JoomlaLock.com All4Share.net

CEMAAT BÂB-I RAHMETTİR

cemaat bab ı rahmet

Cemaat Bâb-ı Rahmettir - Taha TAVACI

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Cemaat Bâb-ı Rahmettir

 

Yüce Rabbimiz’in adı ile başlar ve yalnız O’ndan yardım dileriz. Salât ve selâm Efendimiz’e, O’nun ashabına, ehli beytine, pak zevcelerine, O’nun soyundan gelenlere, bağlılarına, dostlarına olsun.

Cem’ kelimesi sözlük manası olarak; birleşmek, kaynaşmak, beraber olmak gibi anlamlara gelmektedir. Cemaat, camia, cami, cuma kelimelerinin kökü aynıdır; hepsi cem’ olmak, birleşmek ile alâkalıdır. İslâmî anlamda ümmet içinde oluşan gruplara cemaat denilmektedir. Günümüzde de İslâm dünyası içinde birçok cemaat bulunmaktadır. Peki, cemaat nedir, cemaatin önemi nedir ve cemaat olmanın gereklilik ve sorumlulukları nelerdir, Cenâbı Hakk’ın istediği cemaat profili nasıldır? Bütün bu işler yapılırken bu cemaatler hangi minval üzereler, kıstasları kim, kimleri örnek alıyorlar? Bunlar pek mühim meselelerdir. Çünkü cemaat olmanın türlü sorumluluk ve gereklilikleri vardır.

Cemaat olmak, Rıza-yı Bârî’ye ulaşmak için birleşmek demektir. Yekvücut olup Ehad olana ulaşmak. Amaç bu olmalıdır. Bu veçhile cemaatler vahdetin ve tevhidin işlendiği okullardır. Devam zorunluluğu olan ve derslerin iyi anlaşılması gereken okullar; gayeden, hedeften kıl kadar sapılmaması gereken okullardır. Temeli sağlam olmayan bir binanın ilk sallantıda yıkılması gibi, birleşmelerindeki kasıt Cenâbı Hak dışında bir gaye olan kalabalıklar İslâmî açıdan cemaat sayılmazlar. İlk nefs oyununda yeni-lirler, rızanın dışındaki işleri kolayca yaparlar, kıstasları sadece kendileridir. Belki bu cemaat denilen kalabalık güruhlarda zâhiren kişi sayısı artıyor, ulaştıkları mecralar ve kimseler fazlalaşıyor gibi gözükse de bu, Hak Teâlâ’nın mekrinden başka bir şey değildir.

Cenâbı Hak çeşitli manaları, kavramları ve ibadetleri birbiriyle cem ederek bir çok hakikatin ihdasını gerçekleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde namaz ve zekât kavramları beraber geçmektedir. Çünkü, bu kavramlar dünyamızda da birbirinden ayrılmaz ibadetlerdir ve birbirini tamamlayıcıdırlar. Ebû Bekir efendimiz zekât vermeyen kabilelere savaş açarken; “Allah’a yemin olsun, namaz ile zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım.” buyurmuşlardır. Bu birliğe çok önem verdiklerini bu sözlerinden anlayabiliriz. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenâbı Hakk’ın Gafûr ve Rahîm sıfatları beraber zikredilmektedir ki Allah’ın rahmı daha iyi idrak edilsin, bu iki sıfat beraber gönüllere daha iyi yerleşsin. Aynı zamanda bu iki sıfat da birbirinin tamamlayıcısıdır. Allah dostlarının Kur’ân-ı Kerim ile tev’em olmaları da pek çok hakikatin insanoğlu tarafından anlaşılabilmesine vesile olmuştur. Hz. Âdem ile Havva annemizin birliğinden insanoğlu neşet etmiştir. Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’in hicretteki o halleri, ikinin birincisi ve ikinin ikincisi olmaları Cenâbı Hakk’ı öylesine memnun etmiş ve Hak Teâlâ kudreti ile Efendimiz’in sadrındakileri Ebû Bekir efendimize aktarmış, böylelikle bizim yolumuz, ‘Hâcegân’ ola gelmiştir. Müslümanlara Cuma günü bayram kılınmış, Müslümanlar bir olunca bayram olmuş. Nur Sûresi’nde; “Ey Mü’minler! Hep birden (topluca) Allah’a tevbe ediniz.” buyrulmuş. Tevbenin dahi beraberce olması emredilmiş. Bütün bu örnekler bize, Hak için birleşmenin istenmesini ve önemini göstermektedir.

Cenâbı Hak insanı ana rahmine koyduktan yaklaşık kırk gün kadar sonra kalb atmaya başlar. Bu safhaya kadar bebek ana rahminde belirli evrelerden geçer. Vücudu belli olmaya, kolları ve bacakları uzamaya, parmakları yavaş yavaş şekillenmeye başlar. Bu zaman zarfı içinde yavru, tek bir hücreden başlayıp milyarlar hücreye çoğalır. Efendimiz’in İslâm’ı açıktan yayması da Hz. Ömer’in İslâm ile şereflenip, sahabe efendilerimizin sayılarının kırkı bulması ile olmuştur. Yani bu vakte kadar da bir iç gelişim ve bazı kaidelerin, anlayışların oturtulması gerçekleştirilmiştir ashab içerisinde. İslâmiyetin bu olaydan sonra açıktan yayılmasının, cemaatin/ümmetin içinde çeşitli görevlerde bulunacak kişileri oluşturmak gibi nedenleri de olabilir. Çünkü toplumun ilmî, ticarî, ziraî, askerî ve tıbbî açıdan yetişmiş elemanlara ihtiyacı vardır. Bir topluluğun hepsi tarım ile uğraşsa, ilmi yayacak kimseler olmasa belli bir süre sonra toplumda tıkanıklıklar oluşur. Sahabe efendilerimiz o zaman İslâm Toplumu’nun çekirdeğini oluşturacak bir yapı kurdukları için belirli bir sayıya gelip rızıklarını temin edecekleri kadar ticaret yapmaları, kendilerini düşmanlara karşı savunmak için askerî özellikleriyle öne çıkan sahabelerin olması ve toplumun her ne ihtiyacı var ise onların karşılanması hususunda yetişmiş kimseler gerekliydi. Aslında o gün İslâm’ın açıktan yayılmaya başlamasının sebebi sadece sahabelerin sosyal vasıfları değil; onların birbirleriyle olan yakın ilişkileri, birbirlerinde fâni olup, tek gayelerinin Rızayı İlâhî olması ve Efendimiz’in mânevî vücudunda birbirini tamamlayıcı şekilde çalışan azalar gibi olmalarındandır. Kırk kişi belki o gün Mekke nüfusuna göre pek az idi ama onların Cenâbı Hakk’a olan güvenleri, yekvücut oluşları onları galip getirmiştir. Çünkü sayı çok fazla olsa bile, bir olunulmadığı zaman, bir kesret ifade etmez. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurdukları gibi çokluktan kasıt kalitedir, niteliktir; nicelik değil.

İbn Ömer’den (ra), Efendimiz’in şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Allah ümmetimin işini dalâlet üzerine asla toplamaz. Siz büyük çoğunluğa uyun. Allah’ın (yardım ve inayet) eli cemaatle beraberdir. Kim cemaatten ayrılırsa, cehenneme ayrılır.” Halk dilinde de söylenir ‘eli üzerinde olmak’ deyimi. İlgilenmek, korumak, gözetmek, bazı işleri başkasının yerine üzerine almak gibi anlamlar içermektedir. Allah Teâlâ hak üzere olan cemaate böylesine yakınlık gösteriyor. Aynı zamanda hadiste geçen ‘el’ kelimesi de hak üzere olan cemaatin yaptığı işlerin, doğrudan Cenâbı Hakk’ın katından olduğunu, öylesine değerli olduğunu göstermektedir.

Büyüklerimiz buyurmuşlardır ki; “İki kişi Allah için bir araya gelirse, üçüncüleri Allah’tır.” Buradan da anlaşıldığı gibi cemaat olmaya, bir olmaya teşvik edilmekteyiz. Devlet nasıl ki ar-ge projeleri için KOSGEB gibi birimler kurup, girişimcilere ticarî, sanayi, ziraî ve teknolojik anlamda destek oluyorsa, lâ teşbih, Cenâbı Hak bizzat kendi cemaate ortak oluyor ve cemaati destekliyor. “Siz iki olun, üçüncüsü Allah’tır. Yeter ki siz Allah için birleşin.” demişler. Bu bizim için ne de büyük bir müjdedir. Nasıl ki ashab Bedir’de meleklerle aynı safta cihâd etti ise, bu dünyada cenneti gördüler ise Cenâbı Hakk’ın da bizi böyle büyük bir nimet ile şereflendireceği buyruluyor.

Evet, elimizde çok muazzam bir değer var; elhamdülillah bir cemaat mensubuyuz. Ama cemaate olan intisablığımızın kıymeti çok ve hassasiyeti bir o kadar ağır. Cemaatin birliği ve devamlılığı, iyi bir şekilde işleyişi çok hassas dengeler üzerine kurulmuş durumdadır. Çok dikkat etmeliyiz. Çünkü büyüklerimizin verdiği müjdede “Üçüncüleri Allah’tır.” buyruluyor. Ortada Cenâbı Hakk’ın bir ortaklığı var. Kendimizi ilgilendiren bir işte bile ne kadar hassas davranıyoruz. Amandır bir hata çıkmasın, bir eksiklik olmasın, bana zararı dokunur sonra. Ya Cenâbı Hakk’ın işi. Bizim işimizle karşılaştırılabilir mi? Bu yüzden cemaat bütünlüğünün idamesi ve işleyişinin sürekliliği, aramızdaki uhuvvetin tesisi pek mühimdir.

Bizans imparatoru, Hz. Ömer’e bir elçi göndermiş, elçi çölleri aşarak Medine’ye kadar gelmiş ve ahaliye; ”Halifenin sarayı nerede?” diye sual etmiş. Ahali de; “O’nun sarayı yok, her ne kadar Mü’minlerin emiri ise de, O’nun yoksullar gibi sadece bir kulübesi var.” demişler. Bunu duyan elçi hayrete kapılmış ve Hz. Ömer’i aramaya başlamış. O sırada Emir’ul Mü’minîn’i bir gölgelikte uyurken görmüş ve “Nasıl olur da bir kavmin önderi böylesine tevazu sahibi olabilir, halkı içinde olabilir?” diye taaccüb etmiş. Bu kıssa bize çok tesir etmiştir. Hz. Ömer bir halife, bir devlet reisi olmasına rağmen cemaatin içine karışmış, onlardan bir fark ortaya koymaya çalışmamış. Ben halifeyim, Emir’ul Mü’minîn’im şöyle bir kendimi göstereyim, halk beni tanısın, bana tazim etsin yok. Sadelik var, kulluk var. Onlar kul bir peygamberin talebeleri.

Ama günümüzde pek çok cemaatin içinde kast sistemi şeklinde gruplaşmalar görmekteyiz. Bir üst görevdeki denilen kişi ile yeni gelmiş bir kişinin görüşmesi neredeyse imkânsız. Kendilerine özel gruplar, birleşmeler... Samimi niyet ile gelenlerin kalbini kırma; onları küstürme, bezdirme... Ve en acısı da bu konularda kendilerini haklı görme. Bir uhuvvet yok, birbirini çekememezlik hâkim. Ben daha iyiyim, ben daha iyi olayım, ben daha üst görevdeyim, ben daha öndeyim, ben daha önce geldim vs. gibi. Biz daha çok kitap okuduk, bizim ilmimiz daha çok diyen yahudi âlimlerine benziyorlar. Hâlbuki kulluğumuz ön planda olmalı. Her gün en az 21 defa namazlarda zikrediyoruz; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve resûlüh”. Hiç düşünmüyor muyuz ki Efendimiz’e salât ederken önce O’nun kul olduğunu söylüyoruz. O dahi (sav) bize kulluktan başka bir yol göstermemiş iken biz hemen vasıflanmak ve bu vasıflarla tanınmak istiyoruz. En yüce makam kulluk, en yüce makam insan olmak. Cenâbı Hak Kur’ân-ı Kerim’de ruhumdan nefhettim diye buyurduğu varlığı insan olarak tanımlamış. Devlet reisi dememiş; bölge abisi, sohbet hocası, prof, din âlimi vs. dememiş; sadece insan demiş. Bunu biliyoruz ama hala bize insan demesinler diye; hoca desinler diye, ne de iyi biliyor desinler diye inat edip duruyo-ruz. ‘Diye’lerin sonu gelmeden ömrümüz bitiyor. Hâlbuki arkamızdan deseler ki; “O güzel bir insandı.” Bizim için en büyük müjdedir ki insan olmaktan ötesi yok. Çocuğumuz doğarken araştırıyoruz ki ismi Kur’ân-ı Kerim’de geçen isimlerden olsun. İsmini koyuyoruz ama Kur’ân-ı Kerim’de geçmeyen ne kadar sıfat varsa onları almak için ömür bitiriyoruz. Zorla kendimizi mağdub etmek istiyoruz. Ne güzel buyurmuşlar; “Bedenimde azalarım, isimsiz kahramanlarım.” İsimsiz, isim yok! Ama biz hala beni tanısınlar, beni bilsinler, tazim etsinler vs. diyoruz. Rabbim böyle bir anlayıştan hepimizi korusun.

Buradan bir ağabeyimiz Bulgaristan’a gidiyor. Orada gezerken Müslümanların çoğunlukta olduğu bir kasabayı duyuyor ve uğramak istiyor. Gittiği zaman kasabada Türkiye’deki cemaatlerden birine mensub biri ile karşılaşıyorlar. Abimiz seviniyor bir memleketlisini gördüğüne ve konuşmaya başlıyorlar. O adam hemen diyor ki; “Siz buralara boşuna gelmezsiniz.” Şok edici bir laf. Hemen niyetini ortaya koyuyor. Çünkü kendisi orada türlü bahanelerle Müslümanlardan para araklamakta. Korkuyor ki gelip benim işime mani olurlar. Bir cemaat mensubu böyle diyor. Nerede bu adamın ümmet anlayışı, birlik anlayışı? Aklı sadece cebinde. Birlikte olmak istemiyorlar. ”Benim cemaatimden isen belki, başka cemaatten isen olmaz!” anlayışındalar. Demek ki bu kişiler kendi cemaatlerini din edinmişler, ümmeti önemsemiyorlar. İslâmî cemaatler ve İslâm coğrafyasındaki devletler arasında şu an zaten bir bütünlük yok. Böyle kimselerin yaptığı da ateşe benzinle gitmek. Adeta ümmet vücudunda kanser yapıyorlar. Tıbbi açıdan da kanseri basitçe tarif edersek; başlangıçta bir hücrenin diğer hücrelerden farklı fonksiyonlar göstermeye, farklı enzimler salgılamaya, farklı bir büyüme hızı kazanıp etrafa yayıldığı süreçtir. Eğer biz, Efendimiz gibi kulluğumuzu öne çıkarmayıp; Hz. Ömer gibi olmayıp, cemaate karışmayıp, bütünlüğü sağlamazsak; kendimizi farklı görüp, farklı davranırsak, biz iyiyiz-üstünüz onlar aşağıdalar anlayışına sahip olursak o adam gibi çıbanbaşı oluruz. Müntesibi bulunduğumuz Ümmeti Muhammed içinde veyahut bulunduğumuz cemaat içinde kanserleşiriz, kanser yaparız, farklı yerlere götürürüz bu kanseri. Şimdilerde IŞİD denilen bir beladır çıktı. Kendi manifestolarını yayınladılar. Okuduk, baştan sona ümmetin ayrılığı için yazılmış olduğunu gördük. Ümmet zaten bin bir parça, daha da bölünsün istiyorlar. Yıllardır bölük pörçük olan Orta Doğu’da yeni bir zalimlik organizasyonu başlattılar. Yapmak zor, yıkmak kolay. Yıllardır olan çabaları bir gecede bitirmeye çalışıyorlar. Cenâbı Hak acilen nöbetlerini bitirir inşaallah.

Hâlbuki Ümmeti Muhammed’den olan kardeşlerin, cemaat arkadaşların, ihvanların kazandıkça sen de kazanıyorsun. Bölünme çıkardıkça aslında kendi bindiğin dalı kesmiş oluyorsun. Vücudumuzdan örnek verecek olursak baktığımızda göz ile mide aynı bedende yerleşmiş. Gözümüz, insan güzelliğinin simgesi, letâfetin simgesi. Midede ise asitli, yakıcı, eritici bir su var. Şimdi göz diyebilir mi ki; “Ben letâfet simgesiyim, midenin suyu beni yakar, bana tehlike arz ediyor, bunla aynı bedende olamam.” Göz ne kadar ön planda olsa da mideye muhtaç. Çünkü midede öğütülen, sindirilen besinler ile vücudun beslenmesi oluyor. Mide olmasa göz de beslenemez. Her bir organ yaşamın sürekliliği için diğerine muhtaç. Bazılarına göz gibidir, bazıları mide. Göz olan ön plandayım diye mide gibi olanı saymamazlık yapamaz; ona muhtaç. Önemli olan verilen işi en güzel şekilde yapmak. Bana uzaya mı çık dediler uzaya çıkacağım, bakkala mı git dediler, bakkala gideceğim. Zâhiri önemi ikinci planda. Bizim Pişuvamız Hz. Mevlânâ Halid efendimiz sakalık ve dergâh abdesthanelerini temizlemek görevini samimi bir şekilde yaparak bu yolun pîri olmuşlardır.

Kardeşlikte bizim örneğimiz ashab, onları örnek almalıyız. Birbirimizi öyle sevmeliyiz, korumalıyız; birbirimizi öylesine tercih etmeliyiz. Sıkı bir rabıta içinde olmalıyız birbirimiz ile. Onlar ki Ensar efendilerimiz, Muhacir kardeşlerine hangi hanımları daha güzelse onu vermek istemişler. Savaşta her birinin susuzluktan mübarek dilleri damaklarına yapışmış durumda iken, suyu önce içme konusunda her biri diğer kardeşini kendisine tercih etmiş ve suyu içemeden şehîd olup, ahirete göçmüşler. Böylesine örnekler ashabın yaşamında sayısızdır. Îsâr’ı ashab gibi yaşamamız lazım, uhuvveti ashab gibi anlamamız lazım. Kardeşimi silersem, ihvanımı tanımazsam ben de olamam. Ben, kardeşim ile varım çünkü.

Öyle buyrulmuş idi ki; “İki kişi Allah için bir araya gelirse, üçüncüleri Allah’tır.” Ben sadece kendimi bilirsem başkasını bilmezsem Hak Teâlâ üçüncümüz olmaz. O (cc) bu birliğe inayet ediyor. Ben de bunu bozarsam en başta Cenâbı Hakk’ı incitmiş olurum ve bir değerim kalmaz. Cenâbı Hak muhafaza etsin.

Ama ashab yıldızlarına tutunursak, birliğimizi onlar gibi sağlarsak o zaman görelim bereketi, coşkuyu, neşveyi, füyuzatı. Abdurrahman Tâhî (ks) buyurmuşlardır ki; “Bu yüce tarikatın üzerine kurulduğu esas- lardan biri de kardeşlerinden istifade etme ümidi ile, onlarla sohbet etmektir. Bu yüzden kişinin kendisini boğularak ölmek üzere olan biri gibi görmesi yolumuzun usüllerindendir. Boğulmak üzere olan kişinin ince otlara bile tutunmaya çalışması gibi sûfîler de birbirine öyle tutunmalıdırlar.” Birbirimize böylesine muhtacız, birbirimize bakışımız böyle olmalı. Çünkü her bir insanda Cenâbı Hak’tan bir parça var; her birinde muazzam bir değer var. Madem böyle olduğunu biliyorum, elbette sıkı sıkıya yapışacağım. Çünkü o nur beni kurtuluşa erdirebilir. Eğer o nuru söndürmek istersem veya o nuru kendimden uzakta tutmaya çalışırsam, ben kendim karanlıkta kalırım.

Bu kardeşliği en başta Cenâbı Hak için istemeli-yiz. Çünkü bu dava O’nun davası. Bize olan iştiyakı ortada Cenâbı Hakk’ın. Bu sebeptendir ki O’na ulaşmak için bir olmalıyız. “İlâhî ente maksudî ve ridake matlubî” sırrı mucibince talebimiz O olmalı, çünkü bizi en başta O bizi talep etmiş. Beraber gelmemizi istiyorlar. Bu veçhile tüm peygamberlerin ümmeti olmuş, evliyaullah hazeratının cemaatleri olmuş. Kendileri hiç kimse ile uğraşmayıp yine de Hakk’a vâsıl olabilirlerdi ama murâd beraber gelmek, beraber olmak. Bizim yolumuz dahi ‘Bir olmuş ikiden’ gelmektedir. Bir olalım, biz beraber varız.

Rabbim bizi bu ulu yoldan ayırmasın. Büyüklerin meclislerinden, sohbetlerinden, hizmetlerinden dûr etmesin. Tüm varlığımızla onlara teslim olabilmeyi; bu uğurda, bu yolda can verebilmeyi nasip etsin.

“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, ‘Rabbiniz’e inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamberi, Kur’ân’ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” (Âl-i İmrân; 193)
Âmin.

 

Yazar: Taha TAVACI

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort