JoomlaLock.com All4Share.net

RUHUMUZUN PARÇALARINI BARINDIRAN MEKÂNLAR: ŞEHİRLER

Büyük ârif Feridüddin Attar, XII. yy’da yazdığı “Mantıku’t-Tayr: Kuşların Dili”nde efsanevî kuş Simurg’un bir gece yarısı Çin ülkesinde göründüğünü ve o ülkeye kanadından bir tüy düştüğünü belirterek devamla şöyle der: “Bütün şehirler birbirine değdi... Herkes o bir tüyden başka çeşit bir nakış, bir resim elde etti… Bütün bu eserler onun parlaklığından meydana geldi… Bütün bu ışıklar kanadının bir tek tüyündeki nakıştan zuhur etti…”    

Attar’ın bu efsanevî hikâyesi, medeniyetle şehir arasındaki ilişkinin aşkın ifadesinin, şehrin medeniyetlerin yatağı ve kaynağı olduğunun, en güzel şekilde ifâdesidir. Her şehrin kendine mahsus yeryüzü tasarımları bulunduğunun ve bir kristale vuran ışığın o kristalin özelliklerine göre ışığı yansıtması gibi şehirlerin de “yaşanmaya değer hayat” sunmasının o “değer”leri aslına uygun “yaşatabilmesi”ne bağlı olduğuna vurgu yapar. Ve de Attar’ın bu hikâyesinden medeniyete kaynaklık eden şehirlerin o medeniyete adını verdiğini de çıkarabiliyoruz. Medine-Medeniyet ilişkisinde olduğu gibi…

Son yıllarda keşfettiğimiz olgulardan birisi de şehirdir. Bir paradoks ancak bu kadar olabilir, keşfettiğimiz onca şey arasında en fazla onun içindeydik. Şehirler yaşayan varlıklardır, tıpkı hayatını sürdüren diğer organizmalar gibi nefes alırlar, büyürler ve gelişirler. Bütün şehirlerin bir geçmişi, kuruluş kökenleri ve tarih içinde bir gelişme seyri vardır. Dolayısıyla şehirler tarihi süreç içerisinde şekillenirler, bu yüzden her birinde yaşanan şehir kültürü geçmişin izlerini taşır. Yine bu bakımdan her şehrin bir kültürel kimliğinin olduğu söylenebilir. Tarihî süreç içerisinde biçimlenişine göre bir “sanayi şehri”nden, “mânâ şehri”nden veya bir “siyaset şehri”nden bahsedilebilir.

Şüphe yoktur ki, şehir denince aklımıza hemen bir mekân, hafıza ve burada yerleşmiş bulunan insan topluluğu gelir. Biraz daha ayrıntılı bakılırsa söz konusu topluluğun bu mekâna nasıl yerleştikleri, bu insanların kimler oldukları, geçim kaynakları, şehrin alt yapı tesisleri, yönetim mekanizmaları vb. unsurlara ulaşabilir. Bütün bunlar birçok bilim dalının ilgilendiği konu alanlarını teşkil ederler.

Batıda, bilhassa Fransa’da 1930’lardan itibaren şehri, şehrin kültürünü medeniyetin temel niteliği olarak kabul eden bir tarih yazımı gelişti. Şehir tarihi de denilen bu yaklaşımda tek tek bir milletin, bir dinin ya da mezhebin, bir devletin-kültürün tarihi değil fakat bir mekânın, coğrafyanın tarihi ele alınmaktadır. “Total Tarih” ya da “Topyekûncu Tarih” de denilen ve sosyal tarih metodunun bir değişik anlatımı olan bu yaklaşım tarih, coğrafya, mimarlık, mühendislik, ekonomi, sosyoloji, demografi, etnoloji, filoloji vb. birçok bilim dalının kesiştiği noktada yer almaktadır.

Memleketimizde de son yıllarda bu metodu benimseyen mekân-tarih çalışmaları örnekleri görülmektedir. Lakin şehrin taştan, betondan, binalardan, meydanlardan ibaret olmadığını, bunları yaşayan, gözleyen, idrak eden, tadan insanların, aslında bir şehri şehir yapan şey olduğunun farkında mıyız bilemiyorum. Şehirci Kevin Lynch insanların şehri algılayışının bir şehrin imajı açısından taşıdığı önemi şöyle tebarüz ettiriyor: “Bir şehirde hareket eden unsurlar ve özellikle de insanlar ve faaliyetleri sabit kısımlar kadar önemlidir. Biz sadece gözlemci değiliz; kendimiz de şehrin bir parçasıyız, diğer katılımcılarla birlikte sahneliyoruz oyunu. Çoğunlukla şehri algılayışımız süreklilik arz etmez; daha çok kısmî, bölük pörçük, diğer ilgilerle karışıktır. Neredeyse her duygu işbaşındadır ve hayâl, hepsini kompoze eder.”

Modern kent, insan ile tabiat arasına çekilmiş bir engeldir; bu engel beton ve demirden inşa edilmiş. Tabiattan insanı koparan engel, aynı zamanda kozmolojik sırlardan, tabii güzelliklerden, manevî erdemlerden, kısaca hayatın kaynağı olan Allah’tan (cc) da radikal bir biçimde koparıp ayırmaktadır. Geleneksel şehirler, uyum ve barış halinde oldukları kozmolojik düzen ve tabiatın manevî hakikati gibi gerçekten zengin bir çeşitliliğe sahiptirler. Kent ise eritici bir kazan gibi her şeyi homojenleştiriyor, farklılıkları ve beşeri zenginlikleri yok ediyor. Böyle bir kent ortamında elverişli zamanlarda kimlikler alanında patlamaların vuku bulması hiç de sebepsiz ya da anlamsız değildir. Farklı kimlik arayışını yıkıcı görenler, modern kentin tahrip edici, yıkıcı saldırganlığını görmemezlikten geliyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, modernliğin kurumsallaşması ve kent olgusunun tamamlanmasına paralel olarak, kimliklerin patlaması diyebileceğimiz bir durumla yüz yüze gelmiş bulunuyoruz.

Modern zamanlarda tabiat dilsizleşmiştir. O artık insanla konuşmuyor; kendisini ebedî bir suskunluğa adamış münzevî bir derviş gibi modern insanın trajedisini seyrediyor. Çünkü biliyor ki, insanoğlunun kendisine zarar verdiği, günün birinde çevre kirliliği, hava, su, toprak zehirlenmesi, psikolojik bozukluklar, artan bir şiddet ve suç dalgası, hastalıklar vs. şeklinde yine insana yansıyacaktır. Köyler, “safra”sını şehirlere döküp kimliği yerleşik insanların eline kalırken, şehirler günü kurtarmaya şartlanmış kalabalıkların nehir yataklarına dönüştüler. Artık bunları yazmak, bunlardan yakınmak da tesirini kaybediyor, bir bıkkınlık uyandırıyor. Göç, nüfus yoğunluğu, betonlaşma, rant, çöp, hava kirliliği, gürültü, yozlaşma, çirkinlik, evde-takside-lokantada-çay bahçesinde-iş yerinde-sokakta bangır bangır kasetler, klipler vesaire...

Büyüklerden Cüneyd-i Bağdadî’ye sormuşlar: “İnsan ne zaman gönül huzuruna erişir?” Cevap vermiş Bağdadî : “Gönülsüz kaldığı zaman!” Bu “derinlik”ten pay almaya çalışarak biz de soralım: “İnsan ne zaman şehrine erişir?” Herhalde cevabı: “Şehirsiz kaldığı zaman!” olmalı. Yâni insan, şehri bütünüyle idrak edip, onda yaşayıp fani olduğu, şehirle kendisini bütünleştirdiği zaman… Eski deyimle “fenâ fi’ş-şehr” olduğu zaman…

Çok az şehri olan ve bu nadide örneklere de el birliğiyle kötü davranmayı bir hayat felsefesi haline getiren insanların ülkesinde şehir üzerinde düşünmek, en halisinden bir fantezi(mi)dir, bilemiyorum. Ama fantezilere ihtiyacımız var, yoksa reel hayatın hoyratlığının içinde eşyalaşır gideriz. Çünkü insan, bir süre sonra peşinden koştuğu şeyle benzeşir/o oluverir ve bunu fark etme imkânını da artık kaybeder.

Attâr’ın efsanevî-hikemî hikâyesindeki şehirden yola çıktık gene ne hayallere daldık! Bugünlerin kaskatı reel-politiği, kaotiği içinde bu satırların yeri, anlamı var mı bilemiyorum ama şaire bırakalım o sözü düğümlesin:

“Bu şârda hayâllerin haddi vü şümarı yok!”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu kategoriden diğerleri: « EV SEMASI -2- MEVLÂNA BAHÇESİNDE »

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort