oldukları çeşitliliklerle ilgili ayrı kimlikler edindirmek ondan bin kat daha ahmakça bir hareket olur. İslâm Tevhîd dînidir. İslâm’da üniter bir hiyerarşi vardır. Müslümanlar çeşitlilik içinde sarsılmaz bir vahdet / birlik oluştururlar. Bu sebeple Müslümanların tek kimliği İslâm’dır.1”                                 
N- EHL-İ SÜNNET OLMANIN BEDELİ *                                
Ehl-i Sünnet olmak, sadece kuru bir iddia sahibi olmak değildir. Ehl-i Sünnet olmak, her şeyden önce bu itikada en geniş anlamıyla sahip çıkmayı gerektirir.    

Her şeyin olduğu gibi, Ehl-i Sünnet olmanın da bir bedeli vardır. Ehl-i Sünnet olmanın kavram olarak ne anlama geldiğinden, neyi ifade ettiğinden çok, tutum ve davranışlar dünyasında nelere tekabül ettiğini düşünelim bir ân. Ehl-i Sünnet düşüncesine mensup olmanın, hangi durumlarda ne gibi davranışları gerekli kıldığını düşünelim. Dahası, Ehl-i Sünnet olmak sadece bazı konularda nasıl düşüneceğimizi bilmek midir, yoksa düşünceyle birlikte ve hattâ ondan da önce, bazı konularda nasıl davranacağımızı bilmek midir? Ehl-i Sünnet dediğimizde her şey düşünceyle halloluyor mu, yoksa asıl tutum ve davranışlar mıdır önemli olan?  Önce şunu belirtelim ki, Ehl-i Sünnet olmanın bedeli, düşüncede ve tavırda itidaldir. Haram ve helâl konusunda olduğu kadar, düşünce ve davranışlardaki ifrat ve tefrit konusunda da sınırları kollamak ve haddi aşmamaktır.

Ehl-i Sünnet olmanın bedeli, severken de, yererken de fazla ileri gitmemektir; kişiler hakkında, olumlu ya da olumsuz verdiğimiz kararlarda haksızlık ve bu kararların neticesi olan davranışlarda taşkınlık etmemektir. Ehl-i Sünnet olmak demek, İslâm’ı ve İslâm dostlarını sevmek; başta Yüce Peygamber Efendimiz (as) olmak üzere bütün peygamberleri, onların ilâhî dâvalarını ve şerefli mücadelelerini, onların değerli arkadaş ve yoldaşlarını sevmek, ama öylesine sevmek değil, malımızdan ve canımızdan daha çok sevmek demektir.

Ehl-i Sünnet olmak demek, İslâm büyüklerini, İslâm’a hizmeti geçmiş olan eşsiz şahsiyetleri sevmek ve onların mâsum, kusursuz ve lâyüs’el / sorumsuz olmadıklarına inanmakla birlikte, onların kusurlarıyla fazla uğraşmamak, bazı tarihî ve ilmî araştırmalarda zorunlu olarak ve dikkatli bir şekilde dile getirilmelerinin dışında onların kusurlarını dile düşürmemek, onları isteyerek veya istemeyerek ayağa düşürmemek; onların ayağa düşürülmesinin bir bakıma İslâm’ın ayağa düşürülmesi anlamına gelebileceğini hesab etmek demektir. Ehl-i Sünnet olmanın bedeli, cinâyete cinâyetle karşılık vermemektir.

Ehl-i Sünnet olmak demek, tahripçi değil, tamirci olmak demektir; imhâcı değil, ihyâcı olmak demektir. Öldürmeye değil, diriltmeye azmetmektir Ehl-i Sünnet’e yakışan tavır.    

Ehl-i Sünnet olmanın bedeli, Yüce Kur’ân’ı bize taşıyanlara, Resûl’ün (as) sünnetini hayat ve hafızalarıyla yaşatanlara, dîni sayısız fiilî ve kavlî eseriyle topyekûn ihyâ edenlere saygı ve ihtiyaç duymak, minnettar olmaktır. Ehl-i Sünnet olmanın bedeli, haktanır olmaktır, kadirşinas olmaktır.    

Ehl-i Sünnet olmanın önyüzünde sevgi, hoşgörü, anlayış, merhamet, güzel muamele, iyiliklerde yarış, kötülükler üzerine iyilikle yürüme, her işi usûlüne uygun ve münasebetini denk getirerek yapma, yapıcı olma, ölçülü davranma, daima iyilik ve ihsânı önde tutma vardır. Tek kelimeyle Ehl-i Sünnet her şeyde ve herhâlde ölçülü, dengeli ve itidalli olmaktır; İslâm adına giriştiği hiçbir işte, denge unsuru (ümmet-i vasat) olarak adâletsizliğe, haksızlığa, kötülüğe meydan vermemektir.    

1- Eygi,  Millî Gazete/Sahife, İslâm Kimliği başlıklı yazı (bazı tasarruflarla). 24. 7. l993
* Yasir Kaplan, Devrim ve Terbiye, (bazı tasarruflarla), s. 153-160    

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 23 May 2014 14:35

MEZHEB BİLİNCİMİZ -5

L- MEZHEPLİLİK Mİ, MEZHEPÇİLİK Mİ?

İslâm kültür ve medeniyeti tarihi incelendiğinde görülür ki, ilmî ölçülerden ayrılmayan, sadece inanç, ibâdet ve uygulama alanında kalan samimî düşünce, içtihâd ve yorumlar, İslâm için çok yararlı olmuş; ona esneklik kazandırmış, İslâmiyet’in değişik toplum ve çevrelerde yayılmasını kolaylaştırmış ve İslâmî hükümlerin yeni olaylara rahatlıkla uygulanmasını sağlamıştır. İşin içerisine siyâset, kişisel çıkarlar, cehâlet, gaflet, taklitçilik ve taassup karışınca, mezhepçilik son derece zararlı olmuştur. Zaman zaman mezhep çatışmaları yüzünden İslâm’ın emrettiği birlik bozulmuş, dirlik ve düzenlik yerine kargaşa ve anarşi gelmiştir. Hatta bu yüzden nice günahsız insanların kanları boş yere akıtılmıştır.1
İslâm, kardeşlik, birlik, beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma dînidir. Tefrika ve anlaşmazlık, zulüm, dîn yüzünden baskı; yani fitne, kardeş kavgası İslâm’ın şiddetle yasakladığı, lânetlediği, mahkûm ettiği davranışlardır.     

İslâm büyükleri arasında taassuba aslâ rastlanmaz. Onlar Müslümanları içtihâd ve ittibâa, yani delilini bilerek bir görüşe uymaya teşvik etmişler, birbirini takdir eylemiş, yekdiğerinden istifadeyle, bir ilim ailesi hâlinde yaşamışlardır.

İmâm-ı Âzam, içtihâdında ısrar etmemiş, “Bilmiyorum, belki de ulaştığım netice şüphe götürmez bâtıldır.” deme erdemliliğini göstermiştir. Şu söz de yine O’na aittir: “Bizim mezhebimiz yanlış olma ihtimâli olan bir doğrudur, diğer mezhepler doğru olma ihtimâli olan bir yanlıştır.”2 Ebû Hanîfe’nin kabri civarında sabah namazını kılarken İmâm Şâfiî’nin, Büyük İmâm’a hürmeten Kunut’u terk etmesi, İmâm Mâlik’in (ö.179/795) Hârun el-Reşîd’e hitaben, “Muvatta’ı (kendi derlediği hadîs kitabı) tek kanun hâline getirme, çünkü ulemânın farklı görüşleri bu ümmet için rahmettir. Herkes kendine göre sahîh olana uymuştur, hepsi hidâyet üzeredir. Ve her biri Allâh’ı murad etmektedir...” demesi, söylediklerimizi doğrulayan parlak örneklerdir.3 Kezâ, imâmların birbirlerinin arkasında namaz kıldıkları da tarihî ve ilmî bir gerçektir.4    

Bütün bunlara rağmen, özellikle sünnî mezhepler arasında kışkırtıcılık yaparak geçimini temin eden çevreler, eğer niyetlerinde samimîlerse, tamâmen bir unvan hâline sokulup işlevsizleştirilen mezhebe, yeniden doğuş yıllarındaki dinamizmi kazandırmaya çalışsınlar. Sûretâ mezhepli câhil kitleleri bu konuda aydınlatmaya gayret göstersinler. Mensup olduğu mezhebi tüketerek övünmek yerine onu üreterek yüzünü ağartsınlar. Bu yönde yapılacak şey, şu beş maddede toplanmaktadır:

1- Hepsinin hak olduğunu, aynı kaynaktan beslendiğini bilmeli; birinin yekdiğerine üstünlük iddiasının, Kur’ân âyet ve sûrelerinin birbirine mutlak üstünlüğünü iddia etmek gibi bir yanlışı tevlid edeceğini anlayacak kadar mezhep bilincine sahip olmalıdır.5    

2- Taklit ettiği mezhep imâmını iyice tanımalıdır.6

3- İmâmının mezhebinin hak olma ihtimalinin bulunduğuna inanmalı;7 gerektiğinde diğer mezheplerden de faydalanmalıdır.

4- Davranışlarına dîn ekseninde ayar getirmeli, meşrep veya mezhebin değil, dînin kurtuluşunu esas almalıdır.

5- Mezhepleri dîn ile özdeşleştirmemeli, mezhep sahiplerini tabulaştırmamalı; onların kitap ve içtihâdlarını kutsal metinler olarak telakki etmemeli ve akîdeleştirerek îmanın temel ilkeleri gibi algılamamalıdır.            

Mezhep nedir bilmeyen, bilse bile futbol takımı tutar gibi, diğer mezhepleri gözden çıkaran ne insanlar tanıyoruz. Hatta Şâfiîlik denince kâfirlik olarak belleyen, kendi mezhebinden olmayana farklı gözle bakan...

İl müftüsüne telefon açıp:
-Şu işe bak hocam, Müslüman diye kızımı verdim, kıpkızıl Şâfiî çıktı! diyebilen...

Bir alan araştırması değerinde bir yanılgıyı ortaya koyan bu anekdot, aslında, câhilliğin kurbanı ve mezhep bilincinden yoksun olan insanımızın ne tür karamizahlar sergileyebileceğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. ‘Müslümanım’ diyen, ‘Ehl-i Sünnet’im’, ‘sünnî’yim’ diye övünen zavallı insanımızın hâl-i pürmelâli bu maâlesef!. Peygamberin dahi kendi mezhebinden olduğunu iddia edenin, ne denli bilinçli bir Müslüman olduğu söylenebilir? Her mezhep bağlısı, imâmlarının fazileti için hadîs uydurma yarışına girerse, bunların şuurlu, sağduyulu birer Müslüman olduklarından bahsetmek elbette ki mümkün değildir.8                    

M- MEZHEPLER VAHDETE / BİRLİĞE MÂNİ MİDİR?    

Bir kez daha söylemek gerekirse, mezhepler İslâm dîninin kendisi hatta bir parçası değildir. İslâm dîni mezhepleri içine alır, fakat mezhebin kendisi tek başına dînin yerine geçemez. Mezhepler dînin hükümlerini anlamada bir yöntem, bir düşüncedir.  Herhangi bir mezhebi veya bir mezhebin herhangi bir konudaki görüşünü kabul etmeyen dinden çıkmaz, dolayısıyla küfürle itham edilemez. Sadece mezhepsiz olur.

İslâm toplumunun bir realitesi olan ve İslâm’ın yaşanır bir dîn olmasına yardımcı faktörlerden olan mezhepler için “bölüyor, ayırıyor, parçalıyor, kutuplaşmalara meydan veriyor; ümmetin vahdetini engelliyor” denilebilir mi? Mezhep imâmlarının hayatları, düşünceleri, içtihâdları göz önüne alındığında böyle bir iddiâ elbette ki ileri sürülemez.9

Bununla beraber mezhep kışkırtıcılarının ve mezhebi saltanatları için bir kaldıraç olarak kullanan zâlim yöneticilerin halkın cehâletinden ve âlimlerin taassubundan yararlanarak körükledikleri mezhep tartışma ve çatışmaları da elbette görmezden gelinemez.10

İki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir: Mezhepli olmakla mezhepçi olmak... Elbette mezheb dîn hâline getirilmemelidir. Dîn, dönüşü olmayan bir otoban yolsa, mezhepler de o yolun gidişi kolaylaştıran şeritleridir. Her Müslüman aklının kestiği, mizacının elverdiği ve kendisine uygun gördüğü şeritten gitmelidir. Rastgele şerit değiştirmemeli, yoldan sapmamalıdır.

Mezhep taassubunu dîn taassubuyla eşdeğer ya da daha üstün tutan mezhepçiler, elbette yanılgı içindedirler. Mezhepler kadar mezhepli olmak da haktır. Bu kesim yüzünden, mezhebin hayatımızdaki yerini küçümsemek ya da kestirmeden onu yok sayıp bir kalemde silivermek ne büyük ahmaklıktır!. Normal olan, mezhepçi ya da mezhepsiz olmak değil, mezhepli olmaktır. Mezhepli olmak; fıkha dayanmak, her yaptığını kanunî ve hukukî disiplin içinde yapmak, hukuksuz iş yapmamaktır. Asıl korkulacak olan, hukukî olmak değil; arzu ve tutkuların istikâmetinde yürümektir. Bu ise şüphesiz fesattır, terördür. Herkesin arzu ve tutkuları istikâmetinde iş yapmalarındaki vehâmeti düşünürsek, konunun hassasiyeti daha iyi anlaşılmış olur.

Eğer beşeriyetin tamamı, yüce bir mektebin talebesi gibi aynı sosyal yapıya ve tekdüze bir hayat tarzına sahip olsa ve hepsi aynı standartta bulunsa, o zaman mezhepler birleştirilebilir veya tek bir mezheple yetinilebilir. Böyle bir şey söz konusu olamayacağına, her zaman çeşitlilik ve değişik sosyal faktörler bulunacağına göre, böylesi sosyal bir realite olan mezhepler de bir ve tek olmaz.11

“Reform” diyerek mezhepleri birleştirmek ve dîndeki doktrinel çoğulculuğun önüne geçmek adına dîni yok etme gayretinde olanlar, sürekli olarak şu soruyla saf zihinleri bulandırmaya çalışırlar: Dîn bir ise, ya mezhepler neyin nesi? Onlara sormak lazım: Taklîdine yeltendiğiniz -onu bile beceremediğiniz- Avrupa’nın dîni olan Hıristiyanlık bir ise yüzyıllardır bir araya gelemeyen, birbirlerini tüketen Katolik, Protestan, Ortodoks gibi değişik mezhepler ve onların alt grubu olan fraksiyonlar niye?

Kaldı ki, İslâm’ın düşünce zenginliğini, yapısal dinamikliğini ortaya koyan çok yüksek düzeyde entelektüel ulemâdan müteşekkil sivil örgütler mesabesindeki mezhepler, ümmet için dehşet veren ayrılık ve şiddet unsuru değil, sırf rahmet olmuştur. Aralarındaki ihtilâf, ihtilâf-ı tezât değil, ihtilâf-ı tenevvü’dür. Yani, söz konusu ayrılık, temelden bir zıtlaşmayı, inatlaşmayı gerektiren bir farklılık değil; İslâm hukukuna çeşni ve çeşitlilik sağlayan, doktrinal zenginlik kazandıran kurumsal/formel bir ihtilâftır. Müçtehid imâmların kimi azimet ve takvâ yolunu seçmişken, kimisi de bir ruhsat ve müsâade yolunu tercih etmek sûretiyle Müslümanların önüne geniş bir rahmet sahası açmışlardır.12

Kâtip Çelebi (ö.1067/1656), tek tip ve standart yorumdan yana olup ihtilâfa (çoğulcu düşüncelere) tahammül edemeyenlerle ilgili olarak şunları söyler: “Kimi ahmaklar ihtilâf hikmetini bilmez, cümle halk bir mezhepte ve bir meşrepte olsun deyu muhâl tasavvur ederler.”13

Îmanî mes’elelerde (usûl/akaid) ve kat’î delille sâbit hükümlerde değil; ümmetin esenliği ve birliğinin inşâsında etkin olan sosyal unsurlar içeren fer’î ve ikinci derecede mes’elelerde ihtilâf rahmettir, genişliktir ve dîni yaşamada kolaylık sunan bir imkândır. Bu sebeple, Allâh Resûlü (as) “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.”14 (Doğar rahmet, ihtilâf-ı re’y-i ümmetten) buyurmuş, ümmetine olan şefkatinin parlak bir yansıması olarak, pratik hayattaki tıkanıklıkların nasıl aşılacağının, değişme ve gelişme probleminin ne şekilde çözümleneceğinin, nassların bakış açısının daraltılamayacağının, durağanlığın ve ‘tek tip’ olmanın dışlandığının ipuçlarını vermiştir.15 Büyük İslâm âlimlerimiz de “Kat’î olmayan her hüküm içtihâda açıktır, içtihâda açık olan her hüküm de ihtilâfa açıktır”16 diyerek hangi konularda görüş ayrılığına düşülebileceğinin kuralını ortaya koymuşlardır.

İçtihada açık olmayan hükümler, ümmetin düşünce, şuur ve eylem birliğini ifade eden kat’î hükümlerdir. Bunlar da amelî hükümlerden çok az bir alanı işgal eder. Hakkında nass olan konuların da ekserisi farklı anlayış ve yorumlara açıktır. Allâh (cc) tamamen bir rahmet eseri olarak bunu böyle dilemiştir.

Tek bir yorumu mutlaklaştırılıp/tek tipleştirip bütün toplumun önüne uyulması gereken bir “inanç ilkesi” gibi koyma sevdasında olanlara Ömer b. Abdulazîz (ö.101/720) şu hatırlatmayı yapmıştır: “Resûlullâh’ın (as) ashabı ihtilâf etmeselerdi üzülürdüm. Çünkü bir kişinin sözü insanlar için darlık ve sıkıntı getirir. Onlar kendilerine uyulan imâmlardır. Onlardan herhangi birinin görüşünü almak kişioğlu için genişlik ve kolaylıktır.”17 Nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, tek ayar ve kalıpta olmayan mizaçlara göre de ilaçlar değişim arz eder; aynen bunun gibi, asırlara göre şeriatlar, milletlerin yeteneklerine göre ahkâm/amelî hükümler değişime uğrar.18 Çünkü şer’î hükümlerin teferruat kısmı, beşerin pratik hayatına ilişkindir. Ona göre gelir ilaç olur. Yüce Yaratıcı’nın son semavî hukuk sistemi olarak gönderdiği ve devamını irâde buyurduğu İslâm’ın hükümlerinin tek bir kalıba dökülmesi düşünülemez. Allâh (cc) da bunun böyle olmasını dilememiştir (Hûd/118). Bu şer’î hükümlerin birbirine ters düşmeyecek şekilde belli/standart kanun maddeleri formatında dizayn edilmesi de beklenmemelidir. Aksi hâlde zamana mağlup olur, toplum dinî hükümleri tanımaz duruma gelir.

İnsanların ihtiyaç ve maslahatlarını en iyi bilen Yüce Allâh’ın (cc), vahiy kesildiği için, bu ümmet içinde ehliyetli, bilgili, içtihâda selâhiyetli âlimleri yaratması da bir rahmettir. Böyle sırf rahmet olarak ümmet içerisinde hayırlı faaliyetlerde bulunan âlimlerin toleransları/ihtilâfları, işi geniş tutmaları, rahatlatmaları da ayrı bir rahmettir. Çünkü Allâh (cc) insanları çeşitli mizaçlarda yaratmıştır. Zaman içerisinde, insanların bu mizaçlarını göz önünde bulundurarak dünyevî mes’elelerde hüküm icra etmeleri, Allâh’ın müçtehidleri eliyle bir rahmet tecellisidir. Düşünün ki, insanlar, sözgelimi, ya hep Hanefî ya da hep Şâfiî olsalardı, hayat çekilmez olurdu. Meselâ, sadece Hanefî (yani İslâm’ın sadece Hanefî yorum tarzına göre amel ediyor) olmaları durumunda belli meslek erbâbı birtakım insanların sık sık abdest almaları gerekecekti. Çünkü kan, Hanefîlerce abdesti bozmaktadır. Sadece Şâfiî olmaları durumunda ise, yabancı birine dokunmakla abdestsiz kalacakları için, insanların sosyal hayattan hatta lâhutî mekânlardan soyutlanmaları, meselâ mahşerî hacc ortamında bulunmamaları kaçınılmaz olacaktı. Bunun gibi, özel hâllerinde bulunan kadınların (hades-i ekber ile) haccda tavaflarının sahih olmaması gerekecekti.19

Kezâ, Şâfiî mezhebi olmasaydı cezaevleri ve hastanelerde cuma namazı kılınamayacaktı. Çünkü Hanefî mezhebinde, cuma namazının sahîh olması için izn-i âmm (isteyen herkesin cuma namazı kılınan yere girebilme serbestiyeti, kamuya açık olma) şartı aranmaktadır. Oysa Şâfiî mezhebinde böyle bir şart bulunmamaktadır. Kırk kişinin cezaevi veya hastanede bulunması hâlinde cuma namazını kılmaları gerekir.20

Kezâ, telefonla yapılan alışverişin câiz olacağı görüşü, diğerlerinden çok Mâlikî mezhebine göredir.21 Örneklerini çoğaltabileceğimiz söz konusu sebeplerden ötürüdür ki, Kâtip Çelebi haklı olarak “Kimi ahmaklar ihtilâf hikmetini bilmez, cümle halk bir mezhep ve meşrepte olsun deyu muhâl tasavvur ederler.” deme durumunda kalmıştır.22

1 Karaman, Dört Risale, s.25; Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 427
2  Ebû Zehre, Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 81; Özen, age., 134
3  Şârânî, Mîzanu’l-Kübrâ, c. 1, s. 41-61; Karaman, İslâm Işığında Günün Meseleleri, c. 2, s. 717
4 Özen, age., s. 139
5 Mezhep ihtilâflarından korunma yolları için bk. Zeydan, age., s. 170-172
6 Bk. Zeydan, age., aynı yer.
7 İbn Âbidîn, age., c. 1, s. 51
8 Bk. Zeydân, age., s. 145. Emevîlerin son devrinden itibaren yavaş yavaş kendisini gösteren ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde -ilimlerin tedvinine rastlayan dönem- iyice kuvvet kazanan içtimâî-fikrî bir cereyan olan ve Arapları küçük gören ve onların diğer unsurlara bir üstünlükleri olmadığına inanan Şuubiye Olayının özellikle hadîs uydurma konusunda büyük bir etkisi olmuştur. Zira, her grup kendi fikrini delillendirmek gereğini duymuş ve bu durum, tarafları karşılıklı hadîs uydurmaya götürmüştür (Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, s. 190-191). Buna göre, aynı gerekçelerle, mezhep imâmlarının faziletlerini bildiren hadîslerin uydurulmasının da, adı geçen grubun olumsuz etkileri sonucu olduğunu ve aynı gerekçelere dayandığını söyleyebiliriz.
9 İmâm Şâfiî şöyle der: “Benim mezhebime muhâlif olan sahîh bir hadîs size ulaşırsa ona tâbi olunuz ve biliniz ki, benim mezhebim de odur”. Karaman, Dört Risâle, s. 190
10 Halîfe ve emîrler, çevrelerine topladıkları âlimleri münâkaşalara sevk etmiş, Ebû Hanîfe ve Şâfiî arasındaki görüş ayrılıkları araştırılarak eserler yazdırılmış, tartışmalar icrâ ettirilmiştir. Karaman, age., s. 21
11 Bk. Bedîuzzamân, Sözler, s. 512
12 Bk. Şârânî, age., c. 1, s. 5-6
13 Kâtip Çelebi, Mîzanu’l Hakk, (Haz. A.Baki Gölpınarlı), s. 38
14 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c. 1, H.no: 288. Bu hadîsin kritiği için bk. El-Kardavî, Sünneti Anlamada Yöntem, (Ter. Bünyamin Erul), s. 172; Ahmet Yaman, İslam Fıkhını Nasıl Anlamalıyız? (Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri), s. 199; Y. Vehbi Yavuz, age., s. 233; Hayrettin Karaman, age., s. 246. Bu hadîs, İslâm’ın, donuk değil; “durumsal” bir dinamizme sahip, zaman ve mekân boyutunda evrensel bir dîn olduğunun Peygamberî ifadesidir.
15 Bk. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, s. 10
16 Bk. Kardavî, age., s. 174-175; Yunus Apaydın, “İçtihad”, DİA, c. 21, s. 436, 440, 566.
17 El- Beyânûnî, İhtilaftan Rahmete, s. 15; Benzer sözler için bk. Şükrü Özen, “İhtilâf”, DİA, c. 21, s. 566.
18 ‘Ezmânın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz.’ Mecelle, md. 39.
19 Gönenç, age., c. 2, s. 40.
20 Gönenç, age., c. 2, s. 49.
21 Abdurrahman el-Cezirî, Kitab el-Fıkh alâ Mezâhib-i Erbaa, c. 2, s. 235.
22 Kâtip Çelebi, age., s. 38.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 14 May 2014 15:28

MEZHEB BİLİNCİMİZ--4

İ- İSLÂM’DA MEZHEPLERİN ÇIKIŞ SEBEPLERİ

Hemen ifade edelim ki, mezheplerin tasnifi yapılırken, genelde öne çıkan düşünceleri esas alınarak yapılmıştır. Hâlbuki siyasî, i’tikadî, fıkhî muhtevâlı mezhepler olduğu gibi hem siyasî, hem i’tikadî, hem fıkhî yönü bulunan mezhepler de vardır. Meselâ; Hanefî mezhebi hem i’tikadî hem fıkhî mezheptir; fakat fıkhî yönü daha öne çıkmıştır. Aynı şekilde Şiî mezhebi siyasî çıkışlı olmasına rağmen fıkhî veçhesi de olan bir mezheptir. Bütün bunları dikkate alarak mezheplerin çıkış sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleriyle Hz. Peygamber’in (as) bir kısım hadîslerinin anlam ve yorumları üzerindeki tartışmalar ve görüş ayrılıkları.

2- Kimi hadîslerin Hz. Peygamber’e (as) nisbeti, yani bazı hadîslerin gerçekten Yüce Peygamberimiz tarafından söylenmiş olup olmaması; başka bir deyişle hadîslerin sahîh veya mevzû (uydurma) olup olmaması konusundaki tartışmalar ve bunların sonuçları. Mürsel ve âhâd hadîslerin hüccet/ delîl olup olmayacağı konusundaki görüş ayrılıkları da bu kategoride ele alınmaktadır. Ayrıca, nassların (âyet ve hadîslerin) anlaşılmasındaki ihtilâfı da bu bağlamda ele alırken, bunun iki şekilde olacağını kaydetmek yerinde olacaktır:

a) Nassın kendisinden kaynaklanan ihtilâflar.

b) Müçtehidin kendisinden kaynaklanan ihtilâflar. Nassların arasındaki cem’ ve te’lif (birleştirme ve birini diğerine tercih)teki ihtilâf, bazı istinbât kaynaklarındaki (Ehli Medîne’nin hüccet olup olmayacağı konusu gibi) ve usûl kaidelerindeki (mefhûmu muhâlif ile amel edilip edilmeyeceği, delillerin teâruzu/çakışması ve mutlak-mukayyet gibi) ihtilâflar gibi metodolojik yaklaşımlar da bu çerçevede incelenmektedir.

3- Müslümanlarla başka dîn mensupları arasındaki tartışmalarda, yani İslâm’ın diğer dîn ve inançlara karşı savunulmasında benimsenen teolojik ve felsefî metodlarla yorumlar.

4- Yeni olaylar, sosyal faktörler (çevre faktörü, ekonomik faktör, içtimaî olaylar, örf, âdet ve gelenek, ahvâl-i şahsiye, sosyal refah düzeyi, vb.) hayatın yeni icap ve şartları karşısında bilginlerin görüş ve ictihâdları.

5- İslâm devletinde başkanlık/hilâfet konusuyla ilgili siyasî ve idarî düşünce ve kanaatler.1

6- Dînin, inancın özüne dahil olmayan (Şiîlerdeki Mesîh ve Mehdî inancı gibi) mes’elelerine bakıştaki farklılık.2

Anlaşılıyor ki “mezhep kurucuları” diye bilinen müçtehid âlimler, mezhep kurmak için ortaya çıkmadıkları gibi, mezhep ve içtihadlarının propagandalarını yapmış değillerdir. Ne de öne sürdükleri ictihâdların doğruluğunu iddia etmişlerdir. Zirâ onlar, fikrî engizisyonun yaşanmadığı zamanlarda Allâh’ın hükmünün değil, ilahî irâdenin keşfi yolunda zann-ı gâlib (baskın görüş) oluşturmanın peşinde iken, kesin ve mutlak doğrunun Vahiy’de olduğu şuurundaydılar. Bu sebepledir ki, İmâm Şâfiî Hazretleri (ö.204/820): “Hadîs sahih olunca benim mezhebim hadîstir. Sözümün hadîse aykırı olduğunu görürseniz, hadîsle amel ediniz ve benim sözümü kaldırıp atınız.” demektedir.3

K- HAK MEZHEP DÖRT MÜDÜR?

Amelî hak mezheplerin dörtten ibaret görülüp beşincisinin bâtıl ve sapık addedilmesi, doğru olmayan bir anlayıştır. Çoğunluk, tarih içinde bunlardan (dört mezhepten) biri içine girdiği, bir diğeri tarafından özümlendiği, iki mezhep arasında kaynadığı ve dışında kalanlar bir mezhep oluşturamayacak kadar azınlıkta kaldığı için, amelî sahalarda ‘hak mezhep’ dörtte dondurulmuştur. 4

Diğer yandan, İmâm Ebû Yusuf’un (ö.182/798) kadı olmasıyla başlayan gelenek, Hanefî ismi taşıyan eğilimlere meşrûluk zemini hazırlarken, başka devletlerde de farklı kişilerin/kadıların temsil ettiği mezhepler yaygınlık kazanmıştır. Ancak, zamanla sultanların politik kararlar gereği farklı düşünce ve eğilimleri desteklemeleri, halkın mezhebini ve anlayışını da değiştirmiştir.5

Abbasîler döneminde, Şâfiîliğin neşvünemâ bulmasıyla, Hanefîliğin kaybolma kaygıları baş göstermişti. Devrin halîfesi, bu kaygının bir sonucu olarak Şâfiîlikten Hanefîliğe geçenlere hil’at giydirme törenleri tertip ederken, Hanefîlikten Şâfiîliğe geçenlere ise dayak attırma yolunu tercih etmişti. Onun için halk arasında “mezhep değiştirmek için yüz sopa yemek lazım” sözü söylenegelmiştir.6

Aynı şekilde, mezhep sahibi müçtehid imâmın ilk planda samimî, sâdık bağlıları veya öğrencileri bulunurken, bu öğrencilerin farklı ictihâdlarda bulunup, hocalarına karşı çıkmış bile olsalar, belirli nedenlerden dolayı hocalarının ismiyle tanındıkları için böylece kabul görmüşler ve bunların ictihâdları da hocalarına mal edilmiştir.

Bu hususla ilgili olarak Hanefî mezhebini misâl verebiliriz. Ebû Hanîfe’nin (ö.150/767) mezhep oluşturma gibi bir niyeti ve çalışması söz konusu olmamasına ve fikrî bağımsızlığa sahip öğrencilerinden İmâm Ebû Yusuf (ö.182/798) ile İmâm Muhammed (ö.189/805), hocalarının ictihâdlarının üçte ikisine karşı çıkmış olmalarına rağmen7 , sırf Hanefî ismini benimseyip kadılık görevi aldıkları için Hanefî Mezhebi ismi altındaki ictihâd ve görüşlerin -Ebû Hanîfe’ye izâfetendevamına yol açmışlardır.8 Bununla beraber diğer bazı müçtehidlerin görüşlerinden hareketle mezhep oluşmaması ise, tâbilerinin az olması, mezhep taassubunun darbesine mâruz kalmaları9 ile izah edilebilir. Böylece mezhepleri tatbikatta devam etmiş, eserleri sayfalar arasında kalmıştır.

Bir diğer husus da, bu dört büyük mezhepten ayrı olarak ortaya çıkan kimi mezhepler, gerçek anlamda bir mezhep değildir. Bu ise (ictihâd) mezhep kurmayı gerektirmiyor. Zaten diğer mezhepler tarafından özümlenmeleri, bunların müstakil mezhep olmadıklarını göstermektedir. Peygamber (as) bir hadîslerinde “Cemâate (kuşatıcı güç olan şuurlu çoğunluğa) uyunuz.”10 buyurmuşlardır. Adı geçen dört mezhepten başka kurumsallaşma yeterliliğini kazanamamış hak mezhepler tarihe karıştığından ancak bu dördüne uymak cemâate uymak olur; bunların dışında kalmak ise cemâati terk etmek demektir.11

Zamanımızda, dört mezhepten başka bir mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Câiz olmaması, diğer mezheplerdeki noksanlıktan ve dört mezhebin onlardan üstün olmasından kaynaklanmıyor. Çünkü onların arasında bütün ümmetin en üstünleri olan ilk halîfeler de vardır. Ancak onların mezheplerinin tedvîn edilmemesi (kitaplaştırılmaması), şu ânda o mezheplerin şartlarını, kayıtlarını bilemeyişimiz ve bize birçok yolla (tevâtürle) ulaşamamaları nedeniyle taklîd etmemiz mümkün değildir. Eğer bu şartları taşıyan herhangi bir şey bize ulaşsaydı tıpkı ötekiler gibi bunu da taklîd etmemiz câiz olurdu.12 Hatta âlimlerimiz, görüşleri tedvin edilmediği, kayıt altına alınmadığı için sahabe ve tâbiînin dahi taklîdini câiz görmemişler, halkı böyle bir şeyin vukûundan men etmenin gereğinde icmâ etmişlerdir. 13

1-Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 428. Şia, hilâfeti / imâmeti îmanın rükunları olarak telâkki ettiği için, bu konunun Ehl-i Sünnetçe itikadî konular arasında yer almasına sebep olmuştur.
2-İhtilâflar için bk. el-Beyânûnî, İhtilaftan Rahmete (Çev. Ebubekir Sifil), s. 47 vd.; Şükrü Özen, “İhtilâf”, DİA, c. 21, s. 566
3-Karaman, Dört Risale, s. 203; Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, c. 21, s. 435, 437.
4-İzmirli, age., s. 138; Yılmaz, age., s. 75
5-Vatandaş, Vahiyden Kültüre, s. 313
6-Pezdevî, age., s. 274-275; İbn Âbidîn, age., c.3, s. 190; İslâmoğlu, İman Risâlesi, s. 87
7-İmâm Ebû Hanîfe ile İmâmeyn (adı geçen iki öğrencisi) arasındaki bu nevi ihtilâflar hakkında şöyle derler: “Bunlar devir ve zaman ihtilâfları (ihlâfu’z-zamân) olup, delil ve bürhân ihtilâfları (ihtilâfu’lbürhân) değildir.” Bkz. Yusuf el-Kardavî, İslâm Hukuku- Evrensellik, Süreklilik, (Ter. Yusuf Işıcık-Ahmet Yaman), s. 166
8-Vatandaş, age., s. 314
9-Karaman, Dört Risâle,s. 23
10-Bk.Fuad Abdulbâki, M.Kunûzü’s-Sünne, Ümmet md.
11-Karaman, age., s. 172
12-Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s. 219; Şükrü Özen, İçtihat Tartışması, s. 125, 138
13-age., s. 126; Hayrettin Tanrıverdi, İslam Mezhebler Hukukunda Taklit ve Telfik, s. 102, 107, Harput / Elazığ; Ayrıca bk. Halil Gönenç, age., c. 1, s. 22 .

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort