JoomlaLock.com All4Share.net

İLİM - HAYAT İRTİBATI BAĞLAMINDA KELÂM ve TASAVVUF İLİŞKİSİ

Murat Han

İlim - Hayat İrtibatı Bağlamında Kelâm ve Tasavvuf İlişkisi - Murat Han ATAY

Sayı : 106 - Ekim 2016

 

İlim - Hayat İrtibatı Bağlamında Kelâm ve Tasavvuf İlişkisi

 

İman... Yaşadığımız şehadet aleminde eşya ve hadiseyi anlamlı kılan ve insan ile ilişkisinde yegâne yer tayin edici mefhumları gözle görülür bir halde yaşam alanına icra eden, her eşyanın bir remz olduğu arz üzerinde insanın tek kurtuluşu.

Misaller ve sembollerin bu beş duyu ile idrak edilen alemde vücud bulmuş hali olan nesneleri insan ancak ve ancak inancının kendinde oluşturduğu yakîn bir bilgi vasıtası ile ne ifade ettiğini ve neye delalet ettiğine şâhid olabiliyor. İnsanın alem ile ilişkisinin, insana yer ve pozisyon tayin ettirmesi ve durması ve olması gereken yeri bildirmesi ile de “hikmet” açığa çıkıyor.

İşte insanın alem ve Cenabı Hakk ile ilişkisini, kendi varoluş gayesini izhar eden “itikad” insanın İslam olduğu andan son nefesine kadar muhafaza ve müşahede etmesi gereken yegane emaneti. İşte, muhafaza ve müşahede edilmesiyle “itikad” Kelâmın gayesi, Tasavvufun konusu olmuştur.

İslam itikadının ana ilkelerini, iman esaslarının naklî ve aklî meselelerini, İslam’ın geniş bir coğrafyaya yayılması ve kültürlerle tanışmasıyla çeşitli inanç, fikir ve hurafelerin selef-i salihin akidesine zarar vermemesi; temiz, saf itikadın bozulmaması gayesiyle tedvin edilerek bir ilim haline gelen “Kelâm” gayesi itibariyle müslümanlar için ziyadesiyle önem teşkil eden bir ilim haline gelmiştir.

İnsanın bu kesret aleminde nasıl tevhide ulaşacağını, gayretini ve himmetini nasıl tek noktaya teksif edeceğini insana gösteren ilm-i kelâm ve husulü olan akâid diğer İslam ilimlerine nazaran cüz’i değil külli meselelerle ilgilenerek hayata dair bütüncül bir okuma yapmamızda bize ziyadesiyle yardımcı olur. Çünkü kelâmın konusu bütünü ile varlıktır. Tüm İslam ilimlerinin temelini teşkil eden kelâm ilmi neticesiyle akaid İslam dairesinde bir hayat ve rıza doğrultusunda emin adımlar ile yürümek isteyen bir müslüman için ilk uğraması gereken durak. 

Kelâmcıların teoride hududunu belirlediği ve neticelendirdiği İslam Akaidi’nin meselelerini hayata taşıyarak, eşya ve hadiselerde seyreden, ilim usulünün tabiri caiz ise donuklaştırdığı, soğuklaştırdığı ilah tasavvurunu yaşam alanına davet eden ve yaşam ile iç içe olarak insan ve alem ile olan ilişkisini, tasarrufunu ve tecellisini bu günlük hayatın içinde temaşa eden sûfîler olmuştur.

Kelâmcılar sıfat ve isimlerin genel çerçevesini belirleyip ve teorisini ortaya koyduktan sonra sûfîler bu temel üzerine sıfat ve isimlerin insan ve alem ilişkisi üzerinde durarak meseleye canlılık kazandırmışlardır. İtikad ettiğimiz, İslam dairesi içerisine girerken şâhitlik ettiğimiz “La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah” ifadesini bize yaşayarak şerh ettiren; itikadı kalem, niyet ve hayatı ise bir mürekkep gibi kullanarak bu kelime-i tayyibeyi yaşamın içerisine ince ince, bir sanatkâr edâsıyla nakş eden ve böylece şahidliklerini hayatlarıyla tasdik edenler yine sûfîler olmuştur.

Cenabı Hakk’ın hakiki ilah olduğunu, ilahın ne demek olduğunu, tasarruf ve tecellilerinin nasıl, nerde olduğunu, farkında olmadan ne tür ilahlar kesb ettiğimizi ve bu ilahların nazargah-ı ilahî olan gönlümüzü en baş köşelerine nasıl koyduğumuzu ve bu putları yıkacak olanın ise yalnız ve yalnız Efendimiz’in (sav) bize anlattığı, tanıttığı ve bildirdiği ve kesintisiz ilişkide olduğu bir ilah olduğunu, bu kainat dergahında tevhid eğitimini yalnız Rasul-i Kibriyâ’dan (as) talim edeceğimizi biz yine sûfîlerin hayatlarında görüyoruz.

Anlatılagelir ki Cenabı Hakk’ın Hayy sıfatı mı daha öncedir yoksa İlm sıfatı mı diye yöneltilen bir soru üzerine: “Hayy sıfatı, çünkü ilim hayattan neşet eder.” diye cevap verilmiştir. İşte asl olanın yaşam olduğu, ilim buna mutabık ve hayatın ilmi müteemmil olduğunu insan inancı, itikadı ekseninde hayatını şekillendirdiğinde idrak edebiliyor. Hâce Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: 

“İnsan ilk kelime-i şehadet getirdiğinde, gerçekten şahit olduğu için değil, bunu Rabbine karşı bir hüsn-ü zann ve temiz niyeti ile dile getirir ve böylece İslam olur. Bu şehadetinden sonra hayatını bu hüsn-ü zannı ile nefsini ve kainatı müşahede ederek yaşantısıyla bu sözüne şahitlik etmiş olur. Hayatını bu söze şehadetine delil olarak yaşadıktan sonra son nefesinde bu şehadetini tekrarlayarak: ‘Ya Rabbi ben senin gerçekten tek bir ilah olduğuna ve senin gücünde, kuvvetinde, kudretinde ve senin kadar muhabbet edilecek hiçbir şey olmadığına; bizlere bu kâinat dergahında muallim olarak lütfettiğin Risâletpenâh Efendimiz’in (as) tebliğiyle, eğitimiyle şahidlik ediyorum!’ diyerek hüsn-ü hatime ile ruhunu teslim eder.” Cenabı Hakk hepimize böyle bir şehadet hüsn-ü hatime nasip etsin inşaallah. 

Bu vechede Cenabı Hakk’ın İlim sıfatının tecellisini kelâmcılar üzerinde görürken, Hayy sıfatının tecellisini ise ilmin hikmet ile izhar olması hasebiyle sûfîlerde görüyoruz. Teorik meseleler ile kelâmcılar ilgilenirken, bu teorinin hayat sahasında icra edilmesini ve pratiğe nasıl döküleceğini de yine biz sûfîlerden öğreniyoruz. Kelâmcılar kemmiyet ile sufiler keyfiyet ile iştigal etmişlerdir ve su ile toprağın birbirini beslemesi gibi ulemâ ile urefâ İslam medeniyet ve kültürünün havzasını genişletmişlerdir. Her toprakta, her gönülde farklı mahsüller veren ve bu çeşitlilik içerisinde dahi tevhîdi haykıran bu kadîm gelenek hayata her lahza derc olan bir nurdan başka ne olabilir.

Sağlam bir akaid üzerine bina edilen tasavvufî anlayış insana tüm mahlukatın zikrini duyurabilecek hassasiyet ve zerafete ulaştırabilir. Hikmet ise ancak böyle bir ilişkinin neticesinde açığa çıkabilir. İlimi toprak irfanı ise su olarak teşbih edersek mahsul elbette ki hikmet olacaktır. Bugün kadîm felsefe ve kültürler ile mezc edilmeye çalışılan ve İslam dairesinin dışında eklektik, yamanmış bir anlayış olarak anlatılmaya çalışılan tasavvuf ancak sağlam bir akaid bilinci ile anlaşılır hale gelebilir.

Günümüzde sürekli ön plana çıkarılmaya çalışılan mistisizm ve gnostizm (batınîlik) anlayışı ile tasavvuf kıyaslanmaya ve pasifize hale getirilmeye çalışılıyor. Tabi bunda bugünkü cemaatlerin donuklaşmış ve artık süt veren kaynakları kurumuş olan geleneklerini bir ritüel olarak devam ettirmesi de yadsınamaz bir etken. Tasavvuf bu gibi yaftalamalardan ilk etapta sağlam İslam Akâidi üzerine inşa ile kurtulabilir. Meselelerimizin teorik ve nazarî planda izahlarını bilmezsek hayatın içerisinde eğriyi doğrudan ayırt etmemiz zorlaşacaktır.

Büyüklerin sürekli sağlam bir akide sahibi olmamız ve akaide dair meseleleri iyi bilmemizi tavsiye buyurmaları her yerde kol gezen fâsid fikirlerin bizim omurgamızı sarsmaması içindir. İmanî hayatımızın ana omurgasını teşkil eden akaidimiz zarar görecek olursa binamız tümüyle yıkılabilir.

Hüccetü’l-İslam İmam Gazzalî (ra) Hazretleri’nin yaptığı gibi eserinin ismine “İhyâ-u Ulûmid-din” diyerek, bir eser ismi olmaktan ziyade kendisinden sonraki 1000 yılı şekillendiren ve beşerî ve nebevî tüm ilimlere diriltici bir soluk üfleyen müthiş bir projeyi bugün ancak kâmil bir mürşidin nazarı ile gönüllerimizde yeşertebiliriz.

İlimle aşırı iştigalin yegâne müsebbib ve faili unutturması ile maksadından sapması ve tüm meselelerin katı bir nedensellik ilkesiyle birbirine kalın zincirler ile bağlandığı bir dönemde Gazzalî bu zincirleri kırarak: “Ateş emir kuludur, yegâne fail Allah’tır!” diyerek tüm meseleleri Hayy olan Cenabı Hakk’ın sanatını ve tecellilerini müşahede üzerine bina ederek himmetiyle gönülleri yeniden canlandırmıştı.

Gazzalî’nin bu çalışması İman-İslam-İhsan üçlüsünü sağlam bir şekilde perçinlemekti. Esasen kelâmcı ve büyük bir fakih olan Gazzalî “ihsan”ı merkeze alarak tüm teorik ve pratik ilimleri yeniden inşa ve usulünü tedvin ederek etkileri bugün hala süren ve İslam düşünce geleneğinde hala aşılamamış biri olarak etkisini sürdürmektedir.

İlmi, ilmin eşya ile irtibatı olan irfanı ve bu irtibatın insan ile ilişkisi olan hikmeti yeniden an be an hayatımızda ve yaşantımızda müşahede etmeliyiz. Efendimiz’in (sav) tarif buyurdukları din tarifinde “İman-İslam-İhsan” üçlüsünü bir bütün olarak görerek meselelerimizi kâmil bir mürşidin gözünün ve gönlünün dizinin dibinde yeniden gözden geçirmeliyiz.

Gazzalî’nin İslam ilimlerine yaptığı gibi bizim de İslamî yaşantımıza “rıza” merkezli diriltici bir soluk getirmemizin yegâne yolu kâmil bir mürşidin kudsî nefesiyle Cenabı Hakk’ın Hayy sıfatının tecellisini iliklerimize kadar hissetmektir. Bugün bizim için ‘ihya projesi’ cevami’ül-kelîm olan insan-ı kâmilin Hakk’ın tüm tecellilerine mahal olan gönüllerine girmeye çalışarak yeniden doğma ile gerçekleşecek.

Gazzalî’nin İslam düşüncesinde zahirî planda yaptığı bu tecdid ve ihya hareketini insan-ı kâmiller gönüllerde, zihinlerde ve fikirlerde yapmışlardır. Eğer görmek, duymak, hissetmek ve müşahede etmek istiyorsak önce hayat bulmalıyız asıl görenin, asıl akledenin göz değil gönüller olduğunun idrakine varmalıyız. Gönüllerin sultanı olan evliyaullah ise bunu bize idrak ettirecek ve an be an yaşatacak olan tabiblerdir.

Unutmamalıyız ki diriliş ancak ve ancak “insan” ile olacaktır.

 

Yazar: Murat Han ATAY

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort