JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 29 Nisan 2014 15:39

ASLÎ CENNET

Bizi en güzel şekilde halk eden Hâlık’a (cc), az amellerimizi çok eden Şekûr’a, müminlere dost olarak şeref ve izzet veren, kâfir ve facirleri kendinden uzaklaştırarak alçaltan Allah’a hamd olsun. Salâtü selam âlemin en Efdali, en Eşrefi ve en Ekmeli olan Efendimiz’e (sav), diğer peygamber efendilerimize, O’nun ehlibeytine, ashabına ve etbaına olsun.

İnsanın serüveni ya da seyri sanıldığı gibi cennette başlayıp cennette biten bir yolculuktan ibaret değildir. Daha önceki yazılarda, Hâce Hazretleri’nin irşad konulu sohbetlerinden aktarmaya çalıştığımız bilgilerde insan; Allah Teâlâ’nın kendi Zâtı’ndaki tefeyyüzün, taşkınlığın neticesinde yaratılmış bir varlık olduğu ifade edilmişti. O kendi büyüklüğünü dağıtmak, zenginliğini paylaşmak için insanı var etmiştir. Kulluğu, sanıldığı gibi yalnızca ibadet etme, dini ritüel olarak anlamak, yaratılış gayesinin üzerini kapatmak olur. Hadisenin başında ve nihayetinde Allah Teâlâ’nın Zâtı’nın kastedildiği ve rızasının umulduğu, büyüklerimiz tarafından önemle anlatılmış ilahi hakikatlerdir.  

Rabbimiz yüce kitabı Kur’ân’da “müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı olarak satın aldığını” buyurmuştur. İnsanın kutsiyeti yalnızca canı ve malından ibaret değildir. Esas kutsi olan ondaki imandır, ruhtur, aşktır. Peki, bunların karşılığı olarak vadedilen şey nedir acaba?   

Cennet ayetlerle sabit olduğu üzere; altından ırmaklar akan, tertemiz eşlerin olduğu, her arzu edilen şeyin mümine sunulacağı, içinde köşklerin bulunduğu, Allah Teâlâ’nın cemali bâ-kemalinin görüleceği ve rızasının lütfedileceği, Kevser’in, Tûbâ Ağacı gibi Rabbimiz’in övdüğü ve bizler için hazırladığı nimetlerin olduğu ve olacağı bir mekândır.

Müslüman bu nimetlere ulaşmak için Rabbi’nin emri şeriflerini yapsa ve azmetse, Allah’ın rahmeti, izni ve keremiyle bu nimetler ona hak olur. Bununla ilgili birçok ayet ve hadisler mevcut olup inananları bu yönde teşvik etmektedir.

Müslüman insan imanını kemâle erdirmek için düşünmeli ve tefekkür ederek derinleşmeli, bilgi düzeyindeki imanını yakîne erdirmek için yollar bulmalıdır. Hâce Hazretleri’nin cennet ile ilgili konulara farklı bir açıdan bakarak değerlendirmede bulunduğu sohbetlerinde; hakikatlere olan bakışındaki derinliği insanı heyecanlandırmaktadır. Uzak olduğu düşünülen, vadedilen nimetlere olan yakınlık insanın kemalâtındaki hamlığı, pişkinliğe ve olgunluğa taşımaktadır.

Âdem (as) cennette iken dünyaya gönderildi. Burada Rabbi’ne olan muhtaciyetini, ihtiyacını ve iştiyakını gördü. O’na olan özlemini ve aşkını kemâle getirdi. Gelirken bıraktığı izleri ve işaretleri bulmaya çalışarak vuslatı aradı. Onun hicreti, çilesi cennette başladı. Marifetullah ve muhabbetullah okulu olan dünya onu bağrına bastı. Cennette olmayan ama burada bulunan şeyin aşk ve özlem olduğunu, giderken götürmesi gerekenin bunlar olduğunu fark etti. Ananın çilesi kızına çeyiz kalır derler ya, Âdemiyetini anlamak bu hicretin, bu seyrin kastını bilmek isteyenler sürgüne hazır olmalı, çile ve hicretle dolu bir yaşamı göze almalıdırlar. Âdem olmak, yaratılış gayesini anlamak için dünya ne güzel bir yer! Cennet dense yanlış olmaz herhalde. Hâce Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Biz dünyada Hakk’ın kokusunu alabiliyorsak, şayet özlem çekip sıla kokusunu hissedebiliyorsak; cennetteyiz. Hasret duygusunu içimizde tadabiliyorsak, Hak ile olabiliyorsak cennetteyiz. Burada O’nun zat, sıfat ve esma tecellilerini görebiliyorsak cennetteyiz. Ve eğer ölüp cennete erdiğimizde O’nu göremiyorsak; bilelim ki biz cehennemdeyiz.”

Rabbimiz ayetlerde şehitlerin durumu hakkında bizi bilgilendirirken onların cennette oldukları halde tekrar dünyaya gelmek ve Allah için yaşamak ve mücadele ederek tekrar şehit olmak istediklerini bildirmektedir. Dünyada yaşayanlar bir an önce cennete kavuşmak isterken, oradakiler bu tarafa tekrar gelerek hakikatine vasıl olduğu şeyleri dünyada yapmak için talepte bulunurlar. Dünya ilahi hakikatlerin anlaşılacağı ve yaşanacağı bir yer… Kâinatın Efendisi (sav) bir hadislerinde: “İnsanlar cennete müştak, cennet ise Selman’a (ra) müştaktır.” buyurmuşlardır. Öyleyse cennet hangisi? Hazreti Ali (ra) efendimiz; “Bana cennet mi, cemaat mi diye tercih sunsalar, ben cemaati tercih ederim.” buyurarak hakikati beyan etmiştir. Ümmet bir cemaat olarak dünyada bulunduğu sürece, biz cennetteyiz. Efendimiz (sav) mübarek zevceleri Hazreti Hatice-i Kübra (ra) annemizin kabri şeriflerinin bulunduğu yer için “Cennetü’l-Muâllâ”, ehlibeytinin ve ashabının kabirlerinin bulunduğu yer için de “Cennetü’l-Bâkî” buyurmuşlardır. Mescidi Nebi’deki işaret buyurdukları yer içinde “Cennet Bahçesi” olarak tarif etmişlerdir. Yine “Cennet bahçesi gördüğünüzde, istifade ediniz, nasipleniniz. O cennet bahçeleri zikir meclisleridir.”  ve “Müminlerin birbirlerini hayra davet etmeleri cennettir.” buyurmuşlardır. Buradaki hususiyet ancak insanla anlaşılır. Oraları cennet yapan kıymet, insandır. Aslî cennet insandır.

Allah Teâlâ’nın kıymet vermediği ve bir kere bile nazar etmediği dünya; içini bizim arzularımız ve şehvetimizle doldurduğumuz dünyadır. Dünya; Kâbe-i Muazzama, Mescidi Aksa gibi ilahi tecellinin içinde barındığı, sayısı Allah katında saklı olan binlerce peygambere ve velilere kucak açmış, onlar ile şereflenmiş bir mekândır. Hassaten Kâinatın Efendisi (sav) ile izzeti ve itibarı mislice artmıştır.

Efendimiz’in (sav) ayağının değdiği her yer, kullandığı her eşya kutsiyet kaynağıdır. O’nun nazar ettiği dağlar, elinin değdiği taşlar, doğrudan ya da dolaylı olarak O’na temas eden her şey O’ndan sayılır. Her mümin ancak Allah’ın rahmetiyle cennete girer. Âlemlere rahmet ise Kâinatın Efendisi’dir. Öyleyse cennete O’nunla girilir. O’nun rızası, O’nun gönlü cennettir. Girilmesi gereken, varılması umulan cennet; gönül cennetidir.

Melekler, arşta Allah Teâlâ’yı zikreden olanca varlık var iken onlar yerde zikredenleri bulmaya çalışırlar ve birbirlerine haber verirler. Cennetten gelerek zakirlerin bulunduğu yeri cennet sayarlar.  Bin geceden daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nde yeryüzüne inen melekler ve “Ruh” yeryüzünü şereflendirir ve selamette kılarlar. Bütün bunlar insanın kıymeti anlaşılsın diye açıklanan delillerdir.

Osman Bedrüddîn Erzurûmî Hazretleri de sohbetnamesinde cennette olup da Allah Teâlâ’nın cemalini her an müşahede edemeyenlerin feryadından cehennemde bulunanların dahi korkacağını ifade etmişlerdir. Adam olan çok ama Âdem olan azdır demiş büyüklerimiz. Âdem olanları, âşık olanları yakan cehennem ateşi değil, ayrılık-firak ateşidir. Anadolu insanının türkülerinde  “Seninle cehennem lütuftur bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır.” diye maşukun olduğu yeri cennet saymıştır. Hâce Hazretleri “Bir an, bir lahza rüyeti görmek, Firdevs cennetlerinden evladır.” buyurarak herkesin arzuladığı cenneti O’nunla geçen bir ana satmıştır.

Cenneti arzulayan bir Müslüman haklı olarak bol nimet, esenlik ve güven ummaktadır. Düşünün ki âleme padişah olmuş, üç kıtaya hükmetmiş, dize getiremediği ülke ve  devlet kalmamış, her nimet elinin altında, her dediği hüküm olan o koca Sultan; Yavuz Selim… Hayatını şöyle özetlemiş:

Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.

Bir kâmil mürşide bende olmak, cenneti onda bulmak, huzuru yakalamak… Huzur cenneti. Cennet huzurda olmaktır. İnsanı huzura götüren her şey zikirdir. Öyle ise zikir cenneti…

Ebubekir Siraceddin Hazretleri bir konferansında Kur’ân’da vadedilen cennetleri saydıktan sonra, bunlara ilave olarak kalp, ruh ve sır cenneti diye tasavvuf ehli tarafından iyi bilinen letâifleri kastederek farklı bir yönü işaret etmişlerdi. Hâce Hazretleri sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardı: “Cennet bu letâiflerin kemal bulduğu Âdem sayısı kadardır. Âdem cenneti, Nuh cenneti, İbrahim cenneti, İsmail, Musa, İsa (as) cenneti gibi. Hassaten Muhammed (sav) cenneti. Her ashab bir cennet. Ebubekir cenneti, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin cennetleri. Her velî bir cennet.  Abdulkadir Geylânî, Şahı Nakşibendî, Hasan Şazilî cenneti gibi. Her birindeki Allah Teâlâ’nın zat, sıfat ve esma tecellisi mükemmelen olup görülmesi, müşahede edilmesi ve seyredilmesi gereken cennetlerdir. Ve her mümin de bir cennet… Hazreti Ömer efendimizin; “Ah! Keşke Ebubekir’in göğsünde bir kıl olsaydım.” sözünü işittiğinde O da “ Ah! Keşke bir müminin göğsünde bir kıl olsaydım.” buyurduğu mümin cenneti…

Hazreti Ali efendimiz, Allah Teâlâ’nın, onu küçükken öldürüp cennetin en yüksek derecesine koymasını istemek yerine, O’nun zatını tanıyacak kadar dünyada yaşama fırsatı vermesini arzuladığını belirtmişti. İşte cennetlerin peşinden koştuğu müjdelenen insan… Cennetin vuslatı olan Âdem…
Yahya Bin Muaz Hazretleri de: “Dünyada öyle bir cennet vardır ki ona giren başka hiçbir şeye arzu duymaz ve hiçbir şeyden de ürkmez.” Kendisine o hangi cennettir diye sorulduğunda: “Marifetullah ve muhabbetullah cenneti”  buyurmuştur.

Hâce Hazretleri de; “Cennet kapısının anahtarının üç dili vardır. İman, salih amel ve ahlaktır.” buyurarak insanı kâmili adres göstermiştir. İnsanı kâmil imanın müşahhas şekli olup, salih amel onların yaptıkları ve davranışları da güzel ahlâktır. Bilinmekliği ve bulunmaklığı istenen hazine insanı kâmildir. Anahtarı ise sevmektir. Çok sevmektir. Her şeyden çok sevmektir. Yaptığımız ameller de bir gün yok olup gidecektir. Ama baki kalacak olan ihlâs olacaktır. İhlâs sevginin içinde olan, içinde aranması gerekendir.

Behlül Dânâ Hazretleri bir gün Halife Harun Reşid’le karşılaşır. Telaşlı halini merak eden halife  “Bu ne haldir?” diye sorar. Cevaben: “Ateş lazım oldu da cehenneme gittim, bir koşuda… Ama bulamadım. Cehennemde ateş yoktu. Gördüm ki her giden oraya kendi ateşini buradan götürüyor.” diye bir hakikati latif bir şekilde ifade etmişleridir. Dünyada iken cennetini ve cehennemini hazırlayan insanlar, kendi götürecekleri şeyden ziyade umduklarını beklemekteler. Hâlbuki karınca ile ağustos böceğinin hikâyesini hepimiz bilmekteyiz.

Hâce Hazretleri: ”Cennet, Allah Teâlâ’ya vuslatı arzulayan her sâlik için en sonki mekirdir.”  buyurmuşlardı. İnsan niçin kendisi için hazırlanan bu mekri ilahiyi ister ve davet eder ki? İnsan neye muhtaçsa onu ihtiyaç diliyle istemeli. İhtiyacını zillet ve fakriyet diliyle istemeli. Süslenmiş, yaldızlı sözlerle kurulmuş cümlelerle değil. Bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu buyuran Rabbimiz, hangi yöne dönsek, nasıl çağırırsak çağıralım bizimle birlikte olduğunu zikretmiştir. Cennette değişik zamanlarda kısıtlı olarak cemalini seyretme fırsatı verecek olan Rabbimiz, burada bizim tutan elimiz, yürüyen ayağımız ve tutan elimiz olduğunu beyan buyurmuştur. O’nun huzurunda, O’nu istemek yerine mekri olan cenneti istemek O’nu incitecek bir davranış olmaz mı?

Dünyamızı, yaşamımızı cennet yapmanın yolu müstakîm üzere olanları bulmak ve onları takip etmektir. Başta belirttiğimiz gibi mümin olan imanını kemâle getirmek ve ilerlemek için her meseleyi derinlemesine tefekkür etmelidir. Hâce Hazretleri şöyle buyurmuşlardı: “İlerlemenin en güzel yolu birini takip etmektir.” İman amelle kavileşmez. Ancak niyetle ve samimiyetteki letafetle kavileşir. En büyük kurtuluş O’nun azabından kurtuluş, en büyük mutluluk O’nun cennetine kavuşmak değil; Allah’ın kullarından, kulların da Allah’tan razı olmalarındaki inceliktedir. Rıza ve dostluk cenneti…

Rabbimiz’in de duası vardır. O’nun duası kuluna emrettiği şeylerdir. Allah Teâlâ ancak kendisine yönelmemize ve gelinmesine müştaktır. En büyük şirk; Allah’tan başkasına nazar etmektir, gönül vermektir. Allah’a en büyük düşmanlık ise insanın kendi hesabına yaşamasıdır. En büyük hayır cemiyettedir. Cemiyet de sohbettedir. Sohbet meclisleri O’nun (cc) gözükmesi için müminin varlığından feragat etmesini öğrendiği, talimini yaptığı yerdir.

Hâce dostu Hâlık’ın, derman dertli sâlikin
Gönül yaptı Mâlik’in, hem fakir sâdıkın.
Rahim oldu Rahmân’ın, ümid oldu saâdatın
Olsultanlar Sultan’ın,  saf incisi sertâcın


Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 13:54

ALLAH’IN HALİFESİ OLAN İNSAN

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a(cc), selâtu selam ve nihayetsiz ihtiram güzeller güzeli, ruhların tek matlûbu, değil yalnız mahlûkun yalnız, Hâlık’ın da mahbubuna (sav), nübüvvet bahçesinin diğer çiçeklerine, has bahçenin güllerine, sümbüllerine, o bahçede var olan, toprak olan, hayran olan, pervane olan, arzu ile kokusunu duyan, o kokuyu taşıyan, alan, satan bütün âşıklara olsun.

Hâce Hazretleri (ksa) Allah-u Teâlanın Âdem’i yaratırken tefeyyüz ederek halk ettiğini buyurmuştu. Yani kendi zâtındaki taşkınlığın bir neticesi olduğunu belirtmişti. Bu taşkınlığı aşk olarak anlamak belki en doğru yaklaşım olacaktır.

Âdem’den murad Efendimiz Hazreti Muhammed’dir (sav). Âlemler de, içindekiler de O’nun için yaratılmış O’na adanmıştır. O bu taşkınlığın, bu aşkın meyvesidir, bizzat aşkın kıblesi; aşkın kendisidir.

Hâce Hazretleri (ksa) Allahu Teâlâ’nın (cc) zatından zatına tecelli ettiğinde iki sıfatının açığa çıktığını buyurmuştu. Birincisi kibriyası ve ikincisi Vedüd (Seven ve sevilmeye en çok layık olan) esması. Kibriyası O’nun (cc) bilinmekliği ve bulunmaklığını getirerek Âdem’i yaratmasını, sevgisi ise bu tecellinin (Âdem) çoğalmasını sağladığını ifade etmişlerdi.

İnsan Allahu Teâlâ’ya kulluk yapmak, yeryüzünde O’nun halifesi olmak ve yeryüzünü imar etmesi için yaratıldığı bazı ayetlerde belirtilmiştir. Kulluk yapması Rabbi ile olan ilişkisini, halife oluşu insanların kendi aralarındaki düzeni ve hukuku, yeryüzünü imar etmesi ise insanın eşya ile olan ilişki ve uyumunu açıklamaktadır.

Yukarıda Hâce hazretlerinin belirttiği gibi insan: “Cenâb-ı Hakk’ın kendi zatını, güzelliğini, muhteşemliğini ve azametini görmek istediğinde yaratılan bir varlıktır. Adeta ilahi tecellinin bütün sıfatlarıyla kusursuz, pürüzsüz bir şekilde yansıdığı mir’attır.”

Allahu Teâlâ kendi varlığının ve bilinmekliğinin delilini insanına bağlamıştır. İnsana verilen değer hiçbir şeye verilmemiştir. İnsan kendisine verilen sırrı ve hazineyi bulmalı ve açığa çıkarmalıdır. İnsana verilen o kutlu sır, o kutlu hazine “İnsanı kâmildir.”

Hâce Hazretleri (ksa) mürşidini bulan kişinin kendi ufkunu, kendi ruhunu bulmuş olacağını ifade eder. Bugün herkes bir diğerine kendini anlatıyor, övüyor ve kendinden bahsediyor. İnsanı kâmil haricinde kimse insana kendi özünü ve sırrını anlatmıyor. Nasıl ve neden yaratıldığını, evvelini ve akıbetini kimse dile getirmiyor. Binlerce yıldır peygamberler ve veliler, insanı kâmiller Allahu Teâlâ’dan yansıyan bu tecellileri insanlara anlatmış ve bu manzarayı en güzel şekilde resmetmişlerdir.

Aziz ve Celil olan Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan… Onu tanımak yaratılış hilkatini bilmek ve ona göre yaşayarak ölmeden önce ölerek, asli vatanına kavuşmak, vuslata ermek ve ölümsüzleşmek…

Dünyadaki en zor iş belki de insana, insanı anlatmak olsa gerek. Peygamberler ve insanı kâmiller bu zor işi üstlenmişler, yılmadan usanmadan yapmanın, başarmanın gayretine düşmüşlerdir. Hazreti Ömer ve Ali (ra), Efendimizin (sav) vasiyeti gereği Veysel Karâni (ra) hazretlerine giderek O’nun mübarek hırkalarını götürmüşler ve teslim etmişlerdir. Veysel Karâni hazretleri onlara Efendimiz (sav) hakkında bazı suallerde bulunmuşlar ve aldıkları cevap karşısında Hazreti Ömer Efendimiz için “Bu O’nu hiç tanımamış.” Hazreti Ali Efendimiz için ise “Biraz tanımış.” diyerek dünya gözü ile görmediği maşukunu O’nun yanından hiç ayrılmamış olanlara anlatmıştır. Aşk penceresinden insana ve âleme bakmak, aşkın nuru ile tanımak; insana verilen en büyük nimet, en büyük devlettir herhalde.

Veysel Karâni hazretlerini bir insan olarak anlamaya çalışıyorum. Dünya gözüyle görmediği ama gönül gözünün önünden hiç ayırmadığı sevgilisini nasıl tarif etti? Maşukunu bir portreye aktarmak istese nasıl çizerdi? Hangi renkleri kullanır, neyi öne çıkarırdı?

Bizi ezelde kabul eden, bizi ezelde bulup elimizden tutan maşuğumu kendime anlatmaya, gönlüme fısıldamaya çalışıyorum. Tarifte kelimelerin yetersizliğini görüyor, duyguların yoğunlaştığını kelimelerin düğüm düğüm olup boğazıma tıkandığını ve ancak yazıya aktarılacak şeyin birkaç damla gözyaşı olduğunu fark ediyorum. Herhalde duyguların en güzel ifadesi gözlerle yapılan anlatımdır. Gözyaşı ile dolu bir bakıştır. Paragrafların ve kompozisyonların anlatamadığını belki de birkaç satırlık beyitler ve şiirler meseleyi ne de özlü bir şekilde ifade etmiştir. Ama kesinlikle onun da yetersiz kaldığını düşünüyorum. İster istemez insanın bu sayfayı çeviresi ve kapatası geliyor.

Kokunun tarifi nasıl yapılabilir ki? Gözün gördüğü, varlık olan her şey bir nebze belki ifade edilebilir. Ama insanı cezbeden, kendinden geçiren bir koku nasıl anlatılacak, nasıl yazılacak?

Peygamber Efendimiz (sav) bir gün mescitten evlerine döndüklerinde Hazreti Aişe (ra) annemize burada Rahman’ın kokusunu aldığını söylemiş ve eve kimin geldiğini sormuşlardı. Eve, Veysel Karâni gelmişti ama Rahman’ın kokusu olan nisbet vardı. Gelen nisbetti. O koku dünyadaki kokulara asla benzemez, kıyas da edilemezdi. Aişe annemize (ra) gözlerine bakmasını, nazar etmesini istedi. Gören gözleri görmek istedi.
Aynı nisbeti Kâbe-i Muazzama’da Rüknü Yemani’de de almıştı. “Bu köşede Rahman’ın kokusunu alıyorum.” diye ümmetini müjdelemişlerdi. Ashabını överken, onlardan bahsederken onların sadakatlerini, teslimiyetlerini, hizmetlerini, samimiyetlerini ve fedalarını ifade ederken, âşıklarını kokularıyla anmışlardı.    

Kâinatın Efendisi (sav) “Sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi.” buyururken güzel kokuyu da zikretmişti. Saadatı Kiram Efendilerimiz kendi mürşitlerinin nereye gittiklerini bulabilmek için onların kokularını(nisbetlerini) arayarak buldukları birçok menakıpta anlatılır.

Hâce Hazretlerinin (ksa) mürşidleri olan Abdulhakim Hüseyin (ksa) hazretleri ile ilk tanışıp kucaklaştıklarında hissettiği o nisbet kokusundan sonra bir daha başka koku almadığı bilinmektedir. Gül üstüne gül koklanır mı? Yâr üstüne yâr sevilir mi?

Allahu Teâlâ’nın birçok sıfatı ve esması değişik eşyada ve mahlûkatta tecelli etmiştir. Lakin O’nun nisbeti ancak insanda, insanı kâmilde tecelli etmiştir. O nisbet anlatılamaz, yazılamaz. Ancak içe çekilir. Doyasıya koklanır ve kendinden geçilir. Kıpkırmızı bir gül bütün ihtişamı ile açmış olarak görüldüğünde seyretmekle kalınmaz, koklanır ve iştiyakla içe çekilir. Ondan uzak kalmamak, mahrum olmamak için onunla bir olunur, birlikte olunur. Gözün gördüğü, kulağın işittiği her şey ama her şey senden bir uzaklığı olsa da bir nefesle içe çekilen nisbetle sana yakın olur, o sen olur, sen de o olursun derler. Mevlâna gibi; Şems-i Tebrizi’nin ebedi olarak ayrılmasından sonra yazdığı her beyitin altına onun ismini(mahlasını) kullanması gibi.

Kırmızı gül, güllerin en güzeli bugün Resulullah (sav) Efendimizle özdeşleşmiştir. O’nu tarifte, O’nu göstermede hiç söze hacet bırakmadan çok şey anlatmaktadır. Anlatılması gereken hakikat, aktarılması gereken nisbet,  ancak daha önce geçtiği üzere gözle açıklanabilir. Bazen gözlerdeki bir bakış, bir nazar çoğu zaman ciltler dolusu kitapların, sözcüklere sığmayan ifadelerin yapamadığını ziyadesi ile yapar. Hâce hazretlerinin buyurduğu gibi: “Sohbet ancak gözle dinlenir.” sözündeki hikmet bu nisbetin aktarılmasındaki yolu ifade etmek olabilir. Sadırdan sadıra aktarmanın yolu bu bakışta gizli olsa gerektir. Âşıklar çoğu zaman bir bakışta gönüllerini kaptırarak âşık olmuşlardır.

Kâinatın Efendisi (sav) namaz için “Gözümün nuru” diye buyurmuşlardı. Rabbi ile olan özel ilişkisini tarif edebileceği, nasıl olduğuna dair ipuçlarını verdiği bir müjde idi. Hasan ve Hüseyin (ra) Efendilerimiz içinde aynı tarifi yapmışlardı. O nuru söndüremediler, zehirleseler de, kesseller de başı. Dökülen her kanlı yaş pişirdi o ilahi aşı. Alkanlara boyanmış gömlekler kalpten kalbe, gönülden gönüle açılan yol bir yol oldu, ulaştı zamanlara.

Hayatımız boyunca belki kaç defa o nisbet karşımıza değişik şekillerde ve yerlerde çıktı da,  Hacı Bektaşi Velî’nin Âşık Yunus’a sorduğu gibi bize de: “Buğday mı istersin, nefes mi?” diye sual etti.  Yunus murâd olmuşken bunu anlayamamak ne acı bir durum. Buğdayı tercih eden Yunus anladı kiminle karşılaştığını ve yoldan geri döndü ama nafile. O buğdayı tercih etmekle mürid olmayı istedi. Kırk yıl çalıştı, hizmet etti, doğruları topladı getirdi ormanda, eğri olan ne varsa bıraktı yabanda. Sonra baktı ki Allah’a (cc) kavuşmak böyle çalışmakla olmuyor. Tabduk hazretlerinin eşiğine başını koydu. Dört kitabın manasını o eşikte buldu. O gönüle girdi. Daldı deryalara, inci mercan çıkardı sundu insanlara. Gördü aşk adına söylediği şiirleri kim yazmış, meğer ki Tabduk taşmış, Tabduk yazmış. Okuması Yunus’a kalmış. Âlem şiire kandı, Yunus Subhân’a yandı. Herkes âşık olmak istedi, kitaplara daldı. Tabduksuz gönüller ayazda kaldı.

Nisbet bazen Şems olur gözükür Celâlettin Rumî’lere. Atar bütün kitaplarını zihnindeki bilgilerle havuza. Seni yapayalnız ve çaresiz bırakır celladına. Keser başını atar kör kuyuya. Şah damarından oluk oluk kanlar akıtır. Dokuz yurda tenini lime lime dağıtır. Yedi çakal sürüsünü vücuduna saldırtır. Geride kalanı yakar aşk ateşi ile önce kül eder, sonra savurur her hücreni bu âleme yok eder. Nihayet Şems’in lâtif sesi çağırır seni, yeniden yoğurur balçığını üfler kudsi nefesini. Her nefeste nefesi bir can olur, her nazarda nazarı bir kan olur. Doğurur seni âleme büyütür gelin eder sunar El-Kerim’e.

Bazen Âdem olur ağlar, bazen İdris olur güler. Bazen Zülkarneyn olur tozu dumana katar, bazen İbrahim olur ateşte yanar. Eyyûp olur sızlar, Yusuf olur kör kuyulara atılır körpe köle diye satılır. Yahya olur başı kesilir, Cerciş olur derisi yüzülür.  Musa olur konuşur kelâmını içirir, İsa olur ölüleri diriltir. Ebubekir olur ezelde seçtirir, Ömer olur serden geçtirir. Osman olur edep eder kendini gösterir, Ali olur vechini vechinde özletir.

Hâce (ksa) olur çağları dolaştırır. Her kâmildeki o kokuyu tattırır. Nefsini Zülcelâle sattırır. Gülü goncası ile getirir, tanıtır insanlara. Bülbülü olur, dili olur, kokusu olur anlayanlara. Size harîstim der, özledim de geldim. Hâcegân ehline sıfatlarımla değil zâtımla da geldim. Hâce her canlıya hayat verir. Allah’ı kullarına, kulları Allah’ına sevdirir. Fakirlere ikram olur, düşkünlere ihtiram. Yetimlere şefkat, kimsesizlere merhamet, müminlere izzet…

Hâce Hazretleri (ksa) her daim söyler: “Sözün aksın anlam katsın zihinlere hem fikirlere, gönlün taşsın, sırrın şaşsın, özün aksın müminlere…”

Her insan bir Yunus’tur, her biri birer Rumi... Er kişi ola kendi Tabduk’unu bula Aşık Yunus,  kendi Şems’ini bula Mevlâna ola.  

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 11 Şubat 2014 10:46

HÂCEGÂN YOLUNDA İRŞAD

Hamdin ve şükrün her çeşidi Allahu Teâlâ’ya (cc) mahsustur. Salâtu selâm kâinâtın Eşrefi, Habibi Kibriya Efendimiz’e (sav) Kur’ân ve sünnetten kıl payı ayrılmadan eşsiz İslam nizamının müdafaasını üstlenen âline, ashabına, saâdatı kirama ve mürşidimize, İslâm ümmetinin diğer meşâyıhına ve ulemasına, onlara muhabbetle tabi olanlara, Allahu Teâlâ’nın salih ve saliha kullarına olsun.

Uzun bir aradan sonra Gülzâr-ı Hâcegân Dergisi’nde siz değerli okuyucular ile tekrar birlikte olmanın ve Hâce Hazretleri’nin sohbetlerinden anlayabildiğimiz ve nasiplendiğimiz kadarını sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşamaktayım. Nimetlerin ve mutlulukların ancak paylaşmakla çoğalacağının bilinciyle bu hizmette, siz gönül dostlarımın dua ve himmetinin büyük katkısı olacağına inanmaktayım. Rabbim kendi bilgi ve tecrübemizi değil de meselelere O’nun cephesinden bakarak, sözlerindeki kendi kastını akledebilmeyi ve fehmedebilmeyi bizlere nasip eylesin.

Hazreti Ali Efendimiz (ra): “Yanımızda Allah’ın kitabından başka, Resûlullah’ın (sav) bize gizlice verdiği herhangi bir şey yok, ancak Allah Teâlâ’nın (cc) kitabını anlama konusunda kuluna verdiği bir anlayış vardır.” buyurarak anlayış ve kavrayışın önemini ne güzel belirtmiştir. Hâce Hazretleri’nin sohbetleri insanda işte bu değerlerin oluşmasını ve olgunlaşmasını sağlar. Allah’ın hitabının (Resûlü ve kitabı) tevhid, muhabbet, marifet ve anlayış üzerine olduğu çok defa O’nun sohbetlerinden dökülen hakikat incileridir.

Konu irşad ve mürşid olunca insanın bir şeyler yazması oldukça zor oluyor. Hangisini yazmalı? İrşadı mı, yoksa mürşidi mi? Yoksa her ikisini ayırmaksızın bütününü mü? İrşad bizim üzerimizde gerçekleşen bir proje. Yani bize ait olmayan bir uygulama. Yaratılış gayesine göre insanı şekillendirme süreci. Bunu anlayabilmek için insanı ve onun “Hâlık”ını tanımak, olmazsa olmazdır. İnsanlık bilim ve teknoloji ile geldiği şu çağda bir elmanın veya sütün oluşunu, onları insana sunan ağaç ve hayvanın kendi aralarındaki ilişkisini kanıtlayamazken, ruhun ne olduğunu bilemezken, onun içeriği hakkında ve onun terbiyesi hususunda ne söyleyebilir ki? Psikoloji der, depresyon der, konuyu geçiştirir veya ilaç vererek onu hayattan koparmanın en kolay yolunu seçer. İrşadı değil anlatmak, anlamakta bile bir adım bile mesafe alamamışken, mürşidi anlatmayı ya da yazmayı akla ziyan, edep dışı bir davranış olarak görmek gerekir. Fakat yine de, onların bize kazandırmaya çalıştırdığı bilinç, kendi bedenimizde ve ruhumuzda olan tekâmülü görmeye ve bu seyri anlamaya çalışmaktır.

Duygularım bana irşadı bilinmeyen bir ummana, mürşidi ise bilinmeyen bir sahile benzetiyor. Bildiğim bir tek şey var o da; o sahile olan ihtiyacım, muhtaciyetim. Bu arzu ile yol alıyor ve umuyorum ki o sahil bana kucak açacak ve beni bağrına basarak bana vatan olacak.

Hâce Hazretleri irşadı tanımlarken, yaratılış gayesi olan kulluk ve ubudiyeti anlamayı ve bu uğurda ihlâs ile gayret etmenin mutlak doğru olduğunu ifade eder. İnsanın bu gayeyi öğrenmesi ancak resûller vasıtasıyla elde edilebileceği bir bilgidir. Kendi kendine öğrenemeyeceği ve asla bulamayacağı bir gerçektir. Bu gerçek öyle bir hazine ki elde edildiğinde dağıtmakla, paylaşmakla asla eksilmeyecek, bilakis ziyadesi ile çoğalacak bir nimettir.

İşte bütün bu gerçekler doğrultusunda yaratılış gayesini öğrenmeye ve yaratanını tanımaya talip birisi elbette ki bu hakikati bilene ve bulana muhtaçtır. Hâce Hazretleri bu arzu ile dertlenen hakikat yolcusunun elinden tutar ve “Elest Bezmi”ne götürür. İnsan onun sohbetinde, anlayış ve mefkûresinde Rabbimiz’in ruhlarımızı yarattığı ve topladığı o muhteşem ictimaya gider. Hak Teâlâ’nın (cc)  hitabını işitir: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Bizi yoktan var eden ve bize kendimizi ve dolayısı ile kendisini tanıtan El-Mürşid’e ne cevap verdiğini hatırlar. “Bela!” Hiç şüphesiz... İmanı bir bilgi ve inanıştan öteye; müşahedeye taşır. Yakîn olarak hadiselerin oluşuna ve oluşundaki maksada, maksadı doğuran iradeye ve buna sebep olan “aşk”a daldırır. Bir şiirlerinde Hâce Hazretleri duygularını şöyle ifade ederler:

Allah için da’vet eder
Olman için himmet eder
Bulman için gayret eder
Da’vet eder, da’vet eder.

Ol yâr ile yâr olmaya
Mahfice tenha durmaya
Gönüle sultan olmaya
Da’vet eder, da’vet eder.

Sendeki senliği atmaya
Âşıklığa el katmaya
Nefsini dosta satmaya
Da’vet eder, da’vet eder.

Resûlullah Efendimiz (sav) mirâc ile birlikte tüm insanlığa yol açmıştır. Bu yol kıyamete kadar açık kalacak ve ümmet bundan istifade edecektir. Resûlullah gibi, O’nun yolundan giden Hâce Hazretleri ve varisi ekmelleri gibi mürşidler var oldukça insan kendi hakikatine vasıl olmada insanlığın yakaladığı bilim ve teknolojinin ürettiği vasıtalar kadar hızlı, belki de daha hızlı vasıtalar ile marifatullaha ve muhabbetullaha kanat açıp adeta uçacaktır.

Batı medeniyeti dünyayı ve uzayı keşfetmede olağanüstü buluşlar yaparken kendi hakikatini bilmede ve bulmada Müslümanların bin beş yüzyıl gerisinde yaşamaktadırlar. Güneş sistemi içerisinde seyahat edebilmeyi, diğer gezegenler hakkında bilgi toplayarak oralara insan göndermeyi insanlığın varabileceği bir ufuk gösterirken; maddenin ve eşyanın hikmetine ait bir bilgiyi keşfetmek yerine, ne olduğuna dair bir neticeyi amaç edinerek kendini ilahlaştırma yolunda tarih sayfalarındaki firavunları hiç aratmamaktadırlar.

Dünya’nın diğer bir köşesinde Hâce Hazretleri, yaşam içindeki birliktelikleriyle ve sohbetleriyle ortaya koyduğu anlayış ve idrak, insanı kendi varoluş sürecinde zaman içerisinde zamanı yaşatan bir seyir ortaya koyarak bu yarıştaki farkı adeta batı medeniyetinin gözüne sokmaktadır. Zaman, insan ve kâinatla var olan bir durum olduğunu düşündüğümüzde adeta zaman üstü bir yolculukla insanı kendi vücudunda var olan bir kapıdan; kalp ve gönül denilen sırrı ilâhiden Allahu Teâlâ’nın iradesine ve muradına taşır. Sanki Hakk’ın kudret elleriyle, balçığı yoğurarak özene bezene kendisini nasıl yarattığını ve kendi mübarek ruhundan nasıl nefha (üflemek) ettiğini görür. Allahu Teâlâ’nın bu yaratma kudretine aşkını nasıl kattığını müşahede eder. Var oluşundaki balçığı ve ruhu bir arada tutan mayanın “aşk” olduğunu idrak eder. Bütün bunlara şahit olan insanın hayata bakışındaki amacı; özünü meydana getiren aşkını, özüyle buluşturmak olur. Yaşamını zahirde Hakk’ın emriyle, batında (manada) ise Hak ile doldurur. Kâinât batı medeniyeti için ucu bucağı olmayan, keşfedilemez büyüklükte iken, Müslüman için ruhaniyetini sığdıramayacağı küçüklükte bir âlem olarak görülür.

Hâce Hazretleri gibi bağrı yanık, derdi insan, derdi vuslat olan bir kâmil, bahsi geçen aşk için şöyle buyurmuştur:

Biz ricâliz, geçmişiz kim gör ezelden tâ ebed
İçmişiz ‘aşkın şarâbın âb-ı engür olmadan

Görüldüğü üzere ricaller (Allah adamları) ezelden ebede kadar her anı görmüş ve yaşamışlar. Onlar daha üzüm olmadan, ondan olacak aşk şarabından içmişler ve sarhoş olmuşlar. Yaratılan madde ve eşyayı tanımayı ve ondaki hikmeti aşarak yaratanı tanımışlar. Allah ilmine (ilmi ledün) vakıf olmuşlar. Bu ilmin üstadı Hâce-i Kâinat Efendimiz (sav) Hazretleri olup diğer peygamber efendilerimiz (as) ve kümmelin (büyük, kâmil) evliyalardır. Mürşid insana Allah ilmini öğretir ki; bu ilimin bizdeki yansıması Rabbimiz’i (cc) tanımak, O’nun sevdiği ve sevmediği şeyleri bilerek O’nunla yaşamaktır.

Hâce Hazretleri’ne göre dünya: “İrşadın yapılacağı yegâne bir okuldur. Mârifetullah ve muhabbetullah okulu.” Âdem (as) cennette iken Hakk’ı görüyor ve O’nunla konuşuyordu. Diğer varlıklar ondaki eşyanın hakikatine ve hikmetine dair ilmi görüp ona ta’zim ediyorlar, ondaki zât tecellisini görüp secde ediyorlardı. Lâkin kendi özünü meydana getiren aşktan habersiz oluşu kendisine menedilen bir şeyi yapmaya sebep oldu. İşte kendisindeki bu hakikati anlamak ve kendisinden doğacak evlatlarına da anlatabilmek için bu âlemi şereflendirdi. Allahu Teâlâ’yı (cc) tanımanın yeri ve usulü bu şekilde belirlenmiş oldu. Dünya kemale gelmek isteyenlerin adeta yüksek lisans eğitimi ve doktora tezi gibidir. Bu irşad faaliyetini insanlık tarihi boyunca peygamberler üstlendi. Kâinatın Efendisi (sav) bu hakikate dair bütün ayrıntıları insanlara ve âleme duyurdu ve öğreterek kemâle erdirdi. O’nun ehl-i beytinden ve ashabından gelen kâmiller de O’nun bıraktığı emaneti layığı ile devam ettirmektedirler. Allahu Teâlâ’yı sevmenin bir tek yolu vardır. O’nu (cc) tanımak. Her insan bu amaç için yaşamalı, kendisine bu sevgiyi aşılayacak bahçıvanı bulmalı ve yukarıda geçen şiirde yapılan davete icabet etmelidir. Her insan hadisi kudsîde geçen “gizli hazine”dir. İnsana düşen görev; kâmil bir mürşidin elinde kendindeki bu hazinenin açığa çıkmasını talep etmektir. Hâce Hazretleri’nin sıklıkla hatırlattığı şu hakikat ne güzeldir: ”Yeryüzündeki bütün kutsal olan şeyler insanın kutsalıdır. Lâkin Allah’ın tek kutsadığı, kutsiyet atfettiği ise insandır”

Bugün Müslümanlar Allah’ın önemini bize bildirdiği anların, vakitlerin, gecelerin, günlerin ve ayların kadrü kıymetini öne almaktadır. Elbette ki bunlar eşref vakitlerdir. Lâkin unutmamak gerekir ki en eşref-i mahlûk insandır. Bu şeref, bu izzet bize ezelde verilmiş ve takdir edilmiştir. Bize bizim kim olduğumuzu söyleyecek, kulağımıza Rabbimiz’in bize olan sevgisini fısıldayacak, bizi sevgilimizle buluşturacak bir rehber, rehberden de öte bir dost gerek. Dostluk ise Hâce Hazretleri’nin ifadesi ile: “Ruhun ruha fedasıyla başlar.”

Hâcegân yolu irşadı; insanın yaratılışından alarak hayatı tanımladığı ve kendisi ile kâinat arasındaki sırrı anlayarak Rabbi ile rabıtasını (irtibatı) kurduğu şu üç kelime ile tanımlar: İslam, iman ve ihsan. İrşad bu kelimelerin anlaşılması ve yaşanması için vardır ve insan buna muhtaçtır. Hazreti Cibril (as) mescide insan suretinde gelerek Kâinatın Efendisi’ne (sav) bunların ne olduğunu sormuş ve aldığı cevabı tasdik ederek ashabı kiramın dinlerini öğrenmelerine yardımcı olmuştur. Allahu Teâlâ’nın insanın irşadı için ortaya koyduğu müfredatı böylece hayata geçirmişlerdir.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âlihî ve sahbihi ecmaîn.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 30 Ocak 2014 10:08

ÂB-I HAYAT

Övgülerin en özeli, en güzeli Allah’a (celle celalühu), O’nun Habibi Kibriyası’na, diğer Peygamber Efendilerimize, ehl-i beytine, ashabına ve etbaına olsun.

Temizlik kirli olduğunu bilmek ve bu ihtiyacı hissetmekle başlar. İnsan; şüphe yok ki tertemiz, Rabbimiz’in (celle celalühu) kudret eliyle ve nefha ettiği ruh ile ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. Buluğ çağı insan için Rabbini tanıma ve O’nunla (celle celalühu) yaşamak için gerekli edep ve ahlakın öğrenilmesi zamanını ifade eder. Bebek ve çocukların bu kadar çok sevilmesi, onların günahsız oluşu, Rahman’dan henüz ve taze gelişleri sayesindedir. İnsanı sevimsiz kılan şey, onun gönlünde, zihninde, azalarında görülen ve zuhur eden kötü duygular ve fiillerdir.

Rabbimiz (azze ve celle) Hazretleri günahsız kullarını değil, bilakis günah işlediğinde hemen kendisine dönüp O’nu hatırlayıp ve sığınan, tövbe edip böylece temizlenme arzusunda olanları sevdiğini ayeti kerimelerle açıklamıştır.

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) temizliği:
”Nefsimizi, kalbimizi, ruhumuzu, duygumuzu ve niyetlerimizi, heva ve heves pisliğinden arındırmaktır.” diye tarif ederler. Bedenî olarak yapılan temizlik yukarıda açıklanan temizliğin bir şubesi olarak görülmelidir. İnsan kalbi, bedenin merkezi olup tüm azalara hâkim olur. İnsan bedeninde ıslah olduğunda her uzvun ıslah olacağı ve o azanın da kalp olduğu Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bizlere bildirilmiştir. O kalbin de nasıl ıslah edilmesi gerektiği, kâmil mürşitler vasıtasıyla, yakinen her insana sunulmuştur.

Kalp bedendeki beş duyu organı vasıtasıyla beslenir. Vücudun sıhhat bulması nasıl ki taze, doğal ve çeşitli gıdalar ile sağlanırsa; kalp de görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma duyusu vasıtasıyla beslenir. Kalp adeta bir havuz ve bu duyu organları da havuza akan birer musluk gibidir. Havuzu besleyen kaynaklar ne kadar sıhhatli olursa, temiz ve akarı kuvvetli olursa havuz da o kadar temiz olur. Kısacası havuzun tahareti onu besleyen kaynakların tahareti ile sağlanır.

Temizlik kavramı da izafidir. Herkese göre bu ölçü farklılık arz edebilir. Fakat her hususta bizim ölçümüz Allah ve Resûlü’dür. Temizlik ancak temiz olandan öğrenilir. Kendi koyduğu kıstaslara göre anlayış belirlemek aklın ölçüsüyle sınırlı kalmak olur ki âdem olmak, bunun çok ötesinde olmak demektir.

Âdem olmak kendinde mevcut bulunan ve binlerce yıl yakıldığı ve başka türlü eza, cefalara düçar kılındığı halde itaat etmeyen, arzu ve istekleri asla bitmeyen nefs gibi bir varlık ile birlikte olmak, ama ondan emin olarak yaşamanın yolunu bulmak demektir.

Havuz mesabesindeki bu kalp içinde tortulaşmış çok değişik pislikler olduğu halde, sahibine temiz görünen aldatıcı yansıması ile ancak onun içindekileri görebilen, teşhiste ve tedavide kâmil bir mürşit vasıtası ile temizlenebilir.

İnsanlık tarihi içindeki milletler ve topluluklar, binlerce yıl hep Peygamberler ve onların sadık halifeleri tarafından temizlenmiş ve terbiye edilmişlerdir. Bütün güzel ahlakın ve hasletlerin kendisinde toplandığı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) temizlik kavramının bile kendisini temizlediği özdür. Temizlik ancak O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) neşet eder.

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) kalp temizliği için öncelikli belirlediği ve kendisini besleyen kaynakların temizliğini müteakip, içteki kirlerin, pisliklerin derdest edilip atılması üzerinde önemle durur. Bu kalıntıları temizlemenin yolunu ise öncelikli olarak zikir diye tarif eder. Zikir adeta toprağı süren pulluk gibidir. Kalpte ne var ne yok kazır ve yüzeye çıkarır. Kalbi havalandırarak onu ekime hazır hale getirir. Bir taraftan ruh ve fıtratına uygun özellikler ve güzellikler tohumları ekilirken diğer taraftan bunları besleyecek ilahi aşk ve muhabbet dediğimiz âb-ı hayat suyu, her an kaynak olarak fışkırması için bütün olması gerekenler hazırlanmış olur.

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) bu âb-ı hayat suyunun müminin kalbinde belirdiğinde mükâşefatın olacağını; böylece ona Allah (celle celalehu) katından bir ilmin verilerek bu ilmin de ihlâsla, teslimiyetle, korkmakla ve sevmekle öğrenilerek artırılabileceğini belirtir. “İlm-i Hikmet” diye tarif ettikleri bu ilim kimde belirirse, o ilme hiçbir ilmin yetişemeyeceğini, ilahi sırların ve hakikatlerin açıklanarak umman olacağını açıklar. Âşık Yunus’un buyurduğu gibi;

Aşk bağına girsen eğer
Derdin sana derman olur.
Güllerini dersen eğer,
Bir katre bin umman olur.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sirruhul aziz) göre; rüşte eren her gencin, yaşamını düzenleyeceği yegâne düzen İslam ve onun ilmihal bilgisini öğrendikten sonra da tüm yaşamı boyunca bu bilgilerle yetinmeyip ruh ve nefs ilimleri ile de tekâmül etmesi gerektiğini tavsiye eder. Zira yaşam içinde her şey gelişip, değişirken ve insan dünyevi her gelişmeyi ve tekâmülü yakinen takip ederken; imanî, fikrî ve ahlakî değerlerini on beş yaşında öğrendiği bilgilerle devam ettirmesi düşünülemez.

Hazreti Musa (aleyhisselam) Mısır’dan çıkıp Hazreti Şuayb’e (aleyhisselam) sığındığında O’na (aleyhisselam) on yıl süreyle hizmet etti ve O’nun sürülerini otlattı. Bu süre zarfında Rabbine hep ne kadar fakir olduğunu arz etti ve kendisine lütfedip ekmek vermesi için duada bulundu. Ne zaman ki Hazreti Şuayb’in (aleyhisselam) duası bereketiyle Peygamber oldu, duası değişti ve ekmek yerine O’nu (celle celalehu) görmek istediğini belirtti, kendisine gözükmesi için dua etti. Buradaki tekâmül her mümine örnek olmalıdır. Peygamberlere yakın olmak Allah’a (celle celalehu) yakın olmak demektir. Allah’a yakın olan ise anlayışta, yaşayışta, inanışta ve ahlakta rızaya uygun olandır ki, cennette mümine sunulacak en son nimet rıza nimeti olup, en üstün cennet de rıza cennetidir.

Kâinatın Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibril Hadisi’nde bizlere en güzel ve açık şekilde öğrettiği İslam-İman-İhsan sırrı, Müslüman olan her fert için izlenecek yol olup tekâmülün safhalarını yakinen yaşayabileceği bir bilgi ve ötesidir. Hâce Hazretleri’ne (kuddise sirruhul aziz) göre bu üç mertebeyi bilmeyen ve yaşayıp idrak etmeyen mevhum bir ilaha tapmış olur. Çünkü Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadiste ashabına Cebrail’in (aleyhisselam) kendilerine dinlerini öğretmek için geldiğini bildirmiştir. Bu hadisenin gerçekleştiği zamana bakıldığında ise İslam şeraitinin ashabı kiramın (radıyallahu anh) hayatları içinde iyice yerleşmiş olduğunu, iman hakikatlerinin bilinmekte ve yaygınlaşmakta olduğu bir döneme denk geldiği gözlemlenir. Bir anı bir önceki anına eşit olanın ziyanda olacağını bildiren Resûlü Ekrem; (sallallahu aleyhi ve sellem) onları ve beklentilerini de aşarak ihsan sırrı ile adeta onları uçurmuş, geçmiş ümmetlere nasip olmayan hikmetlerin ve nimetlerin yolunu hiç kapanmayacak şekilde açarak tekâmülün ne demek olduğunu öğretmiştir.

Hâce Hazretleri, (kuddise sirruhul aziz) ihsan sırrını: “Allah’tan başka her şeyden temizlenerek üns olmaktır.” diye açıklar.

Bugün ne yazıktır ki iman etmiş olanların çoğunluğu rızkını Allah’tan (celle celalehu) başka varlıklardan beklemekte, yönetimde ve hukukta İslam olmayan kanunlar ve yöneticileri tercih etmekte, kâfir ve münafıkları sevmekte, Allah’ın (celle celalehu) kulları üzerindeki icbar (zorlama) hakkını reddetmektedir. Böyle olduğu halde Müslümanım diyenler ancak ifade edildiği gibi Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ilahına değil, kendi belirlediği, hayalinde canlandırdığı mevhum bir ilaha tapmaktadır.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sirruhul aziz) göre temiz olmak, temizlenmek, temiz kalmak ancak İslam, iman ve ihsan nurları ile arınmakla elde edilir. Başta ifade edildiği üzere ölçü budur, çıta buraya konmuştur. Mihenk taşı burasıdır. Yine âşık Yunus’un dilinden, yapmamız gereken bize şöyle bildirilmiştir:

Üstat önünde diz çöken
Şeraite boyun eğen,
Seherde hep yaşlar döken
Tekâmüle unvan olur.

Mümin o kimsedir ki Rabbi (celle celalehu) her nasıl tecelli ederse etsin O’nu (celle celalehu) tanıyan ve O’nun iradesine uyandır. Taharet-i batıniyesini yapmış olanlar Allah’ı (celle celalehu) ezelden ebede kadar tasdik etmişlerdir. Hakk’ın hiçbir sıfatı O’nun Zâtı’nı tanımalarına engel olamayacaktır. O’nun âşık ve abidleri O’nu hiçbir ilmi delil gerekmeksizin tasdik ederler ve severler. Onların ilimleri ve tasdiklerinin kaynağı kalp taharetini müteakip, kalplerinden fışkıran o âb-ı hayat suyudur.

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) aşk ve muhabbetin tesiri ile tekâmül eden mümin için, tutunacağı ipi istikamet olarak gösterir. İstikameti şeraitte havf ve reca ile seyrü sülükte ise kabz ve bast hali olarak açıklar. Temiz bilgi, amelde devamlılık ve teslimiyet bu tekâmülün bariyerleri gibidir.

Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) şeriatın batınını tevhid ilmi olarak açıklar. Şeriatin batını tarikatın esasıdır. Hakk’a yakınlığın anahtarını; zahirimiz ile şeraitin zahirini, batınımızla şeriatın batınını ihya etmek olarak ifade ederler.

İslam, iman ve ihsan sırları her insana, her mümine açık ve sarih olarak sunulmuş bir gerçektir. İnsanın veya müminin bundan mahrum olması ancak kendi rızası ve eliyle bu nuru reddetmesiyle meydana gelir. Çünkü Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) münafıklara yapacağı bir dua için Rabbimiz, (celle celaluhü) Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hatırlatmada bulunarak duanın kabul görmeyeceğini ve onların kendi elleri ile hidayet kapılarını kapattıklarını bildirmiştir. Her duasına icabet edilen ve asla geri çevrilmeyen, kendisi yeter deyinceye kadar istediği her şey kabul edilen Kâinatın nuru olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) dahi onlar için istediği halde hiçbir şey yapamamıştır.

Günümüzde o nuru taşıyan duası ve tasarrufu kâinatı dolduran nice kâmiller vardır ki; lakin insanların bu nura talip olmaması, bilinçsizliği ve münkirliği bu akışa engel olmakta ve Allah’ın (celle celaluhü) kudret eliyle, özene bezene yarattığı, vechi; sureti rahman olan, kendi ruhundan nefha ettiği, eşref-i mahlûk olan insan, kendini zayi etmektedir.

Âdem olmak ancak insanı kâmille olmakla olur. Kur’an’da ve sünnette övülen, sitayişle bahsedilen, fayda veren ilim, temizlenmiş nefs ve güzel ahlak insanı kâmile muhtaçtır ve onunla elde edilir. İblis (aleyhillane) ve Belam ilimleri ile mağrur oldular da sahip oldukları ilim kendilerine fayda vermedi. Meleklerin Hazreti Âdem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) secde etmeleri, onda gördükleri tecelli ve nefha edilen o ruhtur. Hâce Hazretleri (kuddise sirruhul aziz) her zaman buyurduğu gibi:“O gün bugün, o Âdem bu Âdem.”

Hâce Hazretleri, kâmil bir mürşit elinde terbiye edilmiş, dünya sevgisinden ve arzularından arındırılarak boşaltılmış ve yerine Allah ve Resûlü’nün sevgisi doldurulmuş bir kalple yapılan ibadetlerin asla az olmayacağını söyler. Öyle ise çokluk sayısal olmayıp, yanında, yakininde Allah olan, O’nun rızası olan çoktur. Az ise Allah’tan mahrum olan, O’nun rızasından ve likasından uzak olandır.

İslam ilmihalinde üç şey ile taharet (temizlik) yapılır. Bunlar su, toprak ve ateştir. Yaşamımız içinde veya sonunda her halükarda bu üç şeyden biri ya da birkaçı ile temizleneceğiz. Lakin kabre girip ağzımıza, gözümüze toprak dolup temizlenmekten veya cehennem ateşine duçar olup yanmakla değil de, su gibi aziz ve âb-ı hayat olan kâmil bir mürşit elinde aşk ve muhabbet nurları ile temizlenmek lazımdır.

Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) verilen, ümmetini onunla serinletip içiren, güneşin bir mızrak kadar yakınlaşıp indiğinde, onun etkisini azaltan Kevser Havuzu’ndan içmeyi arzu ettiğimizde, onun insanı kâmiller olduğunu tefekkür etmek, o günü bu güne taşıyarak fırsat elde etmemizi sağlar. Rabbimiz (celle celalühu) kalplerimizi kendi zatına döndürüp O’nu tercih edenlerden ve o mübarek Kevser Havuzu’ndan içip serinlemeyi ve hayat bulmayı nasip eylesin.

Ve âhiruddâvâna enilhamdülillahi Rabbil âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hamd, bizi sureten Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) benzeten, kim olduğumuzu O’nunla bildiren, O’nun imanından, ahlâkından ve aşkından bize zerreler lütfeden, bu zerrelerle yüzyıllar boyunca müminleri kendi Zâtı’nın etrafında pervane edip müştak kılan Allah’a (celle celaluhü) mahsustur. En güzel salâtü selamlar ismi pak, cismi pak, ruhu pak olan Sevgili’ye, sevgiyi doğuran, sevgiyi Zâtı ile başlatan ve çoğaltan Habib-i Kibriya Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem)  ve O’nun mübarek yüzünü gülümseten, O’nu hoşnut kılan, razı eden diğer peygamber efendilerimize, âline, ashabına ve etbaına olsun.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) en tesirli   sohbeti; insana en çok faide veren, imanını yakîne, ahlâkını tamama erdiren ve içinde sözlerin en kibarının, en hayırlısının yani Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ism-i şeriflerinin zikredildiği meclisler olarak tanımlar. Çünkü O’nun ismi semada ve arzda övülen tek isimdir. Çünkü O’nu Allah (celle celaluhü)  övmüş ve sevmiştir. Yaratılan ne varsa kıymetini, izzet ve şerefini O’ndan almıştır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) Rabbimiz’in (celle celaluhü)  nazarını celbeden, ilgisinin ve övgüsünün yoğunlaştığı tek varlık olarak tanır. Rahman’a gözükmek isteyen, O’na muhatab, dost olmak isteyen Habib-i Kibriya’nın gönlüne girmelidir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) kâinattaki en zengin insanı, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  ism-i şerifi anıldığında O’na salâtü selam getirenler olarak görür. İnsanların en cimrisi de dünyalığı elinde tutup kendisinin dahi istifadesine imkân tanımayan değil, O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) salât getirmeyenlerdir.

“Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” hitabının muhatabı olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cismen her ne kadar ahireti şereflendirip “Errefiku’l-âlâ”sına kavuşsa da Rabbimiz’in yaratma sıfatı devam etmekte, kâinatın sürekli ve düzenli olarak büyümekte oluşu yeni evrenlerin halk edilişi bilim adamları tarafından hayretle gözlemlenmekte ve yaratılış saniye saniye kaydedilmektedir. Halk edilen her mahlûk O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem)   için, O’nu tanımak adına gelmektedir. O’nun Hay oluşu bu yaratılışı devamlı kılmaktadır. Cansız diye bilinen taşların, toprakların O’nun elinde hayat bulup zikretmesi, ağaçların ve hayvanların O’nu tanıyıp selam vermesi ve sahiplerinin eziyetinden kaçıp O’na sığınan develer, yeni bir minber yapıldığında ağlayan hurma kütüğü veya Cebel-i Sevr’de beş yüzyıldır O’nu görmek için bekleyen yılan kıssası hep O’nun içindir. Ya O’nu hakkı ile tanıyan Sıddıklar gibi sahabilerin, Üveys gibi âşıkların, İmam-ı Azam gibi âlimlerin, Şah-ı Geylâniler, Şah-ı Nakşibendîler, Şah-ı Şazeliler gibi dostlarının hali nasıldır?

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)   iman, İslam ve ihlâs kapısını kelime-i tevhid “Lâ ilâhe illallah” olarak tarif ederler. Bu muhteşem, bu muazzam kapının anahtarını da “Muhammedün Resûlullah” olarak işaret ederler. Cenab-ı Mevla’mız (celle celaluhü)   bize ayet-i kerimesinde evlere kapılardan giriş yapmamızı emretmiş, kendi gönül kapısının anahtarını da böylece bize müjdelemiş olur. Hakikat aynasında O’nun suretinden, siretinden ve sünnetinden başka bir görüntü yoktur. Başka hayeller arzulayan ve arzularının peşinde ona esir olanlar, gördükleri şeyin ancak bir serap olduğunu fark ettiğinde; kendilerine yüklenen emaneti zayi ettiklerini büyük bir ihtimalle anlamaktan da mahrum kalacaklardır. Hulûsi Darendevî (kuddise sırruh) Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

Sen kâinatın zübdesi,
Bu suretin manasısın.
Sen şeş cihetin kıblesi,
Bu hayretin ferdasısın.

Suları coşku ile akıtan, onları yükseklerden çağlatarak düşüren ve köpürerek berraklığa bürünüp hayranlık uyandıran bir güzellikle insanı büyüleyen, ondaki, Muhammedî (sallallahu aleyhi ve sellem)  aşkın cezbesidir. Denizlerin kabarması ve nehirlerin taşması bu tesirin neticesidir. Kâinattaki her hadise Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem)   doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkilidir. Çünkü O; Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) buyurduğu gibi kâinatın dinamosudur. Kâinat O’nunla hareket etmek zorundadır. O’na dönmek zorundadır.

O’nun sünnetinden uzaklaşanlar, O’nun ahlâkından başka sebeplere sarılanlar, türlü türlü yaşam tarzlarını deneyerek umduğunu bulamayanlar için dönüş yine O’nadır. Çünkü O bizim evimiz, barkımız  ve sığınağımızdır.

Hâce Hazretleri: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir (Ahzab-40).” ayet-i kerimesinde  buyrulan “Hiç birinizin babası değildir.” lafzını “Hepinizin babasıdır.” diye tefsir eder. Evet, O bütün ümmetin babasıdır. Babalarımızdan daha yakın, daha şefkatli, daha merhametli ve daha düşkündür. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)  bu dahaları ne kadar çoğaltsak O’nun için az olduğunu belirtir. O’na Allah demeden, O’na ilâhlık sıfatı yükleyip yüceltmeden O’nu ne kadar övsek azdır. Çünkü O’nu Allah (celle celaluhü) övmüştür. Bizim övgülerimizin azlığı kendimizin az oluşundan, Allah’ın övgüsünün büyüklüğü kendi büyüklüğündendir. O’nu yüceltmede bu denli serbestliğimiz bizim için bir lütuf, bir ikram ve ayrıcalıkdır. Bu sevgiye, bu övgüye sınır koymaya çalışanlara Allah’tan (celle celaluhü)   hidayet dileyelim.

O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bize olan düşkünlüğünü biz tarif etmedik. O tarifi Rabbimiz (celle celaluhü) şöyle buyurdu: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir (Tevbe-128).”

Yukarıda bahsi geçtiği üzere Rabbimiz’in her an yaratmaya devam etmesi, âlemleri O’nun için var etmesi Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  “Hay” oluşunun, bizden haberdar oluşunun delilidir. İmanın tasdik edilişi ancak O’nunladır. İmanın, ihlasın tek mihengi O’dur.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)  imanın ve ihlâsın tasdik ve kabul oluşunu Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh) sormuş oldukları “Bizi ne kadar seviyorsun?” hadis-i şerifi ile açıklar. Hazreti Ömer: “Nefsimden sonra seni seviyorum.” buyurur. Kâinatın Efendisi; (sallallahu aleyhi ve sellem)  “Olmadı Ya Ömer. Bu iman seni Allah’a götürmez” der.

“Yerde ve gökte benim iki veziri azamım vardır. Göktekiler Cebrail ve Mikail, yerdekiler Ebubekir ve Ömer’dir.”, “Benden sonra bir peygamber gelecek olsa muhakkak o, Ömer olurdu.” diye taltif edilen, Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı en ufak bir edepsizliğe tahammülü olmayan ve eli kılıcının kabzasında hazır bekleyen Hazreti Ömer’in  imanı Efendimiz’e verdiği cevapla red ediliyor.

İmanın ölçüsü O’nu ne kadar sevdiğimizle bağlantılı bir gerçektir. O’nun “Hay” olduğuna, bizden haberdar olduğuna imanımız şüphe götürmez bir gerçekken aynı sorunun muhatabı olarak bizden şu an cevap beklenmektedir. Vereceğimiz cevap peygamberliğe namzet birinin cevabına uyum sağlamak durumundadır. Gerçeklerden uzak, yalnızca dille yapılan ikrarlar, bizi tasdik edilmeden çevrilen imana götürecektir.

Hayatta birçok kez Rabbimiz’in emr-i şeriflerine bilerek ya da bilmeden muhalefet ettik, halen de etmekteyiz. Fakat bu soruya vereceğimiz cevap içimizi yansıtmalı ve önem derecesine göre sıraladığımız listede Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem)  kaçıncı oluşunu itiraf etmeliyiz. Hazreti Ömer Efendimiz’in (radıyallahu anh)  gerçeği “Nefsimden sonra  seni seviyorum.” diye itiraf edişleri ve nefsini Efendimiz’in ayaklarının altına atışı, imanını tasdik edilen imanlardan saymıştır.

Böyle bir cesareti gösterebilir miyiz? Cesaret nasıl bir şeydir? Düşmana ya da vahşi hayvanlara karşı koymak ya da tehlikeli işleri yapmak mıdır? Yoksa her şeyden çok sevdiğimiz nefsimizi, onun alıcısına satmak mıdır? Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh)  göre iman; nefsin üstünü çizerek karşımıza çıkan her seçenekte evvela O’nu öncelemek, tercih etmek ve her şeyden çok O’nu sevmektir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)   “Sen olmasaydın kainat olmazdı.” kudsi hadisini:   “Zihnimizde, rabıtamızda, yaşamımızda, ahlâkımızda, sohbetimizde, rüyamızda O yoksa, gönlümüzde O yoksa, meclisimizde O yoksa bir eşek leşinin başından dağılan bir topluluk gibi oluruz.” diye açıklar. O yoksa hayat yoktur.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) zamanımızda imanın muğlak bir şekilde durduğu sürece inananlara  fayda vermeyeceğini belirtir. Yazının başında  ifade edildiği gibi iman “Lâ ilâhe illallah” ise onun ruhu “ Muhammedün Resûlullah”tır.  Bu mübarek kelime “Muhammedün Resûlullah” getirilip tevhide mesnet yapılmazsa, ona tabla yapılmazsa iman olmuyor ve tasdik edilmiyor. Bizi Rabbimiz’e vasıl edecek imanı taşıyan şey nedir öyleyse? Nedir bu vasıta? O’nsuz bir yolculuk, öğretmensiz bir ders faide vermez.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) Hazreti Ömer Efendimiz’in (radıyallahu anh)  imanı sunuşunu adeta elimizde bulunan bir altın ya da mücevherin satmak ve ihtiyaçları gidermek kastıyla bir sarrafa götürüldüğü ama sarrafın bize bu mücevherlerin hepsinin sahte ve beş para etmez özelliğe sahip olduğunu bildirdiğinde düştüğümüz hale benzetir. Düşünün ki; evimizi döviz karşılığı satmışız.  Onları da götürüp döviz bürosunda bozduracak ve başka bir yatırım yapacağız. Böyle bir durumda bütün dövizlerin sahte oluşu ile karşılaştığımızda bizim hayal kırıklığı yaşamamıza ve mahvoluşumuza  engel ne olabilir ki? Bütün hayat boyu çalışmış ve kazandığımızı götürüp sahte kağıt parçalarına vermişiz. İşte böyle bir durumda dahi elimizdeki o bütün sahte kağıt parçalarını, sahte altın, elmas ya da yakutları gerçeğe dönüştürecek bir kimya vardır. Bu kimya Muhammedî sevgidir. “Nefsinden de çok sevmedikçe, iman etmiş olmazsın  ya Ömer.” diye tarif edilen ve bu sevgiyle  baştan başa düzenlenen bir hayat ve her şeyde O’nunla yetinmek ve O’nu tercih etmekle kıymetlenen bir iman…

Saadat-ı kiram efendilerimiz buyurmuşlar ki: “Allah’ı (celle celaluhü) incitsen de O senden asla vazgeçmez. Çünkü O, senin Rabbindir. Fakat O’nun Habibi’ni asla incitme. O’nu inciteni asla affetmez.” O’nun sevdiği her ne varsa sevelim ve üzerimizde görüldüğünde O’nu hatırlatacak her ne varsa o emaneti taşıyalım. En güzeli O’nun ahlâkı olduğu gibi, O’nun sünnetini bedenimizde ve ruhumuzda taşıyalım. O’nun arkadaşlarını tanıyalım, hakkında yazılan eserleri okuyalım. O’nun dostlarını bulalım ve gül mevsimi geçmiş olsa da O’nun gülsuyu mesabesindeki kâmil insanlarla bu hasretimizi giderelim. Hazreti Ömer Efendimiz (radıyallahu anh)   gibi nefsimizin üstünü çizerek kamillere imanımızı gösterelim. Onlara tasdik ettirelim.

Gerçekten adi kağıdı paraya, camı elmasa çeviren bir kimya vardır. Bu kimya Kâinâtın Efendisi’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) varislerine kalan bir mirastır. Herkes yarânıyla, dostuyla bilinir. Bizim Allah dostlarına bu kadar  önem verişimiz, düşkünlüğümüz de bundandır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort