Ballar Balı - Gönül Pınarından
Ballar Balı
Şimdi nasıl başlamalı yazmaya? Kelimeler klavyeden nazlı nazlı akıyor. Onların o efsunlu nazı ki insanı düşünmeye-düşündürmeye itiyor. Biri bittiğinde bir yenisi başlamalı, o bittiğinde öteki... Böyle bir silsile içinde bir yazı devam ederken düşünmemek elde değil. İnsan düşünmeli ki yenilerini bulabilsin. Bitenin yerine bir yenisini katabilsin.
Peki, insanı düşünmeye sevk eden ne acaba? Düşünmek, yazarken düşünebilmek tefekkür olsa gerek. Kâinatın Efendisi (sav) buyuruyorlar ki: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.”(Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310)
Tefekkür ederken, insan o anda gönlünden geçeni hemen bir kağıda aktarası geliyor. Hemen bir fiile geçiş isteği geliyor. İşte bu fiil insanı harekete geçirebiliyor. Bu ibadet oluyor, kulluk oluyor. Düşünmek mi öncedir, yazmak mı? Bu sorunun cevabını verirken insan temkinli olmalı. Bir insan bir yazı olsun, bir iş-fiil olsun ona başlamadan önce o işi düşünür. Nasıl yapacağının hayalini kurar. O yazının o işin içinde kaybolur gider. Nasıl yapmış bunu anlamaz. Bu insanda bir histir. Bu his ise hissi aşktır. İnsan işte bu hisle düşünür. Çünkü aşkta bir güç var, bir enerji var. Aşk bu coşkunun bu işin planıdır. O işin hayaline âşık olursa neler başaramaz ki? Aşk onu alır götürür. Onca yazılmış kitaplar-şiirler, onca övülecek eserler… hepsi ama hepsi bir sırrı barındırır. Hepsi aşkın tahrikiyle olmuş olsa gerek. Aşkın bu üretken yanını görmüş sahabe efendilerimiz ve tasavvuf ehli de kendilerine bu aşkı bir ağaç eylemiş. Yüzlerce yıldır bu ağaç meyve vermiş ümmete. Bugün de bunun meyvelerinden almak mümkün.
Şimdi bir düşünelim, tefekkür edelim. Diyelim ki, önümüzde bir bal kâsesi var ve bal ile dolu. Hem de karakovan balı ve o güne kadar da bal yememişiz. Bırakın yemeyi belki de görmemişiz. Böyle bir şeyle karşılaştık. O kâsenin içindekini merak ediyoruz ama o balın bir sahibi var. Sahibine soruyoruz. Sahibi de ballandıra ballandıra başlıyor anlatmaya. “Bunun ismi baldır. Bunu arılar yapıyor. İçinde glikoz yok. İçinde şu kadar şundan bulunur. Bu kadar bundan var…” Peki bu balı bu kadar güzel anlatmasının sırrı nedir? Biraz düşünelim. Balın sahibi bunları anlatırken bizler de merak içinde bekliyoruz. Balın sahibi “Al da bir tadına bak, bu neymiş gör!” O anda baldan bir parmak alıverdik ağzımıza. Of, of Allahım o ne lezzet! O ne tat! O ne güzel nimet öyle. Sonra bir parmak daha, sonra bir parmak daha…
İman balının gerçek sahibi Peygamber Efendimiz’dir. O, efendilerimize balı bizzat kendi elleriyle tattırmıştır. İşte asrısaadet bu yüzden asrısaadettir. Sahabe efendilerimiz bu yüzden sahabedir. Bu yüzden sahabe efendilerimiz karanlık gecede parlayan yıldızlar olmuşlardır.
Hâce Hazretleri (ksa) bal arısını ve balı bizlere tarif ederken şöyle buyuruyorlar: Efendimiz (sav) bir hadisinde buyuruyor ki: “Müminin misali arının misali gibidir. Yediği zaman temiz olanı yer. Bir şey vereceği zaman güzel ve temiz olanından verir. Çok narin bir dala konsa bile onu incitmez ve zedelemez.” Neden özellikle arı ve bal? Niye sivrisineğe benzetilmemiş de arıya benzetilmiş? Neticede sivrisinek de arı da sinek familyasından bir mahluk….
Çünkü arı kendisine gelen vahye göre hareket eder. Kur’an-ı Kerim’de arıyla ilgili ayette Cenabı Hak ona vahyettiğini bildiriyor. Dolayısıyla o vahyin neticesiyle ortaya getirdiği ürünün (balın) insanlığa şifa olduğunu müjdeliyor. Arı kendisine gelen vahye uyup onun sözünden dışarı çıkmaz. Kur’an-ı Kerim’de özellikle arıya vahyedilmesinin altı çizilip çok belirgin bir şekilde olmasının nedeni her aklıselim tarafından anlaşılabilmesi olsa gerektir.”
Nahl Suresi’nde mealen Cenabı Hak buyuruyor ki: “Arı gireceği yola Rabbinin izniyle girer. Ürettiği bal bütün insanlar için şifadır.” (68-69) Yani arının ürettiğinde katkı yoktur. Yuvasını tertemiz yapar, öyle başlar çalışmaya. Tertemiz çiçeklere konar. Çok büyük adımlara bıkmadan, usanmadan, sabırla ulaşır. O balı elde edebilmek için sabırla çalışır. Bir kilo bal için altı yüz ile yedi yüz bin sefer yapar. Milyonlarca çiçeğe konar. Arı o balı yapmak için dünyanın etrafını on kez dönmüş kadar yol kat eder. Arılar arasında kusursuz bir iş bölümü vardır. İmamlarına asla ihanet etmezler. Kovanda arı beyi derler veya arı anası diye bilinir. Ona ihanet etmezler, bir kovanda onlarca ayrı farklı iş yapılır ve her bir arı ne iş yapacağını bilmektedir. Kargaşa, patırtı, gürültü olmadan herkes kendi işini yapar. Tembel ve aylak dolaşanlara müsaade etmezler. Arının hayatında tam bir ihlâs örneği vardır. Kimsenin işini kimse yapmaz. Onun Rabbinin vahyine uymaktan başka bir hedefi yoktur. İhlâslı kişinin yaptığı iş ise Allah’tan başka şahit, Allah’tan başka ödüllendirici aramamasıdır. İşte arı tam da böyledir. Bu tarifte olduğu gibi arı şu tehlikelerden de şiddetle sakınır. Tehlikeyi sezer ve tehlikelerden kaçınır. Karanlıktan, sisten, rüzgardan, dumandan ve yağmurdan kaçar, bunlar onun helakıdır. İbnü’l-Esîr’in dediği gibi insan da bunlara mukabil şu tehlikelerden sakınmalıdır: Gaflet karanlığı, şüphe bulutları, fitne rüzgârları, haram dumanları, riya yağmurları. Evet, gaflet karanlığından, şüphe bulutlarından, fitne rüzgârlarından, haram dumanlarından, riya yağmurlarından insan korunmalıdır. Bunlar onu helak eder.
Arı zamanı asla ziyan etmez. Arı tam bir Nakşibendi dervişi gibidir. Arı erkencidir, gün ağarırken arıların çalışmaya başladıklarını görürsünüz. Kendisine dokunmayana asla zarar vermez, kimse ile kavga etmez ama haremine dokunanın canını acıtır. Bunun için kendisini feda eder. Arının sokması demek ölümünü göze alması demektir. Çünkü sokan arı daha yaşayamaz.
Ürettiği bal asla bozulmaz. Bal çürümez bal asildir, çünkü onun maddeleri vahiyle belirlenmiştir.
Bu yolda büyüklerimiz aşkla-zevkle hareket ediyorlar ve bu aşkın çalışmanın kaynağını bize öğretiyorlar, arı beyi gibi. Bu bal arıları milyonlarca çiçeğe konmuşlardır. O balın tadını alanlar, o yüzden gönülden gelenleri yazmaya çalışmışlardır. Onca yazı, şiir, türkü… bu balı tatmanın eseri olsa gerek.
Yunus Emre bu yüzden Yunus Emre olmuş. Emre; aşık tutkun vurgun anlamına gelmektedir. Adlarını sayamayacağımız nice bal arıları var. Şimdi bizlere de kendi balından sunacak bir Nur-ı Muhammedî lazım değil mi? O balın tadını almak için, bal kâsesi önümüzde olsa Yunus Emre gibi ballar balını bulsak o zaman yazmak mı düşünmek mi, bu sorunun cevabını bulabiliriz herhalde. “Men lem yezuk, bilmez yazık.” demişler. Evet gerçekten öyle “Tatmayan bilmez.”
Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin,
Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.
Yazar: Gönül Pınarından