Nefsini Bilen Rabbini Bilir - Veysel Özsalman
Nefsini Bilen Rabbini Bilir
Men aref sırrına er, ko gafleti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Haşrü neşreyle tamuyu cenneti
Gayre bakma, sende iste, sende bul
Eğitim öğretimin daha verimli, kalıcı ve anlamlı olabilmesi için bazı umdeler vardır. Bunlardan bir tanesi de bilginin aktarılması esnasında malum olandan meçhule doğru hareket etmektir. Eldeki mevcut bilgiyi temele koyup ona dayanarak, yeni bilgilerin öğrenilmesini ifade eden bu prensip, dar manada maarifle alakalı gibi dursa da geniş manada insan hayatının maddi ve manevi bütün sahalarında geçerli bir kaidedir. İnsan bu yolla bilmek istediklerine daha kolay sahip olabilir ve bu vesileyle öğrendikleri onda daha anlamlı bir bütün teşkil eder. İnsanın hayatı boyunca öğrenmesi gereken şeylerin çokluğu göz önüne alındığında bu tarz ip uçlarının ona sağlayacağı faydayı tartışmanın yersizliği ortadır.
İnsanın öğrenmesi gereken şeylerin fazlalığı yanında bunlardan her birinin aynı ehemmiyete sahip olmadığı da başka bir hakikattir. Bu hususta bir liste yapmaya niyetlensek hiç şüphesiz insanın Rabbini tanıması, bilmesi en mühim ve mecburi vazife olarak ilk sıraya yazmamız gerekecektir. Bu manada “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.” hadis-i kutsisi kâinatın var olma sebebini ve insanın bu mevzudaki mükellefiyetini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu mükellefiyet insanın harekete geçmesi, Rabbini tanımak/bilmek için bir eğitim seferberliğine girişmesi gerektiğini göstermektedir. Fakat İnsanın Rabbini nasıl bilebileceği, onu (cc) tanımaya nereden başlaması gerektiği ise ilk bakışta epeyce büyük bir soru işaretidir.
İşte bu noktada malumdan meçhule hareket etmek, işimizi kolaylaştıracak ve bilmek istediklerimize bizi vâkıf kılacak kullanışlı bir usul olarak devreye girmektedir. Bu manada Cenab-ı Mevla’yı (cc) bilme/tanıma yolunda bize bir temel, bir hareket noktası gerekmektedir. Bizi O’na götürecek, onu bilmeye/tanımaya vesile olacak tanıdık/bildik bir başlangıç noktasına ihtiyaç vardır. Mahlukat içerisinde bu yolun mebdesi olabilecek nitelikteki tek varlık ise insandır. Çünkü Cenab-ı Mevla ona “halifem” demiş ve diğer varlıkları onun emrine vermiştir.
“Nefsini bilen Rabbini bilir” beyanı bu durumu bütün açıklığıyla anlatmakta, Cenab-ı Mevla hazretlerini tanıma yolculuğuna insanın kendisinden başlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak tamda burada yeni bir mesele karşımıza çıkmaktadır ki o da insanın kendisini bilmesi/tanıması meselesidir.
Bize Mevla’yı (cc) tanıtacak yolun ilk adımı olan, yersiz ve büyük bir özgüvenle bildiğimizden emin olduğumuz, “insanın kendisini tanıması” ne anlama gelmektedir? Etten, kemikten bir varlık olan insanın bu ve benzeri yönlerinin farkında olmak, onu sadece madde planında tanımak gerçekten insanı bilmek midir? Eğer öyleyse onun bahsettiğimiz bu özellikleri, Mevla’nın bilgisine ulaşma hususunda, nasıl olurda onu kainattaki diğer varlıklardan bir adım öne çıkarabilir? Bizi Rabbimizi bilmeye sevk edecek bilgi insanın bu dünyada görüp dokunarak elde ettiği bilgisi olmasa gerek. Bu sebeple insanın kendisini hakiki manada tanıması, kendisini Allah’ın “halifesi” yapacak gerçek özelliklerini keşfetmesi arayıp bulması gerekmektedir.
İnsanın kendisini araştırması, tanımaya/bilmeye çalışması her devrin büyük meselelerinden birisi olmuştur. Çünkü insanın “küçük alem” kâinatın “büyük alem” olduğu, bu sebeple insanın bilinmesiyle kâinatın bilinebileceği düşünülmüştür ve bu düşüncenin sahipleri pekte haksız görünmemektedirler.
İlk çağlardan beri insanın kendisini bilmesi en büyük erdem olarak kabul edilmiş ve insanı diğer varlıklardan ayıran hususiyetleri üzerinde epeyce durulmuştur. İnsanın maddeyi aşan bir yönünün olduğu ve insanı insan yapan özelliklerin bunlar olduğu ortadadır. Fakat onu farklı kılan ve diğer varlıklardan ayıran özelliklerini, kısacası batınını bilmek pek kolay bir iş gibi görünmemektedir.
İnsanın batınının bilinmesini zorlaştıran, onun değişmeye müsait ve meyilli yapısıdır. İnsan batıni hususiyetlerini geliştirmesi nispetinde bazen a’lâ-yı illiyyînde bazen de esfel-i safilin de bulunabilmektedir. Bu iki zıt kutup ve ikisi arasındaki birçok farklı konumda bulunmaya müsait yapısıyla insan, Rabbi hakkında kesin bilgi edinmeye kaynaklık edemeyeceği görüntüsü çizse de insanlığın zirve noktası peygamberler, salihler ve kamiller bu çıkmazı aşmamıza yardımcı olmaktadır.
İnsanın en yüksek yahut en alçak derecelerde bulunabilen bu yapısını tasavvuf farklı merhalelerle ile ifade etmiştir. En alttan yukarıya doğru emmâre, levvâme, mülhime şeklinde sıralanan bu merhaleler insan batınının içinde bulunduğu farklı durumdan haber vermektedir. En alt ile en üst arasındaki mesafeyi anlayabilmek pek mümkün görünmemektedir.
Biz elbette ki Rabbimizi tanımak/bilmek için “aşağıların aşağısındaki” nefsi emmâreden yola çıkamayız. Biz ancak terbiye edilmiş bir nefsin bilgisiyle Rabbimizin bilgisine ulaşmayı ümit edebiliriz. İşte peygamberlerin, salihlerin, kamillerin yardımı burada devreye girmektedir. Elbette ki insan kendi bulunduğu noktadan bakarak bir anlayış sahibi olabilir. Fakat bu anlayış ne kadar kuşatıcı bir anlayış olabilir ve bize hakikatin ne kadarını verebilir?
Bize tezkiye, terbiye, tahliye edilmiş bir nefis lazım ki onu bildiğimizde Rabbimizi de bilmeye başlamış olalım. Vasfı yalan, dolan, hile, haksızlık, hırsızlık, açgözlülük olan bir nefsi bilmeyle Cenab-ı Mevla Hazretleri nasıl bilinsin/tanınsın? Eğer Rabbimizi (cc) bilme/tanıma işinin mecburiyetine inanmışsak nefsi tezkiye ve terbiye etme işinin de bir o kadar acil ve mecburi olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Cenab-ı Mevla kendisine giden yolda insanı, daha doğrusu insanı kamili, bize vesile kılmıştır. İnsan olmanın hakikatini görmemiz için bizi insanı kamile yönlendirmiştir. Ümidimiz bu vesile ile nefsimizi düştüğü bataktan kurtarmak, temizlemek bu suretle kâmil insana benzemeye çalışmaktır ki, kendimizi bilelim ve Rabbimizi tanıyalım. Cenab-ı Mevla bunu bize kolaylaştırsın.
Yazar: Veysel Özsalman