Her sırrımıza vakıf olan, isyanımıza ve nisyanımıza rağmen bize yâr olan, kendisini terk ettiğimizde dahi bizi terk etmeyen Mevla’mıza (celle celaluhu) hamd olsun. Selâtu selâm kendisine tabi olmakla, yolunda, izinde gitmekle ve ümmeti olmakla şereflendiğimiz Efendimiz’e, (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer Peygamber Efendilerimiz’e, Ehl-i Beyti’ne, Ashabı’na ve Etbaına olsun.
Hazreti Âdem’den (aleyhisselam) Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar geçen süre içerisinde yaratılış gayesini anlamaya ve bulmaya çalışan insanlık, kendisine gönderilen hakikat rehberleri ile bu kasta yakınlaşmışlar, onlardan yüz çevirip onları terk ettiklerinde ise bundan uzak kalıp mahrum olmuşlardır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şahsıyla bu değişkenlik insanlık lehine ebediyen bozulmuş ve hakikat her yönü ile izhar olup, gizli hazine ifşa olunarak hiç kapanmayacak kapılar açılmıştır.
İnsanlık; gönlü Allah ve Resûlü’nün aşkı, muhabbeti ile dolu olup kendinden geçen o hakikat güneşlerine ram olan; sıddıkların, sadıkların, salihlerin ve kâmillerin meclislerinde bulunarak, onların sohbetleri ile şereflenerek, Rablerini tanıma fırsatına erişmiştir. İşte bu tanımaya ilim denir ki; bu da Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) buyurduğu gibi iki yolla elde edilir:
Birincisi; zamanın durumuna, imkânlarına göre medreselerde veya benzeri yerlerde okuyarak, bir âlimin tedrisatında bulunarak elde edilir. Bunun için Allah’ın (celle celaluhu) inayetinin yanında yeterli zaman, mekân, zekâ ve azmin yanında büyük meşakkat ve sabır gerektirir. Bugün bu şartların kısıtlılığı veya eksikliği insanları bu ilimden mahrum bırakmaktadır. Hâlbuki çağlar ötesinden beri süregelen bir diğer yol olan ikincisi insanlığın tamamına hitap edip onları kuşatarak bu imkânı her asırda insanlığa sunmaya devam etmektedir. Bu yol ilmin, aşkın, sevginin sadırdan sadıra aktarıldığı ashabın yoludur. Bu yol ilk insan olan hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelecek tüm Âdemler için insan fıtratına en uygun ve elverişli olan sohbet yoludur. Bu yolda nice Peygamberler risaletlerini alarak irsalâta başlamışlardır. Ümmetin önderleri, örnekleri hep bu yolla yetişmişlerdir. Peygamberlerden miras kalan bu yolu, ilmi, ilk çıkış membaındaki gibi taze ve berrak akıtan mürşidi kâmiller bu yolu kıyamete kadar açık tutmanın hizmetini üstlenmektedirler.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); insanın yaratılış gayesini muhabbetullah ve marifetullah olarak açıklar. Muhabbetullah ve marifetullah Peygamberler’in yolu olup bu yoldan gitmek ve onların izini takip etmek isteyenler; her hususta onlara tabi olmak, harfiyen onlara ve getirdiklerine mutlak itaat etmekle mükelleftir. Aksi takdirde kendi yollarını kendileri belirleyenler ile menfaatleri doğrultusun yaşayanlar kendi nefislerini ilah yapıp tapmakla sapkınlığa düşerler.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ikinci olarak tarif edilen metodu, İkinin İkincisi’nden gelen bir usul olarak açıklar. Bu usul hepimizin bildiği gibi, Sevr Mağarası’nda Hazreti Sıddık’ın (radıyallahu anh) o güne kadar yapmış olduğu arkadaşlığın, dostluğun, hizmetin ve fedakârlığın bir nişanı olarak kendisine öğretilmiştir. Bu satırdan satıra değil de sadırdan sadıra olan bir öğretidir. Bu ilim tahsili; Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) metodudur.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); insanlığa gönderilen tüm peygamberler içinde Hazreti İshak (aleyhisselam), Hazreti Şuayb (aleyhisselam) ve Hazreti Yakub (aleyhisselam) gibi mübarek gözleri görmeyen peygamberlerin geldiğini ve vazifelerini bunlar olmaksızın yerine getirdikleri halde işitme yeteneğinden mahrum olanların bulunmadığını açıklar. Bu açıklama dahi bize Peygamber Efendilerimiz’in bu ilimleri nasıl tahsil ettiklerine dair bir ayrıntıyı gösterir. Dinlemeyi bilen bir insan anlayabilir ve anladığını aktarabilir. Peygamberler insanların en zeki ve kabiliyetlileri, bedenen, ahlaken ve ruhen en paklarıdır. Anlayışta ve kavrayışta insanların ufuklarıdır.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); bu asrın hastalığını ‘dinlemeyi bilmemek’ olarak tarif eder. Bize emanet edilen Kur’an’ı ve Sünnet’i dinlemediğimiz gibi birbirimizi dinlemekten ve birbirimize saygı göstermekten de aciziz. Çok konuşmaktan işitemiyor ve işitemediğimiz için anlayamıyoruz. Kendimize ve çevremize baktığımızda gereksiz yere her kesimden herkes konuşmakta ama kimse söylenenleri işitmeye ve anlamaya çalışmamaktadır. Yaratılışımızda iki kulak ve bir ağzımızın oluşu da belki bize bunu işaret etmektedir. Sözün gümüş olduğu yerde sükûtun altın olduğunu anlayanın, yukarıda bahsi geçen muhabbetullah ve marifetullah yolunda kapalı kapıyı açmış ve bu yolda ciddi bir merhaleyi geçmiş olacağı büyüklerimiz tarafından bildirilmiştir. Hakikatte daha önce gelen insanı kâmillerin bugünlere söylenmedik bir şey bırakmadıkları kesinliktir. Onların söylediklerini anlamaya çalışmak ve tefekkür ederek kavrayışımızı artırmak yapılması gereken en hayırlı işlerdendir.
Hatırlanacağı üzere Cibril-i Emin (aleyhisselam) Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyi okuduğunda, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) unutmamak için ezberlemeye çalışmış, bunun üzerine Cenabı Mevla’mız (celle celaluhu) yalnızca dinlemesini emrederek ilimi kalbine ilka edeceğini ve öğreteceğini bildirmiştir.
Bizler susarsak, susmayı bilirsek, anlatılmak, iletilmek istenenleri kavramaya çalışırsak, ezberlemeye çalıştığımız şey hiç unutulmamak ve silinmemek üzere kalbimize yazılabilir. Allah’ı (celle celaluhu) tanıyanlar, O’nu bilenler, irfan denizine dalanlar hep dinlemişler, edep etmişlerdir. İlk öğrendikleri şey dinlemek olmuştur. Yaratılış fıtratı da öyle değil midir? Bebekler birkaç yıl ancak dinleyerek büyürler. Duymadığını ya da anlamadığını sandığımız o yavrular annelerinin seslerine aşina olup, ninnisini işittiğinde teskin olurlar. Dinlediklerini kendince yorumlar ve onları yapılan yönlendirmelere göre anlamlandırırlar. Kendisine dinlemenin yeterli olduğu ve artık konuşması gerektiği vahyedilince, o çocuk artık ezberindeki her şeyi ses kayıt cihazı misali aktarmaya ve ifadeye başlar.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Kelamı İlahi’yi ve Hutbei Peygamberi’yi gereği gibi dinleyenlerin, konuştuklarında latif, etkili söz söyleyeceği ve her söylediklerinin karşısındakinin kalbine, ruhuna ve diğer letaiflerine etki edeceğini bildirir. Ayrıca dinleyenin konumuna, anlayışına ve idrakine de uygun olacağına işaret eder.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Allah Teâlâ’nın (celle celaluhu) ashabı kiram efendilerimizin şahsında bütün inananlara seslenerek, Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda konuşurken edepli olunmasını, yüksek sesle, O’nun sesinden daha fazla bir tonla konuşulmamasını emretmiş olduğunu hatırlatır. O’nu dinlerken öyle bir açlıkla, öyle bir ihtiyaçla, arzuyla, özlemle dinlememizi belirtmiştir ki tarifi mümkün olmasın. Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlememenin cezası ise bizi rızaya, likaya, cennete götüreceğine inandığımız amellerimizin iptalidir. Bir ömür boyu yapılan amellerin, O hidayet rehberini dinlememekten, O’nun önüne geçmekten dolayı zayi edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir husus değil midir? O’nu dinlemeden, nasıl olur da O’nun adına insan bir şey söyler? Öyle ise bize vaaz edilen şeyleri bize verilmek istenildiği gibi anlayacağız. Anladığımızı da yaşamımıza aktaracağız. Neticesi ise bizde edep olarak gözükecek ve adeta insan ağacının hakikat meyvesi böylece kıvama gelerek olgunlaşmış olacak.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); her kim Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) uyduğunu, itaat ettiğini, O’nun vaaz ve nasihatlerine boyun eğdiğini iddia ederse, bunun teyidi için yaşamının Kur’an ve Sünnet’e ne kadar bağlı olduğuna bakmasının yeterli olacağını belirtir. Sorunlarının çözümünde kime gittiğine baksa görebilir. Evet; Müslüman şu an O’nu dinlediği nispette O’na uymakta ve yaşamaktadır. Hangi yasalar ya da kurallar bizim hayatımıza yön vermekte ve bizim yaşamımızı şekillendirmektedir? İstemeyerek de olsa uymak zorunda kaldığımız şeylerin dışında kendi rızamızla yapabileceğimiz, yaşayabileceğimiz ve yaşatabileceğimiz değerlerin hangisini yapmaktayız?
Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ve Hâcegân Yolu’nun esasını teşkil eden Muhammedî bir anlayış, yaşayış, inanış ve ahlaka kim nasıl engel olabilir ki? Olunmuş olsa idi bu yol bugünlere nasıl gelebilirdi ki? Bu kıtlık ve çorak dünya ikliminde sevgiden mahrum kalmış, Allah ve Resûlü’nün aşkından habersiz olan bizim gibi fakirlerin gönlünde yeşeren bu filizler nasıl oluşurdu ki? İnsanlığı varlığı ile karanlıklardan aydınlığa çıkaran Nebiler Nebisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) açmış olduğu bu yol, bıraktığı en büyük mirastır. Bu nübüvvet yolunda yetişen insanı kâmiller yine Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ifadesi ile “Nübüvvet ağacının meyveleridir.” Bu ağacın meyvelerinde ise asla çürük olduğu varid değildir. Necaşi gibi tarihte nice hükümdarlar gelmiştir ki Resûlleri dinleyerek güç ve saltanatlarına ihtişam katmışlar, adaleti yaymış, mutlu ve refah dolu bir toplum kurmuşlardır. Firavun ve Kisra gibi olanlar ise rezil ve rüsva olmuş sarayları başlarına yıkılmıştır. Selahaddin Eyyûbi gibi, Ertuğrul ve Osman Gazi, Fatih ve Yavuz gibi olan sultanlar saadetli olmalarını, isimlerinin ve kurdukları devletlerin halen sevgi ve muhabbetle anılmalarını hep bu ümmetin insanı kâmillerine borçludurlar.
Allah Teâlâ’nın (celle celaluhu) hitabının şüphesiz ki insandaki kulaktan önce tevhide, muhabbet, marifet ve anlayışa olduğu Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) tarafından belirtilmiştir. Efendimiz’in (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi bir günü bir sonraki güne eşit olanların kınandığı bir yerde; dinlemesini öğrenenlere başka yollarda bilimin ve onun adamlarının keşfedemediği, edemeyeceği nice yollar açılmıştır.
Bugüne kadar işlemiş olduğumuz gaflet ve edepsizliklerin neticesinde Rabbimiz bizi yaşatmaya devam ediyorsa bu O’nun (celle celaluhu) Habibi Kibriyası’na (sallallahu aleyhi ve sellem) olan aşkındandır. Bu bizim için bir lütuftur. Fakat unutulmaması gereken şey de aynı ilahın çok celalli oluşudur. Böyle olmasından bizi kim koruyabilir? Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) kurtuluş için tövbe etmeyi, Allah ve Resûlü’ne tâbi olmayı, itaat edip Allah’ın ipine sarılmayı tavsiye der. Resûli Kibriya’yı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun irsalâtını sürdürenlerin öğütlerini dinleyerek Allah’ın ipine sımsıkı sarılmayı emreder.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) sevgisini ve aşkını kaybeden insanlığa kendi tarihinde ancak ikinci kez nasip olabilecek ve yaşanabilecek bir lütfun fırsatını sunmaktadır. İnsanı sevgisizliğin ve muhabbetsizliğin getirdiği sığlıkla oluşan tefrikadan, Kâinatın Efendisi (aleyhisselatü vesselam) tarafından özlenen, melekler tarafından gıpta edilen fertler ve toplum haline getirmeyi Hâcei Kâinat Hazretleri’ne vermiş olduğu bir ahit olarak görür.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ümmetin günümüz ihtiyaçlarına meşru çözümler getiremeyen, onları ihlâs ve takva üzere Şeriat’e ve Sünneti Resûlullah’a irtibatla yamayan, insanlığın terakkisine ve anlayışına ayak uyduramayarak klasik metotlarla günümüz insanını irşat etmeye çalışan yollara da, rehberlere de geleneksel merasim ve törelerini terk ederek, meşru yenilikleri hayata aktarmayı bilmeyi, zahirde Hakk’ın emri ile batında Hakk’ın zatı ile birlikte olmanın yolunu öğrenmelerini, sonra da öğretmelerini tavsiye eder.
Rabbimiz bizleri ve ümmeti Muhammedi bütün varlığımız ile kendi mübarek hitabını, Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) gönlü şeriflerinde arayanlardan ve duyanlardan eylesin.
Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR