JoomlaLock.com All4Share.net

VUSULSÜZLÜK USULSÜZLÜKTENDİR

Gün geçtikçe Ramazan ayı ile bütünleşen, İslâm ümmetinin her geçen gün rağbetinin arttığı, tamamlanması ayeti kerime ve hadisi şeriflerce de emir buyrulan/tavsiye edilen “umre ibadeti”nin hükmünü, nasıl bir haleti ruhiye ile bu ibadetin ifa edilmesi gerektiğini ve ekser ibadetlerimizin maruz kaldığı tahrif, içinin boşaltılma, özünün kaybedilme ameliyesine dair şahid olunan vakıaları aktarmak bu ayki dergimizin ve makalemizin konusudur.

Rabbim bizleri yaşamadan söyleyenlerden kılmasın ve anlatılan hakikatleri hayata aksettirmede tevfik lütfeylesin…

Umre’nin Hükmü
Ömürde bir defa umre yapmak Hanefî ve Malikî mezheplerinde müekked sünnet, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise farz sayılmıştır. Hadis kitaplarından gelen rivayetlere göre ise Peygamberi Efendimiz (sav) dört defa umre yapmıştır. Bunlar: Hicretin altıncı yılında Beytu’l-Haram’ı ziyaret maksadıyla yaptığı Hudeybiye umresi, ertesi yıl yapılan kaza umresi, Mekke ile Taif arasında bulunan ve Mekke’ye üç gece uzaklıktaki Huneyn vadisindeki Curana mevkiinden sekizinci yılda yapılan umre ve dokuzuncu yılda Veda haccı ile birlikte yapılan umrelerdir. (İslâm Fıkhı, Prof. Dr. Zuhaylî, 3/462)

Resûlullah Efendimiz (sav) özellikle Ramazan umresini teşvik etmişler ve “Ramazan’da yapılan bir umre Benimle yapılan ve kabul olunan bir hac gibidir.” buyurmuşlardır.

Yine Efendimiz (sav) “Umre, kendisi ile öbür umre arasındaki işlenmiş küçük günahlara kefarettir.” buyurmuşlardır.

Umre İbadetinin Hedefleri
Hâce Hazretleri (ksa) umre ziyaretinin bir turistik gezi olmadığını, herhangi bir yere tatile gidilmediğini, buyururlar. Umre ibadetine niyet eden kişinin iki hedefi olması gerektiğini ve kulun bu hedeflerin en az birinde muvaffak olmayı Cenâbı Hak’tan istemesini tavsiye buyururlar. Bu hedeflerin birincisi hicrettir. Hedefimiz her türlü faniden Allah’a ve Resûlü’ne hicret etme niyetiyle umre yapmaktır. İkincisi ise Allah Resûlü’nün: “Ölmeden evvel ölünüz!” buyruğu üzere adeta nefsaniyetimizi, bütün süfliyatımızı öldürmek üzere umreye niyet etmektir, buyururlar.

Hâce Hazretleri (ksa) bu hedeflerin ancak şartlarına uygun olarak vazifelerin yerine getirilmesi ile tahakkuk edebileceğini; Umre ziyaretinin kastının kendi iç âlemimizi, ruhi yapımızı imar etmek, tadil ve tamir etmek olduğunu; nefsimizin harap hale getirdiği gönlümüzü; virane, bîmar olan kalp ve ruhumuzu Kâbe-i Muazzama’da Allah’ın nurlarıyla, Ravza-i Mutahhara’da Resûlullah’ın (asv) nazarlarıyla imar etmemiz gerektiğini buyururlar.

Umre’de Şahit Olunan Manzaralar
Bizler de bu hedeflere nail olabilmek amacıyla Ramazan ayında umre yapmak üzere mukaddes beldelere gittik. Cenâbı Hak bütün ümmeti Muhammed’in umrelerini mebrur, saylerini meşkûr, amellerini makbul eylesin.

Küçüklüğümüzün en revaçta ilahilerinden birisi,

Canım Kâbem varsam sana
Yüzüm gözüm sürsem sana…
ilahisiydi.

Kâbe’nin özlemi ile söylenen bu gibi ilahiler geçmiş dönemlerde yaşayan insanların kısıtlı imkânlar dolayısıyla gitme şanslarının çok az olduğu mukaddes beldelere duydukları hasretin ne denli büyük olduğunu bize anlatmaya vesile olabiliyor. Günümüzde ise her ne kadar yirmi dört saat Kâbe’den ve Ravza’dan canlı yayın yapan kanallar olsa da bu beldelerin özlemi, sevgisi, o mekânların manevi atmosferi, TV ekranlarına sığmayacak kadar büyüktür.

Fakat bir hakikatin ender oluşu, çabuk erişilebilir olmayışı onun kıymetini bilmede daha çok özen gösterilmesine sebep olabiliyor. Aynı şekilde kolay ulaşılabilir olması hakikatinin gerektirdiği ölçülere göre muamele edilmemesine yol açıyor. Bizlerin bu yılki umreden en çok aklımızda kalan husus da işte burasıydı. Her yıl artan bir taleple umreye gidilmesine rağmen her sene tabir caizse kalitenin biraz daha düştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Tabi ki amacımız insanların maksatlarını okumak veya yargılamak değil. Ancak şahit olunan manzaralar her duyarlı mü’mini rahatsız ettiği gibi bizleri de rahatsız ediyor ve maksadın Umre İbadetinden ziyade turistik bir geziye dönüştüğü konusunda bizi düşündürüyor.

Hâce Hazretleri (ksa) bu durumu: “Somut İslâm’dan soyut İslâm’a geçiş.” şeklinde yorumladılar. Allah için evini barkını, çoluk çocuğunu, memleketini bırakıp, parasını harcayarak umreye gelen kişilerin hayatlarında Allah yok, din yok, şeriat yok, Allah’ın hudutları yok… Ölçüsüzlük her konuda İslâm ümmetinin yakasını sarmış durumda. Bu hudut tanımazlığa örnek olması açısından birkaç hadise aktarmak gerekirse mesela Müslümanların hayatlarında artık haremlik–selamlık diye bir mesele kalmamış. Herkes birbiriyle bacı kardaş olmuş. Kim kimin mahremi, bir bayanın veya erkeğin kimlerle görüşebileceğini İslâm belirlemiyor artık Müslümanların yaşantısında. İnanır mısınız kaldığımız otelin yemekhanesinde bayan–erkek ayrı ayrı otursun, yemek yesin; birden fazla asansör var, asansörlere ve otel ile Kâbe arasında yolcu taşıyan servislere kadın erkek ayrı ayrı binsin tekliflerimize ilk önce Diyanet’in “Din görevlileri” karşı çıktı. Müslümanların, istisnalar kaideyi bozmaz, bu “Din görevlilerinin” elinden ciddi sıkıntılar çektiğini görüyoruz. Çünkü genelinin Hac ve Umre ile ilgili bilgileri çok yetersiz. Öyle olmuş ki hiçbir hata kurban cezası gerektirmiyor artık. “Din Görevlileri” hepsini halletmiş maşaallah. Cenâbı Hak ümmeti Muhammedi cehaletten ve bu cahillerin elinden kurtarsın…

Allahu Teâlâ’dan niyazımız mukaddes beldeleri bir an evvel Suud kabilesinin -özellikle devlet kelimesini kullanmıyoruz- ve Vehhabi zihniyetinin elinden kurtarmasıdır. Cahiliye devrinde bile ziyaret maksadıyla Kâbe’ye gelen kişilere hizmet bir şeref addedilmişken bu insanların Müslümanlara eziyetten başka yaptıkları pek de bir şey yok. Tek hizmetleri devasa binalar yapmak. Mesela bu binaların altında dilenen kolsuz, bacaksız, aç susuz çocuklara yönelik hiçbir şey yapılmıyor.

Osmanlı İmparatorluğu çöküş döneminde olmasına rağmen, ekonomik açıdan en zor zamanında bile hüccacın ziyaretinin rahat ve ulaşımının daha hızlı olması için İstanbul’dan Medine’ye tren hattı döşerken; bu kadar maddi kaynak, imkân ve teknolojinin mevcut olduğu bir zamanda Suud kabilesi, insanların Harem’e ulaşımını kolaylaştırmak adına hiçbir şey yapmamış. Kendi saltanatını devam ettirebilmek için halkın ağzına da bid’at, haram ve şirk kelimelerini dolamış.

İsmet Özel’in fikirlerinin ve yaşantısının İslâmi çerçeveye yöneldiği yıllarda genç Müslümanlardan bir grup hem tebrik etmek hem de fikir teatisinde bulunmak üzere kendisini ziyaret ederler. İsmet Özel yüksek katlı bir apartman dairesinde oturmaktadır. Sohbet muhabbetten sonra yemek faslına geçilirken İsmet Özel yemek masasına yiyecek bir şeyler hazırlamaya başlar. Gençlerden birisi, “Üstad, yerde yemek sünnet değil mi? Masada yemek bid’attir.” der. İsmet Özel’in cevabı çok manidardır: “9. katta mı?”

Bid’at meselesine de yine onların penceresinden/yorumlamasından baktığımızda ülke olarak boğazlarına kadar bid’ate batmış bir halde olmalarına rağmen hâlâ Müslümanların elindeki tesbihe, boynundaki cevşene bakıyor, muhabbet etmek istediklerinde hemen tesbihin fıkhî hükmünü soruyorlar. Bu halleri bize TC’nin kuruluş yıllarında Müslüman, âlim mebuslara dikkatlerini dağıtmak, İslâm’a muhalif kanunları Meclis’ten kolaylıkla geçirebilmek için sorulan “Sinek pisliği necis mi?” sorusunu hatırımıza getiriyor. Rabbim cümlemizi bu gibi şuursuzluklardan uzak eylesin…

Umre ziyaretinin bir başka maksadı da dünya Müslümanlarının birbirleriyle tanışması, kaynaşması, yaşadıkları bölgede İslâmî hayatın geldiği seviyeyi, Müslümanların hallerini birbirlerine aktarmasıdır. Ne yazık ki bizler görüştüğümüz, takip ettiğimiz kadarıyla genel mânâda ümmetin bilinçsizliğine, ölçüsüzlüğüne şahit olduk bu sene. İnsanlar o hale gelmişler ki Kâbe’nin duvarına sürülen bir takkeye verilen değer bir âlime verilmiyor. Bu konuda biz Hz. Ömer efendimizin Hacerü’l-Esved’e bakışı gibi düşünüyoruz. Ömer efendimiz Haceru’l-Esved’i istilam ederken: “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Resûlullah’ı (sav) seni öperken görmeseydim, asla öpmezdim.” buyurmuştur.

Bizler Kâbe’ye Allah’ın beyti, Müslümanların kıblesi, cem olmalarına vesile olan mekân vs… olduğu için; o mukaddes yerlere Efendimiz’in de (sav) dokunduğu, öptüğü, selamladığı için, bizler de o izleri arayalım diye dokunuruz, öperiz, selamlarız. Ancak İslâm’da ehem mühim sıralaması vardır. Binlerce Kâbe örtüsünü bize dinimizden bir harf öğretecek, Rabbimizi tanıtacak, Efendimiz’i sevdirecek bir âlimin tek bir kelamına değişmemeliyiz.

Bu konuda İslâm âlimlerine çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Ümmetin âlimleri hacca veya umreye gidecek kişilere karşılaştıkları âlimlerden dinlerini öğrenmek, suallerinin cevaplarını almak, onların hayır dualarını talep etmek üzere tavsiye vermelidirler. Çünkü bizim “Din görevlilerimiz” kendi eksiklikleri ortaya çıkacak diye kafilelerindeki kişileri hiç kimse ile görüştürmeme hususunda çok başarılılar…

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Muhabbetin Kaynağıdır
Yukarıda da geçtiği gibi Müslümanların hayatında ölçü kalmamış. Meselelere kendi arzu ve isteklerine göre değer biçer olmuşlar. Bir beyitte şair

Muhabbetten oldu ol Muhammed hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl… der.

Mayası sevgi ile yoğrulan, aşkla yaratılan, Allah’ın habibi/sevgilisi, kâinatta en çok sevilen ve sevginin, muhabbetin kaynağı olan Efendimiz (sav) olmadan muhabbetten bahsedilmesi mümkün değildir. Âlemde hubbun kaynağı O’dur. İnsan vücudu da küçük bir âlemdir. Nasıl ki kâinatta Efendimiz olmadan muhabbet olmuyorsa bir insanın içinde de Efendimiz’e şedit bir muhabbet, O’na karşı sonsuz bir muhtaciyet, minnet, vefa… duyguları yoksa o insanın muhabbetten dem vurması; aşktan, sevgiden bahsetmesi, gözyaşı dökmesi mümkün değildir. Eğer böyle bir durum varsa bu halis değildir aksine riyadır, insanları kandırmaktır. Bu sözlerle şu noktaya gelmek istiyorum: Her akşam vitr namazlarında, özellikle de Kadir Gecesi’nde kendisi ağlayan ve cemaati de kendisiyle birlikte hıçkırıklara boğan imam efendiler hemen namazın bitiminde “Muhabbetin Kaynağı” olan Efendimiz hakkında bu sayfalarda tekraren dahi olsa yazmaya imanımızın müsaade etmediği sözleri çok rahatlıkla söyleyebiliyor. Bizler ise o imam efendiyi safça, şuursuzca, çıkarabildiğimiz en yüksek makamlara çıkarıyoruz. İşte bu da bizim ölçümüzü kaybettiğimizin bir başka göstergesidir. O kişiyi değerlendirme kıstasımız namazda ağlaması ve bizleri ağlatması. Hâlbuki Müslüman eşya ve hadiseyi imanıyla, Kur’ân, Sünnet ışığında ve sahih ilimle değerlendirmelidir, duygu ve hisleriyle değil… Aksi takdirde bizler de Efendimiz’i incitmiş oluruz Allah korusun. Hâce Hazretleri (ksa) sürekli buyururlar: “İslâm’da cehalet/bilmemek mazeret değildir.” Biz bilmiyorduk, hata ettik, demek bizi kurtarmayabilir.

Zaten bu incinmişliğin neticesi olsa gerek ki yüz binlerce Müslümanın hep bir ağızdan, gözyaşlarıyla “Âmin” dediği Suriye, Filistin, Burma ve zulüm altındaki diğer İslâm beldeleri için yapılan dualara Cenâbı Hak’tan istenilen ve beklenilen mânâda bir karşılık gelmiyor.

Müslümanlar artık İslâm’ı yaşama hususunda kendilerine öğretilen, anlatılan, tavsiye edilen usullerin sıhhati konusunu daha çok dikkat-i nazara vermeli, başlarındaki kişilerin İslâm şeriatine muhalif görünen şüpheli uygulamalarına karşı daha sorgulayıcı olmaları gerekir. Çünkü büyüklerimiz “Vusulsüzlük usulsüzlüktendir.” buyurmuşlardır.

Cenâbı Hak cümlemizi bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bütün günah ve gafletimizden pişman olup kendisine dönenlerden kılsın…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort